“Yeni Çözüm Süreci” Tartışmaları: Bakırhan’dan Dikkat Çeken Açıklamalar

TBMM Genel Kurulu’nda konuşan DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan, “Türkiye Cumhuriyeti bu ülkede yaşayan bütün vatandaşların olduğu gibi Kürtlerin de kendini ait hissedeceği bir devlet olmalıdır. Devletten beklentimiz, tüm vatandaşları ayrımsız kucaklayan, farklılığını kabul eden demokratik ve kapsayıcı bir kerim devlet olmasıdır” dedi ve ekledi:

Haber Merkezi / “Gerçek ve demokratik Türkiye böyle inşa edilir. Gerçek Türkiyelilik kimliği de bu değerler etrafında oluşturulur. Geçmişteki hatalardan ders çıkarmak ve bu hatalar üzerinde ısrar etmemek zayıflık değil, gerçek bir olgunluk göstergesidir. Bu yaklaşım, yalnızca tarihsel ittifakımızı derinleştirmekle kalmaz, aynı zamanda barışı güçlendirmek ve kalıcı bir uzlaşıyı inşa etmek için de sağlam bir zemin oluşturur.”

Tuncer Bakırhan, konuşmasının devamında, “İşte bu sağlam zemine sigorta sunan bir açıklama İmralı’dan geldi. Sayın Abdullah Öcalan “Tecrit devam ediyor” dedi ama peşinden de “Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim” dedi. İktidara soruyoruz? Çözüm konusunda teorik ve pratik gücünüz var mı? Bu soruyu günlerdir tüm Türkiye merakla bekliyor.

Madem derdiniz Kürt meselesini çözmek ve bunun adresi olarak Öcalan’ı gösteriyorsunuz. Bu doğru bir tercihtir. O halde neden İmralı’nın kapılarını kapalı tutmaya devam ediyorsunuz? Neden barışa tecrit uyguluyorsunuz? Barışta ısrar etmek, toplumsal dayanışmayı büyütmek ve geleceğimizi kardeşlik temelinde inşa etmek hem bugünü anlamlandırmanın hem de yarınları kurtarmanın en doğru yoludur” ifadelerini kullandı:

Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan’ın 2025 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifi üzerine TBMM Genel Kurulu’nda konuştu. Tuncer Bakırhan, konuşmasında şunları söyledi:

“Sayın Başkan, siyasi partilerin sayın genel başkanları, çok değerli milletvekilleri hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum. Bizleri ekranları başında izleyen değerli halklarımıza selam ve sevgilerimi gönderiyorum. Yine cezaevinde haksız hukuksuz yere tutulan bütün yol arkadaşlarıma da buradan selam ve sevgilerimi gönderiyorum. Bugün Isparta’da yaşanan helikopter kazasında yaşamını yitirenlere Allah’tan rahmet, ailelerine başsağlığı diliyorum. Artvin’de de bir heyelan yaşandı. Orada yaşamını yitiren yurttaşlara Allah’tan rahmet, ailelerine başsağlığı diliyorum.

Ortadoğu’da tarihi anlara tanıklık ediyoruz. Suriye’de 61 yıldır iktidarda olan Baas rejimi dün itibariyle çöktü. Suriye halkı hem öncesinde hem de 2011 yılından sonra yaşanan iç savaşta büyük acılar, zulümler ve katliamlar yaşadı. Suriye, insanlık tarihinin medeniyet merkezlerinden biri olmasına rağmen baskı, zulüm, yok sayma, ölüm ve şiddetten bir türlü kurtulamadı. Bugün Suriye’de yeni bir döneme girme fırsatı var. Artık kin, öfke ve intikam duygularıyla değil demokratik bir düzen yaratma isteğiyle hareket etme zamanıdır.

Suriye’de demokratik bir yönetimin ülkeyi yönetmesini arzuluyoruz. Suriye’de kurulacak geçici hükümet, demokratik bir sürece geçişin hazırlıklarını yaparak bunu dünyaya deklare etmelidir. Suriye, Suriyelilerindir; Suriye halkının ortak iradesine bütün güçler saygı göstermelidir. Suriye’de yaşayan bütün halkların ve inançların hakları demokratik bir anayasayla güvence altına alınmalıdır. Suriye’de geçmiştekine benzer bir siyasal iktidara dönüşün yolu artık kapanmalıdır. Demokrasi, siyasal çözümün harcıdır.

Suriye’de Baas rejiminin devrilmesinden sonra atılacak her kurşun, iç karmaşayı büyütecek; Suriye’yi daha derin bir savaş ve istikrarsızlık adasına dönüştürecektir. Hızla ateşkes sağlanmalı, bitimsiz savaşların adresi olan yeni bir Lübnan veya Libya’nın ortaya çıkması engellenmelidir. 61 yıllık Baas rejiminin devrilmesinden sonra oluşacak psikolojik ve siyasal enerjinin, yeni fay hatlarını tetikleyerek hemen sınırımızda büyük bir karmaşa yaratması, Ortadoğu’nun ve Türkiye’nin istikrarsızlaşmasını getirecektir.

Suriye’nin yeni döneminde halkların bir arada yaşamı konuşulurken, Minbiç’e saldırmak Suriye ve Türkiye’de çözüm arayışlarını baltalama girişimidir. Bu bir akıl tutulmasıdır. Bundan vazgeçilmesi gerekiyor. Türkiye olan biten gelişmelerden azade değildir. Bu sebeple, AKP iktidarının Kürt kazanımlarına dönük yeni bir saldırısı, Suriye’de istikrarı başka bahara bırakacak ve Ortadoğu’daki ateşi harlayacaktır. AKP iktidarını, Suriye’ye dönük barış ve çözüm politikası yürütmeye ve Kuzey-Doğu Suriye Yönetimi ile diyalog içerisine girmeye çağırıyoruz.

Radikal selefi gruplardan Arap Alevilere, Dürzilere, Süryanilere, Hıristiyanlara, Kürtlere, Ermenilere, Türkmenlere, Çerkeslere yönelik herhangi bir saldırı olmaması için başta Birleşmiş Milletler olmak üzere bölgede bulunan bütün güçlere büyük bir sorumluluk düşüyor. Suriye’nin geleceği, halkların ve inançların demokratik katılımıyla inşa edilmeli, ortak irade esas alınmalıdır.

Başta Türkiye olmak üzere dünyanın her bir yerinde yaşamak zorunda bırakılan ve ülkesine dönmek isteyen Suriyelilerin geri dönüşlerinin güven içinde gerçekleştirilmesi ve mal, sağlık ve yaşam güvencelerinin sağlanması için uluslararası kamuoyuna ve güçlere çağrı yapıyoruz.

Dünyada ve bölgede tarihsel kırılmaların yaşandığı bir dönemden geçiyoruz. Bu tarihsel kırılmalar döneminde küresel istikrarsızlığı körükleyen çoklu çatışmalar hızla yayılıyor. 2025 yılına, başta ABD-Çin arasında artan jeopolitik gerilimler olmak üzere, küresel güvenlik ve askeri yarışın, iklim değişikliğinin, darbelerin ve göç hareketliliğinin gölgesinde giriyoruz. Siyasal ve sosyal açıdan birçok kıyamet fragmanı belirmeye başlıyor. Küresel güçlerin devasa tehditlere karşı çözüm üretmekte çaresiz kaldığı bir dönemi yaşıyoruz.

Ortadoğu’da tanık olduğumuz tablo bu dönemin özeti ve gerçeğidir. Genel tabloyu, ABD ve İngiltere istihbarat şeflerinin uluslararası bir gazete için kaleme aldıkları ortak makalede görmek mümkündür. Her iki şef “Dünya düzeni son 40 yıldan bu yana en büyük savaş tehdidi ile karşı karşıya” dediler. Neyin olacağını aslında itiraf ettiler? Avrupa güvenlik mimarisini ve küresel ekonomik dengeleri değiştiren Ukrayna Savaşı bütün yoğunluğuyla devam ediyor. Son NATO toplantısında Rusya açık düşman ilan edilmiş, savaşa kaynak artırımına gidilmiştir.

