Hayvanlar Ölümü Nasıl Anlıyor?

Hayvanların ölümü nasıl anladığını sormak, aslında kendimize bakmaktır. Yaşamı yalnızca insanlara ait bir ayrıcalık olarak görmediğimizde, ölümün de paylaşılan bir gerçeklik olduğunu fark ederiz.

Haber Merkezi / Ölüm, insanlık tarihinin en büyük bilinmezlerinden biri. Onu anlamlandırmak için ritüeller, inançlar ve bilim ürettik. Peki ya hayvanlar? Konuşamadıkları için sessiz sandıklarımız, ölümü gerçekten anlamıyor mu; yoksa anlamanın başka bir yoluna mı sahipler?

Bilimsel gözlemler ve saha çalışmaları, hayvanların ölümü yalnızca “yokluk” olarak değil, farklı bir durum değişimi olarak algıladıklarını gösteriyor.

Doğada ölüm ani ve sıradan bir olaydır. Ancak bu sıradanlık, kayıtsızlık anlamına gelmez. Birçok hayvan türü, sürüden bir birey öldüğünde davranışlarını değiştirir. Fil sürülerinin ölü bireylerin kemiklerini uzun süre ziyaret ettiği, yunusların ölü yavrularını günlerce su yüzeyinde taşıdığı, kargaların ölü bir türdeşlerinin etrafında toplanarak sesli tepkiler verdiği belgelenmiştir.

Bu davranışlar içgüdüsel kaçınmanın ötesindedir. Hayvanlar, hareketin durduğunu, tepkinin kaybolduğunu ve geri dönüşün olmadığını fark eder. Ölümü, yaşamdan niteliksel olarak farklı bir hal olarak tanırlar.

Hayvanların ölümü algılamasında duyular belirleyicidir. Koku, özellikle memeliler için güçlü bir işarettir. Canlı bir bedenle ölü bir beden arasındaki kimyasal fark, hayvanlar tarafından hızla ayırt edilir. Sessizlik, nefesin durması ve vücut ısısının düşmesi de ölümün göstergeleridir.

Zaman faktörü ise önemlidir. Birçok hayvan, ölü bireyin başında bekler, dokunur ya da dürter. Tepki gelmediğinde davranış değişir. Bu, “uyku” ile “ölüm” arasındaki farkın sezgisel olarak kavrandığını gösterir.

Hayvanların yas tutup tutmadığı uzun süre tartışıldı. Günümüzde bu soru, “yas insanlara özgü müdür?” şeklinde yeniden ele alınıyor. Gözlemler, birçok hayvanın kayıptan sonra iştahsızlık, içe çekilme, sosyal bağlardan uzaklaşma gibi davranışlar sergilediğini ortaya koyuyor. Bu, insanlardaki yas belirtilerine şaşırtıcı biçimde benzer.

Elbette hayvanlar ölümü soyut bir kavram olarak düşünmez. Bir “son” fikri ya da ölüm sonrası anlam arayışı yoktur. Ancak bu, kaybı hissetmedikleri anlamına gelmez. Onların yasları, düşünsel değil, ilişkisel ve bedenseldir.

Hayvanların ölümü anlayamadığını varsaymak, insan merkezli bir bakışın ürünüdür. Anlamayı yalnızca dil ve soyut düşünceye indirgeriz. Oysa yaşam, kelimelerden önce de vardı. Hayvanlar, dünyayı kavramlarla değil, ilişkilerle algılar.

Bu yüzden bir sürü üyesinin kaybı, yalnızca fiziksel bir eksilme değil; sosyal yapının bozulmasıdır. Ölüm, onlar için “birinin artık burada olmaması” değil, bir bağın kopmasıdır.

İnsanla hayvan arasındaki ince çizgi

İnsan da bir hayvandır. Ölüm karşısında hissettiğimiz şaşkınlık, acı ve sessizlik, türler arası ortak bir deneyimin parçasıdır. Bizi ayıran şey, ölümü anlamlandırma biçimimizdir; hissetme yetimiz değil.

Hayvanların ölümü nasıl anladığını sormak, aslında kendimize bakmaktır. Yaşamı yalnızca insanlara ait bir ayrıcalık olarak görmediğimizde, ölümün de paylaşılan bir gerçeklik olduğunu fark ederiz.

Hayvanlar ölümü bizim gibi anlatmaz, ama tanırlar. Sessizlikten, kokudan, zamandan ve kopan bağlardan öğrenirler. Onların bilgisi kelimelere dökülmez; davranışlarda, bekleyişte ve temasta ortaya çıkar.

Belki de bu yüzden, hayvanların ölümü anlayışı bize yabancı değil; sadece daha sessiz ve daha dürüsttür.

Paylaşın

İnsanlar, 100 Yıl Sonra Ortalama Ne Kadar Yaşayacak?

Uzun ve sağlıklı bir yaşam sürmek, hayallerini gerçekleştirmek, seyahat etmek, rahat bir emeklilik geçirmek ve çocuklarının büyümesini izlemek için çoğu insanın hedefidir.

