HRW: Koruma Altındaki Kadınlar Da Tehlikede

ABD merkezli İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch – HRW), Türkiye’deki “6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” kapsamında verilen önleyici ve koruyucu tedbir kararlarının kullanımını inceleyen bir raporu kamuoyuna açıkladı. Rapor, kolluk güçleri ile mahkemelerin kararlara uyulmasının sağlanamaması sebebiyle kadınların tehlikede olduğuna dikkat çekiyor.

“Türkiye’de Kadına Yönelik ve Aile İçi Şiddetle Mücadele: Korumadaki Zaafların Ölümcül Sonuçları” adlı raporda 18 aile içi şiddet vakası incelendi. Rapora göre, kolluk kuvvetleri ve mahkemeler tarafından kadınları korumak amacıyla verilen tedbir kararlarının sayısı artsa da yetkili makamlar şiddet mağdurlarını korumak konusunda etkisiz kalıyor. Resmi verilere göre, 2021’de 272 bin 870 kişi hakkında önleyici, 10 bin 401 kişi hakkında ise koruyucu tedbir kararı alındı. Ancak, uygulamada sorunlar yaşanıyor.

Devlet koruması altındayken öldürülen kadınlar

Uygulama nedeniyle hayatını kaybeden kadınlardan birine Yemen Akoda örnek gösteriliyor. Bir fabrikada çaycı olarak çalışan üç çocuk annesi Yemen Akoda (38), 24 Haziran 2021’de eşi Eşref Akoda tarafından Aksaray’daki evinin önünde vurularak öldürülmüştü. Raporda Akoda’nın öldürülmeden önce dört ayrı önleyici tedbir kararı aldırdığı ve Eşref Akoda’nın ise bu kararların ikisini ihlal ettiği belirtiliyor. Raporda ihlallerle ilgili olarak Aksaray Cumhuriyet Başsavcılığı’na şikâyette bulunulduğu, ancak eş Akoda’ya herhangi bir yaptırım uygulanmadığı kaydediliyor.

İçişleri Bakanlığı verilerine göre, 2016-2021 yılları arasında öldürülen bin 846 kadından 157’si öldürüldükleri sırada devlet koruması altındaydı. Anaokulu çalışanı 45 yaşındaki Ayşe Tuba Arslan da bu kadınlardan biriydi. Ancak Eskişehir’de eski eşi Yalçın Özalpay’ın satır ve bıçakla saldırdığı kadın, 24 Kasım 2019’da hayatını kaybetti. Arslan, Özalpay’ın hakaret, tehdit ve yaralamalarıyla ilgili olarak Eylül 2018-Ekim 2019 tarihleri arasında polise ve savcılığa 23 ayrı şikâyette bulunduğu, mahkemelerden dört ayrı önleyici tedbir kararı aldırdığı ifade ediliyor. Özalpay’ın tedbir kararlarını defalarca ihlal ettiğini sekiz kere yetkililere ihlalleri bildirmesine rağmen mahkemeler “delil yetersizliği” gerekçesiyle Özalpay’a herhangi bir yaptırım uygulamadı. Eskişehir Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından re’sen başlatılan polisin ihmali ihtimaline ilişkin soruşturmada, savcılık kovuşturmaya yer olmadığına karar verdi.

“İhlallere yönelik yaptırımlarla ilgili çok az bilgi var”

DW Türkçe’den Burcu Karakaş’ın haberine göre, Adalet ve İçişleri bakanlıklarının koruyucu ve önleyici tedbir kararlarının sayısının arttığını göstermek için çok uğraştığı belirtilen raporda “Ancak bu, önlemlerin niteliksel etkileri, başarı ve başarısızlık oranları, koruma önlemlerinin ihlallerinin sayısı, ihlallere yönelik yaptırımlar ve her şeyden önce kadınların kendilerinin genel olarak daha gelişmiş bir koruma deneyimleyip deneyimlemedikleri hakkında çok az bilgi vermektedir” denildi.

Rapora göre, mahkemeler, tedbir kararlarını genellikle çok kısa süreler için verirken yetkililer de etkili risk değerlendirmeleri yapmak veya tedbir kararlarının etkinliğini izlemek konusunda yetersiz kalıyor. Bu durumun da aile içi şiddet mağdurlarının karşı karşıya kaldıkları şiddet riskinin sürmesine ve bazen ölümle sonuçlanmasına yol açtığı vurgulanıyor. Raporda “Bazı failler önleyici tedbir kararlarını herhangi bir yaptırıma maruz kalmaksızın ihlal etmektedir. Cezai kovuşturmaya uğrayan ve hüküm giyen faillere verilen cezalar ise genellikle çok kısa sürelidir, çok geç verilir ve etkili bir caydırıcılık sağlamaktan uzaktır” deniliyor.

Polis memurlarıyla görüşme: En büyük eksiğimiz psikolog

HRW’nin İstanbul’da görüştüğü hakim ve savcılar, koruyucu ya da önleyici tedbir kararı alınmasına ilişkin başvuruların nadiren reddedildiğini dile getiriyor. Araştırma kapsamında, aile içi şiddetle mücadele birimlerinde çalışan polis görevlileriyle de görüşüldü.

Kendileriyle birlikte çalışan bir psikoloğun bulunmasının birimlerine faydalı olacağını savunan polis memurlarından biri, “Şu anda en büyük eksiğimiz bu” ifadesini kullanıyor. Elektronik kelepçelerden sorumlu bir polis ise Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri (ŞÖNİM), polis ve mahkemeler arasındaki eşgüdümün ve yazışmaların tamamlanmasının iki ayı bulduğunu belirterek “En iyisi hepimizin aynı odada çalışması olurdu” diyor.

Şiddet mağduru mülteci kadınların karşılaştığı zorluklar

Raporda, mülteci kadınların şiddet karşısında yaşadığı sorunlara da yer veriliyor. HRW’nin görüştüğü Suriyeli N.K., 2022 yılının başında şiddet ve tehdit nedeniyle dini nikahlı olduğu H.I.’dan ayrıldığını anlatıyor. Ankara’da yaşayan ve Türkçe bilmeyen 23 yaşındaki genç kadın, bir tercümanla iletişime geçtikten sonra bir polis karakoluna gittiğini, karakol görüşmesi sırasında polis memurları kendisine karara dahil edilebilecek önleyici tedbir türleri veya adli yardımdan faydalanma hakkı konusunda hiçbir bilgi vermediğini söylüyor.

Rapora göre, Ankara 1. Aile Mahkemesi 30 günlük önleyici tedbir kararı vermiş olsa da karar kendisine bildirilmediği gibi Suriyeli kadın kararın H.I.’ya tebliğ edilip edilmediğini de öğrenemedi. Genç kadın polisler tarafından mahkeme kararı hakkında 10 gün sonra bilgilendirildi. Raporda, “Polis ve mahkemeler, Türkçe bilmeyen mağdurlara tam bilgi ve yardım sağlamada onlara destek olmak için daha fazla kaynağa ihtiyaç duymaktadır” deniliyor.

“ŞÖNİM ziyaret talebimiz reddedildi”

HRW raporuna göre mağdur, aile birey, veya avukatların yetkililerden yardım talep etmek veya faillerin serbest bırakılmasına itiraz etmek için sosyal medyaya yönelmek zorunda hissetmiş olmaları, çarpıcı unsurlardan biri. HRW’nin görüştüğü polis memurları ve hâkimler, geleneksel şikâyet yöntemleri başarısız olduğunda sosyal medyanın vakalara dikkat çekmekte ve yetkililerden yanıt almakta başarılı bir araç haline geldiğini doğruluyor.

HRW Türkiye Direktörü Emma Sinclair-Webb, kamu otoritelerinin görüşünü rapora yansıtmak için çok büyük çaba sarf ettiklerini, bu nedenle polis, savcı ve hakimler ile yaptıkları görüşmelerin oldukça önemli olduğunu dile getirdi. İstanbul’daki ŞÖNİM’i de ziyaret etmek istediklerini belirten Sinclair-Webb, “Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı tarafından ziyaret talebimizin reddedilmesine şaşırdık. ŞÖNİM’lerin çalışma performansına ilişkin son sekiz yıldır ulaşılabilir veri neredeyse yok” dedi.

İnsan Hakları İzleme Örgütü, Türkiye hükümetine kadına yönelik şiddete ve ev içi şiddete karşı mücadele konusunda uluslararası hukuku uygulaması, 6284 Sayılı Kanun kapsamında önleyici ve koruyucu tedbir kararları ile ihlallere yönelik yaptırım uygulanmalarının güçlendirilmesi ve kadına şiddet verileri konusunda şeffaf davranması için tavsiyelerde bulunuyor.

Paylaşın

Ankara’nın Suriye’ye Operasyon Planının Arkasında Ne Var?

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Pazartesi akşamı Türkiye’nin güney sınırları boyunca oluşturmayı hedeflediği 30 kilometre derinliğindeki “güvenli bölge” için yeni adımlar atacaklarını açıklaması sonrası Ankara hareketlendi.

Açıklamasında Suriye’ye yönelik yeni bir askeri operasyonun sinyallerini veren Erdoğan, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de bu yönde hazırlıklarını sürdürdüğünü belirtti. Operasyonla ilgili kararın Perşembe günü Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısında alınması bekleniyor. Ancak ABD’den operasyona şimdiden itiraz geldi.

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ned Price, Türkiye’nin “güney sınırındaki meşru güvenlik endişelerini anladıklarını ancak yeni bir operasyonun bölgede istikrarı daha da baltalayacağını” söyledi. Price, IŞİD’e karşı yürütülen mücadele ile bölgedeki ABD askerlerini riske atacağını da belirtti.

Türkiye’nin Suriye’de hem işbirliği yaptığı hem de karşı karşıya geldiği Rusya’dan ise operasyonla ilgili şimdilik bir açıklama yok. Peki Türkiye’nin böyle bir operasyon için ABD ve Rusya’yı ikna etmesi mümkün mü? Ve Türkiye neden şimdi böyle bir operasyona kalkıştı?

Uzgel: Hem iç hem dış politik bir hamle

DW Türkçe’den Eray Görgülü’nün haberine göre, Uzmanlar, Türkiye, Ukrayna savaşı nedeniyle Rusya’nın bölgedeki hakimiyetinin zayıfladığını, ABD’ye karşı da İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği sürecindeki veto kartını kullanmayı planladığını ifade ediyorlar. Dış politikadaki değişen dengelerin Türkiye için “uygun bir zemin” yarattığı düşünülüyor.

Uluslararası ilişkiler uzmanı İlhan Uzgel ise Erdoğan’ın operasyon açıklamasının hem iç hem de dış politikaya dönük bir hamle olduğu görüşünde.

Muhalefetin son dönemde etkisini artırdığını, AKP’nin de bu etkiyi kırmak istediğini kaydeden Uzgel, “İktidar, gündemi yine ulusal muhalefetin kendisini eleştiremeyeceği bir konuya döndürmek istiyor” diyor. Türkiye’nin Suriye ile arasına güvenlik hattı çekmeyi amaçladığını ve bunun da Barış Pınarı harekatında yarım kaldığını ifade eden Uzgel, hükümetin dış politika hedefini “Şu sıralarda ABD içe gömülmüşken, NATO Ukrayna’ya yoğunlaşmışken eksik kalan parça tamamlanmak isteniyor olabilir” şeklinde özetliyor.

Ancak Uzgel’e göre Türkiye açısından zamanlama yine de uygun değil. Uzgel, “Ekonomi iyi durumda değil. Erdoğan iç siyasette zemin kaybediyor. Arap ülkeleri de muhtemelen bu harekata karşı” ifadesini kullanıyor.

“Batı ile ilişkiler bir kez daha darbe alır”

Avrupa ülkelerinin de önceki Suriye operasyonları gibi planlanan harekata da sıcak bakmayacağı tahmin ediliyor. Batı dünyasının Ukrayna krizine odaklandığını ve bu süreçte Türkiye’nin bunu fırsat bilerek hareket etmesinin tepki ile karşılanacağını kaydeden Uzgel, “Batı ile ilişkiler bir daha darbe alır” tahmininde bulunuyor.

Rusya’nın sessizliğini koruduğuna dikkat çeken Uzgel, Türkiye’nin biraz da bu duruma güvendiği kanısında. “Ancak bu süreç, yalnızca Rusya’nın ses çıkarmamasıyla yürümez. Türkiye’nin Batı ülkelerini tekrar karşısına alması, stratejik açıdan elde edeceğinin maliyetini kurtarmaz gibi duruyor” diyen Uzgel, son dönemde Türkiye’nin bölgede diplomasi dilini ön plana çıkardığını hatırlatıyor ve şöyle devam ediyor: “Ancak yeniden askeri bir dile dönülmesi Türkiye’ye zarar verir.”

ABD ve Rusya ile yapılan mutabakatlar

Türkiye’nin Suriye’deki askeri hedeflerine işaret eden Ortadoğu Araştırmaları Merkezi (ORSAM) Araştırmacısı Oytun Orhan ise “Türkiye’nin güney sınırlarındaki hedeflerini daha önce ilan ettiğini ve Suriye’nin kuzeyinde terörden arındırılmış güvenli bölge oluşturmayı amaçladığını” ifade ediyor. “Türkiye, şartlar oluştukça bu hedefe doğru ilerliyor” şeklinde konuşan Orhan, Türkiye’nin bugüne kadar Suriye’de üç sınır ötesi harekat düzenlendiğine ve Irak’ta da PKK’ya dönük Pençe operasyonlarının sürdüğüne dikkat çekiyor.

Orhan, şu anki mevcut durumun ABD ve Rusya ile imzalanan mutabakatlar çerçevesinde ilerlediğini de vurguluyor.

Türkiye, 2016 yılının Ağustos ayında Fırat Kalkanı, 2018 yılının Ocak ayında Zeytin Dalı ve 2019 yılının Ekim ayında da Barış Pınarı olmak üzere üç sınır ötesi harekat düzenlemişti. Türkiye, Barış Pınarı harekatının ardından ABD ve Rusya ile iki ayrı mutabakat yapmıştı. ABD, YPG ve PKK’nın sınırdan 32 kilometre güneye çekileceğini taahhüdünü vermişti. Rusya da YPG ve PKK’yı Tel Rıfat ve Münbiç’ten çıkarmayı taahhüt etmişti. Türkiye’nin tüm sınırı PKK ve YPG’den arındırmayı hedeflediğini kaydeden Orhan, Erdoğan’ın yeni adımıyla ilgili “Uzun yıllardır sürdürülen stratejinin bir parçası olarak görmek gerek” diyor.

“Operasyonun ekonomik ve siyasi riskleri olabilir”

Türkiye’nin bölgede harekat alanını daraltan başlıca iki etken Rusya ve ABD’nin itirazları. Rusya, Suriye’de güvenli bölgelerin Beşar Esad yönetimiyle işbirliği içerisinde oluşturulması gerektiğini savunurken ABD ise Türkiye’nin bölgedeki askeri eylemlerinin ABD’nin güvenliğini ve IŞİD’le mücadeleyi tehdit ettiğini savunuyor.

Ancak Orhan, “Ukrayna savaşının NATO nezdinde Türkiye’nin önemini ön plana çıkarması ve Rusya’nın Suriye’deki pozisyonunun zayıflamasının Türkiye açısından uygun koşullar oluşturduğunu” düşünüyor. Orhan, Türkiye’nin Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliği sürecini pazarlık konusu yapabileceğini ve iki ülkenin üyeliğini engelleyerek harekata karşı gelinmemesini isteyebileceğini ifade ediyor.

Askeri anlamda bir soru işareti bulunmadığını ancak Türkiye’nin siyasi bir karar vereceğini vurgulayan Orhan, siyasi ve ekonomik risklere dikkat çekiyor. Her ne kadar şartların uygun hale geldiği düşünülse de ABD ve Rusya’nın tavrının önemini koruduğunu kaydeden Orhan, “ABD açısından yaptırımlar gündeme gelebilir. Rus askeri de sınırlı da olsa sahada bulunuyor. Rus askeri ile Türk Silahlı Kuvvetleri arasında olası bir kaza büyük bir krize dönüşebilir” diyor.

Orhan, mevcut durumda her iki ülkenin Türkiye’ye yönelik temel itirazlarından vazgeçmediğini de vurguluyor.

Türkiye operasyonda hangi bölgeleri hedef alacak?

Akçakale ile Ceylanpınar arasındaki bölgenin kontrol altına alındığını vurgulayan emekli Tuğgeneral Naim Babüroğlu, Ceylanpınar’ın doğusundan Irak sınırına kadar olan bölge ile Tel Abyad’ın batısında Fırat Nehri’ne kadar olan bölgenin yeni hedefler olacağını söylüyor. Afrin’in doğusunda uzanan ve Fırat’ın batısında yer alan Tel Rıfat’ın da hedefler arasında olduğunu vurgulayan Babüroğlu, Fırat’ın batısındaki bölgenin ABD’nin kontrolü altında olduğuna da dikkat çekiyor.

Türkiye’nin Barış Pınarı’nda olduğu gibi burada da sınırdan Hava Kuvvetleri ile operasyona destek sağlayabileceğini ifade eden Babüroğlu’na göre Tel Rıfat bölgesinde yapılacak harekatta Rusya ile koordinasyonun önemli olduğu görüşünde.

Paylaşın

Türkiye AB’den 15 Milyon Ton Atık İthal Etti

Merkezi Lüksemburg’da bulunan Avrupa İstatistik Ofisi Eurostat’ın verilerine göre Türkiye, geçen yıl Avrupa Birliği (AB) ülkelerinden 14,7 milyon ton atık ithal etti. Atığın yaklaşık yüzde 90’ını demir ve çelik hurdaları oluşturdu.

Haber Merkezi / AB’nin Türkiye’nin ardından en fazla atık ihraç ettiği ikinci ülke Hindistan. Eurostat’tan yapılan açıklamaya göre Hindistan’a 2,4 milyon ton, Mısır’a 1,9 milyon ton ve İsviçre’ye 1,7 milyon ton atık satışı gerçekleştirildi. Çin’e yapılan atık ihracatında ise büyük bir düşüş gözlendi. Buna göre 2009’da AB’den Çin’e 10,1 milyon ton hurda satılırken,  bu rakam geçen yıl 0,4 milyon tona geriledi.

Diğer yandan AB tarafından ihraç edilen atık madde miktarı ise geçtiğimiz yıl, 2004 yılından bu yana yüzde 77 artış gösterdi. AB üyesi olmayan ülkelerden ithal edilen atık miktarında da bir önceki yıla kıyasla yüzde 11 oranında artış görüldü. Geçen yıl ihraç edilen atıkların 19,5 milyon tonu demir ve çelikten oluşuyordu.

Buna karşın AB de üçte biri İngiltere’den olmak üzere 5,5 milyon ton atık demir ithal etti. İhraç edilen atıklar arasında en büyük ikinci malzeme grubunu 4,4 milyon ton ile kağıt ve karton oluşturdu. Bunların dörtte biri Hindistan’a yollandı.

Güvenilirlik ve şeffaflık

Brüksel merkezli Avrupa Çelik Derneği (EUROFER) AB’nin hurda metallerini “daha düşük çevre, iklim, çalışma ve sosyal standartlara sahip üçüncü ülkelere ihraç etmesini” eleştiriyor.

Avrupa Komisyonu, bu sorunla ilgili Kasım 2021’de atık sevkiyatı düzenlemelerini yeniden ele alan bir teklif yayımladı. EUROFER bu teklifin AB’nin atık yönetimi konusunda kendi sınırları içinde uyguladığı yüksek standartların atık ihraç ettiği ülkelerde sağlanması için yeterli olmadığını söylüyor.

Açıklamada “Atık ihracatçılarının denetim yapma zorunluluğu, teklifin en yenilikçi kısmı. Ancak bunun başarısı denetimlerin nasıl gerçekleştirileceğine bağlı. Bu nedenle güvenilirliği ve şeffaflığı sağlamak için etkili ve güvenilir bir prosedüre ihtiyaç var,” deniliyor.

EUROFER de Avrupa’dan ihraç edilen hurda metalin 2021’de en büyük alıcısının Türkiye olduğunu vurguluyor. Derneğin Direktörü Axel Eggert “Neden bazı ülkelere sadece OECD üyesi oldukları için hak etmedikleri ayrıcalıklar tanınıyor?” diye soruyor.

Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın 2021’de yayımladığı Demir Çelik Sektör Raporu’na göre sektör, 2020’de hammadde olarak kullandığı demir cevherinin yaklaşık yüzde 60’ını, hurdanın yüzde 70’ini ve koklaşabilir taşkömürünün yüzde 90’ını ithal ediyor.

Bu durum sektörün dış ticaret açığı vermesine neden oluyor. Sektördeki en fazla dış ticaret açığına 6,3 milyar dolarla çelik hurda ithalatı neden oluyor. Raporda Türkiye’nin 2020’de toplam 22,5 milyon ton hurda metal (demir ve çelik) ithal ettiği belirtiliyor.

Paylaşın

ABD: Suriye’ye Operasyon Bölgesel İstikrarı Zayıflatır

Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Türkiye’nin, Suriye’nin kuzeyine yeni bir askeri operasyon düzenleme planlarından endişe duyduğunu belirterek, böyle bir adımın bölgede istikrarı zayıflatacağını bildirdi.

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ned Price, günlük basın toplantısında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Suriye’ye operasyon sinyali vermesine ilişkin değerlendirmelerde bulundu.

Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Price, “Suriye’nin kuzeyinde artan olası askeri faaliyetlere ve özellikle buradaki sivil nüfus üzerindeki etkilerine ilişkin rapor ve tartışmalardan derin endişe duyuyoruz” ifadelerini kullandı.

Türkiye’nin güneydeki sınırlarına ilişkin güvenlik endişelerinin farkında olduklarını belirten Price, “Ancak herhangi yeni bir operasyon bölgesel istikrarı daha da zayıflatır, ABD güçlerini ve IŞİD’e karşı uluslararası koalisyonun mücadelesini riske atar” şeklinde konuştu.

ABD’nin Türkiye’den Suriye’nin kuzeydoğusundaki operasyonların durdurulması dahil Ekim 2019’da varılan anlaşmaya uymasını beklediğini ifade eden Price, “Herhangi bir gerginliğin tırmandırılmasını kınıyoruz. Mevcut ateşkes hatlarının korunmasını destekliyoruz” dedi.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Pazartesi günü kabine toplantısı sonrasında yaptığı açıklamada Suriye’ye yeni bir askeri operasyon düzenlenebileceğine işaret ederek, “Güney sınırlarımız boyunca 30 kilometre derinlikte güvenli bölgeler oluşturmak için başlattığımız çalışmaların eksik kısmıyla ilgili adımları atmaya başlıyoruz” açıklamasında bulunmuştu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Perşembe günü yapılacak Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısında konuyla ilgili kararların alınacağını da sözlerine eklemişti.

Paylaşın

Türkiye – Kuzey Kutbu İlişkilerine NATO Gölgesi

Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, iklim değişimine bağlı olarak son yıllarda önemi giderek artan ve kısaca Arktik olarak adlandırılan Kuzey Kutbu havzasındaki işbirliğini de etkilemeye başladı. Ukrayna’daki savaş, daimî üyelerini bölgeye doğrudan veya dolaylı biçimde sınır sekiz ülkenin (Rusya, ABD, Danimarka, Kanada, Norveç, İsveç, Finlandiya, İzlanda) oluşturduğu Arktik Konseyi bünyesindeki işbirliğini asgari düzeye çekmiş durumda. 

Konsey’deki işbirliği gerilerken Türkiye ise Arktik’te aktör olmak isteyen ülkeler arasında. Bölgede aktör olabilmek için ya merkezi Norveç’in kuzeyindeki Tromso kentinde bulunan Arktik Konseyi’nde gözlemci statüsü elde etmek ya da bilimsel katılımla yol almak gerekiyor. Türkiye de gözlemci statüsü elde etmek için Konsey’e başvuruda bulunmuş, ancak bu başvuru 2015 yılında reddedilmişti.

Ankara’nın Arktik bölgesine ilgisini DW Türkçe’den Kayhan Karaca’ya değerlendiren Arktik uzmanı Eda Ayaydın, Türkiye’nin başvurusunun reddedilmesinin salt siyasal gerekçelerden kaynaklanmadığı görüşünde. Tromsø kentindeki Arktik Üniversitesi’nde misafir araştırmacı olarak görev yapan Ayaydın, “Bu politik bir karar mıydı? Bunu söylemek kolaya kaçmak olur. Konsey, iklim değişikliğini ve sürdürülebilir kalkınmayı gündeminin ilk sıralarına koyuyor. Aynı zamanda yerel halkların haklarını geliştirmede önemli rol oynuyor. Bunun için de bilimi araç olarak kullanıyor. Arktik’te aktör olmanın birinci yolu çevre ve iklim değişikliği konularında tutarlı politikalar üretmekten geçiyor” diye konuştu.

Aynı zamanda Bordeaux Siyasal Bilimler Enstitüsü (Sciences Po) öğretim üyesi olan Ayaydın’a göre Türkiye’nin iklim değişimi ve çevre politikaları konusundaki bilimsel çalışmaları da yeterli değil. “Devam eden çalışmalar var ama bu çalışmaların bölgede görünürlüğü az” diyen Ayaydın, Türkiye’de bu çalışmaları yapan bilim insanlarını toplayan bir fon programı olması gerektiğine işaret etti. Böyle bir programdan Türkiye’nin herhangi bir yerinde Arktik bölgesi üzerine uzmanlaşan araştırmacıların yararlanması gerektiğini ifade eden Ayaydın, “Türkiye’nin Arktik bölgesine taahhüdü bilimsel olmalı. Yoksa hazırlıksız ve stratejisiz yapılan bir başvuru Türkiye’yi kuzeye taşımaz” şeklinde konuştu.

İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyelikleri 

Ayaydın, Türkiye’nin Konsey üyeleri İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliklerine karşı çıkışının da Konsey’de şaşkınlık yarattığına dikkat çekti. Arktik Konseyi’nin günümüz konjonktüründe siyasallaşmakta olduğunu kaydeden Ayaydın, “Savaş ve politik etik nedeniyle bölgede bilimsel işbirliği durmuşken, Türkiye’nin İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliklerine karşı çıkışı Arktik bölgesi ile zaten yok denebilecek ilişkisini zedeler. Dahası, şu anda bölgede ambargo uygulanan Rusya’nın yanında yer alması da politikleşen Konsey’de yakın gelecekte geri kalan yedi devletten onay alıp kendine yer bulmasını zorlaştırır” görüşünü dile getirdi.

Ayaydın, sözlerini “Türkiye bir gün Arktik bölgesi ile ilgilenir ve Konsey ile ilişkilerini arttırmak isterse, 2022’nin savaş ortamındaki söylemiyle birlikte, çevre politikaları ve iklim değişimi etrafında bilime yaptığı yatırım belirleyici olacak” şeklinde sürdürdü.

İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyelik başvurularının kabul edilmesi halinde, Arktik Konseyi’nin Rusya dışındaki daimî üyelerinin tamamı Kuzey Atlantik İttifakı ailesine katılmış olacak. Rusya gibi bölgeyi ticari ve siyasal çıkarları açısından olağanüstü önemli gören Çin de bu olasılığa kaygıyla yaklaşıyor.

Arktik denklemi değişiyor

Moskova ise Ukrayna’da başlattığı savaş yüzünden bölgenin diyalog ve işbirliği platformu konumundaki Arktik Konseyi’nde de yalnızlaşmaya başladı. Uzmanlar, buna rağmen, yaklaşık 21 milyon kilometrekarelik bir yüzeye sahip Arktik havzasında Rusya olmaksızın işbirliğinin manasız olacağı görüşünde.

Arktik Konseyi 1996’da imzalanan Ottawa Bildirisi ile kurulmuştu. Yüksek düzey bir forum niteliğindeki Konsey, Arktik devletleri arasında iklim değişikliği, çevrenin korunması ve sürdürülebilir kalkınma alanlarında iş birliği platformu olarak gösteriliyor. Konsey bünyesinde Arktik havzasındaki yerli halklar daimî katılımcı olarak temsil ediliyor. Aralarında Çin, Hindistan, Japonya, Singapur, Birleşik Krallık, Almanya, Fransa’nın da olduğu 13 ülke ise “gözlemci” statüsüne sahip.

Daimî üyeler dışında birçok ülkenin Arktik havzasına giderek artan ilgisi, iklim değişikliğine bağlı olarak buzulların erimesiyle bu bölgede yakın gelecekte ortaya çıkacak yeni hidrokarbon ve maden rezervleri, deniz taşımacılığı rotaları ve balıkçılık potansiyelinden kaynaklanıyor. Çin ve ABD’nin Grönland’a yönelik ilgileri, örneğin, buradan gelirken aynı zamanda ABD için Rusya’yı çevreleme bakımından jeostratejik önem de taşıyor. Bölge için “yeni bir jeopolitik ağırlık merkezi” tanımlaması yapılmakta.

Arktik’te güvenlik de gündem

Eda Ayaydın, Arktik Konseyi’nin başlıca özelliğini “bölgedeki iklim değişikliğini ve sürdürülebilir kalkınmayı ele almak” şeklinde özetlemekle birlikte, Ukrayna krizinin dengeleri değiştirmekte olduğunu vurguladı:

“Konseyin bir diğer önemi de güvenlik konularını dışarıda bırakmaktı. Şubat 2022’ye kadar askeri güvenlik ve yüksek güvenlik endişeleri gündeme gelmedi. Ta ki Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline kadar. Savaşın başlamasından yedi gün sonra Konsey, çalışmalarını ve bilimsel olanlar da dahil bütün işbirliklerini askıya aldığını beyan etti.”

Ayaydın, geçtiğimiz günlerde Tromso’de bir araya gelen uzman politikacı, diplomat ve bilim insanlarının genel olarak bölgede Rusya olmaksızın işbirliğinin faydalı ve anlamlı olmadığı görüşüne sahip olduklarını da söyledi. Ayaydın, sözlerini “Kimi İskandinav ülkelerinden araştırmacılar Rusya’yı dışarıda bırakma görüşünü savundu, ancak Arktik’te hegemonyası oldukça hissedilen ABD, Arktik Konseyi dışında bir yapılanmaya karşı olduğunu ifade etti” şeklinde sürdürdü.

Paylaşın

AİHM, Türkiye’de Gösteriye Katılımı Engellemeyi ‘İhlal’ Nedeni Saydı

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Türkiye’de bir gösteriye katılmak isteyenlerin, kimlik kontrolü gerekçesiyle durdurulup, daha sonra gözaltına alınmasının “insan hakları ihlali” teşkil ettiğine hükmetti.

AİHM, Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası’nın (Eğitim-Sen) 22 üyesinin 2012 yılında yaptığı başvuruyu bugün karara bağladı.

Strasbourg Mahkemesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) özgürlük ve güvenlik hakkıyla ilgili 5. maddesinin 1. fıkrası ve gösteri ile toplantı hakkıyla ilgili 11. maddenin Türkiye’nin ihlal ettiği görüşüne vardı.

Zamanında maddi tazminat talebinde bulunulmadığı için ayrıca başvuruda bulunanlara Türkiye’nin para cezası ödemesine gerek görülmedi.

Polis, Ankara’daki gösteriye katılım için otobüsle Adana’dan yola çıkanları gözaltına almıştı

Eğitim-Sen’in Adana bölgesindeki üyesi 22 üyesi, 27 Mart’ta 2012 yılında TBMM’de tartışılan eğitim alanındaki bir tasarıyı (eğitim sürelerinin ilkokul için 4, ortaokul için 4 ve lise için 4 yıl olmasını öngören düzenleme) protesto etmek için Ankara’dan düzenlenecek protestoya katılmak üzere otobüsle yol çıkmıştı.

Polis, Adana çıkışında başkente giden otobüsü durdurarak, gösterinin “kamu güvenliği” gerekçesiyle Ankara valiliği tarafından iptal edildiği bahanesiyle göstericilerin evlerine dönmelerini istemişti.

Evlerine geri dönmeyi ve kimliklerini göstermeyi reddeden göstericiler, polis tarafından bir gün süreyle gözaltına alınmıştı.

Göstericiler, daha sonra kimliklerini polise göstermeme suçundan idari para cezası (kişi başına 28 euro) kesilmişti.

AİHM gerekçeli kararında, başvuruda bulunanları gösteriye katılım yüzünden gözaltına alınmalarının “insan hakları ihlali” teşkil ettiğine hükmetti.

Kararda, kimlik tespitinin karakolda yapıldıktan sonra da yine göstericilerin bir gün sonra serbest bırakılması ihlal nedeni sayıldı.

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

Kira Artışına ‘Bölgesel Limit Gelecek’ İddiası

Kira artışına ilişkin hükümetin ‘formül arayışında’ olduğu ileri sürüldü. Türkiye gazetesine konuşan AK Parti kaynakları, ‘Hollanda modeline’ benzer bir uygulamanın gündemde olduğunu belirtti. 

AK Parti kaynakları, “Türkiye’nin tamamı için değil bu. Örneğin daha çok İstanbul gündemde ve İstanbul’un belli bölgelerinde bu yüksek artışlar söz konusu. Bu bölgeler belirlenebilir ve buna göre oransal sınırlamalar getirilir. Hollanda bunu yaptı. Türkiye’de benzer bir uygulama tartışılıyor” diye konuştu.

Haberde, şu ifadelere yer verildi:

“Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Hazine ve Maliye Bakanlığı ile AK Parti’nin ekonomi kurmaylarının başlattığı çalışmalarda gündeme gelen çözüm önerilerinden biri geçtiğimiz günlerde Hollanda’da uygulamaya giren yöntem. Hollanda, yüksek kira artışlarının önüne geçmek için kira bedellerine sınırlama getirme kararı aldı. Buna göre, ev sahipleri, evlerini hükümetin belirlediği değerin üzerinde fahiş fiyatlara kiraya veremeyecek. Türkiye’de de buna benzer bir yöntem tartışılıyor. Ancak Hollanda’dan farklı olarak kira artışlarına getirilecek limitler bölgesel olacak. Bu kapsamda, Türkiye’de başta büyükşehirler olmak üzere belli bölgelerdeki kira artışlarına bir sınırlama getirilebileceği belirtiliyor.”

Türkiye gazetesinden Yücel Kayaoğlu’nun haberine göre ‘AK Parti kurmayları’, “Türkiye’de iş çığırından çıkmış durumda. Normalde Borçlar Kanununa göre 5 yıla kadar olan kira artışları TÜFE’ye göre yapılıyor. Bunun üzerine çıkamıyorsun. Ancak 5 yıldan sonra ev sahipleri isterse ‘Kiram düşük’ diyerek yeni bir kira tespiti yapabiliyor. Bunun için dava açabiliyor. Ev sahipleri 5 yıldan sonra rayiç bedel üzerinden yeni bir artış isteyebiliyor. Ama bugün ev sahipleri 2 yıl geçtikten sonra kiracısına zorlayıcı artış yapmak istiyor. Vatandaş mağdur ediliyor. Bu mağduriyetlerin giderilmesi yönünde de bir adım atılacak sanırım” dedi.

Gündeme gelen bir başka öneri ise belediyeler ve TOKİ aracılığıyla artan fiyatlara çözüm olarak ‘sadece kiralama amacıyla’ konut üretilmesi. Haberde bu formüle ilişkin “Bu alanda konut üretecek inşaat şirketlerine bazı destekler verilmesi, mülk sahiplerinin mağdur olmaması için de kira gelirlerinden alınan vergilerde indirime gidilmesi gibi öneriler tartışılıyor. Hükûmet bu formülleri devreye alarak, konut arzının karşılanmasını ve kira artışlarının dizginlenmesini hedefliyor” denildi.

Hollanda modeli nedir?

Hollanda hükümeti, konut sıkıntısı nedeniyle hızla artan ev kiralarına karşı orta gelir gruplarını korumak için serbest piyasadaki kiralık ev fiyatlarına müdahale edecek. Ev sahipleri, evlerini hükümetin belirlediği değerin üzerinde fahiş fiyatlara kiraya veremeyecek. Toplu Konut ve Mekansal Planlama Bakanı Hugo de Jonge’un yaptığı açıklamaya göre, yeni düzenleme ile aylık 1250 euroya kadar kiralar, “arz-talep oyunundan” korunacak.

Yeni plana göre, kirası 763 euroya kadar olan ve belediyeler tarafından alt gelir gruplarına kiralanan sosyal konutlar gibi, serbest piyasadaki evler için de puanlama sistemi getirilecek.

Evlerin büyüklüğü, oda sayısı gibi belirli özelliklere göre puanlama yapılacak ve sosyal konutlar haricinde serbest piyasada kiralanan evler için en puanına göre en fazla 1000 ile 1250 euro arasında bir kira bedeli saptanacak. Bakan de Jonge’a göre, bu sistemler kiralık mülklerin yaklaşık yüzde 90’ı korunacak ve ev sahiplerinin artık kendi istediği doğrultuda kira miktarını belirlemesine izin verilmeyecek.

Paylaşın

Moody’s Ekonomisti: Türkiye’de Tasarruf Etmek Mantıklı Değil

Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Moody’s Analytics ekonomisti Lina Barokas, Türkiye’de tasarruf etmenin ‘mantıklı bir seçenek olmadığını’ söyledi. Barokas, “Tüketici fiyatları sürekli olarak artıyor ve bu durum vatandaşları tüketimlerini öne çekmeye teşvik ediyor. Reel faiz oranı negatif olduğundan, tasarruf etmek mantıklı bir seçenek değil” dedi. 

Dünya gazetesinden Elif Karaca’ya konuşan Barokas, enerji ve emtia fiyatlarının küresel olarak artması nedeniyle Türkiye’deki yüksek enflasyonun ‘şaşırtıcı olmadığını’ belirtti. Barokas, “TCMB artan fiyatlara karşı tepkisiz kalıyor ve yüzde 14’lük politika faizi mevcut enflasyon seviyesinin çok altında. Türkiye’de enflasyon kontrol altına alınamazsa satın alma gücü bozulmaya devam edecek. Reel faiz oranı, olası şoklara karşı tampon sağlamıyor” ifadelerini kullandı.

Barokas’ın açıklamaları şöyle:

“ABD ve AB resesyona girerse Türkiye ekonomisi bundan nasıl etkilenir?

ABD ve AB’de yaşanacak bir resesyon, özellikle uluslararası ticaret ve finansal bağlantıları olan birçok gelişmekte olan ülke için olumsuz sonuçlar doğurabilir. Şu anda yüksek emtia fiyatlarından avantaj sağlayan emtia ihracatçısı ülkeler için de olumsuz olacaktır. Türkiye’nin dış ticareti de olumsuz etkilenecektir.

Türkiye’de enflasyon yüzde 70’e ulaştı. TCMB’nin adımları enflasyonu düşürmeye yeterli mi?

Enerji ve emtia fiyatlarının küresel olarak artması nedeniyle Türkiye’deki yüksek enflasyon şaşırtıcı değil. Ancak Türkiye’deki enflasyonun yükseliş eğilimi işgalden çok önce başladı. TCMB artan fiyatlara karşı tepkisiz kalıyor ve %14’lük politika faizi mevcut enflasyon seviyesinin çok altında. Türkiye’de enflasyon kontrol altına alınamazsa satın alma gücü bozulmaya devam edecek. Reel faiz oranı, olası şoklara karşı tampon sağlamıyor.

Türkiye’de enflasyona ilişkin yukarı yönlü riskler hangileri?

Tüketici fiyatları sürekli olarak artıyor ve bu durum vatandaşları tüketimlerini öne çekmeye teşvik ediyor. Reel faiz oranı negatif olduğundan, tasarruf etmek mantıklı bir seçenek değil. Bu, vatandaşların daha fazla tükettiği ve fiyatlar üzerinde daha fazla yukarı yönlü baskının oluştuğu bir kısır döngüye neden oluyor. Ulusal tasarrufların olmaması ise, ülkenin döviz girişi yaratabilecek alanlarda yatırım yapma kabiliyetini kısıtlıyor.

Türkiye’nin bu yıl çok turist çekerek döviz rezervlerini güçlendirebileceğini düşünüyor musunuz?

Türkiye, Avrupalılar için en çekici turizm destinasyonlarından biri olmaya devam ediyor. Ancak, hem Avrupalıların satın alma gücünün azalması hem de Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesi nedeniyle gelirler daha düşük olabilir. Rus turistler Türkiye için turizm gelirlerinin büyük bir kısmını oluşturmaktadır.”

Paylaşın

Gıda Fiyatlarındaki Yıllık Artış Yüzde 160’a Dayandı

Birleşik Kamu-İş Konfederasyonun Ar-Ge birimi KAMUAR’ın, fiyatlarını Ankara’daki marketlerden düzenli olarak derlediği ve halkın en fazla tükettiği 64 gıda maddesinden oluşan bir sepeti esas alarak hazırladığı gıda fiyatları endeksinin Mayıs 2022 sonuçları açıklandı.

Haber Merkezi / Buna göre, Mayısta, gıda fiyatlarındaki artışta sebze dışındaki bütün harcama gruplarında yaşanan yüksek oranlı zamlar belirleyici oldu.

Ekmek, pirinç, un, bulgur fiyatları, mayısta bir önceki aya göre yüzde 1,6 oranında artış kaydetti. Halka ucuz et yedirme sözü daha unutulmamışken et ve balık grubu fiyatlarında yüzde 15,1 oranında aylık artış oldu. Mayısta süt ve süt ürünleri ile yumurta grubu fiyatları ise yüzde 7,1 oranında yükseldi. Yağ fiyatlarında ise yüzde 1,3 oranında yükselme oldu.

Meyve fiyatlarının yüzde 19,2 oranında arttığı mayıs ayında sebze fiyatlarında, bir önceki aya göre ortalama yüzde 9,2 oranında düşüş  yaşandı. Bakliyat fiyatlarının yüzde 2  oranında arttığı mayısta, salça, zeytin, bal, çay, tuz ve benzeri gıda maddelerinden oluşan diğer işlenmiş gıda fiyatlarında ise  özellikle şeker ve çay fiyatlarına yapılan zamlar nedeniyle yüzde 33,4 oranında artış kaydedildi.

Böylece, vatandaşlar mevcut gıda tüketim alışkanlıklarına göre seçilen 64 gıda maddesinden oluşturulan gıda sepetini satın alabilmek için nisanda, bir önceki aya göre yüzde 9,2 oranında daha fazla para ödedi.

Türkiye’nin üç haneli enflasyonlara doğru hızla gittiği bu yılın ilk beş aylık döneminde gıda fiyatlarında yüzde 65,5 oranında artış yaşandı.

Ocak-mayıs döneminde ekmek, pirinç, un, bulgur, makarna fiyatları yüzde 51,5 oranında arttı, et ve balık fiyatları yüzde 58,3, süt, süt ürünleri ve yumurta fiyatları yüzde 24,9, yağ fiyatları yüzde 26,6 oranında, meyve fiyatları yüzde 165,5, sebze fiyatları yüzde 115,8, bakliyat fiyatları yüzde 20,8, diğer gıda maddelerinin fiyatları da yüzde 64,5 oranında arttı.

Gıda fiyatlarında yıllık olarak ise (Mayıs 2021’e göre) yüzde 159,6 oranında artış gözlendi. Diğer bir ifadeyle vatandaşlar Mayıs 2021’de 100 liraya dolan bir sepet için bu yıl aynı ay 259,6 lira ödemek zorunda kaldılar.

Bu yıl mayısta geçen yılın mayıs ayına göre ekmek, un, bulgur, makarna fiyatlarında yüzde 139,4, et-balık fiyatlarında 115,6, süt ve süt ürünleri ile yumurta fiyatlarında yüzde 93,8 oranında artış oldu. Bir yıl öncesine göre yağ fiyatları yüzde 101,9 oranında arttı. Meyve fiyatları yüzde 243, sebze fiyatları ise yüzde 422,4 oranında artış gösterdi. Bakliyat fiyatları son bir yılda yüzde 101,9, diğer gıda fiyatları ise yüzde 114,7 oranında zamlandı.

Tarımsal girdi maliyetleri ve tarım ürünü üretici fiyatlarındaki artışlar gıda fiyatlarındaki yıllık artışın önümüzdeki aylarda da üç haneli oranlarda kalmaya devam edeceği gözleniyor.

AÇLIK RİSKİ ARTIYOR

Raporla birlikte yayınlanan değerlendirme de ise şu ifadeler yer aldı; Yanlış ekonomik ve tarımsal politikaların gıda fiyatlarında yol açtığı artış, gelir artışı bırakın gıda fiyatlarını genel enflasyon oranının da oldukça altında kalan Türkiye’de açlık riskini giderek büyütüyor. Gıdaya erişimi zorlaştıran fiyat artışları vatandaşları yetersiz ve sağlıksız beslenmeye zorluyor. Uzmanlar bu durumu, özellikle genç nesil açısından gelecekte önemli sağlık sorunlarına yol açma riski taşıdığını belirtiyor.

Paylaşın

82 Kadın Örgütü Ve Yüzlerce Kadından Açıklama: Göçmenlerin Yanındayız

Son dönemde mülteci ve göçmenlere yönelik ırkçı saldırılar ve tehditlerin özellikle “kadınların güvenliği” söylemi kullanılarak yaygınlaştırılmasına karşı çıkan onlarca kadın örgütü ve yüzlerce kadın “Irkçılığın, ayrımcılığın, göçmen düşmanlığının ve körüklenen nefretin değil, göçmenlerin yanındayız” diyerek ortak bir açıklama yayınladı.

Açıklamada Türkiye’de son birkaç haftadır göçmenlere yönelen ırkçı, cinsiyetçi saldırılar ve tehditlerin hızla yükseldiğine vurgu yapıldı ve şöyle denildi:

“Zamanı ve mekanı teyit edilmemiş sosyal medya paylaşımlarıyla, öncesi ve sonrası kopuk videolarla nefret körüklendikçe durum boyut değiştiriyor ve tekil suçlara dair iddialar göçmenleri topyekün hedef göstermek için araçsallaştırılıyor.

Bu tablo, halihazırda bin bir türlü zorlukla boğuşan, iradeleri hiçe sayılan, siyasal iktidarın Avrupa Birliği ile yürüttüğü her müzakerede pazarlık unsuru haline getirilen mülteciler dahil olmak üzere statüsü fark etmeksizin tüm göçmenlerin yaşamlarını içinden çıkılmaz bir ayrımcılık ve şiddet döngüsüne hapsediyor” denildi.

Bu karanlık iklimde; göçmen düşmanlığını, ırkçılığı, nefreti ilke edinerek palazlanan, kadın ve LGBTİ+ düşmanlığı tescillenmiş siyaset esnafları ‘kadınların güvenliğine dair kaygıları’ öne sürerek ırkçılıklarına meşruiyet zemini yaratmaya çalışıyorlar.

“Göçmenler düşman haline getirilemez”

Göçmenlerin ve mültecilerin hedef gösterilmesi, toplumun her kesiminde mevcut sosyo-ekonomik sorunlar karşısında biriken öfkenin yanlış yere kanalize edilmesinin ve siyasal iktidarın sorumluluğunun kamufle edilmesinin yöntemlerinden biri olarak işlev görüyor.

Göç bir insan hakkıdır. Savaşın, yıkımın, emperyalist hayaller uğruna gerçekleştirilen katliamların, erkek şiddetinin, işsizliğin, ekonomik krizin asıl sorumluları gizlenirken, bu politikaların sonucunda içinde bırakıldıkları cendereden zorlukla kurtularak hayatta kalan göçmenler düşman haline getirilemez.

“Erkek şiddeti tırmanıyor”

Mevcut koşullarda en temel haklara bile erişemeyen göçmen-mülteci kadın ve LGBTİ+’lar; kurumsallaşmış ırkçılık ve ayrımcılık nedeniyle maruz kaldıkları taciz, ayrımcılık, sömürü, tehdit, kötü muamele, fiziksel, cinsel, psikolojik, ekonomik ve tüm boyutlarıyla erkek şiddeti karşısında herhangi bir makama başvurmaktan ve şikâyetçi olmaktan büsbütün çekinir hale geliyor.

Her savaşın, yükseltilen her düşmanca söylemin ve her tür ırkçı kalkışmanın; yabancı düşmanlığını, kadın düşmanlığını, transfobiyi, homofobiyi, nefreti, erkek şiddetini ve hak gasplarını tırmandırdığını çok iyi biliyoruz.

“Kadınlar şiddete mahkum ediliyor”

Devletin cezasızlık politikasını uygulayan erkek yargı eliyle şiddet failleri aklanıp şiddete maruz bırakılanlar suçlanırken, aynı mahkemelerde hayatlarını savunan kadınlar üst sınırlardan en ağır cezalarla yargılanıyor. Boşanmalar zorlaştırılıp nafaka hakkına göz dikilirken kadınlar içinde yaşadıkları şiddet sarmalına mahkûm ediliyor.

Çocuk istismarına evlilik koşuluyla af getirilerek failleri aklamak için meclise önergeler yağdırılıyor, çocuğun rıza yaşı tartışmaya açılarak istismarı yasalaştırmak için fırsat kollanıyor. LGBTİ+’lar hedef gösterilip nefret yükselirken eğitim, sağlık, barınma ve çalışma haklarına erişmeleri imkânsız hale getiriliyor.

“Hedef gösterenleri teşhir ediyoruz”

İstanbul Sözleşmesi’nden imza çekilerek kazanılmış haklarımız gasp ediliyor. Sınır dışı edilme riski olan göçmen-mülteci kadınlara ve LGBTİ+’lara statü sağlayıp geri göndermeme güvencesi sunan sözleşmenin yürürlükte olmadığı koşullarda hak ihlallerine karşı başvuru mekanizmalarına erişim imkânsız hale geliyor. Koruyucu-önleyici hiçbir tedbir alınmıyor, yasal düzenlemeler uygulanmıyor.

Göçmenleri taciz, tecavüz, istismar ve şiddet faili olarak işaretleyerek hedef gösteren ve yaşadıklarımızı göçmen ve mültecilerin yarattığı sorunlar olarak tarifleyen bu ikiyüzlülüğü teşhir ediyoruz.

“Birlikte yaşamak istiyoruz”

Zira söz konusu ikiyüzlülük, maruz bırakıldığımız sistematik erkek şiddetinin esas nedeni olan erkek egemen sistemi görmezden geliyor ve eşit, özgür, şiddetsiz bir yaşam mücadelemize karşı yürütülen saldırganlığın ayrılmaz bir halkasını oluşturuyor.

Irkçılığa, göçmen ve mülteci düşmanlığına, nefrete geçit vermeden; bedenlerimize, haklarımıza, hayatlarımıza sahip çıkarak hep birlikte özgür, eşit, şiddetsiz bir gelecek inşa etme umudumuzu talan etmeye yönelik bu saldırılara karşı göçmenlerin yanındayız, yan yanayız. Biz varız! Buradayız. Birlikte yaşıyoruz, birlikte yaşamak istiyoruz.”

İmzacılar:

Paylaşın