Afrika’dan Asya’ya, Amerika’dan Ortadoğu’ya birçok alanda sıcak savaşlar sürüyor. Sistemler ve değerler de değişime uğruyor. Egemenlerin tam tekmil “dibe doğru” yarış haline geçtiği bu dönemde, her şey adeta yeniden resetleniyor. Büyük güç rekabeti, jeo-ekonomik rekabet, dijital egemenlik, kültürel kutuplaşma, demokrasi ve otoriterizm şeklinde tezahür ediyor. Tüm ülkeler yeniden çok kutuplu dünyaya çekiliyor. Böylece tarafların oluştuğu, kamplaşmanın yükseldiği bir dönem hayal ediliyor. Tüm yaşananların sonucu olarak kültürel ve politik kutuplaşmalar üzerinden aşırı sağ popülizm güçleniyor. Göçmenlik, azınlık hakları, İslamofobi, cinsiyet ve kimlik politikaları gibi meseleler birer yönetim aracına dönüşüyor. Nefret ve ırkçılık üzerinden yönetimler tahkim ediliyor.

Birleşmiş Milletlere göre yükselen savaş ve şiddet, dünya çapında 160 milyon kişiyi yerinden etti. Demokrasi ile otoriterlik arasındaki mücadele, dünyanın her yerinde çatışmayla devam ederken, otoriter rejimler neden oldukları krizleri fırsat olarak tanımlıyorlar. Sonuç olarak tüm bu olay ve olguların cereyan ettiği yer Ortadoğu olmaktadır. Dünyaya ne söylediğiniz değil Ortadoğu’da ne yaptığınız belirleyicidir.

Küresel ve bölgesel güçler arasındaki sancıların bedelini maalesef Ortadoğu halkları ödüyor. Suriye’de bitmeyen çatışmalar, İran’daki teyakkuz hali, Irak’taki belirsizlik ve hepsinin ortasında İsrail’in saldırıları altındaki Filistin ve Lübnan var. Ortadoğu’da taşlar yerinden oynarken, Türkiye’nin bundan etkilenmeyeceğini düşünmek büyük bir yanılgıdır. Bir yandan küreselde, diğer yandan Ortadoğu’da yaşanan gelişmelere bakıldığında, etrafımızı saran ve yaklaşan “büyük fırtına” görülmelidir. Hepimizi etkileme potansiyel olan bu yangından nasıl kurtulabiliriz? İşte siyaset bütün kurumlarıyla buna yoğunlaşmalı ve bir yol bulmalıdır. Bu yolu ortak bir akılla bulabiliriz. Bu fırtınadan, devlet aklı, onarıcı ve adaletli bir geçiş dönemiyle çıkabilir. Bu, evrensel bir çözüm yoludur. Ya toplumsal birlikteliğimizi, demokrasi, hak ve özgürlükleri güçlendireceğiz ya da bu ateş çemberinin büyüyerek bize doğru gelmesini bekleyeceğiz.

Dünyada paylaşım savaşları, Ortadoğu’da büyük çalkantılar yaşanıyor. Ortadoğu kimliğe dayalı gerilimler, ideolojik çatışmalar ve stratejik rekabetle sarsılıyor. Yüz yıllık düzen yeniden kurulurken, iç barışı ve ekonomisi güçlü olan ülkeler sonuca doğrudan etki edecek. Tarih boyunca savaşta ordular yer alır ama kazanan iç barışı ve ekonomisi güçlü olan ülkelerdir. Bugün Türkiye, Ortadoğu’da yüz yıllık kırılmaların yaşandığı bu dönemde, ekonomi ve iç barış konusunda en kırılgan dönemini yaşıyor. Kırılgan ekonominin temel nedeni AKP’nin yanlış politikalarıdır. Emek ve sermaye, yoksul ve zengin, aç ve tok arasındaki uçurumu büyüten iktidar yüzünden toplumsal barış gittikçe imkânsız hale geliyor.

Yoksulluk sınırının 70 bin TL’yi geçtiği bu dönemde, 50 milyon insan yoksullukla mücadele etmeye çalışıyor. Bir yandan sadece bir haftada 1,5 milyar TL kredi takibe düşerken, diğer yandan bir haftada 1,5 milyar TL kazanç elde edenler var. Ekonomik iç barışın altına döşenen dinamit, günün sonunda büyük bir çürüme getiriyor. Sistem çürüdükçe toplumsal yaşam daha fazla zarar görüyor. Bir halkın belli kesimlerine yönelik yürütülen yoksullaştırma, yok sayma, inkâr politikaları bumerang etkisi gibi yönetim sistemine ve toplumun tümüne bir çürütme dayatıyor.

2025 Bütçesine baktığımızda sosyal yardım ve destekler için bütçeden ayrılan pay 651 milyar TL iken sadece faize ayrılan pay bunun 3 katı, yani 1 trilyon 950 milyar TL’dir. Şimdi bu bütçe yoksulun, işçinin, kadının, emekçinin, memurun, dezavantajlı grupların bütçesidir diyebilir misiniz? Elbette diyemezsiniz. 2025 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesi Teklifiniz bu çürümeyi büyütme pusulasıdır. Milyonlarca insan açlıkla mücadele ederken, kredi borçları ve icralar alıp başını giderken, esnaf siftah bile yapamazken teklif ettiğiniz bu bütçe sorunları derinleştirecektir.

Bu bütçe teklifinde büyük çoğunluğu aç, yoksul, işsiz halktan toplanan 12 trilyon 800 milyar TL gelir bekleniyor. Yoksulun ve emekçinin alın terinden alınan bu kaynak üç kıyak kesime aktarılıyor. Faize 1 trilyon 950 milyar TL; savaş ve güvenlik harcamalarına 1 trilyon 608 milyar TL; teşvik, istisna, muafiyet ve garanti ödeme adı altında sermayeye 3 trilyon TL aktarılıyor. Yani halkın bahçesinden toplanan 12 elmanın 6 buçuğunu faiz lobilerine, zenginlere ve savaş baronlarına aktarıyorsunuz. Geriye kalan 5 buçuk elmayı 85 milyon insan paylaşsın istiyorsunuz.

Öyle bir düzen ki, erkek egemen sistem toplumsal yaşamın kılcal damarlarına kadar etki ediyor. Özellikle iktidarın politikalarıyla ataerkil tahakküm her gün kadınlara sömürü, yoksulluk ve katliam dayatıyor. Dünyada yükselen sağ, erkek, cinsiyetçi siyaset rüzgarının yelkenleri en çok AKP iktidarı tarafından şişiriliyor. Kadın düşmanlığı, iktidar siyasetinin temel kodları olarak hayata geçiriliyor. Haksızlık, hukuksuzluk en çok kadınlara karşı uygulanıyor. Yoksulluğu en derinden kadınlar yaşıyor.

Siz yoksulluğun kökünü kazımıyorsunuz, aksine köklerini derinleştiriyorsunuz. Kurduğunuz sadaka düzeniyle halk yetinsin istiyorsunuz. Düşünün ki bir ülkede insanlar birbirine iyi haber olarak artık sadece marketlerdeki indirimleri söylüyor. Bu korkunç tabloya son vermenin yolu, güçlü iç barışın ve güçlü ekonominin kurulmasıdır. Türkiye halklarının daha fazla faiz ve savaş politikasına değil; güçlü bir toplumsal barış ve demokrasiye ihtiyacı vardır. Bunun yolu da gelir ve servet dağılımında adaletten, baronlar ve lobiler yerine yoksul ve emekçilerin esas alınmasından geçer. Bu yola girilmediği takdirde, ne yazık ki, 2025 yılı içerisinde yeni bir ek bütçe yapılmak zorunda kalınacaktır. Ek bütçe demek zaten sefalet içerisinde yaşayan halka yeni vergiler ve ek maliyetler getirmek demektir.