Haber Merkezi / Hayat, onu istenilenden daha kısa kesebilecek tehlikelerle dolu olsa da, ortalama insan ömrü artmaya devam ediyor. Peki, şu ankinden daha da fazla artabilir mi?

Günümüzde küresel ortalama yaşam süresi yaklaşık 73 – 77 yıl arasında değişiyor. 20. yüzyılın başında bu süre 30 – 40 yıl civarındayken, tıbbi ilerlemeler (aşılar, antibiyotikler, sağlık hizmetleri) sayesinde önemli bir artış yaşandı.

Bilim insanları, 2100 yılında ortalama yaşam süresinin 100 yıla ulaşabileceğini öngörüyor. Bu tahmin, genetik mühendislik, biyoteknoloji, yapay zeka destekli sağlık sistemleri ve kronik hastalıkların (kanser, kalp hastalıkları) daha etkili tedavileri gibi yeniliklere dayanıyor. Örneğin, 2050’de ortalama yaşam süresinin 88 yıla çıkacağı öngörülüyor.

Bazı bilim insanları, insan ömrünün biyolojik bir sınırı olduğunu ve bu sınırın 122 yıl civarında olduğunu düşünüyor (örneğin, Jeanne Calment’in rekoru). Ancak, genetik düzenlemeler ve yaşlanma karşıtı teknolojiler (örneğin, rapamisin gibi bileşikler) bu sınırı zorlayabilir. Bilim insanları, 2100’e kadar 130 yaşına ulaşan bireylerin görülebileceğini öne sürüyor.

Olumlu faktörler:

Tıbbi ilerlemeler: Kanser, Alzheimer ve diyabet gibi hastalıkların tedavisi gelişebilir.
Yaşam tarzı: Akdeniz diyeti, düzenli egzersiz ve stres yönetimi gibi faktörler yaşam süresini uzatıyor.
Küresel ısınma: Bazı kaynaklar, sıcak iklimlerin uzun yaşamla ilişkili olabileceğini belirtiyor.

Olumsuz Faktörler:

Sağlık harcamaları: Uzayan yaşam, yaşlı nüfusun artmasıyla sağlık harcamalarını artırabilir.
Çevresel sorunlar: Hava kirliliği ve iklim değişikliği yaşam süresini olumsuz etkileyebilir.
Eşitsizlikler: Gelir düzeyi ve sağlık hizmetlerine erişim, yaşam süresinde farklılıklara yol açabilir.

Fütüristik tahminler: Bazı iyimser görüşler, 2080’de ortalama yaşam süresinin 135 yıla ulaşabileceğini öne sürüyor.

Sonuç olarak; 2125 yılında ortalama yaşam süresi, teknolojik ve tıbbi gelişmelere bağlı olarak muhtemelen 100 – 130 yıl arasında olacağı tahmin ediliyor. Ancak bu, genetik, çevresel ve sosyoekonomik faktörlere bağlı olarak değişebilir.

Sağlıklı yaşam tarzı, biyoteknoloji ve yapay zeka destekli sağlık sistemleri bu süreyi artırabilir, ancak biyolojik sınırlar ve çevresel zorluklar hala belirleyici olacaktır.

Paylaşın

Dev Meteor Dünya’ya Çarptıktan Sonra Yaşam “Başlamış Olabilir”

Yeni bir araştırma, Everest Dağı’nın dört katı büyüklüğündeki bir meteorun yeryüzüne çarpmasının ardından Dünya’da yaşamın ortaya çıkmış olabileceğini öne sürüyor.

Milyarlarca yıl önce meteorlar sık sık yeryüzüne çarpıyordu ve bu meteorlardan biri de yaklaşık 3,26 milyar yıl önce Dünya’ya çarptı.

Denizlerin ısınmasına veya toz bulutlarının bitkilere güneş ışığının ulaşmasını engellemesine neden olabilen bu meteor çarpmaları, canlılar için felaket olarak değerlendiriliyor.

Ancak araştırmacılar, çapı 37 – 58 kilometre olan S2 meteorunun çarpması sonucu oluşan koşulların aslında bazı yaşam formlarının ortaya çıkmasına neden olmuş olabileceğini öne sürüyor.

S2 meteorunun dinozorları öldüren meteordan 200 kat daha büyük olduğu tahmin ediliyor.

Araştırmacılar, S2 meteorunun Dünya’ya çarpması sonrası okyanusun en üst tabakasının ve atmosferin ısındığını ve kalın bir toz bulutunun her yeri kapladığını söylüyor.

Independent’ın aktardığı araştırmaya göre, çarpma sonrası bakteriyel yaşam hızla toparlandı ve fosfor ve demir elementleriyle beslenen tek hücreli organizmaların popülasyonlarında keskin bir artış yaşandı.

ABD’deki Harvard Üniversitesi’n Jeolog Nadja Drabon, araştırmaya ilişkin bulguların, demir metabolize eden bakterilerin çarpışmanın hemen sonrasında çoğalmış olabileceğini gösterdiğini ifade ediyor.

Araştırmaya dair bulgular Ulusal Bilimler Akademisi Dergisi’nde yayımlandı.

