TÜSİAD, Yüksek İstişare Konseyi toplantısı Ankara’da gerçekleştirdi. Toplantıda konuşan TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan ve TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Orhan Turan, ekonomiye ilişkin dikkat çeken mesajlar verdi.
Haber Merkezi / “Yüksek enflasyon geçmiş dönemde büyümenin yapısını bozdu. Aşırı tüketime dayanan büyüme modeli sürdürülebilir değil” diyen Tuncay Özilhan, “Dengelenme sürecinin başladığı dikkat çekiyor. Yeni ekonomi yönetimiyle piyasaların politikaya güveni yükseldi” ifadelerini kullandı.
Özilhan, “Enflasyonla mücadelede mutlaka başarılı olmak zorundayız. Önümüzdeki yıl fiyat istikrarında önemli bir aşamaya geleceğimizi düşünüyoruz” dedi.
TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan’ın konuşması şöyle: “Zor bir yılı daha geride bırakıyoruz. Bu seneye hepimizi derin bir acıya gark eden depremlerle başlamıştık. Seneyi bitirirken bu kez de İsrail’in Filistin halkına dönük insanlık dışı saldırıları hepimizin içini yaktı. Oysa bu sene cumhuriyetimizin yüzüncü yılı. Yaşadığımız üzüntüler coşku ve neşeyle kutlamayı umduğumuz yüzüncü yılda hepimizi ister istemez buruklaştırdı.
Biliyorsunuz TÜSİAD cumhuriyetimizin yüzüncü yılı vesilesiyle bu sene özel bir proje gerçekleştirdi. Az sonra takip edeceğimiz panelde yıl boyunca düzenlenen “Cumhuriyetin İkinci Yüzyılına Girerken” ana temalı çalıştay dizisinin çıktıları aktarılacak.
Ben bugünkü konuşmamda cumhuriyetimizin ikinci yüzyılına girerken Atatürk’ün koymuş olduğu çağdaş uygarlık hedefine ulaşmak için yapmamız gerekenlere odaklanmak istiyorum. İkinci yüzyılımıza girerken, ilk yüz yılının kazanımlarını değerlendirmeye, eksikliklerimizi tespit etmeye, toplumumuzda kabul gören ve görmeyen ekonomik, sosyal ve siyasi yapıların bilançosunu çıkartmaya ihtiyacımız var. İkinci yüzyılımızın politikalarına bu değerlendirmeler ışık tutmalı.
Eksik bırakılan, tam gerçekleştirilemeyen, başka türlü olsa daha iyi olacak uygulamaları da açık yüreklilikle ortaya koymalıyız. Çünkü cumhuriyetimiz rüştünü ispatladı. Son yüz yıla baktığımızda, özellikle yakın coğrafyamızda, devletler yıkılırken, biçim değiştirirken, yerine yenileri kurulurken bizim cumhuriyetimiz dimdik ayakta durdu. Bu da cumhuriyetimizin kuruluşunun ne kadar sağlam temeller üzerine oturduğunu gösteriyor. Gurur duymalıyız. Şimdi vazifemiz, korkmadan, sağlam zeminler üzerine kurulmuş olan bu yapıyı tahkim etmek…
Artık ekonomimizin temel önceliği ne pahasına olursa olsun yüksek büyüme sağlamak olmamalı. Hedefimiz insanlarımızın mutluluğu, özgürlüğü, refah içinde, özgüveni yüksek biçimde yaşaması olmalı. Bu ise kısa vadeli ekonomik kazanımlara değil uzun vadeli olarak bilimde, teknolojide, kültürde, sanatta ve sporda ilerlemeye, sürdürülebilirliğe, kapsayıcılığa, iyi yaşam koşulları sağlayacak istihdam olanaklarını geliştirmeye bağlı. Bu yolda nasıl ilerleyeceğimizi konuşurken günümüzün gelişmiş ve demokratik toplumlarının tecrübelerinden yararlanmakta fayda var.
Güçlü bir piyasa ekonomisinin temel özelliği güçlü bir kurumsal yapı ve sağlam bir hukuk sistemidir. Modern bir hukuk devletinde herkesin can ve mal güvenliği garanti altındadır. Sözleşmeler hukuk sistemi içinde uygulanır. Yargılama adildir; herkes adalet önünde eşittir. Yasalar açık ve nettir; herkese eşit uygulanır. Mahkeme kararlarında çelişki olmaz ve herkes için bağlayıcıdır. Uluslararası normlara ve sözleşmelere riayet edilir. Mevzuat değişikliğinde en iyi uygulamalara bakılır; ilgili tarafların görüşü alınır; etki analizi yapılır.
Güçlü piyasa ekonomilerinde yönetim sisteminde ve kararlarda öngörülebilirlik esastır. Şeffaflık ve hesapverebilirlik güvence altındadır. Güçler ayrılığı ve denge ve denetleme mekanizmaları etkin çalışır. Çoğunlukçuluğa değil çoğulculuğa önem verilir. Düzenleyici kurumlar özerktir. Atamalarda sadece liyakat etkili olur. Böyle bir ortamda girişimler ekonomik kararlarını alırken geleceğe güven içinde bakarlar.
Güçlü piyasa ekonomilerinde ekonomik kararlarda kliantalizme yer olmaz, sadece ekonomik değişkenlere göre karar alınır. Bu koşulların sağlanamadığı durumda ülkenin risk primi yükselir; yatırımların maliyeti artar; yolsuzluklar ve haksız uygulamalar yaygınlaşır. Modern bir hukuk devletinin tüm kurum ve kurallarıyla etkin işlemediği bir ülkeye yabancı yatırımcılar ilgi duymaz. Yabancı yatırımlar doğrudan sermaye yatırımları yerine sıcak para biçimini alır.
Gelişmenin koşullarından birisi de makroekonomik istikrarın korunmasına verilen önemdir. Makroekonomik istikrarı sağlamak için genel kabul gören para ve maliye politikaları izlenir. Makroekonomik istikrar ve hukukun üstünlüğü, uzun vadede öngörülebilirlik sağlayarak yatırım kararlarının alınmasını kolaylaştırır. Bu da bilime ve eğitime verilen önemle birleştiğinde teknolojik ilerlemenin önünü açar. Teknolojik ilerleme, verimlilik ve toplumsal refah artışının esas kaynağıdır. Teknolojik ilerlemeye dayanmayan büyüme süreçleri cılızdır, dengesizdir ve devamlı değildir.
Verilere baktığımızda, en iyi eğitim kurumlarının, en yaratıcı beyinlerin, en iyi araştırma laboratuvarlarının, milli gelirden Ar-Ge’ye ayrılan en yüksek payın genellikle güçlü piyasa ekonomilerinde olduğunu görürüz. Biliyoruz ki yeni fikirler ve çağı etkileyen buluşlar, baskıcı toplumlardan çıkmaz. Yaratıcılığın önünü açan ve besleyen güçlü hukuk devleti, demokratik teamüllerin yerleşikliği, en aykırı fikirlerin bile ifade edilmesine gösterilen hoşgörü, basın özgürlüğü, kültür ve sanata verilen önemdir.
Ayrıca güçlü piyasa ekonomilerinde gelir dağılımı adaletsizliklerini hafifletmek ve kapsayıcılığı artırmak üzere sosyal güvenlik ağlarının ve sosyal refah programlarının güçlü olduğu da dikkati çeker. Geniş istihdam olanakları, daha dengeli gelir dağılımı, dezavantajlı kesimlerinin desteklenmesi, kapsayıcılığın gözetilmesi ülkedeki mutluluk ve refah düzeyini artırır, toplumsal barışı destekler. Hepimizin aslında gayet iyi bildiği bu çerçeve, Cumhuriyetimizin ilk yüzyılında sağladığımız başarıyı nasıl ileri taşıyacağımızı hatırlamamıza vesile oluyor.
Bundan 100 yıl önce cumhuriyetimiz tam bağımsızlık, laiklik, demokrasi, bilimsel ve ekonomik ilerleme, yurtta ve dünyada barış hedefleri şiar edilerek kurulmuştu. Tam bağımsızlığın siyasi bağımsızlık kadar iktisadi bağımsızlığı da gerektirdiği daha kurtuluş ve kuruluş mücadelesi verilirken idrak edilmişti.
Savaşlarda harap olmuş, yokluk ve yoksunluktan bitap düşmüş, her tarafı şehit kanlarıyla sulanmış, memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş, iktisadi olarak bir çöl olan yurdumuzda kısa zamanda modern bir piyasa ekonomisi vücut buldu. Bu kadar olumsuz koşullarda, siyasi ve iktisadi konularda karar alma bağımsızlığımızı koruyarak bir kalkınma modeli uyguladık. Bu kadar kısa süre içinde elde etmiş olduğumuz başarı ile ne kadar övünsek azdır. Ancak bugün bu başarının üstüne çıkmak, bir süredir hapsolduğumuz orta gelir tuzağından kurtulmak ve artık yüksek gelirli ülkeler arasında yer almak zorundayız.
Bugün, bu hedeflere ulaşmak konusunda altı ay önceye oranla daha umutlu bir noktadayız. Yeni ekonomi yönetimiyle birlikte, piyasaların ekonomi politikalarına güveninin yükseldiği bir döneme girdik. Ekonomi politikalarında son 10 yılda öngörülebilirliğin azaldığı ve oynaklığın yüksek olduğu bir dönemin ardından Mayıs ayından bu yana, geleneksel politikalara dönüldü. Teoride ve uygulamada
performansını iyi değerlendirebildiğimiz bu politikalar yatırımcılar için yatırım ufkunun uzamasını sağlıyor. Seçimlerin öncesinde 900 baz puana dayanmış olan Ülke Risk Priminin 350 baz puana kadar gerilemesi uzun vadeli yatırımların finansman imkanlarını genişletiyor.
Ekonomimizdeki bu gelişmeler geçen hafta açıklanmış olan büyüme verileri ışığında daha da dikkat çekiyor. Yüksek enflasyon geçmiş dönemde büyümenin yapısını bozmuştu. Ekonomimiz, ihracat ve yatırıma değil yüksek tüketime dayalı bir patikaya oturmuştu. Şimdi bir dengelenme sürecinin başladığı dikkati çekiyor. Aşırı tüketime dayanan bir büyüme modelinin sürdürülebilir olmadığını hepimiz biliyoruz.
Bu nedenle geçmiş dönemin ekonomik sorunlarının arkasındaki neden olan enflasyonla mücadelede mutlaka başarılı olmamız gerekiyor. Merkez Bankamızın para politikasında sıkılaşma yönünde doğru adımlar atmaya başlaması enflasyon sorununun çözüleceğine duyduğumuz umudu pekiştiriyor. Kademeli şekilde ilerleyen bu süreçle birlikte önümüzdeki yıl fiyat istikrarının sağlanmasında önemli bir aşamaya geleceğimizi umuyoruz.
Ancak uzun vadeli ekonomik performansın artırılmasında para politikasının etkisi hiç şüphesiz sınırlı. Ekonomi yönetiminin başarısı için belki de en belirleyici konu hukuk sistemine duyulan güven. Bu yüzden, hukuk sistemine duyulan güveni sarsacak girişimlerden uzak durulmasını, ekonomik performansımız açısından çok önemli buluyoruz.
Umuyorum ki gelecek seneden itibaren makroekonomik istikrarın sağlanması konusunda bir mesafe kat ederiz ve esas gündemimizi yapısal reformlara, sanayi politikalarına, sektörel politikalara, çevre ve iklim politikalarına, istihdam ve eğitim politikalarına ve sosyal yardım politikalarına ayırabiliriz.
TÜSİAD olarak içinden geçmekte olduğumuz dönemin çoklu krizler çağı olduğunu hep vurguluyoruz. Bir süredir ivmesi hızlanan teknolojik dönüşüm, artık hepimizin gündelik yaşamlarımızda bile sonuçlarını fark ettiğimiz küresel ısınma ve ekolojik kriz, iki kutuplu küresel sistemin çökmesinden sonra şiddetlenerek devam eden güç mücadeleleri, artan eşitsizliklerin yol açtığı toplumsal gerilimler, merkez siyasetçilerin bu sorunlar karşısında işe yarayan çözümler üretememesi ve birçok ülkede aşırı radikal siyasetçilerin popüleritesinde gözlemlenen artış, göçler, mülteci akınları ve tırmanan kültürler arası çatışma… bu sorunlar yumağı yoğun bir istikrarsızlık ve belirsizlik yaratıyor.
Tüm dünyada, tüm ülkeleri sarsan böylesi bir krizler çağında ülkemizi hep özlemini duyduğumuz muasır medeniyetler seviyesine nasıl taşıyacağız sorusuna cevap verirken iki konunun çok kritik olduğunu düşünüyorum:
1. Bunlardan ilki bu kadar çok ve girift sorunun içinden sadece el birliği ile çıkabileceğimiz gerçeği. Yalnızca, bilgi ve tecrübelerimizi bir araya getirerek ve birbirimize inanarak ve güvenerek daha güzel bir geleceğin kapısını açabiliriz. Birbirimizi dinleyerek ve anlayarak, diyalog kanallarını açık tutarak, kendi önceliklerimizi başkalarına empoze etmeyerek, eleştirilerimizde yapıcı davranarak, karşılıklı fedakârlık yaparak bu çalkantılı denizde gemimizi sakin sulara ulaştırabiliriz. Unutmayalım ki mutluluğu kavgada değil, barışta; çatışmada değil huzurda buluruz.
2. İkinci konu ise bilim ve eğitime artık daha fazla oyalanmadan hak ettiği önemi vermemiz gerektiği.
Cumhuriyetin belki de en büyük başarısı eğitimde fırsat eşitliği sağlamış olmasıydı. Eminim ki bu salonu dolduranlarımız dahil olmak üzere bugün iş dünyasında, bürokraside ve siyasette birçok kişi, Cumhuriyetin, ya kendilerine ya da ebeveynlerine sağlamış olduğu fırsat eşitliği sayesinde bugünkü koltuklarını dolduruyorlar. Tabi eğitimde fırsat eşitliği derken herkesin okula gitmesini değil herkesin kaliteli eğitime erişimde engellerle karşılaşmamasını kastediyorum.
Bugün özel sektörde ve kamuda karar verici konumda olanların ezici çoğunluğu eğitim hayatının en az bir aşamasında kamu kurumlarında okumuştur. Ama bugünün çocukları daha önceki kuşaklar kadar şanslı değil. Kaliteli eğitim için aileler bütçelerinden giderek daha fazla pay ayırmaya başladı. Eğitim harcamalarında özel kaynakların payı açısından Türkiye, tüm OECD ülkeleri arasında e yüksek orana sahip. Bu veri, eğitimde fırsat eşitliği konusundaki dezavantajımıza işaret ediyor. Nitelikli eğitim olanağı olmayan nice parlak çocuk maalesef heba oluyor, vasat bir işe ve vasat bir gelire mahkûm kalıyor. Birçok araştırma, önümüzdeki dönemde mevcut işlerin neredeyse yarısının otomasyona tabi olacağını söylüyor.
Özellikle belli bir rutinde tekrara dayanan görevlerin giderek insanlar yerine makineler veya yapay zekâ tarafından yapılacağı bir süreçteyiz. Başta yapay zekâ uygulamaları olmak üzere teknolojinin gelişim hızı hepimizi şaşırtıyor. Bu koşullar altında çalışanların geçmişten çok farklı becerilere sahip olması gerektiği aşikâr. Aşikâr olan bir başka nokta da bunun ancak eğitim sisteminde merakı, araştırmacılığı, analitik ve yaratıcı düşünceyi ön plana alan köklü bir reformla gerçekleştirilebilir olması. Son 20 yılda eğitimle ilgili 17 kez değişiklik yapılmış. Gündemde yeni bir değişiklik daha var. Hazırlıkları devam etmekte olan müfredat değişikliği çalışmalarında 21. Yüzyılın gerektirdiği yetkinlikler konusunda bir ilerleme görmeyi tüm iş dünyası olarak heyecanla bekliyoruz…
Gençlerimizi yeni teknolojilerin gerektirdiği becerilerle donatırken mevcut çalışanlarımızın da becerilerini geliştirecek eğitim programlarına önem vermeliyiz.
Teknolojinin gelişmesiyle birlikte ortaya çıkan yeni becerilere sahip eleman ihtiyacı, zaten halihazırda sıkıntı yaşanan nitelikli eleman sorununu daha da ağırlaştıracak. Uzunca bir süredir bin-bir emekle okutup yetiştirdiğimiz nitelikli insan gücümüzü daha cazip ekonomik fırsatlar, sosyal haklar ve yüksek yaşam standartları sunan gelişmiş ülkelere kaybetmeye başlamıştık. Nitelikli insan gücünde görülen sıkıntı son zamanlarda insan kaynaklarının tümüne yayıldı. Geniş işsizlik oranı diyebileceğimiz atıl işgücü oranı %22’ler bandında dolaşıyor. Ortalama ücret ile asgari ücret arasındaki makas giderek kapanıyor.
Üniversite eğitiminde nitelik düşüşü ile birlikte üniversite ile lise mezunları arasındaki ücret makası daralıyor. Yani üniversite eğitiminin getirisi düşüyor. Bir tarafta çalışkan ve başarılı gençlerimizin emeği var, diğer tarafta, yasa dışı yollara sapanların gözler önüne serilen yaşantıları… Hep tekrar ettiğim gibi üretmeden olmuyor. Her işin başı üretim ve adil rekabet. Ekonomi kayıtlı ve kural bazlı olmalı. Rekabet ortamı düzgün çalışmalı. Yolsuzluk ve kara parayla etkin biçimde mücadele edilmeli.
Şurası bir gerçek ki Türkiye ne yer altı zenginliklerine ne de büyük sermaye birikimine sahip bir ülke. Aslında zaten günümüzde refahın aslı kaynağının bunlar değil nitelikli insan, bilim-teknoloji ve sağlıklı işleyen kurumlar ve kurallar olduğunu hep söylüyoruz. Ekonomik büyüme için tek dayanağımız çalışanıyla, girişimcisiyle, bilim insanıyla, teknolojik yeniliklere imza atan araştırmacısıyla, erkeğiyle, kadınıyla insanımız. İnsanımızın niteliklerinin çağın gereksinimlerinin gerisine düşmesi ve beyin göçü, orta gelir tuzağını aşmamızın önünde büyük bir engel teşkil ediyor.
Konuşmamı bitirirken başlangıçtaki soruma geri dönmek istiyorum. İkinci yüzyılımıza girerken ülkemizi çağdaş uygarlıklar seviyesine yükseltecek ve insanımızı mutlu ettirecek bir programa ihtiyacımız var. Yirmibirinci yüzyılda çağdaş uygarlığa giden yol hukuk devletinden, demokratik standartların yerleşik hale gelmesinden, laiklik anlayışının içselleştirilmesinden, bilimin yol göstericiliğinden, eğitimde fırsat eşitliğinden, kadınların her alanda eşit katılımından ve sürdürülebilirlikten geçiyor.
Bunu gerçekleştirmek için geleceği geçmişin kazanımlarının üzerine inşa edeceğiz. Birinci yüzyılın eksikliklerini tamamlayacağız. Çözülememiş sorunlarımızın üstüne gideceğiz. İyileştirilmesi ve düzeltilmesi gereken boyutları toplumsal uzlaşmayla düzelteceğiz. Karşı karşıya olduğumuz çetrefil sorunları, cumhuriyet değerlerinin sağlam zeminine basarak, egemenliğin kayıtsız şartsız sahibinin millet olduğu bilinciyle, hep beraber seferber olarak aşacağız.
Birbirimizi dinleyecek, anlayacak, yapıcı davranacak, en önemlisi de birbirimize güveneceğiz. İkinci yüzyılımızı ayrışarak değil anlaşarak, kavgayla değil barışla inşa etme temennisiyle sözlerime son verirken dikkatiniz için teşekkür ediyor hepinizi saygıyla selamlıyorum.”
“Bu süreçler Türkiye için hem fırsatlar, hem de riskler barındırıyor”
TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Orhan Turan ise konuşmasında şunları söyledi: “Cumhuriyetimizin 100. Yılında, bu son Yüksek İstişare Konseyi toplantımızda hepinizi TÜSİAD Yönetim Kurulu adına saygı ve sevgiyle selamlıyorum. Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde, ulusumuzun eşsiz fedakarlıkları ile kurulan Cumhuriyetimizin 100’üncü yaşını heyecanla, coşkuyla, gururla kutladık.
Atatürk’ün 100 yıl önce Cumhuriyet ile ortaya koyduğu Devrimci Vizyon kısa sürede devasa adımlara dönüştü. Bu vizyona ve ruha sahip çıkmak toplumsal sorumluluğumuz, Cumhuriyet’in fedakar kurucularına manevi borcumuzdur.
Nitekim, bundan tam bir yıl önce, yine Ankara’da Konsey toplantımızda yaptığım konuşmada ikinci yüz yılımızda aklımızdan ve gönlümüzden geçen Türkiye’yi anlatmıştım. Daha gelişmiş, daha zengin, refahın adil dağıldığı, fırsat eşitliğini ve insani kalkınmasını sağlamış, hukukun üstün olduğu, insan haklarına eksiksiz biçimde riayet eden, kadınlara ve toplumun eşitsiz kesimlerine pozitif ayrımcılık yapan, demokrasiyi içine sindirerek yaşam tarzı haline getirmiş, siyasi karar alma mekanizmalarına ve yönetime geniş kitlelerin doğrudan katılımını teşvik eden, üretim ve tüketim standartlarıyla doğaya zarar vermeyen, çevreyle uyumlu, bilimsel bilgi üretiminde evrensel standartları yakalamış, Avrupa Birliği’ne tam üye olmuş güçlü ve saygın bir Türkiye hayalimizi vurgulamıştım.
Bu Türkiye’ye ulaşmak yolunda yüzüncü yılımızda yeni bir proje başlattığımızı belirtmiştim. Bugün sizlerle bu projenin temel çıktılarını paylaşacak olmanın heyecanını yaşıyorum.
Size yukarıda çizmiş olduğum Türkiye hayali 2021’de TÜSİAD’ın 50. yılı çerçevesinde hazırlanan “Yeni Bir Anlayışla Geleceği İnşa” çalışmasına dayanıyor. Bu çalışmada, inşa etmek istediğimiz Türkiye’yi gelişmiş, saygın, adil ve çevreci bir ülke olarak tanımlamıştık. Bu dört sütunun temelini ise insanın, bilimin ve kurumların oluşturduğunu belirtmiştik. Temel bir zihniyet değişimi üzerinden Türkiye’nin geleceğini hep birlikte inşa etme çağrısı yapmıştık.
50. yılımız için yapmış olduğumuz bu çalışmayı cumhuriyetimizin 100. Yılında bir adım öteye taşıdık. İkinci yüzyılımıza girerken, “Şimdi, söyleşme zamanı” dedik, çalıştay dizisi projemizi başlattık. Çalıştay dizimizde farklı görüşlerden, kesimlerden temsilcilerin katılımıyla, dünü bugüne, bugünü de ortak geleceğimize bağlayacak soruların cevabını aradık.
Bunun için 8 çalıştay ve bir yuvarlak masa toplantısı düzenledik. Bu 9 toplantı 5 farklı şehirde proje eş koordinatörlerimiz ve çalıştay moderatörlerimizin yönetiminde gerçekleştirildi. Bu toplantılara farklı siyasal düşüncelerden, tecrübelerden, mesleklerden, uzmanlıklardan bir dizi fikir ve eylem insanını davet ettik. Aralarında sivil toplum üyeleri, akademisyenler, uzmanlar, iş insanları, sendika temsilcileri, çiftçiler, hukukçular, aktivistler, gazeteciler, sanatçılar ve geçmişte görev yapmış siyaset, kamu ve diplomasi temsilcilerinin bulunduğu toplam 224 katılımcı görüşlerini paylaştı.
Burada amacımız Türkiye’deki tüm pozisyonların aritmetik temsilini çalıştaylara taşımak değildi. Niyetimiz ülkemizin meseleleri üzerine düşünen, yazan, konuşan düşünce ve eylem insanlarıyla söyleşmekti. Bu süreçte emeği geçen, başta proje koordinatörlerine, moderatörlere ve çalıştay katılımcılarına, çok teşekkür ediyoruz. Ben de bu toplantıların tamamına izleyici ve ev sahibi konumuyla katıldım, bazılarına Yönetim Kurulu üyelerimizden de katılım oldu. Farklı uzmanlık ve bakış açılarını bir araya getiren bu çalıştaylar çok derinlikli ve verimliydi.
Asıl amacı söyleşmek olan bu projede ülkemizin önündeki temel ikilemler dört temel soru altında ele alındı. İkinci yüzyılımıza girerken, Cumhuriyeti ve demokrasiyi birlikte nasıl güçlendireceğiz?, Küresel dönüşümlerde ulusal stratejimizi nasıl konumlandıracağız?, Refahı artırırken adil bölüşümü nasıl yapacağız?, Kalkınmayı sağlarken çevreyi nasıl koruyacağız?
Türkiye’nin yeni dönemde bu ikilemleri birbiriyle nasıl uyumlaştıracağı üzerine farklı kesimlerin beraber düşünmesi için bir zemin oluşturduk. Farklı çalıştaylarda ele alsak da aslında konuların birbirinden çok da ayrılamadığını gördük. Ekolojik krizin demokrasi krizinden, ekonomik krizin toplumsal krizden bağımsız düşünülemeyeceği berrak şekilde ortaya çıktı.
Sorunların çözümünün kural bazlı ve veriye dayalı yönetim sisteminden, katılımcılıktan, karar süreçlerine yerinden katılımın öneminden, kurumlar arasında iş birliği ve koordinasyonun güçlendirilmesinden geçtiğini gördük. Farklı boyutlarıyla da olsa, her bir toplantıda eşitlik, adalet, demokrasi ve kadın kavramlarının öne çıktığını, ele alınan tüm meselelerle ilişkilendirildiğini duyduk.
Zaten bildiğimiz bir noktayı bir kez daha hatırlayarak gururlandık. Her alanda, her düşünce yapısından, çok tecrübeli ve kıymetli, en önemlisi bilgisini iyi bir ortak gelecek için seferber etmeye hazır insanımız var. İkinci yüzyılımız için ihtiyaç duyacağımız politikaları en iyi şekilde tasarlayabiliriz. Bu konuda içimiz rahat olabilir.
Müsaadenizle dört konu başlığı altında konuşulanlardan en dikkat çekici bulduklarımızı sizlerle paylaşayım. Değerlendirmeye Refah ve Bölüşüm konusu ile başlayacağım. Refah ve Bölüşüm başlığında büyüme hızı, büyüyen pastadan kimin ne kadar pay aldığı, yoksulluğun derinliği ve gelir dağılımının adaletsizliği enine boyuna tartışıldı. Bu tartışmalar kalkınma yaklaşımımızda yeni bir bakış açısına ihtiyacımız olduğunu güçlü şekilde gösterdi.
Büyümenin nimetleri bütün topluma yayılmadığı sürece, salt yüksek büyüme hızları bizi hayalimizdeki Türkiye’ye taşımayacak. Sorun sadece gelir, tüketim ve servet eşitsizliklerinin yüksek olması değil. Birçok eşitsizlik iç içe geçiyor. Hayalimizdeki Türkiye’ye ulaşmak için bütün eşitsizlikleri; yani “Eğitim, toplumsal cinsiyet, dijital imkanlara erişim, özgürlüklerden faydalanma, ekolojik ve çevresel maliyetleri üstlenme, siyasi karar süreçlerine katılım, yargı ve hak arama” gibi çok çeşitli alanlardaki eşitsizliklerin hepsini çözmemiz gerekiyor.
Üstelik mevcut eğilimler eşitsizlik sorununun ileride daha derinleşebileceğinin işaretlerini veriyor. Bu riski azaltmak, bunun için de özellikle dijital ve yeşil dönüşüm konularında şimdiden hazırlık yapmak gerekiyor. Eşitsizliklerle mücadele etme sürecinde sorunları doğru teşhis etmeliyiz. Bunun için veriye ihtiyacımız var. Oysa çeşitli toplum kesimlerini içeren birçok alt alanda yeterli veri olmadığı çokça konuşuldu.
Veriye erişim olmayınca aslında yakıcı olan birçok mesele görünmez oluyor. Benim çok sevdiğim bir söz vardır Bilmediğiniz bir şeyi yönetemezsiniz. Sorunun adı konulamayınca, haliyle çözümü de olmuyor.
Çalıştaylar dizisindeki bir diğer başlık Çevre ve Kalkınma idi. Bu başlığın en önemli çıktısı Türkiye’nin yaklaşımını değiştirmesi, iklim değişikliğiyle mücadele konusundaki gayretlerini artırması gerektiği. Çevre hakkının insan hakları çerçevesinde ele alınması gerektiği de vurgulandı. Doğru çevre ve iklim politikalarının geliştirilmesi ve uygulanması için insan haklarına saygılı bir kamu idaresi ve toplumsal yaşamın önemli olduğunu, ayrıca, yeşil dönüşüm konusunda iş dünyasına yönelik beklentileri duyduk.
Türkiye’de iklim krizi ile mücadelenin gelir kaybına neden olacağı ve kalkınma hedefleriyle çelişeceği kanısı yaygın. Oysa geleceğe baktığımızda yüksek enerji ve karbon yoğunluklu üretim yapısı rekabet gücümüz açısından sorun yaratacak. Yatırım kararları ve sektörel politikalarda karbona kilitlenmeyecek şekilde planlamaya öncelik vermek
gerekiyor.
Araştırmalar Türkiye’nin yenilenebilir enerji kaynaklarına geçmesi, enerji verimliliğini değer zincirinde artırması ve yeşil dönüşüme yönelmesiyle enerji güvenliğinin iyileşmesinin yanısıra, ekonomimiz açısından da büyük fırsatlar olduğunu gösteriyor. Yirmi birinci yüzyıla yeşil dönüşüm damga vuracak. Bu yüzden iklim değişikliğiyle mücadele yeni bir kalkınma modeli için olduğu kadar, Türkiye’nin dış politikadaki konumunun güçlenmesi açısından da önemli.
Cumhuriyet ve Demokrasi çalıştaylarında eşitliğin ve adaletin altını çizen, yeni bir gelecek inşa etme ihtiyacı güçlü biçimde ifade edildi. Türkiye’nin cumhuriyet ve demokrasi tecrübesinin muhasebesi yapıldı. Kazanımların yanı sıra eksiklikler de dile getirildi. Cumhuriyetimizin; egemenliğin ulusa devri, eşit vatandaşlık, eğitim ve fırsat eşitliği, kurumsallaşma, laiklik, kadın hakları gibi çok önemli kazanımları var.
Cumhuriyetin en önemli kazanımlarından laiklik konusunda geniş bir sahiplenme olduğunu da gördük. Çalıştaylarımızda farklı görüşlerden katılımcıların laikliği; cinsiyet eşitliği, eğitim, demokrasi ve eşit vatandaşlık ile ilişkilendirmesi dikkatimizi çekti. Öte yandan, Cumhuriyetin tüm siyasal, ekonomik ve kurumsal gelişmelere rağmen, istikrarlı bir demokrasi niteliği kazanamaması sorgulandı.
Siyasal hayata katılım kanallarının açıklığı, haklar ve özgürlükler, hukukun üstünlüğü, denge ve denetleme mekanizmaları gibi başlıklardaki kazanımların kısıtlılığı konusunda çalıştaylarda genel bir kanı olduğunu gördük. Dil, din, ırk, etnik köken, cinsiyet ayrımı olmadan, her yurttaşın eşitliği konusunda yol almamız gerektiğini duyduk. Birey-devlet, toplum-devlet ilişkileri üzerine yeniden düşünmek gerekiyor.
“Farklılıklarla bir arada yaşama farkındalığı”, yani farklı kimlik ve fikir gruplarının varlığı ile ilgili farkındalığın, geçmişe göre daha iyi düzeyde olduğunu gözlemledik. Ortak geleceğimiz için cumhuriyet ve demokrasiyi daha güçlü şekilde bütünleştirmeye ihtiyacımız olduğunu anladık.
Tespitlerde yakalanan mutabakatın konu çözüme gelince hiç de kolay olmadığını gördük. Hayallerimiz ortak; ama hayallere giden yollar çok çeşitli! Fakat zor konuları bile soğukkanlılıkla, karşılıklı saygı içinde konuşma olgunluğunda olduğumuzu görüp umutlandık.
Küresel Dönüşüm ve Ulusal Strateji çalıştaylarında Türkiye’nin ulusal stratejisini, yeni bir bakış açısıyla ele alması gereği ortaya çıktı. Dünyadaki güçler dengesi değişimini, Batının değişen gücünü, ABD-Çin rekabetini, yeni küresel aktörlerin yükselişini, artan bölgeselleşme eğilimini ve kural bazlı uluslararası sistemin yeniden şekillenmesini dikkatle takip etmeliyiz.
Bu süreçler Türkiye için hem fırsatlar, hem de riskler barındırıyor. Çalıştaylarda Türkiye’nin iç bölünmelerinin dış politikasına yansıdığı ve kimlik temelli değerlendirmelerin dış politikayı etkilediği tartışıldı. Dış politikada Türkiye’nin ekonomik refahını artırma hedefinin gözetilmesi konusunda bir uzlaşı olduğunu gördük.
İklim, enerji, teknoloji ve göç önemli küresel gündemler olarak tartışıldı. Tartışılan konulardan birisi Türkiye’nin içinde yer aldığı ittifak sistemiydi. Türkiye’nin ittifaklara dahil olma biçimleri ve stratejik özerkliği ile ilgili katılımcıların görüşleri farklılaşsa da, temel uzlaşı Türkiye’nin mevcut ittifaklarından vazgeçmemesi noktasındaydı.
Dünyadaki çoklu kriz ortamında Avrupa ile ilişkilerin daha da önem kazandığı çalıştaylarımızda değinilen bir diğer konuydu. Nitekim, biz de geçtiğimiz haftalarda Yönetim Kurulu olarak Brüksel ve Berlin’de bir dizi üst düzey temas gerçekleştirdik.
Başta Avrupa Parlamentosu, AB Komisyonu ve Almanya’daki muadil örgütümüz olmak üzere, yaptığımız tüm temaslarda AB-Türkiye Gümrük Birliği’nin güncellenmesini vurguladık. Türkiye’nin AB entegrasyon sürecinin korunması gereğinin altını çizdik.
Geçen hafta açıklanan AB-Türkiye Siyasi, Ekonomik, Ticari İlişkilerin Durumu raporu uzun bir aradan sonra AB’nin yaklaşım değiştirme kararının önemli bir yansıması oldu. Belli ki, giderek karmaşıklaşan, zorlaşan jeopolitik ortam; AB’nin güvenliğini güçlendirme arayışları çerçevesinde, Türkiye-AB ilişkilerinde olumlu bir etki yaratmış durumda.
Küresel gelişmeler Türkiye ve AB’yi birbirine doğru itiyor. İki taraf için de diğerinin vazgeçilmezliği daha iyi ortaya çıkıyor. Bu raporla birlikte AB-Türkiye ilişkilerinin tüm alanlarda güven ve uzlaşı temelinde gelişmesini bekliyoruz. Umuyorum ki, açılan fırsat penceresini karşılıklı olarak iyi değerlendirebiliriz.
Bu vesileyle, İsrail’in Gazze’de sürdürdüğü saldırıların karşısında duyduğumuz derin üzüntüyü tekrar ifade etmek isterim. Sivil kayıpları önlemek için başlatılan girişimlerin bir an önce sonuçlanarak, kalıcı ateşkese ulaşılmasını
temenni ediyoruz.
Konuşmamın sonunda çalıştaylarımızda sorduğumuz dört soruya geri dönmek istiyorum. “Cumhuriyeti ve demokrasiyi birlikte nasıl güçlendireceğiz? Küresel dönüşümlerde ulusal stratejimizi nasıl konumlandıracağız? Refahı artırırken, adil bölüşümü nasıl yapacağız? Kalkınmayı sağlarken, çevreyi nasıl koruyacağız?
Konuşmak gereken çok fazla konu, her konunun çok fazla ayrıntısı, her ayrıntının çok fazla tarafı var. Üstelik hepsi birbirini ilgilendiriyor. Yani işimiz çok zor ve çetrefilli. Bakış açımızda radikal değişim şart. Bakış açışımızı değiştirdiğimizde göreceğiz ki, zor sorunlar kolaylaşacak.
Çünkü birinin çözümü, diğerlerini de çözüme yaklaştıracak. Biz biliyoruz ki, sorunları çözmek için ihtiyaç duyduğumuz akla, bilgiye ve tecrübeye sahibiz. Tecrübeliyiz. Yüz yılın birikimine dayanıyoruz. Bilgeyiz. Kimlik farklılıkları bizi ayrıştırmaz. Farklılıklarımız ortak gelecek hayalimizi zenginleştirir. Ferasetimiz var. Kazanımlarımızı olduğu kadar eksikliklerimizi de biliriz.
Coğrafyamız bir ateş çemberine dönmüşken, dünyada çok çeşitli savrulmalar yaşanıyorken, bir yüz yıl önce yazmıştık, yine destan yazabiliriz Biz ülkemizin potansiyelinin çok yüksek olduğuna inanıyoruz. Bu potansiyeli harekete geçirmek için azimliyiz, kararlıyız.
Bu noktada iktidarıyla, muhalefetiyle, tüm siyasi aktörlere bir çağrı yapmak istiyorum. Bütün kazanımlarımızı üst üste koyalım, kilitleri açalım, çözüm için yeni yollar bulalım. Bunun için gereken tartışma ve uzlaşma zeminini sağlama sorumluluğu siyaset kurumuna düşüyor. Gelin, ikinci yüzyılımızda ihtiyaç duyduğumuz sıçrama için demokratik tartışma ve toplumsal diyalog kapılarını açalım! Sözlerime burada son veriyor, dikkatiniz için hepinize teşekkür ediyorum.”