DEM Parti olarak en sonda söyleyeceğimizi en başta ifade edelim: Bu ülke hepimizin ortak vatanıdır. Bu ortak vatanda eşit ve özgür birer vatandaş olarak yaşayabilir; bütün halkların, inançların huzur ve barış içinde yaşayacağı bir yeni Türkiye’yi hep beraber kurabiliriz. Türkiye’nin sınırları dışındaki Kürtler, Araplar ve Türkmenler Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının akrabaları, soydaşlarıdır. Bunlarla iyi ilişkiler kurulması uzun vadede bölge barışı için son derece önemlidir. Konjonktürel güç dalgalanmalarını ve dönemsel değişim zeminlerini bölgesel barış arayışlarının önüne koymak, orta ve uzun vadede bu topraklara ve halklara yapılmış en büyük kötülük olacaktır.

Türkiye, sınırları dışında yaşayan Kürtler ile hasımlık değil hısımlık yapmalıdır. Hasımlık Türkiye’ye kazandırmaz, hısımlık kazandırır. Suriye’de siyasal denklemin yeniden kurulacağı bir süreçte Kürtlerle diyalog, emin olun ki Türkiye’ye de büyük kazandırır. Türkiye, izleyeceği barışçıl politikalarla Ortadoğu’da örnek olabilir. Türkiye’nin sınırları dışındaki Kürtler, Türkiye için bir tehdit değil bir barış imkanıdır. Bunu Türkiye Cumhuriyeti Devletinin değerlendirmesi gerekir. İnkâr ve dışlama bir siyaset olamaz, olmamalıdır. Ortadoğu’da barışın sağlanması adına bölgesel bir ittifak, sosyal, ekonomik ve kültürel etkileşim şarttır. Bu konuda iktidarın atacağı adımlara her türlü desteği vermeye hazırız.

Bakın, Kürtler son 20 yılda demokratik çözüm için toplam 10 çözüm ve yol haritası sundu: “Demokratik Çözüm Bildirgesi”, “Kürt Sorununda Çözüm ve Çözümsüzlük İkilemi”, “Demokratik Çözüm ve Barış”, “Büyük Barış Çabası”, “Özgür Birliktelik ve Barış Hamlesi”, “Barış Planı”, “Toplumsal Barış ve Demokratik Katılım Yasası”, “Barış İçin Yol Haritası”, “Yol Haritası”, “Demokratik Kurtuluş ve Özgür Yaşam Süreci”

Bu başlıklar önerilen çözüm projeleridir. Bu çözüm metinlerinde bugünkü tüm krizler için reçeteler bulunmaktadır. Hepsi devletin arşivlerinde mevcuttur. Maalesef bu çözüm fırsatları değerlendirilmedi, dikkate bile alınmadı. Aksine, Kürt meselesini çözümsüzlüğe sevk eden bastırma raporları hazırlandı.

Bakın, sadece bizim değil devletin de Kürt hafızası çok canlı ve süreklidir. Bugüne kadar hazırlanan raporlarını bazılarını hatırlatalım:

Abdulhalik Renda Raporu, Cemil Uybadın Raporu, Hamdi Bey Raporu, Ali Cemal Bardakçı Raporu, Şark Islahat Planı Raporu, Şükrü Kaya Raporu, Hüseyin Alpdoğan Raporu ve daha adını sayamadığım onlarca rapor Kürt sorununun inkârı için yazıldı.

Yani Kürtler çözüm için yol haritaları ve raporlar hazırlarken, maalesef Kürtleri inkar eden raporlar hazırlanıyor. Peki, sormak istiyorum: Bu raporların hangisi başarılı oldu? Bu raporlar sorunu büyütmenin dışında bir işe yaradı mı, ne işlev gördü? Hep birlikte yaşıyoruz ve şahidiz.

Bakın, bu ülkenin hafızasında inkarın dışında çözüm arayışları da var. Bu çözüm arayışlarına sahip çıkmak gerekir. Devlet 93’te Özal üzerinden temasta bulundu. 96’da Başbakan Necmettin Erbakan temas kurdu. 97’de Genel Kurmay doğrudan ilişki kurdu. 99’da Genel Kurmay devlet tarafından yüz yüze temas kurdu. 2000-2005 yılında askeri kanat sürekli görüşme yaptı. 2005’ten sonra da 2010 ağırlıklı olmak üzere yürütme erki görüşmeler yaptı. 2013-15 arasında yaşanan süreç, Dolmabahçe Mutabakatı gibi tarihi bir noktaya geldi. Yani 93’ten bu yana onlarca çözüm şansı doğdu. Bu imkanlar maalesef barışa evrilmedi. Barış imkânı her ıskalandığında, maalesef inkâr devletin resmi dili olmaya devam etti.

Bir tarihsel anekdot aktarayım. 1964 yılında Meclis’te kürsüye çıkan Adalet Partisi Edirne Milletvekili İlhami Ertem “Türkiye’de hiçbir iktidar doğu ve batı ayrımını yapmamıştır” deyince emekli milletvekili Mustafa Remzi Bucak kendisine bir mektup yazar ve şöyle der. “Birkaç safdili aldatabilirsiniz ama tarihi asla” der. Biraz önce çıkıp konuşan arkadaşlar da yine benzer bir ayrımın olmadığını söyledi. Ancak ne bizi ne de tarihi asla aldatamazsınız.

60 yıl önce söylenen sözün aynısını bu kürsülerden halen duyuyoruz. Peki, yok demekle sorun çözüldü mü? Ayrım yok demekle sorun ortadan kalktı mı? Cumhuriyet yüz yıldır Kürt meselesinde patinaj yapıyor. Bütün dünya yüz yıl öncesinden bambaşka bir yere evrildi. Ama bu akıl, yüz yıldır bir arpa boyu yol alamadı. Kürtler yüz yılda çok değişti, çok dönüştü. Peki, siz neden bir milim değişmiyorsunuz? Yine ortada çok basit bir soru var: Kürt sorununun barışçıl ve demokratik bir şekilde çözümünden yana mısınız, değil misiniz? Bunu gerçekten Türkiye hakları merak ediyor.

Meşhur hikayedir. 1950’lerde Kahire Radyosu ilk Kürtçe yayına başlayınca Türkiye Büyükelçisi apar topar devlet erkanına çıkıp Kürtçe yayın yapamazsınız der. Bunun üzerine yetkililerin “Türkiye’de Kürtler var mı?” sorusuna “Yok” deyince. “Madem Kürt yok, o zaman neyi sorun yapıyorsunuz?” cevabını gülerek verir. Bunun üzerine Büyükelçi sessiz sedasız ayrılır konuşmadan.

İşte Kürt sorununu inkâr, Kürtlerin haklarını inkâr bu çağda sizi sadece gülünç duruma düşürür. Dünya halklarının tanıdığı, IŞİD karanlığına karşı aydınlığın sembolü olan ve bin yıldır ortak kader etrafında yaşadığınız bu halkı inkâr etmeniz sizleri tarif edemediğimiz durumlara sokar.

Biz bu mesele demokratik yollardan çözülsün, bu tarihi hatadan dönelim dedikçe, derdest edilmekle tehdit ediliyoruz. Diyalog dedikçe tüm çalışanlarımız tutuklanıyor. Belediye alıyoruz, zoraki el konuluyor. Seçilmişlere saygı diyoruz, kayyım yoluyla milyonların onuruyla oynanıyor. Böylesi bir gerçekle karşı karşıyayız.

Yüz yıllık hafızası olan ve hayatını şiddet, açlık ve göç yollarında harcamış, yakınlarını kaybetmiş bir Kürt düşünün. Çatışmalı süreçte çocuğunu kaybetmiş bir Türk düşünün. Bu Kürt, bu Türk hala barış istiyorsa, yapmanız gereken, bu insanların uzattığı barış eline sopayla vurmak değildir. Yapmanız gereken, bunca acıya rağmen barış istiyor diye önünde bu insanların önünde saygıyla eğilmek ve gerekeni yapmanızdır. Biz tüm yaşamımız, hafızamız, mücadele geleneğimizle buradayız. Biz barıştan yanayız. Zapatista’ların dediği gibi “Ayaklarımız tarihin çamuruna batsa bile başımız aydınlık yarınlara bakıyor!”