Paylaşın

Mars’ta “Yaşam” Buz Birikintilerinin Altında Saklanıyor Olabilir Mi?

Mars’ta herhangi bir yaşamın olup olmadığını hala kesin olarak bilmiyoruz… Yeni bir araştırma, Mars’ın donmuş yüzeyinin altında, eriyik su birikintilerinde saklı mikrobiyal yaşamın var olabileceğini öne sürdü.

Araştırma, bilgisayar modellemesi kullanılarak su buzunun içinden geçen güneş ışığının sığ yeraltı sularında fotosentezi destekleyebileceği gösterdi. Aditya Khuller, “Mars’taki buz tabakaları, dünya dışı yaşam için bakmamız gereken en ulaşılabilir yerlerden biri olabilir” dedi.

Mars’ın her iki yarım kürede 30 ila 60 derece arasındaki orta enlemleri, yeraltı suları için en umut verici yerler olarak kabul ediliyor. Bu alanlar sıcaklık, toz seviyeleri ve güneş ışığına maruz kalma arasında bir denge sağlıyor ve bu da onları gelecekteki keşifler için birincil hedefler haline getiriyor.

NASA’nın Jet İtki Laboratuvarı’ndaki (JPL) araştırmacılar, Mars’ın ultra kalın su buzu birikintilerinin altında bir tür yaşam keşfedebileceklerini düşünüyor.

Nature Communications Earth & Environment adlı hakemli bilimsel dergide yayınlanan yeni bir çalışmada, geçmiş buzul çağlarından kalma toz ve kar yığınlarını tutan bu birikintilerin, Mars’ın son derece ince atmosferinden içeri giren Güneş radyasyonunu engelleyecek kadar kalın ve koyu olabileceğini ortaya kondu.

Araştırmacıların bilgisayar modelleriyle yaptığı deneylerde buzun yüzeyde bozulmadan kalabildiği, ancak Güneş çarptığında eriyerek zararlı Güneş radyasyonunu etkili bir şekilde engellediği ve sonuçta yaşam formlarına hayat verebilecek fotosentez işlemi için uygun bir ortam oluştuğu tespit edildi.

Araştırmacılar, Dünya’da da bu türden koşullara rastlanabildiğini belirtiyor. Gömülü toz parçacıklarının zamanla alttaki buzun erimesine neden olmasıyla ortaya çıkan kraterlere “kriyokonit delikleri” adı veriliyor. Kriyokonit delikleri, Dünya’daki buzullarda ortaya çıkan minik ekosistemlere ev sahipliği yapıyor.

Jet İtki Laboratuvarı’nın internet sitesinde yayınlanan basın açıklamasında, “Bu toz parçacıkları Güneş ışınlarından uzaklaştıkça batmayı bırakır ama yine de yeterli sıcaklığı üreterek etraflarında bir eriyik su cebi oluşturabilir,” ifadeleri yer aldı: Cepler basit yaşam formları için gelişen bir ekosistemi besleyebilir.

Öte yandan bu bulgular, Mars’ta kesinkes yaşam olduğu anlamına gelmiyor. Araştırmanın lideri Aditya Khuller Space.com’a, “Mars’ta yaşam bulduğumuzu söylemiyoruz,” dedi. Khuller, “Orta enlemlerdeki tozlu Mars buz yüzeyinin bugün Mars yaşamı aramak için en elverişli yerleri temsil ettiğine inanıyoruz,” diye ekledi.

Paylaşın

Yaşanabilir Gezegenler Bulma Yolunda “Büyük Adım”

Dünya’dan yaklaşık 100 ışık yılı uzaklıkta yer alan ve GJ 9827 d olarak adlandırılan gezegen, Dünya’nın yaklaşık iki katı büyüklüğünde ve neredeyse tamamen su buharından oluşan bir atmosfere sahip.

Haber Merkezi / GJ 9827 d bildiğimiz yaşamı desteklemese de, benzersiz atmosferi, diğer küçük gezegenleri ve bu gezegenlerin yaşam barındırma potansiyellerini incelemek için yeni olasılıklar sunuyor.

Montréal Üniversitesi’nden Caroline Piaulet – Ghorayeb liderliğinde yapılan yeni bir araştırmada, GJ 9827 d’nin atmosferik bileşimini ölçmek için transmisyon spektroskopisi adı verilen bir teknik kullanıldı.

Transmisyon spektroskopisi, bir gezegenin atmosferi tarafından farklı dalga boylarında veya ışık renklerinde ne kadar yıldız ışığının emildiğini ölçer.

Piaulet – Ghorayeb, bugüne kadar ölçülen atmosferlere sahip neredeyse tüm dış gezegenlerin en hafif elementlerden, tıpkı güneş sistemindeki gaz devleri Jüpiter ve Satürn gibi hidrojen ve helyumdan oluştuğunu söyledi.

Piaulet – Ghorayeb, “GJ 9827 d, güneş sisteminin karasal gezegenleri gibi ağır moleküller açısından zengin bir atmosfer tespit ettiğimiz ilk gezegen” dedi ve ekledi: Bu çok büyük bir adım.

Piaulet – Ghorayeb, “Bilim insanlarının gelecekte yaşam arayabileceği gezegen türleri olacak” diye ekledi.

GJ 9827 d ilk olarak 2017 yılında Kepler Uzay Teleskobu tarafından tespit edilmişti. Daha sonra, Hubble Uzay Teleskobu gezegenin atmosferinde su buharı izleri bulmuştu.

Bir gezegenin atmosferde su buharının izlerini tespit etmekle, atmosferin su buharıyla kaplı olduğunu söylemek arasında büyük bir fark var.

Bilim insanları, bu farkı ortaya koymak için James Webb Uzay Teleskobu’nun (JWST) Yakın Kızılötesi Görüntüleyici ve Yarıksız Spektrografı veya NIRISS ile yeni gözlemleri kullandılar.

Araştırmada yer alan bilim insanları, yıldızının önünden geçerken veya geçiş yaparken GJ 9827 d’nin atmosferinden geçen ışığın spektrumunu yakalamak için JWST’yi kullandılar.

Paylaşın

Bilim İnsanları “Mars’ta Yaşayabilecek” Bitkiyi Buldu

Bilim insanları, çöl bölgelerinde bulunan Syntrichia Caninervis adlı yosunun, kurak, yüksek radyasyon seviyesine sahip ve aşırı soğuk Mars benzeri koşullara dayanabildiğini duyurdu.

Araştırmayı etkileyici olarak nitelendiren Villanova Üniversitesi’nden Prof Edward Guinan, “Mars kolonizasyonu için umut verici bir öncü bitki olabilir” dedi. Yosunun da büyümesi için suya ihtiyaç duyacağını da belirten Edward Guinan, “Gidecek çok yolumuz var” ifadelerini kullandı.

Florida Üniversitesi’nden yosun uzmanı Prof. Stuart McDaniel, “Çöl yosunu yenilebilir değil fakat uzayda başka önemli hizmetler sunabilir” dedi.

Bilim insanları Mars’ta hayatta kalabilecek bir yosun türü belirledi. Zorlu koşullara dayanabilen bitki, Kızıl Gezegen’deki insan yaşamını başlatabilir.

Sıcaklıkların -153 dereceye kadar düşebildiği Mars’ın, insanların yaşaması için uygun koşullara sahip olduğu söylenemez. İnce atmosferi Güneş’ten gelen ısıyı yakalayamadığı gibi, gezegeni ultraviyole radyasyona karşı da koruyamıyor.

Bilim insanları Mars ortamında hayatta kalabilecek çeşitli mikroorganizmaları, alg ve likenleri daha önce test etmişti. The Innovation adlı hakemli dergide dün yayımlanan çalışmadaysa ilk defa bütün bir bitkinin sert koşullarda yaşayıp yaşayamayacağı araştırıldı.

Syntrichia caninervis adlı çöl yosunu, Antarktika’dan Mojave Çölü’ne kadar çeşitli ortamlarda hayatta kalabiliyor. Araştırmacılar yeni çalışmada bu bitkinin -196 dereceye ve yüksek seviyelerde gama radyasyonuna da dayanabildiğini gösterdi.

Ekip, yosunları önce -80 derecede 5 yıla kadar, daha sonra da -196 derecede 30 güne kadar tuttu. Donan bitkiler çözündükten sonra eski hallerine geri dönmeyi başardı. Araştırmacılar dondurulmadan önce kurutulan bitkilerin daha hızlı kendine geldiğini kaydetti.

Çöl yosununun çoğu bitkiyi öldürecek seviyedeki gama radyasyonunda hayatta kaldığı, hatta 500 Gy’de daha iyi geliştiği görüldü. 50 Gy’lik gama radyasyonu, insanları öldürebilecek etkiye sahip.

Ardından Çin Bilimler Akademisi Gezegen Atmosferleri Simülasyon Tesisi’nden yararlanan bilim insanları Mars’taki basınç, sıcaklık ve ultraviyole radyasyona sahip bir ortamda yosunları test etti. Bir hafta boyunca bu ortamda hayatta kalan bitkiler, simülasyondan çıkarıldıktan sonra eski hallerine geri döndü.

Araştırmacılar makalede şöyle yazıyor: Geleceğe bakacak olursak, bu umut verici yosunun Mars’a veya Ay’a götürülerek uzaydaki bitki kolonizasyonu ve büyümesi ihtimalinin daha fazla test edilebileceğini umuyoruz.

Florida Üniversitesi’nden yosun uzmanı Prof. Stuart McDaniel, yer almadığı çalışmanın önem arz ettiğini belirterek şöyle ekliyor: Karasal bitkilerin yetiştirilmesi uzun vadeli uzay görevlerinin önemli bir parçası çünkü bitkiler karbondioksit ve suyu verimli bir şekilde oksijen ve karbonhidratlara, yani insanların hayatta kalmak için ihtiyaç duyduğu hava ve gıdaya dönüştürüyor. Çöl yosunu yenilebilir değil fakat uzayda başka önemli hizmetler sunabilir.

Öte yandan çalışmanın bazı sınırlılıkları var. Prof. McDaniel ve diğer uzmanlar, yosunların Mars toprağında yetişip yetişmeyeceğinin bilinmediğini vurguluyor. Uzmanlar ayrıca bitkinin önemli bir oksijen kaynağı olup olmayacağı sorusunun da cevapsız kaldığını söylüyor.

Villanova Üniversitesi’nden Prof. Edward Guinan, yosunların Mars’ta yetişmek için suya ihtiyaç duyacağını söylese de çalışmanın etkileyici olduğunu da belirtiyor. “Önümüzde uzun bir yol var” diyen Prof. Guinan şöyle ekliyor: Ancak bu mütevazı çöl yosunu, gelecekte Mars’ın küçük bölümlerini insanlığın yaşayabileceği bir hale getirme umudu veriyor.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Dikkat Çeken Keşif: Yaşam Sanılandan Daha Önce Başlamış Olabilir

Cambridge Üniversitesi’nden bilim insanlarının yaptığı yeni araştırma, yaşama uygun koşulların başlangıcına dair bilinenlere meydan okuyor. Araştırma, evrendeki yaşama uygun koşulların sanılandan çok daha önce mevcut olabileceğine işaret ediyor.

Öte yandan araştırma, Dünya’da 3,7 milyar yıl önce başladığı kabul edilen yaşamın tarihine dair bilinenleri değiştirmiyor.

Standart teoriye göre yaklaşık 13,8 milyar yıl önce gerçekleşen Büyük Patlama’yla oluşan evren ilk dönemlerinde, neredeyse tamamen hidrojen ve helyumdan meydana gelirken çok az miktarda lityumu da barındırıyordu.

Daha ağır elementlerse yıldızların içinde oluşarak bu gökcisimlerinin ömrünün sonunda geçirdiği süpernova patlamasıyla evrene saçıldı. Zaman içinde bu elementlerin miktarının artmasıyla gezegenler ve yaşama uygun koşullar oluşmaya başladı.

Toz parçacıklarına dönüşerek ilk gezegenleri yaratan karbon, aynı zamanda yaşamın temel bileşenleri arasında yer alıyor. Karbonun yüksek miktarlara çıkmasının Büyük Patlama’dan yaklaşık 1 milyar yıl sonra gerçekleştiği düşünülüyordu.

Ancak Cambridge Üniversitesi’nden bir ekibin liderliğinde yürütülen yeni araştırma bu düşünceye ve yaşama uygun koşulların başlangıcına dair bilinenlere meydan okuyor.

NASA’nın James Webb Uzay Teleskobu’nu kullanan gökbilimciler evren yaklaşık 350 milyon yaşındayken oluşan bir galaksiyi inceledi. Bugüne kadar gözlemlenen en uzak 5. galaksi olan bu gökada, Samanyolu’ndan 100 bin kat daha küçük.

Halihazırda ön baskı versiyonu yayımlanan ve yakında Astronomy & Astrophysics adlı hakemli dergide çıkacak makalenin başyazarı Dr. Francesco D’Eugenio “Gözlemlediğimiz sırada sadece bir galaksi embriyosuydu fakat Samanyolu kadar büyük bir şeye dönüşebilir” diyor ve ekliyor: Ancak bu kadar genç bir galaksiye göre muazzam boyutta.

Teleskobun Yakın Kızılötesi Spektrograf (Near Infrared Spectrograph/NIRSpec) adlı cihazı bu genç galaksiden gelen ışığı analiz etti. Bu sayede galaksideki elementleri tespit etme imkanı bulan araştırmacılar karbonun yanı sıra belli belirsiz oksijen ve neonla karşılaştı. Bu iki elementin varlığının doğrulanması için başka çalışmalara ihtiyaç var.

Bilinen yaşamın yapıtaşları arasında yer alan karbonun, evrenin bu kadar eski bir döneminde gözlemlenmesi, yaşama uygun koşulların düşünülenden çok daha önce var olabileceğine işaret ediyor. Öte yandan bulgular, Dünya’da 3,7 milyar yıl önce başladığı kabul edilen yaşamın tarihine dair bilinenleri değiştirmiyor.

Çalışmanın ortak yazarı Prof. Roberto Maiolino “Bu, hidrojenden daha ağır bir elemente dair bugüne kadar elde edilen en eski bulgu” diyor. Gelişmeyi “muazzam bir keşif” diye adlandıran Prof. Maiolino şöyle ekliyor: Bu kadar uzak bir galakside büyük miktarda karbon bulunması, yaşamın evrenin çok erken dönemlerinde, kozmik şafağa çok yakın bir zamanda ortaya çıkmış olabileceğine işaret ediyor.

Öte yandan Paris (Sorbonne) Üniversitesi’nden astrofizikçi Dr. Rafael Alves Batista bu sonuca hemen varılamayacağı görüşünde. Araştırmada yer almayan Dr. Batista bulguları ileriye doğru büyük bir sıçrama diye nitelendirse de “Benim yapacağım bir sıçrama değil” diyor:

“Bu erken yıldızların çoğu çok büyük kütleli olduğundan çok hızlı ölüyorlar. Gezegenler var olsa bile, yaşam için gerekli koşulları barındırdıklarına dair pek iyimser değilim. Bulgular çok ilginç ancak bir sonuca varmak için yeterli olduklarını sanmıyorum.”

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

James Webb, ‘Yaşam’ Molekülünü Başka Bir Gezegende Bulmuş Olabilir

NASA’nın James Webb Uzay Teleskobu (JWST), okyanus olduğundan şüphelenilen bir gezegenin atmosferinde karbon bazlı moleküllerin kanıtlarını keşfetmiş olabilir: Dimetil Sülfür. Bu molekül sadece Dünya’daki canlılar tarafından üretiliyor.

Bilim insanlarının henüz doğrulamadığı bu gözlemin daha fazla teyide ihtiyacı var. Dimetil sülfür yani DMS’nin uzak bir gezegende gerçekten önemli miktarlarda bulunup bulunmadığının ilave araştırmalarla doğrulanması gerekiyor.

Ancak maddenin tespit edildiği K2-18 b gezegeni, başka nedenlerle de kesinlikle heyecan verici olduğunu gösterdi. Bilim insanları, gezegenin metan ve karbondioksit gibi karbon içeren moleküllere sahip olduğunu doğruladı ki bu da yaşam arayışı için önemli bir bulgu.

Cambridge Üniversitesi’nden gökbilimci Nikku Madhusudhan, “Bulgularımız, başka yerlerde yaşam arayışında çeşitli yaşanabilir ortamların dikkate alınmasının önemini vurguluyor” dedi ve ekledi:

“Geleneksel olarak, ötegezegenlerde yaşam arayışı öncelikle daha küçük kayalık gezegenlere odaklanıyor fakat daha büyük Hiyanus gezegenleri atmosferik gözlemler için önemli ölçüde daha elverişli.”

Bilim insanları, diğer gezegenlerdeki canlıların araştırılmasında büyük bir ilerleme kaydederek, Dünya’da sadece canlıların ürettiği bir molekül tespit etmiş olabilir.

Araştırmacılar, NASA’nın Webb teleskobunun olası bir dimetil sülfür, yani DMS tespiti gerçekleştirdiğini söyledi. Dünya’da sadece canlıların ürettiği bu maddenin çoğu deniz ortamlarındaki fitoplanktonlardan geliyor.

Bilim insanlarının henüz doğrulamadığı bu gözlemin daha fazla teyide ihtiyacı var. DMS’nin uzak bir gezegende gerçekten önemli miktarlarda bulunup bulunmadığının ilave araştırmalarla doğrulanması gerekiyor.

Ancak maddenin tespit edildiği K2-18 b gezegeni, başka nedenlerle de kesinlikle heyecan verici olduğunu gösterdi. Bilim insanları, gezegenin metan ve karbondioksit gibi karbon içeren moleküllere sahip olduğunu doğruladı ki bu da yaşam arayışı için önemli bir bulgu.

Bu keşif K2-18 b’nin, araştırmacıların Hiyanus ötegezegeni diye adlandırdığı şey olabilir: Hidrojen bakımından zengin atmosfere ve suyla kaplı yüzeye sahip bir gezegen. Her iki koşulun da olası bir uzaylı yaşamı için elverişli olduğu düşünülüyor.

K2-18 b, K2-18 diye bilinen soğuk bir cüce yıldızın yörüngesinde dönüyor. Her iki gök cismi de Dünya’dan yaklaşık 120 ışık yılı uzaklıkta bulunuyor. Gezegen, Dünya’dan 8,6 kat daha büyük: Araştırmacılar bu gezegenleri “alt-Neptünler” diye adlandırıyor. Güneş Sistemimizde bunlara benzer hiçbir şeyin olmaması, bilim insanlarının alt-Neptünleri tam olarak anlayamaması anlamına geliyor.

Örneğin araştırmacılar bu tür gezegenlerin atmosferlerinin neye benzeyebileceğini bilmiyor. Ancak yeni bulgular, uzaylı yaşamını aramak için verimli bir yer olabileceklerine işaret ediyor.

Sonuçları açıklayan yeni makalenin başyazarı olan, Cambridge Üniversitesi’nden gökbilimci Nikku Madhusudhan, “Bulgularımız, başka yerlerde yaşam arayışında çeşitli yaşanabilir ortamların dikkate alınmasının önemini vurguluyor” dedi ve ekledi:

“Geleneksel olarak, ötegezegenlerde yaşam arayışı öncelikle daha küçük kayalık gezegenlere odaklanıyor fakat daha büyük Hiyanus gezegenleri atmosferik gözlemler için önemli ölçüde daha elverişli.”

Yine de K2-18 b’yi yaşam için zorlaştıran koşullar olabilir. Bir okyanus yüzeyine sahip olduğuna inanılıyor fakat bu okyanus yaşanamayacak kadar sıcak olabilir ve hatta hiç sıvı bile olmayabilir.

Bilim insanları daha fazla gözlemle gezegen ve diğer alt-Neptünler hakkında daha fazla bilgi edinmeyi umuyor. Ancak galakside bilinen en yaygın gezegen türü olmalarına rağmen zor görülebilirler çünkü genellikle yıldızlarından gelen parıltılarla örtülürler.

Bunun yerine, K2-18 b ilk olarak bu parıltı kullanılarak ve gezegen, yıldızının önünde hareket ederken meydana gelen ışık düşüşünü izleyerek tespit edildi. Yeni bulgularda da aynı süreç kullanıldı: Webb teleskobuyla yıldız ışığını incelemek ve atmosferdeki kimyasalların geride bıraktığı izleri aramak.

Cambridge Üniversitesi’nden ekip üyesi Savvas Constantinou, “Bu sonuçlar, K2-18 b’ye yönelik sadece iki gözleminin ürünü ve çok daha fazlası yolda” dedi: Bu, buradaki çalışmamızın Webb’in yaşanabilir bölge ötegezegenlerinde gözlemleyebileceklerinin yalnızca ilk göstergelerinden biri olduğu anlamına geliyor.

Daha fazla çalışma, bu kimyasalların daha iyi bir resmini verecek ve DMS’nin olası varlığını doğrulamayı sağlayacaktır.

Profesör Madhusudhan, “Nihai hedefimiz, yaşanabilir bir ötegezegende yaşamı tespit etmek, bu da Evren’deki yerimize dair anlayışımızı dönüştürecektir” dedi: Bulgularımız, bu arayışta Hiyanus gezegenlerin daha iyi anlaşılmasına yönelik umut verici bir adım.

Çalışma, The Astrophysical Journal Letters’ta yayımlanacak “Carbon-bearing Molecules in a Possible Hycean Atmosphere” (Olası Hiyanus Atmosferde Karbonlu Moleküller) başlıklı makalede anlatılıyor.

Yaşamı destekleme ihtimali

Bir gezegenin yaşamı destekleme ihtimali sıcaklığına, karbonun ve muhtemelen sıvı suyun varlığına bağlı. Yapılan gözlemler, K2-18b’nin tüm bu kutuları işaretlediğini gösteriyor gibi görünüyor.

Ancak bir gezegenin yaşamı destekleme potansiyeline sahip olması, öyle olduğu anlamına gelmiyor. DMS’nin olası varlığının bu kadar heyecan verici olmasının nedeni de bu.

Gezegeni daha da ilgi çekici kılan ise, uzak yıldızların yörüngesinde keşfedilen ve yaşama aday olan kayalık gezegenler olarak adlandırılan Dünya benzeri gezegenler gibi olmaması. K2-18b, Dünya’nın neredeyse dokuz katı büyüklüğünde.

Boyutları Dünya ve Neptün arasında olan, diğer yıldızların yörüngesinde dönen gezegenler olan dış gezegenler, güneş sistemimizdeki diğer hiçbir şeye benzemiyor.

Analiz ekibinin bir diğer üyesi olan Cardiff Üniversitesi’nden Dr. Subhajit Sarkar’a göre bu ‘alt Neptünlerin’ ve atmosferlerinin doğası yeterince anlaşılmıyor.

Sarkar, “Her ne kadar güneş sistemimizde bu tür bir gezegen bulunmasa da alt Neptünler, galakside şu ana kadar bilinen en yaygın gezegen türü” diyor ve devam ediyor:

“Bugüne kadar yaşanabilir bir alt Neptün’ün en ayrıntılı spektrumunu elde ettik ve bu, onun atmosferinde var olan moleküller üzerinde çalışmamıza olanak sağladı.”

(Kaynak: Independent Türkçe, BBC Türkçe)

Paylaşın

Venüs’te “Olası Yaşam Belirtileri” Bulundu

Dr. Michelle Thaller, “Venüs’ün atmosferinde olası yaşam belirtileri görüyoruz. Muhtemelen Jüpiter ve Satürn’ün buzlu uydularındaki buzun altında da hayat olabilir. Güneş Sistemi basit yaşamla, mikrobik yaşamla dolu olabilir. Uzayda yaşımı keşfettiğimizi söyleyebilmemiz için yüzde 100 kesinliğe ulaşmamız gerekiyor ve henüz buna sahip değiliz.” dedi.

Dr. Thaller, “Venüs’ü hiç beklemiyordum. Venüs şu anda atmosferinde bakteriler tarafından üretilebilecek gibi görünen maddeleri gördüğümüz bir gezegen. Bence Güneş Sistemi’nde hayat olduğuna dair kanıt elde etmemiz sadece bir zaman meselesi. Henüz elimizde kesin bir kanıt yok. Dışarıda bir yaşam olduğunu düşünüyor muyum? Kesinlikle.” ifadelerini kullandı.

NASA’nın Goddard Uzay Uçuş Merkezi’nde araştırmacı olarak görev yapan Dr. Michelle Thaller, ABD’nin New York kentinde yer alan Artechouse’da düzenlenen ve ziyaretçileri derin bir uzay keşfi deneyimine sürüklemeyi amaçlayan ‘Beyond the Light’ (Işığın Ötesi) adlı sergisinde The Sun gazetesine konuştu.

Thaller, “Kesinlikle başka bir gezegende yaşam bulacağımızı düşünüyorum. Mars’ta, Dünya’da olsaydı yaşamdan kaynaklandığını söyleyeceğimiz bir kimya görüyoruz. Ancak asıl soru şu: Mars’ı ne kadar iyi anlıyoruz ve bir şeyler bizi kandırıyor mu?” diye konuştu.

Thaller sözlerine şöyle devam etti: “Venüs’ün atmosferinde olası yaşam belirtileri görüyoruz. Muhtemelen Jüpiter ve Satürn’ün buzlu uydularındaki buzun altında da hayat olabilir. Güneş Sistemi basit yaşamla, mikrobik yaşamla dolu olabilir. Uzayda yaşımı keşfettiğimizi söyleyebilmemiz için yüzde 100 kesinliğe ulaşmamız gerekiyor ve henüz buna sahip değiliz.”

‘Venüs’ü hiç beklemiyordum’

Diğer taraftan, tüm bu seçenekler arasında Dr. Thaller, Venüs’ün yaşam barındırma potansiyeli konusunda heyecan duyuyor. Kalın asidik atmosferinin altında 475 derece kavurucu sıcaklıklara maruz kalan Venüs,oraya inen bir insanı anında öldürebilir, ancak yine de birçok çalışma, bu gezegenin bulutlarında mikrobik yaşamın olabileceğini gösterdi.

Dr. Thaller, “Venüs’ü hiç beklemiyordum. Venüs şu anda atmosferinde bakteriler tarafından üretilebilecek gibi görünen maddeleri gördüğümüz bir gezegen. Bence Güneş Sistemi’nde hayat olduğuna dair kanıt elde etmemiz sadece bir zaman meselesi. Henüz elimizde kesin bir kanıt yok. Dışarıda bir yaşam olduğunu düşünüyor muyum? Kesinlikle.” diye konuştu.

(Kaynak: Sputnik Türkçe)

Paylaşın

Bilim İnsanları Daha Uzun Yaşamanın Basit Bir Sırrını Keşfetti

Bilim insanları, düzenli olarak kaliteli gece uykusu çeken erkeklerin diğerlerine kıyasla neredeyse 5 yıl daha uzun yaşayabildiğini saptadı. Kadınlarda ise bu sayı iki yıl olarak belirlendi.

Bilim insanları,, daha iyi uyku alışkanlıkları olan gençlerin erken ölme ihtimalinin de daha düşük olduğunu tespit etti.

Yeni bir araştırmada uzun yaşamanın basit bir yolu ortaya kondu. Buna göre kaliteli bir uyku, insan ömrüne fazladan birkaç yıl ekleyebilir.

Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden bilim insanlarının da aralarında yer aldığı araştırma ekibi, düzenli olarak kaliteli gece uykusu çeken erkeklerin diğerlerine kıyasla neredeyse 5 yıl daha uzun yaşayabildiğini saptadı.
Kadınlarda ise bu sayı iki yıl olarak belirlendi.

Ekip, daha iyi uyku alışkanlıkları olan gençlerin erken ölme ihtimalinin de daha düşük olduğunu tespit etti.

Öte yandan, tek başına uyku miktarının yeterli olmadığı, önemli olanın uyku kalitesi olduğu vurgulandı.

Araştırmacılar kaliteli uykuyu şu faktörlere dayandırdı:

– Gecede 7 ila 8 saatlik ideal uyku süresini tamamlamak
– Haftada en fazla iki kez uykuya dalmakta zorluk çekmek
– Haftada en fazla iki defa uykunun bölünerek kaçması
– Herhangi bir uyku ilacı kullanmamak
– Haftada en az 5 gün uyandıktan sonra dinlenmiş hissetmek

Araştırmada, 2013 ve 2018 arasında ABD’deki Ulusal Sağlık Görüşmesi Anketi adlı geniş çaplı bir çalışmaya katılan yurttaşların verileri incelendi.

Bu veriler, yüzde 54’ü kadın ve ortalama yaşı 50 olan 172 bin kişiyi içeriyordu ve bu kişilerin genel sağlık durumlarıyla uyku alışkanlıklarına dair bilgiler veriyordu.

Katılımcılar ortalama 4,3 yıl takip edilmişti ve bu süre zarfında 8 bin 681 kişi kayatını kaybetmişti.

Bu ölümlerin yüzde 30’u kardiyovasküler hastalıklara, yüzde 24’ü kansere ve yüzde 46’sı da diğer nedenlere bağlıydı.

Bulgular, tüm bu nedenlere bağlı ölümlerin yaklaşık yüzde 8’inin kötü uyku düzeniyle ilişkili olduğunu ortaya koydu.

Harvard Üniversitesi’nden klinik araştırmacı Dr. Frank Qian, “Bence bu bulgular, sadece belli bir süre boyunca uykumanın yeterli olmadığını vurguluyor” diye konuştu:

Gerçekten dinlendirici bir uyku çekmeniz, uykuya dalma ve uykuda kalmayla ilgili az sorun yaşamanız gerekiyor.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın