OECD Ülkeleri Arasında En Fazla Çalışmayan Ve Okumayan Genç Türkiye’de

Yapılan araştırmalara göre ne çalışan ne okuyan gençlerin OECD ortalaması yüzde 12,8 iken, Türkiye’de bu oran yüzde 25 civarında. OECD verilerine göre; Türkiye’de yükseköğretim mezunlarının 75’inin istihdama katılma süresi 4-5 yıl sürüyor. 

Yurttaşlar ekonomik krizle cebelleşirken, işsizlik de en büyük sorunlardan birisi olmaya devam ediyor. AKP iktidarları döneminde Cumhuriyet tarihinin rekor seviyesine ulaşan genç işsizlik, hemen her yıl Türkiye’nin en yakıcı sorunları arasında yer aldı.

Birgün’den Mustafa Bildircin’in haberine göre, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “İsteyen herkese iş var” dese de, gerçekler bambaşka. Krizle birlikte istihdamın dışına itilen ve seçeneksiz bırakılan gençler çareyi Mesleki Eğitim Kursları’nda aramak zorunda kaldı. İŞKUR’un 2021 yılına yönelik verileri de olumsuz tabloyu ortaya koydu.

2021 yılında İŞKUR’da, 5 bin 27 mesleki eğitim kursu düzenlendi. Kurslara, yüzde 72’si kadın olmak üzere toplam 101 bin 501 kişi katıldı. 2021 yılında kursiyerler en fazla, “İstihdam Garantili” kurslardan yararlandı. İstihdam garantili mesleki eğitim kurslarına katılanların oranı toplam kursiyerlerin yüzde 56’sını oluşturdu.

2021 yılında en çok mesleki eğitim kursiyeri olan meslekler de belli oldu. Toplam 14 bin 927 kursiyer ile “Dokuma Konfeksiyon Makineci” mesleği ilk sırada yer alırken “Kadın Giyim Modelist Yardımcısı” mesleğinin 5 bin 271 kursiyerle ikinci, “Düz Dikiş Makineci” mesleğinin de 2 bin 771 kursiyer ile üçüncü sırada yer aldığı belirtildi. Müşteri hizmetlisi görevlisi olmak için İŞKUR’a başvuranların sayısının ise 2 bin 447 olduğu bildirildi.

Mesleki eğitim kurslarından yararlananların öğrenim durumları da paylaşıldı. Erdoğan’ın, “Her üniversite bitiren iş bulacak diye bir şey yok” sözlerini anımsatan verilere göre, İŞKUR’un mesleki eğitim merkezlerine 2021 yılında 17 bin 61 üniversite mezunu başvurdu.

OECD ülkeleri arasında en fazla çalışmayan ve okumayan genç sayısı Türkiye’de

Türkiye’de yaklaşık 3 milyon civarında ne çalışan ne de okuyan genç olduğu tahmin ediliyor. OECD ülkeleri arasında en fazla çalışmayan ve okumayan genç sayısı Türkiye’de. Yaşları 15-24 arasında değişen ve gelecek kaygısı yaşayan gençler, koronavirüsün patlak vermesiyle istihdamdan daha derin bir şekilde etkilendi.

Yapılan araştırmalara göre ne çalışan ne okuyan gençlerin OECD ortalaması yüzde 12,8 iken, Türkiye’de bu oran yüzde 25 civarında. OECD verilerine göre; Türkiye’de yükseköğretim mezunlarının 75’inin istihdama katılma süresi 4-5 yıl sürüyor. Bu da gençlerin iş bulmaktan ümidini kesmesine ya da yurt dışına giderek, yeni bir hayat kurmaya çalışmasına neden oluyor.

Paylaşın

Türkiye, OECD Ülkeleri Arasında Çocuk Yoksulluğunda İlk Sırada

Türkiye, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD) ülkeleri arasında çocuk yoksulluğunda ilk sırada. Okula aç giden çocuk sayısı artarken, acil ücretsiz okul beslenme programı çağrısı yapılıyor.

Son dönemde çok hızlı artan yoksullaşma Türkiye’de önce en hassas durumdaki çocukları vuruyor. Türkiye bugün yüzde 22.7’lik oranla çocukların en yoksul olduğu Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD) üyesi ülke.

Dünya Bankası tahminlerine göre gıda enflasyonundaki her 1 puanlık artış, dünya genelinde derin yoksul sayısını 10 milyon kişi artırıyor. Türk-İş verilerine göre mart itibarıyla son bir yılda Türkiye’de gıda fiyatlarının yüzde 76.4 arttığı dikkate alındığında durumun vehameti ortaya çıkıyor.

Sözcü gazetesinin haberine göre; Türkiye’de bugün her 5 çocuktan biri derin yoksulluk sorunları ile yüzleşiyor, yeterli ve besleyici gıdaya ulaşamıyor. Bu noktada yapılacak en acil eylemin, bir an önce okullarda kamunun öğle yemeği hizmeti sunması olduğu belirtiliyor.

“Okul yemeği uygulaması başlatılmalı”

CHP Yoksulluk Dayanışma Ofisi Koordinatörü Hacer Foggo, “2019 yılından beri Milli Eğitim Bakanlığı başlattık başlatıyoruz diyor ama bir gelişme yok. Sağlık Bakanlığı okullarda ücretsiz beslenme programını 2020 için planlıyordu ancak bir türlü hayata geçiremedi.

Fakirliğin yoğunlaştığı bölgelerden başlanarak bir an önce okul yemeği uygulaması başlatılmalı, gıdaya erişemeyen milyonlarca çocuk bu sayede en azından günde bir kez yeterli bir besin alabilmeli. Dayanışmanın da bittiği bir döneme girdik çünkü komşu da aç” ifadesini kullandı.

Son dönemde özellikle yoksulluğun arttığı bölgelerde çocuklar okula aç gidiyor. Evinde yeterli beslenemeyen çocuğun hiç değilse okulda sağlıklı beslenmeye ulaşması gerektiğini vurgulayan Hacer Foggo, “Yetersiz beslenme beyin hücrelerinin gelişimini, büyümeyi durdurur. Açlık çeken çocuklar okula odaklanamazlar. Bu nedenle bir an önce okullarda ücretsiz beslenme programları hayata geçirilmeli” dedi.

Paylaşın

‘Devlet Garantili Projeler’ Bütçeyi Rehin Aldı

Türkiye’de, hızlı artan enflasyon ve pahalılık son dönemde maaş ve gelirleri eritti. Ancak hükümet asgari ücret artışına kapıyı kapatmanın yanı sıra emeklilerin bayram ikramiyesine de enflasyon zammı yapmadı.

Nedeni ise ödenecek enflasyon farkına bütçeden kaynak ayrılamaması. Peki bu kaynak gerçekten bulunamaz mı?

İktisatçılar kamu özel iş birliği projelerine verilen garantilere dikkat çekiyor. Buna göre kamu kaynaklarının nereye aktarılacağı bir tercih meselesi. İktidarın bu noktadaki tercihi ise “verimsiz” projelerden yana.

Türkiye’de kamu özel iş birliği projelerine verilen garantiler önemli tartışma konularından biri.

Toplam yük 153 milyar dolar

Şehir merkezinden uzak hastaneler, yeterli sayıda yolcunun kullanmadığı havalimanları, araç sayısı öngörülenden oldukça az olan köprü ve otoyollar…

Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı’na (TEPAV) göre hükümet, havalimanı projelerine 7,3 milyar, otoyol ve köprü projelerine 32,1 milyar, şehir hastanelerine 78,2 milyar, Akkuyu Nükleer Santrali için ise 35 milyar dolarlık gelir garantisi sağlamış durumda. Kamu özel iş birliği projelerine verilen gelir garantilerinin bütçede oluşturduğu toplam yük yaklaşık 153 milyar dolar.

Osmangazi Köprüsü’nde 40 bin, Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nde 135 bin, Çanakkale Köprüsü’nde 45 bin araç geçiş garantisi bulunuyor.

DW Türkçe’den Pelin Ünker’e konuşan Devlet Planlama Teşkilatı eski uzmanı Prof. Dr. Uğur Emek, yapılan köprü ve otoyollarda gerçekleşen gelirlerin garanti edilenin altında kaldığına işaret ediyor: “Bu yolların, köprülerin kullanılmadığını görüyoruz. Çünkü yanı başında bedava devlet yolu var.”

Sayıştay’ın tespitlerine göre, 2020 yılında Avrasya Tüneli için 25 milyon 376 bin 878 araç geçiş garantisi verilmişti. Ancak geçen araç sayısı 12 milyon 609 bin 103’te kaldı. Devletin kasasından tüneli işleten şirkete 456 milyon 310 bin TL ödeme yapıldı.

“Test yapılsa ödenemeyeceği görülürdü”

Uğur Emek, Osmangazi Köprüsü’nün ücretinin yapılan sözleşmeye göre 668 lira olduğunu söylüyor. Köprüden geçişi teşvik etmek için ücretin 184,5 liraya düşürüldüğünü ifade eden Emek, aradaki 483,5 liralık farkın bütçeden karşılandığını belirtiyor.

Emek, “Asgari ücretin 4 bin 250 lira olduğu bir ülkede İstanbul’dan çıkıp Gebze’ye İzmir, Bursa, Orhangazi, Balıkesir, Savaştepe’ye, İzmir’e gittiğiniz zaman o projede 1065 lira tek yönlü ödeme yapmanız gerekiyor sözleşmeye göre. Geri dönüşte 1065 daha yapacaksınız. Size yapar mı 2130 lira. Zamanla gördük ki bu ödenemez. Test yapılmış olsaydı ödenemeyeceğini önceden görecektik” diyor.

Ulaştırma Bakanı Adil Karaismailoğlu mart sonunda hükümetin günlük 45 bin araç geçiş garantisi verdiği Çanakkale Köprüsü’nden bir günde 6 bin araç geçtiğini açıkladı. Prof. Emek, Çanakkale Köprüsü için de sözleşmede belirlenen 285 liralık geçiş ücretinin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından 200 lira olarak açıklandığını hatırlatıyor. Buradan da geçiş başına 85 lira devletin kasasından ödeniyor.

Fazladan 750 milyon euro ödendi

Karayolları Genel Müdürlüğü’nün bütçesinin yüzde 65’inin garanti ödemelerine ayrıldığına işaret eden Uğur Emek, Çanakkale Köprüsü ile ilgili ise önemli bir detaya dikkat çekiyor.

Emek, köprüyü 2023 metre yapmak için fazladan 513 metre uzatıldığını söylüyor: “Çanakkale köprüsünü yapmak 1960 yılından beri bu işletmecinin hayaliymiş. Ama onun hayalindeki proje, ki bunu yurt dışı kongrelerde falan sunmuşlar, 1510 metreymiş. Niye 2023 metre yapıyorsunuz? Cumhuriyet’in 100’üncü yılına denk geliyor, ne olacak öyle yapılsa diyorlar. Efendim o 1510 metreyle 2023 metreyi karşılaştığımızda arada yüzde 25 fark var. Köprünün maliyeti 3 milyar euro diyorsunuz. O zaman 750 milyon euroyu biz gösteriş için sokağa atmışız.”

“Çanakkale Köprüsü’nün bana ne faydası var?”

Bir projenin ulusal ekonomiye faydası varsa bu projeye ilişkin kaynağın vergi mükelleflerinden sağlanabileceğini vurgulayan Emek, “Sosyal kapital için eğitimli insana ihtiyacımız var. O zaman Türkiye’deki eğitim sisteminin finansmanını biz karşılayacağız. Sağlıklı insana ihtiyacımız var mı? Buna kimse itiraz edemeyecek. Hep beraber 84 milyon bunu ödeyeceğiz. Bunu adalet için de sayabilirim, güvenlik için de. Çanakkale Köprüsü’nün bana ne faydası var? Birisi bana söylesin. Ben niye ödüyorum?” diye konuşuyor.

Havalimanlarına verilen garantiler

Köprü ve otoyolların yanı sıra havalimanlarında da uçuş garantilerine ulaşılamaması nedeniyle; şirketlere 2015’te 42, 2016’da 47.4, 2017’de 60, 2018’de 65, 2019’da 133, 2020’de 172 milyon dolar garanti ödemesi yapıldı.

Kütahya, Afyon ve Uşak illerine hizmet vermek üzere 2012’de açılan Zafer Havalimanı da zarar etmeye devam ediyor. CHP Zonguldak Milletvekili Deniz Yavuzyılmaz’ın CİMER’den aldığı yanıtlara göre, yolcu garantisi ile yapılan havalimanını işleten şirkete 2012-2022 yılları arasında 53 milyon 982 bin euro garanti ödemesi yapıldı. Yılın ilk üç ayında şirkete ödenecek garanti tutarı 1 milyon 734 bin 972 euroyu buldu. Bu rakam güncel kurla 27,5 milyon lirayı geçiyor.

Şehir Hastaneleri’nin payı 

Uğur Emek, Sağlık Bakanlığı’nın bütçesinin yüzde 25’inin de şehir hastaneleri için ayrıldığına dikkat çekiyor. Bütçenin garantilerle doldurulduğunu söyleyen Emek, sağlık harcamalarının milli gelirdeki payının 3.8’e düştüğüne işaret ediyor.

Prof. Dr. Emek, “Çalışan devlet hastanelerini kapatıyorsunuz. Onun yerine şehir dışında bir hastane yapıyorsunuz. Şimdi bunun bir rasyonelliği olabilir mi” ifadelerini kullanıyor.

“Kaynak verimsiz projelere aktarılıyor”

Sınırlı kaynakların özenli kullanılması gerektiğine işaret eden Emek, “Önceliklendirme çok önemli. Birincisi, verimsiz projeye para aktarıyorsanız, öncelikle verimsiz olduğu için kötü bir projeye para aktarmış olursunuz. İkincisi de daha iyi bir projeden vazgeçmiş olursunuz. İki tane kötülük var burada” diyor.

Peki bu kaynaklar çalışanlar ve emekli için kullanılamaz mı?

Enflasyondaki hızlı yükselişe rağmen asgari ücret artışına gitmeyen hükümet, emeklinin bayram ikramiyesine de zam yapmadı.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Bilgin, 19 Nisan’da yaptığı açıklamada, “Bayram ikramiyelerine yönelik artış gündemimizde yok. 28-29 Nisan’da ödemeler yapılacak. İki bayramda maliyet 25 milyar lira seviyesinde. Emeklilere 1100 lira ödenecek” dedi.

“Asgari ücretin 5 bin liraya çıkması mümkün”

Çalışma ekonomisi uzmanı Prof. Dr. Aziz Çelik, bütçeden sermaye destekleri için ayrılabilen kaynakların, emekliler için ya da asgari ücretin üzerindeki prim yükünü azaltmak için kullanılabileceğine dikkat çekiyor.

Çelik’e göre devlet, emekli aylık ve gelirlerinin artırılması için Sosyal Güvenlik Kurumu’na bütçeden kaynak aktarabilir. Sosyal Güvenlik Kurumu da emeklilere daha iyi bir aylık ve bayram ikramiyesi ödeyebilir.

Sosyal güvenlik prim ödemelerinde işverenlerin yüzde 5’lik payının devlet tarafından karşılandığını belirten Çelik, son 10 yılda bütçeden işverenlere aktarılan sigorta primi desteğinin 174 milyar lirayı bulduğunu söylüyor. Sadece 2021 yılında aktarılan 25 milyar TL’nin bütçenin yaklaşık yüzde 2’sine karşılık geldiğine dikkat çekiyor.

“İşverene nasıl prim desteği sağlanıyorsa asgari ücretli üzerindeki sigorta primi yükü de Hazine tarafından ya da bütçeden karşılanabilir” diyen Çelik’e göre bu şekilde 4 bin 250 lira için olan asgari ücretin hiçbir zam yapılmadan 5 bin lira olabilmesi mümkün.

Bayram ikramiyesi 2 bin lira olabilirdi

Son dönemin önde gelen tartışma konularından biri de kur korumalı mevduatlar. Düzenlemeye göre şirketler ve kurumlar, döviz ya da altın hesaplarını, kur üzerinden Türk Lirası mevduatlara çevirebiliyor. TL’nin dövize karşı düşüşünün banka faiz oranlarını aşması durumunda ise bu kurum ve şirketlerin uğradığı zararlar telafi ediliyor. Ancak düzenleme yüksek gelir grubuna servet transferi yapıldığı yönünde eleştiriliyor.

Aziz Çelik, kur korumalı mevduat hesapları için bütçeden sadece mart ayında 11,7 milyar liralık kaynak aktarıldığına işaret ediyor.

Türkiye’de 13,6 milyon emekli bulunduğunu belirten Çelik, “11,7 milyar lira bayram ikramiyesine aktarılsaydı, emekliye 856 lira daha ödenebilecek ve bayram ikramiyesi 1956 liraya ulaşacaktı” diyor.

“Kaynak başka yerde kullanılıyor”

Aziz Çelik’e göre, kur garantili mevduat sahipleri, araç garantili köprüler, yollar ve hasta garantili hastanelere verilen destekler ciddi bir yük oluşturmalarının yanı sıra bütçede kaynak olduğunun da bir işareti: “Yani kaynak var mı? Evet, kaynak var ama kaynak başka yerlere kullanılıyor.”

İktisatçılara göre, iktidarın bütçe planlamasındaki tercihleri nedeniyle, geniş halk kesimlerinden alınan vergilerle elde edilen kamu kaynakları, sermaye ve yüksek gelir gruplarına aktarılıyor.

Türkiye’de 1986-2020 yılları arasında imzalanan 252 adet kamu özel iş birliği sözleşmesinin yüzde 70’i 2003 yılından sonrasına ait.

Paylaşın

Kredi Büyüme Hızı Yüzde 45’i Aştı

Tüketici kredileri ve ticari krediler belli bir süredir artış trendinde. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun (BDDK) verilerine göre kredi büyüme hızındaki yükseliş geçen hafta da devam etti.

Bloomberg HT’nin haberinde 13 haftalık, yıllıklandırılmış ve kur etkisinden arındırılmış kredi büyüme hızının yüzde 45’i aştığı belirtildi. Bu da kredilerde Temmuz 2020’den beri ilk defa bu kadar hızlı bir büyümenin kaydedilmesi demek.

Bunun iki temel nedeni var: Alım gücünün düşmesi ve enflasyonun yüksek olması.

BBC Türkçe’den Özge Özdemir’in haberine göre, Marmara Üniversitesi İşletme Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Burak Arzova, alım gücünün düşmesiyle insanların hayatlarını idame ettirebilecekleri gelirlerinin azaldığını vurguluyor.

Arzova’ya göre geliri düşen vatandaşlar, bunun bir kısmını kredi kartlarıyla bir kısmını da tüketici kredileriyle idare etmeye çalışıyor.

İkinci olarak enflasyona karşı gelirini korumak isteyenler de kredilere koşuyor.

Konut fiyatlarının yükselmesiyle konutun da bir yatırım aracı olmaktan çıktığını söyleyen Arzova, insanların enflasyona karşı bütçelerini korumak için gelecekte yapmayı planladığı alışverişlerini bugünden gerçekleştirdiğini anlatıyor:

“Otomobil, televizyon, buzdolabı gibi hangi varlık söz konusuysa yarın bunun fiyatı artar diye insanlar bugünden almaya çalışıyor.”

“Tasarruf etmektense parayı harcamak mantıklı”

Spinn Danışmanlık Kurucu Ortağı Özlem Derici Şengül, alım gücündeki düşüşün kredi kullanmaya mecbur bıraktığını söylüyor:

“Enflasyonun yarattığı talebi öne çekmek söz konusu, tasarruf etmektense parayı harcamak mantıklı.”

BDDK’nın verilerine göre tüketici kredileri tutarı 15 Nisan itibarıyla 810 milyar TL’ye çıktı.

Bu kredilerin 315 milyar TL’si konut, 16 milyar TL’si taşıt ve 479 milyar TL’si ihtiyaç kredisi.

Ekonomist Derici, ekonomi politikalarının da kredi artışını körüklediği görüşünde.

Derici, daha önce nereye gittiği belli olmayan kredilerin önünü kesmek için büyük yatırım projelerine ya da katma değerli projelere kredi verilmesi için hedef odaklı kredi politikasına geçildiğini, ancak son dönemde bunun değiştiğini aktarıyor.

Derici’ye göre yine büyümenin krediyle pompalandığı bir döneme girilmesi söz konusu.

“Kredi ile borçları enflasyona ödetiyorlar”

15 Nisan haftasında ticari kredilerdeki artış yüzde 50’e yaklaştı.

Bankacılık sektörünün toplam kredi hacmi ise 5 trilyon 525 milyar TL’ye çıktı.

“Avrupa ülkeleriyle kıyasladığımızda hem hanehalkı hem şirketler açısından borçluluk görece daha düşük” diyen ekonomist Arzova’ya göre Türkiye, kredi hızı büyümesinde henüz tehlikeli bir bölgede değil.

Arzova, üretim enflasyonunun yüksek olduğu yerde şirketlerin TL kredi ile borçlanmasının da mantıklı olduğu görüşünde:

“Kredilerin faizinin olması gereken yer bu değil. O yüzden şirketler burada akıllıca bir şey yapıyor. Kredi taksitleri ile borçlarını enflasyona ödetiyorlar.”

Mart ayında üretici enflasyonu yüzde 114 olarak gerçekleşti.

Tüketici enflasyonu ise yüzde 61 oldu.

Ancak bir yandan da tüketici kredilerinin ve ticari kredilerin artması, olumsuz bir döngünün başladığına işaret.

Kredilerin artmasıyla enflasyon yükselişi tetikleniyor, yarın yapılacak tüketim bugüne çekiliyor, böylece yarın tüketim azaldığında şirketlerin üretim yapması zorlanıyor.

Kredi büyüme hızı ne kadar olmalı?

2008’deki küresel finansal krizin ardından Merkez Bankası, 2013 yılında yayımladığı bir raporunda orta vadede ortalama yüzde 15 civarında bir yıllık kredi büyümesinin makul ve sağlıklı olabileceğini açıklamıştı.

2013’te kredilerdeki büyümenin yüzde 40’a yaklaştığı dönemler olmuştu.

O yıl ekonomik büyüme ise yüzde 4 oranındaydı.

O dönem bilinçli olarak kredi büyümesinin durdurulmasının amaçlandığını ve bu yüzden taksitlere sınırlama getirildiğini hatırlatan Derici’ye göre bugün için en tehlikeli durum hanehalklarının borçlandırılması.

Bu yüzden asıl yapılması gerekenin enflasyonla mücadele olduğunu vurgulayan Derici, “Şu an ekonomi politikasında bir tane bile enflasyonla mücadele adımı yok” diyor.

Arzova da ileride önce tüketimin sonra üretimin yavaşlamasıyla istihdam kayıplarının ve borcu ödeyememe durumlarının yaşanabileceğine dikkati çekiyor:

“Şirketler daha düşük hızda çalışmaya başladıkları zaman istihdam kayıpları yaşanacak. Böylece insanlar işsiz kalabilecek ve bu borcu ödeyemeyecek hale gelecekler. O yüzden bu döngüye girerken yüzdelerin bu kadar yüksek olmaması gerek. Hanehalkının borçlu olması çok istenen bir durum değildir.”

Paylaşın

Suriyelilerin Bayram İzni Kısıtlandı

Son dönemde siyasetin sıcak başlıkları arasında yer alan Suriyeli göçmenlere ilişkin yeni bir gelişme yaşandı. İçişleri Bakanlığı’nın kararı sonrası sınır kapılarından sadece cenaze mazereti bildirenler ile Suriye’ye kesin dönüş yapmak isteyenlerin geçişine izin veriliyor.

Suriye’de 2011’de başlayan iç savaşın ardından milyonlarca Suriyeli, evlerini terk ederek Türkiye’ye sığındı. Bu süreçte bazı Suriyeliler, güvenli hale getirilen bölgelere, dini bayramlarda izin alarak gidip gelmeye başladı. Sınır illerdeki valiliklere başvuru yaparak izin alan Suriyeliler, özellikle Azez, Cerablus, El Bab, Mare ve Soran bölgelerindeki yakınlarına gidebilme imkanına kavuştu.

Bu yıl da Ramazan Bayramı’nı ülkelerinde geçirmek isteyen çok sayıda Suriyeli, Kilis Valiliği’ne internetten başvuruda bulundu. Başvuruları onaylanan, 18-29 Nisan arasında Öncüpınar ve Çobanbey sınır kapılarından ülkelerine geçecek Suriyeliler için hazırlık tamamlandı. 18- 19 Nisan’da sınır kapılarına giden 2 bin Suriyeli, işlemlerini yaptırarak ülkelerine geçiş yaptı ancak 19 Nisan’da İçişleri Bakanlığı’nın kararı ile Suriyelilerin geçişlerinin kısıtlandığı açıklandı.

Cenazesi olana 3 gün izin

Online başvuru yapan ve ülkesine geçmek için sınır kapılarına gidenler, görevlilerce bakanlık kararı anlatılarak geri gönderiliyor. Sadece cenaze mazereti bildirenlerin geçişine izin veriliyor. Bu 3 günlük iznin de gidilen bölgedeki yerel meclis ve güvenlik birimlerince onaylı olması şartı aranıyor.

Bayramlarda daha önce Suriye’ye gidenler, 2 ila 5 ay süreyle ülkelerinde kalma hakkı elde etmişti. Sınır kapılarında, ülkesine kesin dönüş yapmak için gitmek isteyenlere de izin veriliyor. Kesin dönüş yapan Suriyelilere form imzalatılıyor, ardından da ülkelerine gitmeleri sağlanıyor.

Paylaşın

En Büyük 20 Ekonomi Listesinde Yerini Kaybeden Türkiye Kaçıncı Sırada?

Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’nın verilerine göre 2021’de, Türkiye en büyük ilk 20 ekonomi içerisinden çıkarak 21. sıraya geriledi. İlk 20’nin yeni üyesi ise İran oldu.

Ülkelerin ekonomik güçleri Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH) büyüklüğü ve kişi başına düşen GSYH ile ölçülüyor.

Belirli bir dönem içinde üretilen bütün malların o yıla ilişkin ortalama piyasa fiyatları üzerinden toplanmasıyla GSYH, o miktarın nüfusa bölünmesi ile de kişi başına GSYH hesaplanıyor.

Gelişmeyle ilgili, ekonomist Mahfi Eğilmez kendi blog sitesindeki analizinde 2015 ve 2021 yılları karşılaştırması yaparak şunları yazdı:

“Son yedi yılda en ciddi değişiklikler olmuş, Türkiye ve Brezilya, son dönemde en fazla ivme kaybı yaşamış ülkeler olurken İran en yüksek çıkışı yakalamış ülke konumuna gelmiş görünüyor. Kişi başına gelir açısından Türkiye 2015 yılında 66’ıncı sıradayken 2021 yılında 78’inci sıraya gerilemiş görünüyor. Son 6 yılda Türkiye’nin hem GSYH hem de kişi başına gelir sıralamasındaki düşüşü son derecede çarpıcı.”

Ekonomideki bozulmayla ilgili olarak sığınılan dünyada da işlerin kötüye gittiği tezinin doğru olmadığını belirten Eğilmez tablolardaki ve kişi başına gelir sıralamasındaki düşüş ile bunun açık bir biçimde görüldüğünü kaydediyor.

Verilere göre İran, bu son yedi yılda ekonomisini üçe katladı. Eğilmez, Türk ekonomisindeki gidişatın kötü olduğunun açık olduğunu belirtirken kendisine İran ile ilgili gelen sorulara ise “İran’ın GSYH’si tartışmalı” şeklinde yanıt verdi.

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

Analiz: Sığınmacılar Siyasi Ve İktisadi Bir Sömürü Alanı Oldu

Mülteci ve göçmenlere dönük politikacılar tarafından kullanılan dil ve argümanlar göçmenlerin Türkiye’deki varlığını tartışılır hale getirdi. Ülkelerindeki iç savaştan kaçarak Türkiye’ye sığınan başta Suriyeliler olmak üzere milyonlarca göçmenin yeniden geri gönderilmesi, bayramlarda ailelerini ziyaret edebilenlerin ülkeye alınmaması kamuoyuna verilen siyasi mesajlardan sadece bir kaçı.

Türkiye’nin göç ve göçmenlere yönelik oluşturmaya çalıştığı koruma ve uyum programları; göçmenlerin topluma entegrasyonu siyasi söylemler bir yana, ekonomik kriz ve derinleşen işsizlikle birlikte daha çok sorgulanıyor. Türkiye’nin göç ve göçmenlere yönelik uyum politikaları başarılı mı? Uzmanlar euronews’e anlattı;

”Bir ülkede belirli bir refah seviyesi, eşit hak ve özgürlükler yoksa entegrasyondan bahsedilemez”

Göç üzerine çalışmalar yürüten Kadir Has Üniversitesi’nden Dr. Sibel Karadağ’a göre bir ülkede entegrasyon gibi bir kavramdan bahsedebilmek için o ülkede belirli bir refah seviyesi, eşit hak ve özgürlüklerin mevcudiyeti gerekli. Aksi halde, içi boş bir kavramdan bahsediliyor.

‘’En önemli hususlardan biri, Türkiye sığınmacı nüfusun çok katmanlı olduğu bir ülke. Geçici koruma statüsü altında 3.7 milyon Suriyeli, uluslararası koruma altında olan ve uydu kentlerde kayıt altında olan yaklaşık 400 bin kadar başka uyruklar var, onlar da yıllardır üçüncü ülkeye yerleştirilmeyi bekliyor. Bir de sayısını bilemediğimiz, düzensiz göçmen diye adlandırılan bir nüfus var. Bununla da bitmiyor mesele, kayıt olduğunuz ilde yaşama zorunluluğu var hem Suriyeli hem uluslararası koruma altında olanlar için, ancak bu fiiliyatta işlemiyor, insanlar çalışma izni olmadığından ve enformel sektörde istihdam edildiğinden nerede iş bulurlarsa mecburen o kente gidiyorlar, bu durumda de facto kayıtsız hale geliyorlar. Karşımızda, çok parçalı ve katmanlı bir olgu var.’’

Dr. Sibel Karadağ, Türkiye’nin 10 yıldır sığınmacı politikasını, geçicilik üzerine kurduğunu ve bu sayede manevra alanını genişletmeyi hedefleyen politikalar ürettiğini söylüyor.

‘’2018 yılında BMMYK’nın tüm süreçlerden çekilmesi ile de tek aktör Göç İdaresi Başkanlığı oldu. Sonrasında, göç politikalarına ilişkin verilere erişim ve denetleme neredeyse imkansız hale geldi. Yani, sığınmacı topluluklar, geçici statüde ya da kayıtsız oldukları ölçüde, her daim güvencesiz bir hayat sürmek zorunda oldukları ölçüde, daha ağır şartlarda çalıştırılabiliyor, yeri geldiğinde Edirne olayları örneğinde olduğu gibi Avrupa sınırına sürülebiliyor, yeri geldiğinde de gönüllü geri dönüş formu imzalatılarak geri gönderilebiliyor. Siyasi ve iktisadi konjonktüre göre değişen politikalar bu sayede daha kolaylıkla uygulanabiliyor. Türkiye’nin yıllardır sürdürdüğü politika tam olarak bu.’’

Türkiye’de değişen koşullara göre adapte edilen keyfi bir göçmen politikası sürdürüldüğünü düşünen Dr. Sibel Karadağ, sığınmacıların hem siyasi hem iktisadi olarak bir sömürü alanı haline geldiğine vurgu yapıyor.

‘’Ekonomik daralma arttıkça, işverenin maliyetini düşürecek kayıtdışı sektörü genişleterek sığınmacı nüfusu kimsenin yapmak istemediği işlerde, ucuz işgücü olarak istihdam ediyor, bu ihtiyacı kapatmak için kullanıyor. Bunu yaparken de özellikle metropollerde istihdam imkanlarından kaynaklı yığılma olduğunda, bu sefer seyreltme politikaları uygulayarak kişileri tekrar kayıtlı olduğu illere gönderiyor, sınır dışı edilen düzensiz göçmen artıyor. Örneğin, yerel seçimleri kaybettikten sonra böyle bir politika devreye girmişti, başka illere gönderme ya da gönüllü geri gönderme oranları ciddi sayıda artmıştı. Yani değişen koşullara göre adapte edilen keyfi bir politika sürdürüldü şimdiye kadar, hayatı değersizleştirilen sığınmacı da hem siyasi hem iktisadi olarak bir sömürü alanı haline geldi.’’

Dr. Sibel Karadağ, son günlerde toplumun bazı kesiminde açığa çıkan ve yüksek sesle dile getirilen göçmen karşıtı söylemlerle ilgili endişesini; ‘’Bu toplumsal öfke gerçek sorunlara değil, yabancı düşmanlığına doğru örgütlenmeye devam ederse, ki pek çok aktör bunu çeşitli şekillerde yapıyor, tarihe utançla kazınacak sahnelere tanıklık edebiliriz’’ sözleriyle ifade ediyor.

‘’Bu durumun bizi getirdiği nokta ortada. Bir tarafta çok hızlı yoksullaşan bir yerli halk, diğer tarafta artık insandışılaştırılmış bir sığınmacı nüfus. Tam da bu noktada, bu sefer de yabancı düşmanlığı üzerinden yürütülen bir muhalefet söylemi devreye sokuldu, ve bütün bu sömürü ağını yaratan ve besleyen yapısal sebepleri bıraktık, herkes şu an göçmenleri konuşuyor. Bu söylem, sadece var olan yapısal sorunların ve eşitsizliklerin üstünü örter, hatta daha da kötüsüne yol açar. Tarih bize şunu net bir şekilde gösteriyor, düşmanlaştırılan nüfusa mübah görülen her politika ve anlayış, zamanla yerli halka ya da makbul sayılana doğru genişler. Onun sömürülmesine olanak sağlayan koşullar, zaman içerisinde sizi de içine alır. Ancak ne yazık ki, insanlık tarihi bu basit gerçekliği yüzyıllardır öğrenebilmiş değil. Tarihsel bir eşikte olduğumuzu düşünüyorum, bu toplumsal öfke gerçek sorunlara değil, yabancı düşmanlığına doğru örgütlenmeye devam ederse, ki pek çok aktör bunu çeşitli şekillerde yapıyor, tarihe utançla kazınacak sahnelere tanıklık edebiliriz. Bu meseleyi oy kaygısı ile araçsallaştıranlara da şunu belirtmek isterim, mevcut yönetim zaten çok geniş bir manevra alanında, çelişkiden asla imtina etmeyen bir esneklikte yürütüyor bu politikayı ve kolaylıkla söyleminizi elinizden alabilir.’’

Mülteci hakları savunucusu Müge Yamanyılmaz ise son günlerde göçmenlere yönelik söylemlerin artmasını dezavantajlı grupları koruyacak herhangi bir önlemin alınmamasına bağlıyor.

Entegrasyon politikalarının dünyanın her yerinde egemen olana entegre olmak şeklinde yani ona uyumlanmak şeklinde düşünüldüğünü ifade eden Yamanyılmaz ”birlikte eşit yaşam” amacının gözardı edildiği düşüncesinde.

‘’Özellikle Türkiye gibi ulus-devlet ideolojisinin güçlü olduğu ülkelerde halklar veya farklı özellikteki gruplar arasında eşitsizliklerin var olması, denkleme yeni grup ve kimliklerin eklenmesi ile derinleşir. Nefret söylem ve suçlarını önleyecek, dezavantajlı grupları koruyacak herhangi bir önlemin alınmaması ve nefret suçlarının cezasızlıkla sonuçlanması hem göçmen ve mülteci grupları hem de yerli halkı tehdit eden, onları gündelik politikalara bağımlılaştıran, siyaseten araçsallaştıran ve özne olmalarını engelleyen bir şeye dönüşür. Nitekim son günlerde olan da bu.’’

”Türkiye’nin yıllar içinde entegrasyon süreci başarıya ulaşamadı”

Mülteci hakları savunucusu Müge Yamanyılmaz’a göre, Türkiye’nin yıllar içinde entegrasyon sürecinin başarıya ulaşamadı.

Yamanyılmaz, Türkiye’nin uyguladığı uyum politikasının mültecilere sınır çekme, onları disipline etme, belirsiz ve değişen kuralları ihlal ettiklerini düşündüklerinde onları hizaya çekme şeklinde olduğunu dile getiriyor.

Yamanyılmaz’a göre bu tablo karşısında göçmenler yerel halkla bağlantısını kesiyor ve günlük temastan kaçınıyor.

Devam eden bu döngü içinde ise mültecilerin görünmeyen, belirsiz bir yerden gelebilecek şiddet kaygısıyla yaşamaya çalıştığını söylüyor Yamanyılmaz.

”Yönetmelik Suriyelileri belirsizliğe mahkûm eden bir ‘geçicilik’ içeriği”

2014 yılında Türkiye Cenevre Sözleşmesi’ne koyduğu coğrafi çekince nedeniyle mültecilik statüsü vermediği Suriyeliler için bir Geçici Koruma Yönetmeliği oluşturdu.

Yönetmelikle Suriyelilere herhangi bir hak tanınmadığı gibi sağlık, eğitim, istihdam ve barınma gibi en temel insan haklarını da hizmet kategorisine indirgenerek “Geçici Korunanlara Sağlanacak Hizmetler” şeklinde ifade edildi.

Bununla da kalmayan Yönetmelik, Geçici Korunanlara yani Suriyelilere bir dizi yükümlülükler getiriyor.

‘’2003’te Avrupa Komisyonu’nun yayınladığı “Göç, Entegrasyon ve İstihdam Bildirisi” yerel halk ve mülteciler arasında hak ve yükümlülükler dengesi öngörüyor ve entegrasyonu şöyle tanımlıyor: “Üçüncü ülke vatandaşları ve ev sahibi toplumların hak ve sorumluluklarının karşılıklılık esasına dayandığı ve göç eden kişinin tam katılımının öngörüldüğü iki yönlü bir süreç”. Bu tanım kuşkusuz, ekonomik, sosyal ve siyasal hakları tanırken çeşitliliği ve farklılığı da görüyor.

IOM’in Göç Terimleri Sözlüğü’ne göre ise entegrasyon göçmenlerin hem birey hem de grup olarak toplumun bir parçası kabul edildiği süreç olarak tanımlanıyor.’’

‘’Türkiye ise Gerek İl Göç İdaresi Başkanlığı’nın politika belgelerinde gerekse mevzuatta (2013 tarihli YUKK’un 96. Maddesi) “entegrasyon”u kullanmıyor, yerine “uyum”dan bahsediyor. YUKK’la birlikte Göç İdaresi bünyesinde Uyum ve İletişim Dairesi oluşturuldu. Uyum kelimesinin hem taraflara yükümlülükler getirmesi hem de geçiciliği göstermesi bakımından özellikle tercih edildiğini söylemek gerekir. Uyum kavramı ile, Göç İdaresi Başkanlığı’nın MEB protokolü ile neredeyse zorunlu hale getirdiği SUYE (Sosyal Uyum ve Yaşam Eğitimleri) ile Türkiye tek yönlü, mültecilerin gündelik yaşamlarını kontrol etmeye yönelik bir dizi düzenleme getiriyor ama aynı zamanda da onların ülkelerine geri döneceklerini, bu nedenle de geçici olduğunu da vurguluyor.’’

Politikacılar için göçmen ve mülteci nefreti, yabancı düşmanlığının siyaseten kullanışlı olduğunu dile getiren Yamanyılmaz, önümüzdeki süreçte bu durumun daha da büyük tehlikeler doğurabileceği uyarısında bulunuyor.

‘’Mültecileri ve mülteci hakları savunucularını daha karanlık günler bekliyor. Nefret telafisi zor, zamanla iyileşmeyen yaralar açar. Faili de bu şiddetten hayatta kalanı da aynı şiddet döngüsüne hapseder, tarih boyunca bir tarafta o utanç yaşanırken diğer tarafta da travması kalır. Karşılık bulmayacağını bilsem de siyasileri söylemlerinin sorumluluklarını almaya çağırıyorum.’’

”Hiç kimse mültecilerin özneliğini kabul etmiyor, iradelerini kabul etmiyor, eşit görmüyor”

İktidar ve düzen muhalefeti “geri göndereceğiz-geri göndermeyeceğiz” diye açıklamaları peş peşe sıralıyor. Kimse mültecilere seçimlerini sormuyor, hiç kimse gitme ve kalma kararı siz mültecilere aittir demiyor. Hiç kimse mültecilerin özneliğini kabul etmiyor, iradelerini kabul etmiyor, eşit görmüyor. Mültecileri yerel toplulukla, mahalleliyle, komşuyla, işverenle, “hizmet” aldığı okul müdürüyle, hastane çalışanıyla eşit yapabilecek böylelikle onları koruyacak ilk şey statüdür, mültecilik statüsüdür. Sınır dışı tehdidi, idari gözetim tehdidi olmadığında mülteciler kendileri adına konuşabilecek, ırkçılığa direnebilecek, haklarını talep edebilecek, yükselen nefrete karşı bir nebze karşı koyabileceklerdir. Geri Kabul anlaşması son bulmalı ve mültecilik statüsü tanınmalıdır. Şiddetin önüne geçebilecek en acil şey budur.’’

Paylaşın

‘Yeni Ekonomi Modeli’ Dış Ticarete De Yaramadı

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “yüksek kur-düşük faiz” söylemi ile hayata geçirdiği model, ihracatta rekor büyüme yaşanmasını ve cari fazla verilmesini vaat ediyordu. Ancak “yeni ekonomi modeli,” yalnızca enflasyonda değil; dış ticarette de bekleneni veremedi.

Enflasyon rekor kırarken, cari açık son yılların en yüksek seviyesini gördü. İhracat ise pandemi ile geçen son iki yıla nazaran 2022’ye iyi bir başlangıç yapmış olsa da, ithalattaki sert yükseliş, endişeleri artırdı. DW Türkçe’den Aram Ekin Duran’a konuşan iş dünyası temsilcileri ve ekonomistler, hükümetin uyguladığı modelin yalnızca iç piyasayı değil, dış ticareti de olumsuz etkilediği görüşünde.

Dış ticaret açığı büyüyor

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hayata geçirdiği “yeni ekonomi modeli” yalnızca yüksek enflasyonun yarattığı hayat pahalılığı ile değil; Türkiye’nin dış ticaretinde de sıkıntılara neden oluyor. Ticaret Bakanlığı verilerine göre, hükümetin “düşük faiz-yüksek kur” söylemi ihracatta umulan artışı sağlamazken, ithalatta ise hızlı yükselişin önünü açtı. Merkez Bankası’nın faiz indirimlerine başladığı Eylül 2021’den bu yana geçen son 6 ayda, 125 milyar dolarlık ihracata karşılık 165 milyar dolarlık ithalat faturası ortaya çıktı. İthalat mart ayında 30 milyar dolar sınırını da aşmış oldu.

Yeni ekonomi modelinin ilk etkilerinin görüldüğü Ekim 2021 döneminde 1,5 milyar dolar seviyesinde olan dış ticaret açığı, Mart 2022 itibariyle 8,2 milyar dolara çıktı. Yeni ekonomi modelinin uygulandığı son 6 ayda ise 40 milyar dolarlık dış ticaret açığı meydana geldi. Artan döviz kurunun etkisiyle, yalnızca Ocak-Mart döneminde enerji ithalatına harcanan para, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 188 artarak 25 milyar dolara çıktı.

“Bu ekonomik yapıyla ithalatı geçemeyiz”

Uzun yıllar Türkiye İhracatçılar Meclisi’nde (TİM) birlik başkanlığı ve yönetim kurulu üyeliği görevlerinde bulunan Gelişen Markalar Derneği Başkan Yardımcısı Murat Akyüz, “Mevcut koşullarda, maalesef şu anda ihracatın ön plana çıktığını görüyoruz ama ülkemizde hala ciddi bir ithalat ihtiyacı var” diyor.

Türkiye’de ihracat amaçlı kullanılan ham maddeler ve yarı mamullerin ithalatına devam edildiğini, ithalat odaklı iç tüketimin de devam ettiğini ifade eden Akyüz, yaptığı açıklamada, “Bu ekonomik yapıyla, bu üretim yapısıyla ihracatın ithalatı geçebileceğini söylemek biraz iyimserlik olur diyebilirim” diye konuşuyor.

Merkez’e döviz satışına tepki

Ocak ayında alınan bir kararla, ihracatla elde edilen dövizin yüzde 25’inin Merkez Bankası’na satılması zorunlu hale getirilmişti. Geçen günlerde bu oran yüzde 40’a yükseltildi. 19 Nisan’da ise dövize endeksli taşıt satış sözleşmeleri dışındaki menkul satış sözleşmelerinde ödeme yükümlülüklerinin TL ile yapılması zorunluluğu getirildi. Söz konusu düzenlemeler özellikle döviz yükümlülüğü yüksek olan sektörlerde tepki çekti. İhracatçılar döviz bozdurma oranının her sektöre özel olarak belirlenmesi gerektiği görüşünde.

“Hiçbir rakibimizde böyle bir kural yok”

Merkez Bankası’na döviz satışı zorunluluğu getirilmesinin Türkiye’deki ihracatçı şirketlerin rekabet gücünü olumsuz etkilediğini vurgulayan Murat Akyüz, “Hiçbir rakibimizin bulunduğu ülkede böyle bir kural yok. İstediği şekilde istediği parayı, istediği seviyelerde kullanabiliyor, tutabiliyor. Ama bizim Merkez Bankası için yapıldığı söylenen bu destek mekanizması, maalesef ihracatçının maliyetlerini artırmaktan öteye gitmedi” değerlendirmesinde bulunuyor.

“Öz kaynaklarımız eriyor”

Akdeniz Mobilya, Kağıt ve Orman Ürünleri İhracatçıları Birliği (AKAMİB) Başkan Yardımcısı Bülent Aymen’e göre, yeni ekonomi modeli ile başlatılan faiz indirimleri ihracatçıların kredi imkanları üzerinde de olumlu etki yaratmadı.

Merkez Bankası’nın son 6 ayda faizi yüzde 19’dan yüzde 14’e indirdiğini hatırlatan Aymen, şöyle konuşuyor: “Ancak bizler özel bankalardan kredi kullanmaya kalktığımızda yüzde 14’ün iki misli faiz oranlarıyla karşılaşıyoruz. Artan maliyetler karşısında ihraç ürünlerimize ihtiyacımız oranında zam yapamıyoruz, bu da bizim öz kaynaklarımızın erimesine yol açıyor.”

“Dış ticarette 300 yıldır yerimizde sayıyoruz”

Son bir yılda Türk Lirası’nda yaşanan değer kaybı da ihracatta sıçrama yaratmaya yetmiyor. Türkiye’nin son 300 yıldır dünya ticaretinden yüzde 0,7 – yüzde 1,3 arası bir pay aldığına işaret eden Makine İmalat Sanayi Dernekleri Federasyonu (MAKFED) Başkanı Adnan Dalgakıran, “Türkiye’nin ihracatı son 20 yılda ciddi bir büyüme kat etmiş olsa da, aslında üç asırdır yerimizde sayıyoruz, ne uzuyoruz ne de kısalıyoruz” diyor.

“Değersiz TL olumlu katkı yapmıyor”

Türkiye’nin ortalama 8 bin dolarlık milli gelir seviyesi ile Avrupa Birliği ülkeleri içerisinde son sırada yer aldığını ifade eden Dalgakıran, “Yüksek katma değerli ürün ihracatı artmadan, dış ticarette ve milli gelirde kayda değer bir artış olması çok zor. Değersiz TL’nin ihracata çok olumlu katkı yapacağına inanlardan değilim. Geçmişe bakarsanız, ihracatın en iyi olduğu zamanlar, TL’nin en değerli olduğu zamanlarda gerçekleşti” şeklinde konuşuyor.

Cari fazla hayal oldu

Dış ticaret açığı ile birlikte, yeni ekonomi modelinin en büyük vaadi olan “cari fazla” hedefi de 2022 için hayal oldu. Cari fazla vermek bir yana, Ocak ayında cari açık son 4 yılın en yüksek seviyesini görürken, 12 aylık cari açık ise 22 milyar dolara çıktı. Açıktaki büyümede kurlardaki yükseliş ile birlikte artan ithalat ve enerji maliyeleri belirleyici oldu.

Türkiye’nin makro göstergelerindeki bozulmalar, uluslararası kurumların analizlerinde de kendine yer buldu. Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) son açıklanan Küresel Ekonomik Görünüm ve Küresel Finansal İstikrar Raporu’nda, Türkiye’nin 2022 büyümesi yüzde 3,3’ten yüzde 2,7’ye revize edilirken, 2022 yılının tamamında cari açığın 45 milyar dolar seviyesine ulaşacağı tahmin edildi. IMF’e göre, yılsonu enflasyonu ise yüzde 52,4 olarak öngörüldü.

“Tarihin en yüksek cari açıklarından biri”

Ekonomist Cüneyt Akman’a göre, yüksek kurun ihracatta yarattığı avantajlar, çok kısa sürede yerini olumsuzluklara bırakmış durumda.

Akman, “Ocak-Şubat’ta iki ay içinde 12 milyar doların üzerinde cari açık verdik ve bu tarihin en yüksek cari açıklarından birisi” diyor. Döviz kurlarındaki yükselişin ilk zamanlarda ihracatçıya sağladığı avantajın dezavantaja dönmeye başladığına işaret eden Akman, “İhracatçıların bile çoğu bu modelden memnun değil” diye konuşuyor.

Türkiye’de pandemi etkisi ile geçen son iki yıla göre ihracat artışının devam edeceği öngörülse de, 2022’de cari açığın ihracat hızını gölgede bırakması bekleniyor.

“Şu anki enflasyonu arar hale gelebiliriz”

Peki Türkiye’nin dış ticaret dengesinde yaşanan bozulma, vatandaşı nasıl etkileyecek?

Türkiye’de geçmişte döviz sıkıntısı nedeniyle 70 cent’e muhtaç kalınan dönemler yaşandığına işaret eden Cüneyt Akman, şu görüşlerini dile getiriyor: “Umarım bu felaketli deneyin sonucu yine 70 cent’lere muhtaç kalmakla bitmez. Ama gidişat o tarafa doğru. Bunun sonucu şu: Birincisi piyasalarda muazzam bir kıtlık, kuyruklar ve arkasından şiddetli ama şu anda olan enflasyonun mislini, bunu arayacak şekilde enflasyon, hayat pahalılığı anlamına gelir.”

Paylaşın

Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi’nden Türkiye’ye Uyarı

Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi (CPT) yayımladığı yıllık raporunda, Türkiye’nin de içinde bulunduğu ‘aşırı dolu cezaevine sahip’ üye ülkeleri uyararak, bunun önüne geçilebilmesi için önerdiği bir dizi kriterlerin vakit geçirilmeden uygulanmasını istedi.

Avrupa Konseyi bünyesinde faaliyet gösteren ve bağımsız uzmanlardan oluşan komite, cezaevlerinde her bir mahkum için ortak koğuşlarda 4 metrekare yaşam alanı, tek kişilik hücrelerde ise en az 6 metrekarelik yaşam alanı oluşturulması gerektiği uyarısında bulundu.

Euronews’ta yer alan habere göre, cezaevlerinin aşırı dolu oluşunun, “işkence ve kötü muamelenin bir parçası olduğu ve ciddi insan hakları ihlali teşkil ettiğini” belirten komite, üye ülkelerin tutukluluğa alternatif önlemler geliştirmesi çağrısında bulundu.

CPT’nin 60 sayfalık raporunda, tutukluğa alternatif olarak şartlı tahliye, rehabilitasyon programları ile desteklenen zorunlu toplum hizmeti veya elektronik kelepçeyle izleme gibi çözümlerle tutukluluk cezasına alternatif tedbirlere başvurulabileceği hatırlatıldı.

Avrupa’da aşırı dolu cezaevleri arasında Türkiye ve Belçika 3. sırada

CPT raporuna göre, cezaevinde tutuklu ve mahkum yoğunluğu oranı 2020 ila 2021 yılları arasında çok az da olsa düşüş gösterdi. 2021 Yıllık Ceza İstatistikleri Raporu: Avrupa’da en fazla mahkum Rusya ve Türkiye’de bulunuyor.

2020’de üye ülkelerde ortalama 100 kişilik cezaevine 91 mahkum veya tutuklu düşerken, 2021’de bu oran 85’e düştü.

Avrupa Konseyi’ne üye ülke en kalabalık cezaevleri sıralamasında ilk sırada Romanya (yüzde 119) gelirken bu ülkeyi Yunanistan (yüzde 111), Belçika (yüzde 108) ve Türkiye (yüzde 108) izliyor. İtalya (yüzde 106), Fransa (yüzde 104), İsveç (yüzde 101) ve Macaristan (yüzde 101) daha sonraki sıraları alıyor.

CPT uzmanları, üye ülkelerdeki cezaevi ve karakolları haber vermeden teftiş etme hakkına sahip.

Paylaşın

Türkiye’nin Dörtte Üçü ‘Yolsuzluk Arttı’ Diyor

Uluslararası Şeffaflık Derneği’nin “Türkiye’de Yolsuzluk: Neden? Nasıl? Nerede?” adlı araştırmasına göre Türkiye’de toplum genelinde yolsuzluğun arttığı fikri hakimken, yolsuzluk iddiaları sandık üzerinde belirleyici olacak. Araştırmaya göre, hükümetin yolsuzlukla mücadelede başarılı olduğunu düşünenlerin oranı ise yüzde 27’de kalıyor.

Derneğin 14-17 Ocak tarihlerinde KONDA Araştırma şirketi aracılığıyla gerçekleştirdiği kamuoyu araştırmasına 2 bin 780 kişi katıldı. Araştırma, Türkiye’de yolsuzluğun hangi kurumlarda ve kamunun hangi alanlarında yaygın olduğu, hükümetin bu konudaki performansı ve seçmen tercihlerine ilişkin temel bulguları içiyor.

Çalışmanın bulgularına göre Türkiye’de dört kişiden üçü son iki yılda yolsuzluğun arttığı görüşünde. DW Türkçe’den Pelin Ünker’e konuşan Uluslararası Şeffaflık Örgütü Türkiye Temsilcisi Oya Özarslan, bu bulgunun toplumun, ülkenin kurumlarına karşı ciddi bir güven bunalımı içerisinde olduğunu gösterdiğini vurguluyor.

Aynı araştırmayı 2016’da yaptıklarında yolsuzluğun arttığını düşünenlerin yüzde 55 oranında olduğunu ifade eden Özarslan, “Şimdi yüzde 74’e çıkmış durumda. Oranın yüzde 20’ye yakın artması bu konuda olumsuz yöndeki algının ciddi bir şekilde pekiştiğini gösteriyor. Araştırmaya katılanların sadece yüzde 16’sı yolsuzluğun arttığı yargısına katılmıyor” diyor.

Araştırmaya göre, yolsuzlukla mücadele edileceği ve bu gidişatın tersine döneceği konusunda da bir umutsuzluk söz konusu. Buna göre Türkiye’de üç kişiden ikisi gelecek iki yıl içinde yolsuzluğun artacağını düşünüyor.

AKP ve MHP seçmenine göre de yolsuzluk arttı

Çalışmanın bulguları, iktidar ve muhalefet partilerinin seçmenleri arasında ise gözle görülür bir farka işaret ediyor. Diğer yandan iktidar partisine oy verenler açısından da yolsuzluğun arttığı fikrinin oldukça belirgin olması dikkat çekiyor. Buna göre AKP seçmeninin yüzde 44’ü, MHP seçmeninin yüzde 63’ü son iki yılda yolsuzluğun arttığını düşünürken bu oran, CHP seçmenleri arasında yüzde 97, İYİ Parti seçmenleri arasında yüzde 91, HDP seçmenleri arasında ise yüzde 92’ye çıkıyor.

Toplumun yüzde 60’ı ise hükümeti yolsuzlukla mücadele konusunda başarısız buluyor. Ancak parti tercihlerine göre AKP seçmeninin eğilimi diğerlerinden oldukça farklı. İYİ Parti seçmeninin yüzde 91’i, CHP seçmeninin yüzde 86’sı, HDP seçmeninin yüzde 85’ine göre hükümet yolsuzlukla mücadelede başarısız. Bu oran MHP seçmeninde yüzde 46, AKP seçmeninde ise yüzde 19’a düşüyor.

Uluslararası Şeffaflık Örgütü Türkiye Temsilcisi Oya Özarslan, “AKP ve MHP seçmeninin, genel olarak ülke içinde yolsuzluğun arttığını ifade ederken, soru hükümetle ilgili bir konuya gelince burada görüş değiştirip sorumluyu hükümetten başka yerlerde arama yöneliminde olduğunu görüyoruz” diyor. Ancak Özarslan’a göre oran kutuplaşmadan dolayı düşse de AKP seçmeninin beşte biri, MHP seçmeninin de yüzde 45 civarının hükümetin başarısız olduğunu düşünmesi önemli bir bulgu.

Siyasi partilerde yolsuzluk öne çıktı

Çalışmanın bulgularına göre toplumun yüzde 82 gibi büyük bir çoğunluğu siyasi partilerde yolsuzluk olduğunu düşünürken, yüzde 77 belediye ve yerel yönetimlerde, yüzde 75 kamu kurumlarında, yüzde 74 medyada, yüzde 73 ise özel sektörde ‘yolsuzluk var’ diyor.

Araştırmaya katılanlar en çok yolsuzluk yapılan kamu kurumlarının yüzde 57 ile gümrük-dış ticaret olduğu görüşünde. Bunu yüzde 53 ile vergi dairesi, ruhsat ve imar, yüzde 47 ile tapu dairesi, yüzde 44 ile yargı, yüzde 43 ile hazine ve para politikası, yüzde 40 ile eğitim izliyor. Toplumun görece daha çok güvendiği alanlar ise dini kurumlar, diyanet, sağlık, emniyet ve iç güvenlik. Toplumun üçte biri bu kurumlar ve alanlarda yolsuzluk yapıldığını düşünüyor. Toplumun yüzde 17’si ise orduyu, kamuda en çok yolsuzluk yapılan alanlardan biri olarak gösteriyor.

En çok yolsuzluk yapılan işlem: İhaleler

Oya Özarslan, en çok yolsuzluk yapılan işlemler sorulduğunda cevabın ihaleler olduğunu söylüyor. Buna göre toplumun yüzde 85’i ihaleleri en çok yolsuzluk yapılan işlem olarak görüyor. İhaleleri ise yüzde 83 ile gümrük işlemleri ve yüzde 82 ile imar ve ruhsat işlemleri takip ediyor.

Araştırmaya katılanlar Türkiye’de yolsuzluğun nedenlerini yüzde 80 ile cezasızlık, ihale sistemleri, yüzde 77 ile kurumların şeffaf olmaması, yüzde 76 ile siyaset sermaye ilişkisi, dokunulmazlıklar, yüzde 71 basının özgür olmaması ve yüzde 43 ile kamuda maaşların yetersiz olması şeklinde sıralıyor.

AKP seçmeninin yüzde 62’si, MHP seçmeninin yüzde 68’si ihale sistemlerinin yolsuzluk üzerinde etkili veya çok etkili olduğunu düşündüğünü belirtirken bu oran, İYİ Parti seçmeni için yüzde 88, CHP seçmeni için yüzde 91, HDP seçmeni için yüzde 94’e çıkıyor.

Uluslararası Şeffaflık Örgütü Türkiye Temsilcisi Özarslan’a göre büyük yolsuzluk skandallarının soruşturulmaması, aksine bu skandalları gündeme getiren kamu görevlilerinin ya da gazetecilerin cezalandırılması, hukuk devleti ilkesinin önemli ölçüde zedelenmesine ve cezasızlık kültürünün yaygınlaşmasına neden oluyor.

Yolsuzlukla karşılaşan sessiz kalıyor

Toplum genelinde yolsuzluğa dair fikirler ve algılar oldukça fazla olsa da kendisi veya bir tanıdığının hiç usulsüz ödeme yapıp yapmadığı ya da dolaylı yoldan böyle bir durumu yasayıp yasamadığı sorusuna yanıt vermeyenlerin oranı yüzde 89,5’i buluyor. Yolsuzlukla karşılaştığını belirtenlerin oranı yüzde 11’de kalıyor.

Oya Özarslan, toplumun bu soruda büyük ölçüde sessiz kalmasının ifade özgürlüğü üzerindeki baskılarla ilgili olduğu görüşünde: “İnsanlar bununla ilgili görüş geliştirmekten çekiniyor, karşılaştılar ise şikâyette bulunmaktan çekiniyor. Yargı yollarının şikâyet yollarının da kapalı olduğunu düşünüyor.”

Çalışmanın bulguları, yolsuzlukla karşılaşmasına rağmen şikâyette bulunmayanların yüzde 53’ünün yasal şikâyette bulunmanın bir faydası olmayacağını düşündükleri için, yüzde 32’sinin de ihtiyaç duymadıkları için şikâyette bulunmadıklarını gösteriyor. Geri kalanların ise yüzde 10’u olumsuz bir tepki almaktan çekiniyor.

Oy tercihlerini nasıl etkileyecek?

Araştırmaya göre yolsuzluk iddiaları toplumun yüzde 79’unun sandıktaki tercihlerini de etkileyecek. Bu oran 18-32 yaş arası seçmende yüzde 83’e çıkıyor. Yine 18-32 yaş aralığında bulunan gençlerin yüzde 76’sı son iki yılda yolsuzluğun arttığını, yüzde 67’si gelecek iki yıl içinde artacağını düşünürken, yüzde 62’si de hükümeti başarısız buluyor.

Yolsuzluk iddialarının oy tercihini kesinlikle etkileyeceğini söyleyenlerin oranı, hayat tarzını modern olarak tanımlayan kişilerde yüzde 66 iken, dindar muhafazakâr kesimde yüzde 49’da kalıyor.

Özarslan, “Üniversite mezunlarının ve modernlerin hükümete yolsuzluk konusundaki güvenleri oldukça az olmasının yanı sıra daha önce adı yolsuzluk iddialarına karışmış herhangi bir partiye oy verme eğilimleri de oldukça az. Eğitim seviyesi azaldıkça, hayat tarzı muhafazakârlaştıkça ve dindarlık seviyesi arttıkça bu eğilimde de bir artış ortaya çıkıyor” diye konuşuyor.

Seçmen davranışlarına bakıldığında ise kararsızların 94’ünün oy verdikleri parti hakkındaki yolsuzluk iddiasının, oy tercihlerini “kesinlikle” veya “kısmen” etkileyeceğini söylediği görülüyor. Bu oran AKP seçmeninde yüzde 61, MHP seçmeninde yüzde 67, CHP seçmeninde yüzde 79, HDP seçmeninde yüzde 83, İYİ Parti seçmeninde yüzde 84.

Paylaşın