1 Ekim’den itibaren Sayın Bahçeli’nin başlattığı tartışmaları olumlu ve önemli gördüğümüzü belirttik. Türkiye’nin barışı için elimiz açık dedik. Biz DEM parti olarak bu konuda üzerimize düşen sorumluluğu yerine getirmeye varız. Muhalefet partilerinin büyük çoğunluğu demokratik çözüm ve barış konusunda çok kararlı bir biçimde irade ortaya koydu. Belki ilk defa büyük bir ortaklaşmaya şahitlik ediyoruz. Bu oldukça kıymetli bir tutumdur, tarihi bir fırsattır. Bu fırsatı heba etmeyelim. Türkiye’nin gerek Filipinler-Moro başta olmak üzere dış dünyadaki deneyimleri gerekse de 1993’ten bu yana içerideki barış arayışları kapsamlı bir barış külliyatı oluşturmuştur.

Yine ana muhalefet partisinin hem 90’lardaki Kürt raporları hem de bugünkü tutumu çok önemlidir. Ana muhalefette de önemli bir çözüm hafızası bulunuyor. Aslında bu birikimle birlikte Kürt meselesinin çözümüyle ilgili külliyat oluşmuştur. Teşhis konulmuş, reçete yazılmıştır, şimdi barış zamanıdır.

Bulunduğumuz bölgede emperyalistlerin halkları birbirine kırdırma politikasına karşı Türk-Kürt ittifakını demokratik bir zemine çekerek barış ve kardeşlik projesini başlatmamız gerekiyor. Bugün tarihi Türk-Kürt ittifakının test alanı Rojava’dır. Rojava’da Kürt’ün kazanımlarını kendisine düşman olarak gören anlayış, bu tarihi ittifaka en büyük zararı verir.

Gelin Qamişlo’dan, Kobanî’den Ankara’ya tarihi birlikteliği eşit ve adil temelde yeniden kuralım. Bu konuda iktidara bir görev düşmektedir. Özellikle Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’a yapıcı bir görev düşüyor. Sayın Erdoğan; Kürt meselesi, Türkiye’nin çözüm bekleyen en tarihsel meselesidir. Bu meseleyi çözerek tarihe geçme fırsatı sizlerin önünde beklemektedir. DEM Parti olarak bu konuda üzerimize düşeni yapacağımızı Meclis huzurunda bir kez daha ifade etmek istiyorum. Meclis bir çözüm ile anılmalı ve yüzünü başka yere çevirmeden “Ankara Çözümünü” sunmalıdır. Şayet Ankara Vizyonu varsa, Ankara Çözümü de olmalıdır. Eğer gerçek ve köklü bir çözüm arayışında samimiysek, bu çözümü dışarıda değil Türkler ile Kürtlerin ortak geçmişinde ve geleceği birlikte inşa kararlılığında bulmalıyız. Başka ülkelerin başkentlerinden güç devşirmekten kaçınılmalı. Bu kritik süreçte fırsatçılık arayışına girmek kimseye kalıcı bir çözüm sunmaz.

11.yüzyılda, 16. yüzyılda ve 20. yüzyılda Türkler ile Kürtler tarihin en kritik kavşaklarında ittifaklar yapmış, birlikte hareket etmişlerdir. Malazgirt Savaşından beri olan bin yıllık tarihsel ittifakı hep beraber yeni yüzyıllara taşıyabiliriz. Gelin, Malazgirt ruhundan Eşme ruhuna uzanan tarihsel ittifakı hep beraber yeni yüzyıllara taşıyalım. Yüz yıldır başkaldırı-bastırma ikileminde acı dolu bir tarih yaşadık. İnsanlar öldü, göç yollarına düşürüldü, köyler yakılıp yıkıldı. Ekonomik kaynaklar şifa getirmek yerine dert getirmeye kullanıldı. Bin yıl boyunca kazandıran “ortak kader” düşüncesi, geçen yüzyılda kaybettiren bir inkarla karşılandı. Yüz yıldır geriye gidiyoruz. Kazandığımız hiçbir şey yok ama kaybettiğimiz canlarımız, ekonomik kaynaklarımız var. Bu yüzyıllık parantezi kapatmak, başkaldırı-bastırma ikileminden kurtulmak için hızlıca adım atmalıyız. Türk-Kürt ittifakında kazan-kazan siyasetini esas alalım, kader ortaklığımızı güçlendirelim. Türkler ile Kürtler arasındaki bin yıllık birliktelik bir tesadüfün değil, ortak bir kader birliğinin sonucudur. Bu birliktelik mecburiyetin değil, gönüllü bir dayanışmanın ve tarihsel bir ittifakın ürünüdür.

Bugün, bu köklü bağların ışığında, dönemsel fırsatçılıkların ve paranoyaların ötesine geçerek, geleceği birlikte kurgulamak zorundayız. Bugün iktidar aklı, hala sınır güvenliği paranoyasını gidermek için sonuç üretmeyen çabalar içerisindedir.

Sizi 500 yıl öncesine götürelim. Kanuni Sultan Süleyman Kürtlerle birlikte yaşamayı hem sınırların hem imparatorluğun güvencesi olarak gördüğünü ifade etmiştir. 500 yüz yıl önce çizilen reçete, bugün hala geçerlidir. Bugün Türk’ün güvenliği Kürt’le eşit ve demokratik bir yaşam kurmasından geçer. Bölgesel karmaşadan korunmanın temeli, eşitlik ve demokrasiyle güncellenmiş bir Türk-Kürt ortaklığıdır. Önemle altını çizmek isterim ki Kürtleri eski Kürt olarak gören, onları yönetme sevdası ile yanıp tutuşanlar bir yanılgı yaşıyor. Bu yanılgı herkes için bir yenilgidir.

Böylesi bir yanılgıda ısrar, tarihi Türk-Kürt ittifakına büyük zararlar verecektir. Türkiye Cumhuriyeti bu ülkede yaşayan bütün vatandaşların olduğu gibi Kürtlerin de kendini ait hissedeceği bir devlet olmalıdır. Devletten beklentimiz, tüm vatandaşları ayrımsız kucaklayan, farklılığını kabul eden demokratik ve kapsayıcı bir kerim devlet olmasıdır. Gerçek ve demokratik Türkiye böyle inşa edilir. Gerçek Türkiyelilik kimliği de bu değerler etrafında oluşturulur.

Geçmişteki hatalardan ders çıkarmak ve bu hatalar üzerinde ısrar etmemek zayıflık değil, gerçek bir olgunluk göstergesidir. Bu yaklaşım, yalnızca tarihsel ittifakımızı derinleştirmekle kalmaz, aynı zamanda barışı güçlendirmek ve kalıcı bir uzlaşıyı inşa etmek için de sağlam bir zemin oluşturur.

İşte bu sağlam zemine sigorta sunan bir açıklama İmralı’dan geldi. Sayın Abdullah Öcalan “Tecrit devam ediyor” dedi ama peşinden de “Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim” dedi. İktidara soruyoruz? Çözüm konusunda teorik ve pratik gücünüz var mı? Bu soruyu günlerdir tüm Türkiye merakla bekliyor.

Madem derdiniz Kürt meselesini çözmek ve bunun adresi olarak Öcalan’ı gösteriyorsunuz. Bu doğru bir tercihtir. O halde neden İmralı’nın kapılarını kapalı tutmaya devam ediyorsunuz? Neden barışa tecrit uyguluyorsunuz? Barışta ısrar etmek, toplumsal dayanışmayı büyütmek ve geleceğimizi kardeşlik temelinde inşa etmek hem bugünü anlamlandırmanın hem de yarınları kurtarmanın en doğru yoludur.

Türkiye’nin bütün vatandaşlarının barış ve kardeşlik içinde yaşayacağı ülkeyi demokratik bir anayasayla kurabiliriz. İkinci yüzyıla herkesi kapsayan bir anayasa ile girebiliriz. Konuşmama son vermeden önce önemli bir çağrıda bulunmak istiyorum: 2025 yılında, Cumhuriyetin 103. yılında yeni bir başlangıç yapabiliriz. Bu Meclis, Demokratik Cumhuriyetin kuruculuğunu üstlenme şansına sahiptir. 85 milyonun kendisini ait hissedeceği bir ülkeyi var etme onuru bu Meclis’e ait olsun. Yüz yıldır bu toprakların hasret kaldığı, yerle göğü dolduran barış sesini duymanın zamanıdır. Ufukta asılı duran barışı bu topraklara indirmenin zamanıdır. Bu duygularla hepinizi selamlıyorum. Ekranları başında bizleri izleyen tüm halklarımıza selam, sevgi ve saygılarımı yolluyorum.”

“İktidarın bütçesinde işçi, emekçi, yoksul, esnaf, çiftçi ve kadın yok; yandaşların, 5’li Çetenin kazancı var”

DEM Parti Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları da 2025 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifi üzerine TBMM Genel Kurulu’nda konuştu. Tülay Hatimoğulları, konuşmasında şu ifadeleri kullandı:

“Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri ve ekranı başında bizleri izleyen değerli halklarımız, hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum. Buradan bir selamı da düşüncelerinden dolayı hapsedilmiş olan değerli arkadaşlarımıza gönderiyorum. Yine buradan bir selamı da bu ülkenin aydınlık yüzü olan, çektiği acılara rağmen barış demekten bir adım bile geri durmayan Barış Annelerine gönderiyorum. Her gün şiddete maruz kalan ama her şeye rağmen hakları için müdahale etmekten geri durmayan sevgili kadınlara binlerce kez selam olsun.

İnsanlığa bir gelecek sunmayan kapitalizmin krizinin bedelini ne yazık ki bütün dünya ölçeğinde halklar, yoksullar, işçiler ve emekçiler ödemektedir. Kendi krizini aşamayan kapitalizm, devlet şiddetiyle bu krizi aşmaya ve insanları susturmaya çalışıyor. Normal koşullarda sürdürülemez olduğunu bildikleri için muhalefetten korkuyorlar. Burada, bu salonda da korktukları gibi. İşçiler ya haklarını isterse, emekçiler ve yoksullar ya örgütlenirse, sendikalar ya grev kararı alırsa, kadınlar ve gençler “bu ülkede demokrasi olsun, karnımız doysun” diyerek sokağa çıkarsa diye bu iktidarın da aklı çıkıyor. Türkiye’de küresel sermayenin ve onu koruyan bütün devlet aklının aklı başından gidiyor. Bundan korkuyorlar. Kürt’ün ve Alevi’nin eşit yurttaşlık talebinden korkuyorlar. Bunun için egemenler her yerde olduğu gibi Türkiye’de de çok tedirginler. Olası bir durumu engellemek için her türlü zorbalığı uygulamaktadırlar.

Kapitalizmin neoliberal politikalarını en iyi uygulayanlardan biri AKP olmuştur. Türkiye’yi küresel sermayenin ihtiyaçlarına göre dizayn etti ve yurttaşını adeta aslanın ağzına attı. Bundan dolayı AKP iktidarına emperyalistler madalya takmalıdır. Türkiye’de en fazla özelleştirme yapan, en fazla kamuya ait malları satan, KİP’leri özelleştiren bu iktidarın ta kendisidir. Yerli ve yabancı sermayeye satmaktan geri adım atmadılar. Sonra çıkıp “Biz yerliyiz milliyiz” gibi yalanları ortaya atıyorlar. Erdoğan, “Ben bu ülkeyi şirket gibi yöneteceğim” dedi ve gerçekten de şirket gibi yönetti. O şirketi de batırdı. İflasın üzerini örtmek için de “açız yoksuluz” diyen insanlara terörist yaftasını yapıştırdılar ve hapishanelere koymaya başladılar.

Konuşmamın başında da belirtmiştim. İnsanlık ve dünyamız bir çağ dönüşümünün eşiğindedir. Şimdi yeni bir dönüşüme daha hazırlanıyor. Geliştirilen yapay zekayla ve 5G teknolojileriyle dijital dünyada dünyanın bütün geleceğini değiştirecek yepyeni bir uygarlığın kapılarını aralayan devrimler sürecinden geçiyoruz. Şayet teknolojinin bu gelişimini dünyadaki susuzluğu, açlığı ve yoksulluğu gidermek için; barışı ve huzuru tesis etmek için kullanacak olsalar büyük insanlık kazanır. Ama ne yazık ki bunu böyle kullanmıyorlar ve yapay zekayı ve 5G teknolojisini bu ülkede ve bütün dünyada insanlığı yok etmek için kullanıyorlar. Silah üretiminde kullanıyorlar, üretim ilişki ve biçimini bozmak için kullanıyorlar.

Küresel sermaye, krizini sadece yurttaşın üzerinde kemer sıkma şeklinde uygulamıyor, aynı zamanda dünya ölçeğinde savaş ve çatışmaları kışkırtarak bu krizden çıkmaya çalışıyor. 11 Eylül’de ikiz kulelerin bombalanması ve akabinde Afganistan’ın işgali, 2010’da Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya yayılan Arap Baharına müdahaleler ki Arap Baharını emperyalist güçler Arap Kışına çevirmiştir. Savaş her yerde. Rusya ve Ukrayna’ya baktığımızda savaşın batıya yayıldığını görüyoruz. Çin-Tayvan denklemine baktığımızda savaşın diğer bölgelere yayıldığını görüyoruz.

Ama savaş bu koşullarda ne şekilde yayılırsa yayılsın, emperyalist güçlerin paylaşım savaşlarının bölgesel suretini en nihayetinde Ortadoğu ve Afrika ülkelerinde görmekteyiz. Çok açıktır ki Suriye’deki gelişmelere de baktığımızda bölge yeniden dizayn ediliyor. Ortadoğu’da süren savaşların nihai amaçları ortadadır: İran’ı etkisizleştirmek ve yapabilirlerse savaşa çekmek, Rusya’yı sınırlamak, Çin’in “Bir Kuşak Yol” projesinin önünü kesmek ve bunun küresel sermayeye karşı başka bir bloktan yükselen bir tehlike olarak açığa çıkmasını engellemek. Tüm bunların sonucunda Asya-Pasifik hattını engellemek ve gerekirse savaşları bu anlamda büyütmek. Bütün hedefleri bu.

Suriye’deki gelişmeleri biz bunlardan bağımsız ele alamayız. Buradan TBMM’ye şunu hatırlatmak istiyorum. Türkiye’nin neden iç barışa ihtiyacı olduğunu hep birlikte daha çok anlayalım diye şunun altını kalın kalın çiziyorum. Henüz yeterince gündeme gelmemiş gibi gözükse de Kuzey hattından daha güneyde Kızıldeniz, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs’a varacak gerilimin dinamiklerinin taşları döşenmektedir. Böylesi bir süreçte İsrail’in Gazze’ye müdahalesini de bundan bağımsız düşünemeyiz.

Bugün Gazze’de Filistinliler katledilirken, başta Türkiye’deki mevcut iktidar olmak üzere ne yazık ki bütün dünya sınıfta kaldı. Gazze’de çocuklar ve siviller katledilirken, bu saldırıları durdurabilecek yeterli adımı ortaya koyamadınız. Koyamadı bütün dünya. Ulus devletlerin bitimsiz çözülmeyen sorun yumağı ile karşı karşıyayız. Ulusçuluk, siyasal İslam, mezhepçilik, erkek egemen ideoloji milyonları yerinden yurdundan etmiş durumdadır. Emperyalist güçlerin müdahaleleri sonucunda uzunca bir zamandır Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da devam eden çatışmalar doğrudan Türkiye’yi de etkilemektedir. İçinde İran’ın da olduğu daha büyük bir savaşın ortamının ve koşullarının yaratıldığının altını çizmek isterim.

Bunun üzerinde özel olarak çalışıldığını belirtmek gerekiyor. Bu planları aklımızdan bir an bile çıkarmadan Suriye’deki son gelişmeleri değerlendirmeliyiz. Daha büyük bir savaşın kapılarının açılacağını bilen bir yerden değerlendirmeliyiz. Emperyalist güçlerin imalatı olan El Kaide, El Nusra ve Suriye’deki uzantıları olan HTŞ dahil olmak üzere çok sayıda irili ufaklı örgütün buradan türediğini biliyoruz. Bu gruplar şimdi bir kez daha sahne almış durumdadır. Daha önce Özgür Suriye Ordusu olarak bilinen ve Suriye Milli Ordusu olarak ismi değişen, Türkiye’de eğitilip donatılan bu çete örgütü şu anda Suriye’de yine faaliyet yürütmektedir. Suriye’de bir vekalet savaşı yürütmektedir. Kimlere saldırmaktır?

Kuzey ve Doğu Suriye’deki Kürtlere ve Suriye haklarına karşı kullanılmaktadır. Bu iktidarın Türkiye’ye ve bölgeye yaptığı en büyük kötülük, Kürt sorununda çözümsüzlüğü sürdürmek, Neo Osmanlıcı hayallere kapılmak ve bunun peşinden giden bir dış siyaset izlemektir. Bunun için Selefi ve cihatçı örgütlerle işbirliği yapmak ve desteklemektir. Bunların ülkemize geri dönütleri nasıl oldu? Türkiye’yi bölge ülkelerinin neredeyse tamamıyla kavgalı hale getirdi. Türkiye’de Ankara Gar Katliamını, Suruç ve Reyhanlı ve Antep katliamlarını ve burada sayamadığım çok sayıda katliamı bu eğitip donattıkları, destekledikleri, sınırı açtıkları örgütler gerçekleştirdi.

Yani bu iktidarın eğitip donattıkları, Türkiye’deki yurttaşların katili oldu. Maaşlarını kıstığınızda, vaktiyle Esad’la görüşme teklifinde bulunduğunuzda Reyhanlı sınırında Türk bayrağını yaktılar, sesinizi çıkaramadınız. Suriye savaşı başladığından bugüne kıyasladığınızda, Türkiye’nin kuruluşundan bugüne kadar Türkiye’nin sınırları hiçbir zaman bu kadar güvensiz olmamıştı. Kuzey ve Doğu Suriye’de yaşayan Kürtler demokratik, farklı haklarla ortak yaşam kültürünü benimsemiş, kadın özgürlükçü bir anlayışa sahiptir. Sekülerdirler aynı zamanda. Biz bu kürsüden defaatle söyledik: Bu özelliklere haiz olan Kürt halkı mı komşumuz olsun, IŞİD ve türevi örgütler mi komşumuz olsun?

Kamuoyunda Rojava diye bilinen Kuzey ve Doğu Suriye’yi ve orada yaşayan insanları bu kürsüye çıkan insanlar biraz önce öyle bir anlattı ki sanki orada yurttaş yok, sivil yok, herkes eli silahlı beklemekte. Milyonlarca insanın yaşadığı kentlerden bahsediyoruz. Ankara’nın göbeğinde siz çocuklarınızı nasıl okula gönderiyorsanız, hastaneye gidiyorsanız, işe gidiyorsanız; işte orada da böyle sivil insanlar yaşıyor. O coğrafyayı iyi bilmek, iyi anlamak gerekiyor. Ortadoğu’nun soykırım kıskacında Suriye ile ilgili tavrımız çok nettir: Çetelerin kimi bölgelerde devam eden müdahaleleri derhal son bulmalıdır, silahlar susmalıdır.

Suriye’nin kaderini Suriye halkları demokratik bir zeminde belirlemelidir. Orada demokratik bir anayasa yapım sürecine katkı verilmelidir. Dış müdahaleler derhal bitmelidir. Bu mesajı bugün burada herkes verdi. Demokratik bir Suriye’den bu kürsüden herkes bahsetti. İktidar ve ortağı da “demokratik Suriye” dedi ama arkasından ne yaptı? Bugün elimize ulaşan haberlere göre Ayn İsa’da çoğu çocuk 12 sivil TSK güçlerinin SİHAlarıyla katledildi. Minbiç günlerdir bombalanıyor. Orada sivillerin olduğu yerler bombalanıyor. Türkiye’de iç barış barış diyeceğiz ama Minbiç, Eyn İsa, Tel Rıfat’ı vuracağız.

Böyle bir dünya yok, olamaz. Buradan çağrımızdır: TSK orada gerçekleştirdiği saldırılara son vermelidir. Suriye’de yaşayan Araplar, Kürtler, Ermeniler, Türkmenler, Dürziler, Arap Aleviler, Nusayriler, İsmailililer, Asuriler, Asurlar ve burada sayamadığım tüm farklı halklar ve inançlar bir arada yaşam kültürüne sahiptir. Herkesin temsil edildiği ortak, kapsayıcı, demokratik bir anayasanın oluşması için katkı vermeliyiz hep beraber. Kürtlerin statüleri mutlaka ve mutlaka tanınmalıdır. Demokratik Suriye, demokratik Ortadoğu diyorsak oradaki Kürt kardeşlerimizden korkmayacağız, çekinmeyeceğiz; oradaki Kürt kardeşlerimizle ortak yaşamın yollarını bulacağız. Onun için de bu parlamento çalışmalıdır.

Ne yazık ki bu baş döndürücü yapısal dönüşümler içinde Türkiye dış siyasette rotasını kaybetmiş bir ülke konumuna gelmiştir. Dış siyasetin iç siyasetle oldukça ilintili ve birbirini çok yoğun etkilediği bir dönemden geçiyoruz. Bu sadece bizim ülkemiz için değil bütün dünya ülkeleri için böyledir. Türkiye’nin dış politikası şu an rasyonel değildir. Batı ile Avrasya arasında sıkışmış durumdadır. Bir sarkaç siyaseti yürüttüler. Aradaki çatlaklardan faydalanmak için çalıştılar ama Türkiye’nin geldiği hal ortadadır. Bölgesel riskleri genel anlamda değerlendirebilmeliyiz.

Bu ülkeyi yönetenler tercihlerini mutlaka ama mutlaka halklardan yana yapmalıdır. Demokrasi karşıtı güçlerle, insanlık karşıtı güçlerle işbirliğine mutlaka son verilmelidir. Tarihin çöplüğünde çürümüş fikirlerle beslenen neoliberal Osmanlıcı ideolojiye eklemlenen hamasi siyasetle yol gidilemeyeceği açıktır. Bu hakikatle barışık olunmalıdır. Ortadoğu’da Kürt halkının kazanımları, Türk halkının ve bütün Türkiye halklarının kaybı değil kazancı olur. Kürtlerin ve Türklerin demokratik zemindeki ittifakı, Ortadoğu halklarına model olacaktır. Çok söyledik. İçeride Kürt sorununu çözmüş bir Türkiye’nin Ortadoğu’da barış rolü üstlenebileceğini ve bunun samimi olabileceğini söyledik.

Yeryüzü ve özellikle coğrafyamız gerçekten savaştan ve kandan çok yoruldu. Bütün dünyaya sesleniyorum: Bakın, dünya nükleer silahların tehdidiyle karşı karşıya. Dünya üçüncü büyük dünya savaşının eşiğinde. Böylesi biz zamanda barışın sesi çok daha gür, çok daha cesur yükselmelidir. Bütün dünyada savaş karşıtı güçlerin bir barış hareketini oluşturması şu an her şeyden çok elzemdir ve acil bir biçimde bunun oluşması gerekiyor. Dünya ve bölgede kaosun derinleştiği bu tabloda Türkiye’nin de üzerine düşeni yapması gerekir.

Bugün bütçeyi konuşuyoruz. Bütçeyi konuşurken, savaşın ve çatışmaların, özel harp politikalarının maliyetini de konuşmalıyız. 40 yılı aşkın süredir devam eden savaş ve çatışmalarda, sadece Kürt sorunu odaklı harcamalara baktığımızda, 3 trilyon dolardan daha fazla para harcanmış. Neye harcanmış bu paralar? Mermiye, tanka topa, İHA’Lara, SİHA’lara harcanmış. Bu kadar büyük bir bütçe halklar, işçiler ve emekçiler için kullanıldığında, Konya’daki ve Trabzon’daki işçi kardeşimizin karnı doyacaktı. Diyarbakır, Batman, Şırnak, Ağrı, Muş ve Siirt ekonomi endeksinde en yoksullar sıralamasında yer almayacaktı. Vakit kaybetmeden hem siyasetin hem de toplumun bu konuda çok büyük görev ve sorumluluk üstlenmesi gerekiyor. DEM Parti olarak, onurlu bir barışın hem içeride hem dışarıda sağlanması için hiçbir fedakarlıktan kaçınmadan çalışacağımızı bir kez daha ilan ediyoruz.

Bütçe soğuk rakamların değil tamamen siyasi tercihlerin planlanması ile ilgilidir. Biz her fırsatta söyledik. Cumhur İttifakının bütçesinde milyonlarca yurttaşımız yok. İşçi, emekçi, yoksul, esnaf, çiftçi yok; kadınlar, çocuklar, engelliler yok. Bir avuç yandaşın kazancı var, 5’li Çetenin kazancı var. Ülke parsel parsel satıldı. Kamuya ait hiçbir şeyi bırakmadılar. Şimşek geldiğinde enflasyon yüzde 38,21 idi. Şimdi düştü dedikleri enflasyon rakamlarına baktığımızda, Saray’da hazırlanan TÜİK verilerine göre enflasyon 47,09 ama gerçek enflasyon yüzde 80. Faiz yüzde 8,5’ti, şimdi yüzde 50 oldu. Dünyadaki en yüksek faizlerden biri. Dolar kuru 21,14 idi, şimdi 35 TL’ye dayanmış durumda bütün baskılamalara rağmen.

Değerli Türkiye halkları, Türkiye’yi bu anlamda ikiye bölmüş bu iktidar. Bir tarafta yüzde çoğunluk, yani toplumun yüzde 81’i; diğer tarafta zengin azınlık. Bu Beytü’l Mal’a yapılan en büyük ihanettir ve bu ihanet tarihe bu şekilde geçecektir.

DEM Parti olarak, yaz boyunca Ekmek ve Adalet Buluşmaları gerçekleştirdik. Aynı zamanda Kadın Meclisimiz ile beraber “Eşit ve Özgür Bir Yaşamda Israrcıyız, Derinleşen Kadın Yoksulluğuna Karşıyız” kampanyasını yaptık. Türkiye’nin çok farklı yerlerine gittik. İşçilerle, emekçilerle, yoksullarla, ev emekçisi kadınlarla buluştuk. Bir dokun bin ah işit. Sebze halinin kapısında çürük sebze ve meyveyi evine götürmeyi bekleyen kadınları gördük. Günde 10 saat çalışıp 600 TL yevmiye alan mevsimlik tarım işçilerini gördük. Merdiven altı atölyelerde güvencesiz ve karın tokluğuna çalışan işçi ve emekçiyi gördük.

Hem maddi hem manevi hiçbir güvencesi olmayan ev emekçisi kadınları gördük. Karadeniz’de topladığı çayın, Urfa ve Antep’te topladığı fıstığın, Antalya ve Manisa’da ekilen domatesin maliyetini çıkaramayan üreticileri gördük. AKP’nin ülkenin bütün varlıklarını peşkeş çektiği 5’li Çeteyi Karun kadar zengin eden, hormonlu ekonomik büyümenin verilerini veren inşaat sektöründe çalışan işçileri gördük. MESEM aracılığıyla sermaye için ucuz işgücü olarak kullanılan çocukların çocukluğunun ve emeğinin nasıl çalındığını gördük. Samanın bile ithal edildiği bir yerde hayvancılığın bitmeye yüz tutan halini gördük. Depremzedeleri gördük. Biraz önce burada Cumhurbaşkanı Yardımcısı sunumunu yaparken, “Bütçe açığı vermemizin temel nedenlerinden biri deprem” dedi.

Pandemi zamanında da pandemiydi. Pandemiden önce de Allah bilir neydi? Hatırlamıyorum, ne demiştiniz? 2 sene geçti depremin üzerinden ve halen depremzedeler aynı yerlerdeler. Hala atılmış doğru düzgün adım yok birkaç yer haricinde. İktidarın sunduğu bir çözüm önerisi yok. Özellikle Hatay’da, her daim 3’üncü insan muamelesi gören Hatay’da hala konutlar yıkılmayı bekliyor ve insanlar konteynerlerde yaşıyor. Rezerv alan tartışmaları ve şimdi de deprem bölgesinde mücbir sebep halinin 30 Kasım’da bitirilmesi. Buradan bir kez daha çağrımızı yineliyoruz: Depremin yaralarını sarmak için bu bütçede en büyük pay zaten buna ayrılmalıdır. Buna ayırdığınız için bütçe açık vermiyor, zenginlerin vergilerini affettiğiniz için bütçe açık veriyor. Bunu buradan hatırlatmak istiyorum.

Bakın, Türk İş 2024 Kasım Raporunda açlık sınırını 21 bin 561.65 TL, yoksulluk sınırını 66 bin 976.07 TL olarak belirlemiş. Asgari ücret 2024’te bir kez arttırıldı ama asgari ücreti artırmaktan imtina edenler bu açlık ve yoksulluk sınırını görmeden, yurttaşın haline bakmadan hareket ediyorlar. 50 milyon yurttaşımız açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır ve bu çok zor bir süreç. Şunu iyi bilelim ki bu bütçede emekli yok. Bu bütçede geçinemediğinden dolayı Konya’da inşaatta çalışmak zorunda kalan ve çatıdan düşüp yaşamını yitiren yaşlı amcamız yok, üniversiteliler yok, moto-kurye işçileri yok. Soma’da kaybettiğimiz 301 işçimiz yok. İliç’te kaybettiğimiz 9 maden işçimiz yok. Canice katledilen, istismara uğrayan çocuklar yok. Narinler, Şirinler yok bu bütçede. Çocuklarını çalışmak zorunda olduğu için barakada bırakan ve 5 çocuğunu yanarak kaybeden kadın ve yanarak giden o çocuklar yok. Engelliler bu bütçede yok. Emeği görünmeyen kadınlar bu bütçede yok. Yok yok yok! Bu bütçede halk yok. Bu bütçede, sermayenin çıkarları, zengin bir avuç sınıfın çıkarları var. 2025 Bütçesinin de hikayesi budur.

Bu bütçede en çok olmayan bizleriz. Bu bütçenin toplumsal cinsiyete duyarlı bir bütçe olması için biz DEM Parti olarak her fırsatta mücadele ettik. Kadınlar her gün şiddete uğruyor, katlediliyor. Ayşenur Halil, İkbal Uzuner ve IŞİD’vari yöntemle canice katledildi. Türkiye’de kadına yönelik şiddetin haddi hesabı yok ama kadınlar bu bütçede yok. Kadına yönelik şiddeti önleyecek caydırıcı yasalar yok. Olan yasaları da mevcut olan erkek yargı, erkeklerin lehine kullanıyor. İstanbul Sözleşmesinden çekildiniz. 6284 Sayılı Kanunu tartışmaya açtınız. Kadınların en önemli kazanımlarından olan nafaka hakkını tartışmaya açtınız. Sığınma evi yok, gündeme bile gelmiyor. Bu bütçe asla kadın bütçesi olamaz.

Kadınların toplumsal ve kamusal alana etkin katılımını oldukça önemsemekteyiz. Bunun için de DEM Parti olarak eş başkanlık ve eşit temsiliyeti önemsiyoruz. Özellikle belediyelerimizde kadın müdürlükleri ve kadın daire başkanlıkları başta olmak üzere kadın destek evleri, sığınma evleri ve burada sayamadığım çok önemli çalışmalar var. Ancak bu iktidar ne yapıyor, biliyor musunuz? Kadının adını belediyeden silmek için, eş başkanlık sistemimizi yok saymak için ne yapıyorlar? Halkın iradesini, Kürt’ün iradesini, seçme ve seçilme hakkını ortadan kaldırmak için kayyım atıyorlar.

Oysa olması gereken bu kadın kurumlarının desteklenmesidir. Atanan kayyımın ilk işi belediyelerimizdeki kadın kurumlarını kapatmak oldu. Ancak bizler enseyi karartmayacağız. Bütçemizi kendimizin yapacağı günler elbette gelecek. Kadın Bakanlığımızı kuracağımız günleri göreceğiz. Bakanlığımızın en önemli faaliyeti kadına yönelik şiddetle etkin mücadele olacaktır. Ulaşılabilir nitelikte anadilinde kreş ve bakım merkezlerini kuracağız. Biz kadınlar bedenimiz, emeğimiz ve kimliğimiz için mücadele etmeye devam edeceğiz. Sizler yasaklasanız da Jin, Jiyan, Azadî demeye devam edeceğiz.

Bu bütçede ne olmalı ya da halktan yana bütçede ne olmalı? “Ekmek ve Adalet İçin Bütçe” şiarıyla hareket etmeliyiz. Geliri olmayan ya da belli gelirin altındaki hanelere insan onuruna yaraşır bir yaşam için temel gelir sağlamalıyız. İhtiyaç sınırına kadar elektriği, suyu, doğalgazı ve interneti ücretsiz kamu hizmeti olarak sağlamalıyız. Acil müdahale olarak temel gıda ürünlerinin üzerindeki  KDV’yi kaldırılmalı ve raflardaki temel gıdaların fiyatları sabitlenmelidir. Vergiler işçinin, esnafın ve küçük ölçekli işletmelerin belini bükmüş durumdadır. Esnaf kepenk kapatıyor. Büyük sermaye sahipleri vergi kaçırıyor. Servet vergisi olmalı. Azdan az, çoktan çok vergi alınan bir sistem inşa edilmelidir. Yoksul ailelere kira desteği sağlamalıyız.

Ataması yapılmayan öğretmenlerin atamasını yapmalıyız. KHK’lıların maddi ve manevi tazminatlarını karşılamalı, görevlerine iade etmeliyiz. Asgari ücret için DEM Parti olarak ifade ettiğimiz rakam 35.000 TL’dir ama bunun da enflasyon karşısında eridiğini biliyoruz. O nedenle 3 ayda bir yükselen enflasyon oranına göre de güncellenmesi gerektiğinin altını özellikle çiziyoruz. Türkiye’de tarım bitirildi. 2002’de AKP iktidara geldiği günden bu yana, uyguladığı tarım politikasıyla Türkiye’yi ihracatçı bir ülkeden ithalatçı bir ülke konumuna getirdi. Eti ithal ediyoruz, buğdayı ithal ediyoruz. Türkiye bu hale mi gelmeliydi? Ama siz getirdiniz ne yazık ki!

Toprağıyla, havasıyla, suyuyla; Çukurovasıyla, Harran ve Konya ovalarıyla, meralarıyla dünyanın en önemli tarım ülkesi olan Türkiye’de bizler söz veriyoruz: Bu ülkenin yönetimine geldiğimizde, radikal bir tarım politikasıyla tekrar eski pozisyonumuzu da aşan bir yere geleceğimiz kesindir. Bunun için kaynak yok demeyin. Vergide adaleti sağlayarak, kamulaştırma yaparak, hayali ekonomik büyüme yerine reel üretimi önemseyerek, savaş ve çatışma politikalarına para ayırmaktan vazgeçerek, kamu özel işbirliği projelerine giden garanti ödemeleri durdurarak, Türkiye Varlık Fonunu kapatarak, Örtülü Ödeneği ortadan kaldırarak ve daha başka birçok çözüm yoluyla elbette bu bütçenin kaynağı yaratılabilir.

Ekmek ve adalet için bütçe yapmak mümkün. Yeter ki bütçe yaparken merkezimize insanı, doğayı, barışı ve adaleti alalım. Bunu yapmak mümkün. Ama Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile bunu yapmak mümkün değil. Dolayısıyla bu sitemin kökten değişmesi gerekir. Bu sistemle hukukun üstünlüğü olacak dediniz, üstünlerin hukukunu yarattınız. Askeri vesayetten kurtulacağız dediniz, Saray’ın vesayeti bütün kurumların üzerinde. Bu sebeple diyoruz ki Türkiye’nin içinde bulunduğu toplu krizi, yani ekonomik, sosyal ve siyasi krizi aşmak elbette mümkün. Ama bunun için radikal, köklü değişikliklere ihtiyaç var. Bu sistem bu haliyle artık daha fazla gidemez, bunu götüremez. Bu çoklu krizlerin çıkış yolu demokratik bir akılla mümkündür. Tekçi değil çoğulculukla mümkündür. Demokratik bir Türkiye’yi inşa etmekle mümkündür.

Türkiye’de yaşayan farklı halkları ve inançları, şu bu kökenli diye ifade etmeden -nasıl ki Türk kökenli demiyorsak- bu ülkenin eşit yurttaşı görmekle mümkün. Türk, Kürt, Arap, Laz, Çerkes herkesin kendi dili ve inancıyla eşit şekilde yaşadığı ve bu eşitliğin demokratik bir anayasa ile garanti altına alındığı bir Türkiye elbette bu sorunları aşabilir. Demokratik bir cumhuriyeti hep beraber inşa edebiliriz. Demokratik cumhuriyeti inşa etmemiz için 85 milyon yurttaşımızı kucaklayan bir politika yürütmek zorundayız. Cesur olmak zorundayız. Sorunlarımızla yüzleşmek zorundayız. Aksi takdirde bunları başarmak mümkün değildir. Bunun için de radikal bir demokrasi mücadelesi vermek zorundayız.

Ekranları başında bizi izleyen değerli yurttaşlarımız, bizler bu sorun yumağına rağmen asla enseyi karartmayacağız. Baskılara rağmen toplum bu gidişata, bu sisteme, bu rejime rızalık vermiyor, vermeyecek. Fabrikalardan, alanlardan ve sokaklardan yoksulların, işçilerin, emekçilerin, kadınların doğa ve insan hakları savunucularının seslerini hep beraber duyuyoruz. Biz onlarla birlikte aktif olarak mücadele yürütüyoruz. Türkiye halkları olarak köklerimizden aldığımız gelenekle, bilinçle, mücadele kültürüyle ve birikimle yolumuza devam edeceğiz.

Umut her gün büyüyorsa, mücadelemize olan sarsılmaz güvenimizdendir. Bize dayatılan değil, hak ettiğimiz özgür ve onurlu bir yaşamı hep birlikte kuracağız. Bunun sözünü de burada bütün Türkiye halklarına, 85 milyon yurttaşımıza veriyoruz. Bizler mücadeleyle kazanacağız. 77 1 Mayıslarında özne olmuş bir toplumuz, 15-16 Haziran işçi direnişlerinde başarmış bir toplumuz. Tekel direnişinde, barış mücadelesinde ve kadın mücadelelerinde başarmışız. Bu köklerimizi ve birikimimizi asla unutmadan demokratik bir Türkiye, demokratik bir cumhuriyet için mücadele etmeye devam edeceğiz.”

Paylaşın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir