Türkiye’de İklim Felaketleri Neden Artıyor?

Ankara’da son günlerde yaşanan sel, fırtına ve hortum başkentte hayatı felç ederken dikkatleri yeniden artan iklim felaketlerinin nedenlerine çevirdi.  Türkiye iklim değişikliğinin şiddetli etkilerini ilk kez hissetmiyor. Artan kuraklık, aşırı sıcaklıklar, orman yangınları, seller, dolular…

2021’de Batı Karadeniz, İzmir ve İstanbul da sel felaketlerine sahne olmuş; yine geçen yaz Türkiye’nin güneyinde 124 bin hektarlık orman alanı yangınlar sebebiyle kaybedilmişti. Bu alan yaklaşık 174 bin futbol sahasına denk geliyordu.

Peki Türkiye’de iklim felaketlerinin sıklığının artmasının altında hangi nedenler yatıyor?

Küresel iklim değişikliğinin özellikle Akdeniz havzasında etkilerinden bir tanesi; hava sıcaklıkları artarken hidrolojik döngülerin kuvvetlenmesi ve geçmişe göre sağanak yağışların daha sık görülmesi.

DW Türkçe’den Pelin Ülker’e konuşan Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği ve Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Murat Türkeş’e göre Türkiye de bundan payını alıyor. Ancak bu etkiyi şiddetlendiren bir yapılaşma da söz konusu.

“Yağmur sularının süzülebileceği ortam kalmadı”

Prof. Dr. Murat Türkeş, kentlerin genişlemesi ve betonlaşmanın artmasının iklim değişikliğini hızlandırdığını, Türkiye’de artık yağmur sularının süzülebileceği bir ortam kalmadığını vurguluyor.

Türkeş, “Kentler sadece betonlaşmayı ve büyümeyi dikkate aldı. Şu anda rekor yağış düşmese dahi, bir metrekarede 30 kilogramlık bir yağış bile Ankara’da, İstanbul’da, İzmir’de yağışa bağlı kentsel sellerin ve su baskınlarının oluşmasına yol açıyor” diyor.

Bu yıl düzenlenen Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) sonuçlarına göre iklim değişikliğinden etkilenmeyen tek bir ülke kalmadı. Sıcaklıklar yükselirken yağış buharlaşma rejimi ve orman yangın rejimi değişiyor. Kuraklık sıklık ve uzunlukları artarken ekosistem bozulup biyoçeşitlilik azalıyor. Yer altı su seviyeleri giderek daha derine iniyor.

Yazların kurak geçtiği ve yağışların değişken olduğu Akdeniz iklim bölgesindeki ülkelerde bu etkilerin daha fazla hissedildiğini vurgulayan Türkeş, Türkiye’nin de bu ülkelerden biri olduğuna dikkat çekiyor.

Sıcak hava dalgaları

Türkiye’de sıcaklık rejiminin hızla değiştiğini ve rekor sıcaklıkların arttığını belirten Prof. Türkeş, “Sıcak hava dalgalarının hem gece hem gündüz sıcaklıkları açısından sıklığı, süresi, şiddeti, büyüklüğü çok ciddi derecede artıyor. Kar yağışları azalıyor. Yağsa bile karın yerde kalma süresi azalıyor. Yağış rejiminin değişmesiyle birlikte buharlaşma artıyor, toprak nemi hızla azalıyor” diye konuşuyor.

Türkiye’de buzulların da eridiğine, şu an var olan buzulların neredeyse son 25-30 yılı kaldığına dikkat çeken Türkeş, kuzey yamaçlarda kalan ve 1-1,5 kilometre uzunluğunda olan dağ buzullarında her yıl 5 ila 30 metrelik geri çekilme olduğunu ifade ediyor.

Türkiye orman yangınlarında da Akdeniz’in en riskli ülkeleri arasında kabul ediliyor. Ağaçların ya da çalıların yapılarında yeterli su olmaması, o bölgenin yeterince yağış almaması ve toprağın nemi tutmaması ormanların kuru olmasına yol açıyor. Bu durum yangınların yayılmasında etkili oluyor.

“Otuz yıldır ciddiye alınmadı”

Yaz mevsimi giderek kuraklaşırken, çok kurak dönemler üst üste geldiğinde oluşan fönlü hava tipi de orman yangınlarını artırıyor. 2021’deki orman yangınları bunlardan biri.

2019’dan taşınan sıcak hava dalgalarının 2021’de yaşanan kuraklıkla birleşmesi sonucu Manavgat’tan İzmir’in kuzeyine kadar çok geniş bir alanda yüzlerce yangın çıktığını hatırlatan Türkeş’e göre bütün bunlar, Türkiye’nin iklim değişikliğinden etkilendiğinin göstergesi. Türkeş, son 30 yılda iklim değişikliği sorununun ciddiye alınmamasının ise iklim değişikliğini hızlandırdığını ifade ediyor.

Türkiye’de pek çok hava olayının artık çok kısa sürede oluşabildiğini aktaran Türkeş, son 30 yılda yer altı sularının hızla çekilmesi nedeniyle yüzlerce obruk oluştuğunu belirtiyor.

Normal koşullarda etkili bir yağış için yağışların bir kısmı bitkiler üzerinden buharlaşırken bir kısmının toprak tarafından emilmesi, yer altı ve yer üstü sularına karışması gerekiyor. Toprakta kalan kısım ise oradaki yaşam birliklerini ve ekosistemi destekleyecek su haline geliyor.

“Artık dereler yok, sadece binalar var”

“Bugün artık bu dereler yok, sadece binalar var, bina çatıları var, asfalt yollar var, beton yollar var” diyen Türkeş, genişleyen kentlerin doğal coğrafyayı, doğal akarsu ağını yok ettiğini anlatıyor.

Prof. Türkeş, “Bütün bu beton binalar, asfalt ve çatılar, kilometrelerce karelik bu çatılar hem kentsel ısı adası üretiyor, yani iklim değişikliğini kuvvetlendiriyor hem de suyun hızla çatılardan caddelere ulaşmasına, borular aracılığıyla sele dönüşmesine ve alçak bölgelerde doğal akarsu akışı da olmadığı için su baskınlarına yol açıyor” diye konuşuyor.

TMMOB Çevre Mühendisleri Odası Başkanı Ahmet Kahraman’a göre de iklim krizinin şiddetlenmesinin altında çevre politikalarında doğayı, bilimi ve toplum yararını esas almayan yaklaşım yatıyor.

‘Siyasi iradenin rüyasına göre plan olmaz’

Kahraman, “Hidroloji denen bir bilim vardır. Bu hidroloji de yağış ve akışları inceler. Matematik, istatistik gibi bilimsel yöntemleri vardır, bunları kullanır. Ama siz bunların yerine karar vericilerin, siyasi iradenin hedeflerine, rüyalarına göre plan yaparsanız bunları yaşamaktan kaçınamazsınız” ifadelerini kullanıyor.

Sermayeyi destekleyen kâr ve rant odaklı politikaların iklim felaketlerinin esas nedeni olduğunu söyleyen Kahraman, “Sel felaketleri, hatta hava kirlilikleri, hatta müsilaj dahil karşılaştığımız bütün bu olgular, aslında bu temel sorunun birer sonuçlarıdır” diyor.

Çözüm ne olmalı?

Ahmet Kahraman, iklim değişikliğinin etkilerini azaltmak için toplum yararı, halk sağlığı, doğal kaynaklar ve çevrenin korunmasına yönelik politikaların hayata geçirilmesi gerektiğini ifade ediyor. Yeni iklim koşullarının yarattığı risklere uygun kentsel altyapı oluşturulmasının önemine dikkat çeken Kahraman, aksi halde Ankara’daki sel felaketinin son olmayacağını, daha onlarcasının yaşanacağını ifade ediyor.

Prof. Murat Türkeş’e göre de felaketlerin önüne geçmek için akıllı yeşil kent sistemini hayata geçirerek, betonu azaltıp toprak ve yeşil alanları artıracak, akarsu kanallarını yeniden canlandıracak adımlar atılmalı. Türkeş, altyapı sistemleri hazırlanırken kesinlikle doğa bilimciler, fiziki coğrafyacılar, klimatologlarla birlikte çalışılması gerektiğine vurgu yapıyor.

Paylaşın

AİHM, Cezaevinde Cuma Namazı İsteyen Hizbullah Üyesini Haklı Buldu

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) cezaevinde cuma namazı kılmasına izin verilmeyen bir Hizbullah hükümlüsünün yaptığı başvuruyu haklı buldu. Diyarbakır Mahkemesi, başvuru sahibinin şikayetini geri çevirmişti.

Diyarbakır’da yaşayan 1973 doğumlu Abdullah Yalçın’ın 2010’da yaptığı Mahkeme, Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 9. maddesi olan inanç özgürlüğünü ihlal ettiğine hükmetti.

Türk hükümetinin savunmasında temel olarak kullandığı, “Bazı din uzmanlarına göre cuma namazı özgür kişiler için zorunludur, tutuklular için değildir” argümanı ise kabul görmedi.

Türkiye’nin “Çok sayıda mahpusun hücrelerinden bırakılarak bir araya gelmesi güvenlik riski oluşturur” savunması da etkili olamadı.

Türk hükümetinin “Koğuşundaki diğer üç mahpusla birlikte namaz kılabilir” açıklaması ise “Koğuşundaki diğer hükümlülerin cuma namazına katılmak isteyip istemediğini bilemeyiz” diyerek reddedildi.

Yalçın 2010 yılında cezaevi yönetiminden cuma namazları için bir oda ayrılmasını talep etmiş, bunun reddedilmesi üzerine Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi’ne yaptığı başvuru da kabul görmemişti.

AİHM Türkiye’nin “Cuma namazı tutuklulara zorunlu değil” argümanına rağmen başvurucunun Müslüman olduğunu ve bu yüzden cuma namazına katılma isteğinin içten olduğuna ve bu yüzden de AİHS’in 9. maddesiyle korunması gerektiğine karar verdi.

Türkiye’nin bu talebi reddederken Yalçın’ın bir güvenlik riski oluşturup oluşturmadığına dair özel bir değerlendirme yapmadığını belirten AİHM, yetkililerin cezaevinde Cuma namazını mümkün kılmak için de hiçbir girişimde bulunmadığını vurguladı ve Türkiye’yi haksız buldu.

Yalçın bir tazminat başvurusu yapmadığı için herhangi bir tazminata karar verilmedi.

Paylaşın

Türkiye, İsrail-İran Geriliminin Mücadele Alanı Mı Oluyor?

İsrail ile İran arasında son dönemde giderek tırmanan gerginlik Türkiye’ye de yansırken, gözler bu gerginliğin Türkiye-İran ve Türkiye-İsrail ilişkilerini nasıl etkileyeceğine çevrildi.

İsrail Dışişleri Bakanı Yair Lapid dün yaptığı açıklamada Türkiye’de bulunan İsraillilere ülkelerine dönme çağrısı yaparak, İran’ın İsrail vatandaşlarına saldırı hazırlığında olduğunu belirtmişti. Vatandaşlarına “mümkün olan en kısa sürede” Türkiye’den ayrılmalarını söyleyen Lapid, ortada “gerçek ve yakın bir tehlike olduğunu” dile getirmiş, Türk güçlerine de yardımlarından dolayı teşekkür etmişti.

İsrail basınına göre Ankara, İsrail hedeflerine yönelik saldırı hazırlığı içinde olan İranlı bir çeteyi ortaya çıkardı. Dışişleri Bakanı Yair Lapid’in vatandaşlarına seyahat uyarısının çete haberlerinin İsrail basınına yansımasından bir gün sonra geldiğine dikkat çekiliyor.

İsrail Ulusal Güvenlik Konseyi aynı nedenle geçen ay sonu da Türkiye’ye seyahat uyarısı yapmıştı.

İsrailli Bakan Lapid’in açıklamasının ardından Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, dün gece İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir-Abdullahiyan ile bir telefon görüşmesi gerçekleştirdi. Görüşmeye dair bilgi verilmedi.

Mücadele üçüncü ülkelere nasıl sıçradı?

Peki Lapid’in açıklaması ile yeni bir boyut kazanan İsrail-İran mücadelesi neden Türkiye gibi üçüncü ülkelere sıçradı?

DW Türkçe’den Gülsen Solaker’e son gelişmeleri değerlendiren İran Araştırmaları Merkezi (İRAM) Dış Politika Koordinatörü Dr. Bilgehan Alagöz, son bir ayda İran’da İsrail bağlantılı olduğu düşünülen çok sayıda gelişmenin olduğunu hatırlatarak, bunlar arasında en dikkat çekenleri Parçin Askeri Tesisi’ne yönelik patlayıcı yüklü drone saldırısı ve İran Devrim Muhafızları Ordusu’nun üst düzey komutanlarının şüpheli şekillerde ölümleri olarak gösteriyor.

Alagöz, bu gelişmelerin İsrail Başbakanı Naftali Bennett’in Savunma Bakanlığı yaptığı dönemde yani 2018’in sonlarında uygulamaya koyduğu “Ahtapot Doktrini” ile ilintili olduğunun düşünüldüğünü belirterek, bu doktrini ve İran’ın buna yanıtını ise şöyle anlatıyor:

“Bu doktrine göre ahtapotun başı İran’ı, ahtapotun kolları İran’ın bölgesel milis grupları ve (Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen gibi ) müdahalelerini temsil etmektedir. Dolayısıyla İsrail artık İran’a içeride müdahaleler yapmaya ağırlık vermiştir. Bu durum karşısında İran’ın etkisiz kalışı ister istemez İran’ı İsrail’e dönük olarak üçüncü ülkelerde operasyonlara sevk etmekte.”

Alagöz, son dönemde haberlere yansıyan İran kaynaklı saldırı iddialarının ana gerekçesinin İran’ın kendisine dönük İsrail kaynaklı olduğunu iddia ettiği saldırılara yanıt verme ihtiyacı ile oluştuğunu belirtiyor.

İran ve Ortadoğu Uzmanı Arif Keskin de son gelişmelerin başlangıcının aslında ABD Başkanı olarak Joe Biden’ın seçilmesine kadar uzandığına dikkat çekerek, Biden ile İsrail arasında İran’ın nükleer gücü ile ilgili ciddi bir ihtilaf bulunduğunu hatırlatıyor. İran ile Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi (ABD, İngiltere, Fransa, Rusya, Çin), Almanya ve Avrupa Birliği (AB) arasında 2015 yılında imzalanan nükleer anlaşmanın yeniden canlandırılması için geçen yılın sonunda müzakerelere yeniden başlanmıştı.

Keskin, bu süreçten rahatsız olan İsrail’in, İran nükleer tesisleri ve bilim insanlarına yönelik çok sayıda operasyon düzenlediğini ve böylelikle İran’ın nükleer güç olmasını engellemeye çalıştığını belirterek, sözlerini şöyle sürdürüyor:

“Ancak artık İsrail bir politika değişikliğine giderek İran’ın içinde de operasyon yapmaya ve hedeflerini sadece nükleer güçle ilgili kişilerle sınırlı tutmamaya başladı. Sadece Tahran değil İran’ın geneline de yayabileceklerini söylüyor. İran da buna yanıt olarak İsrail içinde operasyon yapamadığı için başka ülkelerde yapıyor. Böylelikle üçüncü ülkeler de iki ülke için bir mücadele alanına dönüşüyor.”

Türkiye-İran ilişkileri nasıl etkilenir?

Lapid’in endişesini yansıttığı şekilde Türkiye topraklarında İsrailli vatandaşlara yönelik bir saldırı durumunda bundan zaten hassas olan Türkiye-İran ilişkilerinin de etkilenebileceği belirtiliyor.

Alagöz, İran’ın son dönemde Türkiye aleyhindeki söylemlerini artırdığının görüldüğünü söyleyerek, bunun iki temel sebebini Türkiye’nin Suriye’de Tel Rıfat’a dönük planladığı askeri operasyon ve İsrail ile Türkiye arasındaki son yakınlaşma olarak gösteriyor. Alagöz ilişkilere dair öngörüsünü ise şöyle aktarıyor:

“Ancak bu dönemsel rahatsızlıklar ikili ilişkileri tamamen sabote edecek bir boyutta değil. 8 Haziran’da İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile yaptığı telefon görüşmesinde Astana sürecinin canlı tutulmasını özellikle vurgulamıştır. Bu da İran’ın Türkiye ile ilişkilerde gerilimi düşürme ihtiyacını yansıtmakta.”

Keskin ise son olayların Türkiye-İsrail ilişkilerinden daha çok Türkiye-İran ilişkilerini etkileyebileceği görüşünde. “Eğer İran burada bir operasyon yapacaksa bu aslında Türkiye için bir egemenlik sorunu. Türkiye müdahil olmadığı bir sorun içinde buluyor kendini” diyen Keskin, İran Dışişleri Bakanı’nın geçen hafta başında planlanan ziyaretinin iptal edilmesinin nedeninin açıklanmadığına işaret ediyor.

Türkiye-İsrail yakınlaşması sürer mi?

Son gerilim bir taraftan Türkiye-İran ilişkilerini sıkıntıya sokarken, diğer taraftan İsrail ile Türkiye arasındaki yakınlaşmanın nasıl süreceğine dair sorulara da yol açtı.

Arif Keskin, İsrail’in son dönemde sadece Türkiye ile değil diğer Arap ülkeleriyle de ilişkilerini geliştirdiğini hatırlatarak, aslında bölgede şu anda İran dışında İsrail’e sorun yaratacak bir ülkenin pek kalmadığını belirtiyor.

Alagöz, Türkiye’de ilgili makamların resmi bir açıklaması olmamakla birlikte İsrail basınına sızan bilgilerin Türkiye’nin İsrail vatandaşlarına yönelik bir operasyonu geçen ay önlediği yönünde olduğuna işaret ederek, şunları söylüyor:

“Dolayısıyla Türkiye’nin kendi topraklarında İran ya da İsrail fark etmeksizin hiçbir ülkenin eylemine izin vermeyeceği aşikar. Uzun yıllara yayılan gerilimi her iki ülke de geride bırakma eğiliminde. O sebeple Türkiye ve İsrail arasındaki yakınlaşma trendi devam edecektir.”

Paylaşın

Türkiye’nin Kredi Risk Primi (CDS) Neden Yükseliyor?

Türkiye’nin 5 yıllık CDS primi pazartesi günü 847 puanı görerek 2003’ten bu yana en yüksek düzeye çıktı. Bir ülkenin dış borçlanmasındaki en önemli göstergelerden biri olan CDS primi ne demek ve yükselmesi ne anlama geliyor?

Türkçe’de kredi risk primi veya kredi temerrüt takası olarak kullanılan CDS (Credit Default Swap) aslında bir çeşit sigortalama işlemi olarak tanımlanabilir.

Herhangi bir ülke hazinesine ya da şirketine borç verirken o borcun geri ödenmemesi ihtimaline karşı aldığınız sigorta poliçesine CDS deniyor ve genellikle over-the-counter (OTC) yani herhangi bir borsa düzenlemesine tabi olmayan tezgah üstü piyasalarda işlem görüyor.

CDS primi nasıl hesaplanıyor?

Ülkelerin dış borçlanmalarına karşı CDS’leri genelde büyük uluslararası yatırım bankaları sağlıyor ve o ülkelerin borcunu çevirememesi halinde ödemeyi bu banka üstlenmiş oluyor. Bu bankalar da söz konusu ülkenin geri ödeme yeteneğini, makroekonomik koşullarını inceleyerek bir risk oranı belirliyor.

Bu oran belirlenirken uluslararası derecelendirme kuruluşlarının verdiği notlar önemli bir rol oynasa da bunun dışında da bir çok faktör göz önünde bulunduruluyor.

Ekonomisi sağlam ve geri ödeme sorunu yaşamayacağı düşünülen ülkelerin risk primi düşük olurken geri ödemekte sorun yaşayacağı düşünülen ülkelerin risk primi yüksek bir orandan belirleniyor.

Türkiye’nin CDS oranı neden yükseliyor?

Ekonomist Mahfi Eğilmez’e göre ülke CDS priminin yükselmesine iç ve dış nedenler olmak üzere iki etken grubu yol açıyor. Koronavirüs salgını ya da Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ve yükselen enerji fiyatları bu dış nedenlere örnek olarak verilebilir.

İç nedenler ise enflasyonun yükselmesi, dış borçların artması, kurların yükselmesi, sosyal çalkantılar ve afetler olarak sıralanabilir.

Dış nedenler konusunda yapılabilecek şeylerin sınırlı olmasına rağmen iç nedenleri yönetmenin mümkün olduğunu vurgulayan Eğilmez bu sayede dış nedenlerin de etkisinin azaltılabileceğini belirtiyor.

Türkiye’nin CDS primlerinin 2008 yılındaki küresel mali kriz sırasında yükseldikten sonra gerilediği görülüyor. Ülkenin makroekonomik dengelerinin bozulmaya başladığı 2018 yılından itibaren ise dalgalı bir seyirle de olsa yükseliş trendini sürdürdüğü görülüyor.

Diğer ülkelerin CDS primi ne kadar?

CDS primi ekonomisi sağlam ekonomiler için düşerken ödeme güçlüğü çekebileceğine inanılan ülkelerde yükseliyor. Bu nedenle CDS primi 300 baz puanın üzerindeki ülkeler aşırı kırılgan ekonomiye sahip olarak değerlendiriliyor.

Örneğin 13 Haziran 2022 itibariyle Hollanda’nın CDS primi 10,70; İngiltere’nin 11,04; Amerika Birleşik Devletleri’nin 16,10 olurken 2010 yılında iflasın eşiğine gelen  komşu ülke Yunanistan’ın risk primi 179,70  oldu.

Ekonomileri daha kırılgan olarak kabul edilen yükselen ekonomilerden Çin’in CDS primi 76,40, Meksika’nın 114,50 ve Brezilya’nın 254 seviyesinde.

Ukrayna’yı işgali sonrası batılı ülkelerden daha önce görülmedik yaptırımlara maruz kalan Rusya’nın CDS primi ise 13775 baz puanın üzerine çıkmış durumda.

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

İsrail’den Türkiye’deki Vatandaşlarına: Derhal Ülkeyi Terk Edin

İsrail, Türkiye’deki vatandaşlarına yönelik yeni bir seyahat uyarısı yaptı.  İsrail Dışişleri Bakanı Yair Lapid, İstanbul’u ziyaret etmekte olan İsraillilerin kenti bir an önce terk etmesi gerektiğini söyledi.

Haber Merkezi / Lapid “Gerçek ve acil bir tehditle karşı karşıyayız. İstanbul’daysanız en kısa zamanda dönün, yakın zamanda gitmeyi planlıyorsanız iptal edin” dedi ve ekledi: Hiçbir tatil hayatınızdan daha değerli değildir.

Türkiye’nin geri kalanına da “elzem bir neden olmadıkça” gidilmemesi gerektiğini söyleyen Lapid, “Türkiye’den dönen bazı vatandaşlarımız, hayatlarını kurtardığımızı bilmeden ülkelerine döndü” dedi.

Bunla birlikte İsrail Dışişleri Bakanı, İsrail vatandaşlarının hayatlarını koruma çabaları için Türk hükümetine de teşekkür etti. Lapid, turizmin iki ülke için de önemli olduğunu ancak Türkiye’nin de uzak durulması gereken risklerin farkında olduğunu belirtti.

İsrail daha öncede uyarıda bulunmuştu

İran Devrim Muhafızları’nın üst düzey isimlerinden Albay Hassan Sayid Khodaei’nin geçen ay evinin önünde silahlı saldırıya uğrayarak öldürülmesi sonrasında İsrail yönetimi, vatandaşlarına “Türkiye’ye gitmeyin” uyarısında bulunmuştu.

İsrail Başbakanlığı’ndan yapılan açıklamada, “Son haftalarda İran, üst düzey Devrim Muhafızları yetkilisinin ölümünden İsrail’i sorumlu tuttu ve İran, İsraillilere yönelik bir misilleme gerçekleştirebilir” denmişti.

İsrail, son olarak da İran’ın Türkiye’deki İsrail vatandaşlarına saldırı girişimlerinin engellendiğini öne sürmüştü.

Paylaşın

NATO Genel Sekreteri Stoltenberg: Türkiye’nin Endişeleri Meşru

Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) Genel Sekreteri Jens Stoltenberg bugün Finlandiya’ya yaptığı ziyarette, Türkiye’nin Finlandiya ve İsveç’in NATO üyelik başvurularına karşı çıkarken dile getirdiği güvenlik endişelerinin meşru olduğunu söyledi.

Haber Merkezi / Stoltenberg, Finlandiya Cumhurbaşkanı Sauli Niinisto ile Finlandiya’nın Naantali kentindeki yazlık Cumhurbaşkanlığı konutunda düzenlediği ortak basın toplantısında, “Bunlar meşru endişeler. Bu terörizmle ilgili, silah ihracatıyla ilgili” dedi.

Sorunun mümkün olan en kısa sürede çözülmesini istediğini ifade eden NATO Genel Sekreteri, “Bu nedenle bu sorunları çözmek için NATO müttefikimiz Türkiye ve ayrıca Finlandiya ve İsveç ile birlikte sıkı bir şekilde çalışıyoruz. Başka hiçbir NATO müttefikinin Türkiye’den daha fazla terör saldırısına uğramadığını anlamalı ve hatırlamalıyız” diye konuştu.

İsveç ve Finlandiya, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sonrasında geçen ay Batı’nın savunma ittifakına katılmak için başvurmuştu. Ancak bu iki ülke, kendilerini Kürt militanları ve terörist olarak kabul ettiği diğer grupları desteklemek ve barındırmakla suçlayan Türkiye’nin muhalefetiyle karşılaştı.

İsveç’ten “Türkiye’ye silah ihracatı” açıklaması

Öte yandan İsveç Dışişleri Bakanı Ann Linde, ülkesinin NATO üyeliği ve Türkiye’nin itirazları ile ilgili İsveç’in STV kanalına konuştu.

Dışişleri Bakanı Linde, Türkiye’nin İsveç’in NATO üyeliğine izin vermesi halinde Türkiye’ye silah satışına onay verilebileceği mesajı verdi.

Linde “Türkiye’ye yönelik silah ambargosunun kalkıp kalkmayacağına” ilişkin bir soru üzerine, bunun için ilk önce Ankara’nın İsveç’in NATO üyeliğini kabul etmesi gerektiğini ima etti:

Biz dünyanın en katı silah ihracatı kurallarına sahip ülkesiyiz. Yasada bir çok uyulması gereken kriterin dışında İsveç’in dış, savunma ve güvenlik politikasının da göz önüne alınması ile ilgili konular var. NATO üyesi olursak bunlar da değişecek.
Ann Linde ayrıca İsveç’in “Türkiye de içinde olmak üzere NATO’nun tam güvenliğinin sağlanmasına katkıda bulunacağını” ifade etti.

İsveç hükümetinin Kürdistan İşçi Partisi’ni (PKK) “terör örgütü” olarak tanımladığını kaydeden Linde, ülkesinin “son 30 yıldır terörle mücadelede en katı kurallara sahip ülkelerden biri olduğunu” söyledi.

Finlandiya: Görüşmeler sürecek

Finlandiya Cumhurbaşkanı Sauli Niinistö de Türkiye ile müzakerelerde herhangi bir gelişme olup olmadığına ilişkin soruya yanıt verdi.

“İlerleme, diyalog kanallarımızın açık olması, görüşmelere devam etmemiz olarak düşünülebilir” diyen Niinistö, “ülkesinin, Türkiye’nin endişeleriyle ilgili diğer NATO ülkelerinden farklı bir tutumu olmadığını, neden özellikle bu konuda hedef gösterildiklerini anlamakta zorlandığını” söyledi.

Türkiye’nin ‘İsveç ve Finlandiya’ itirazları

Rusya-Ukrayna savaşının başlamasıyla birlikte NATO’ya üyelik başvurusu yapıp yapmayacakları merak konusu olan Finlandiya ve İsveç, “süreci el ele yürütmeye” karar vererek 18 Mayıs’ta NATO üyeliğine başvurdu.

30 üyeli Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nün (NATO) genişlemesiyle ilgili kararların üyelerin oybirliğiyle alınması gerekiyor.

Fakat Cumhurbaşkanı ve Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, konuyla ilgili ilk defa 13 Mayıs’ta bir açıklama yaparak İsveç ve Finlandiya’nın muhtemel NATO üyelik başvurusu konusunda “olumlu bir düşünce içinde” olmadıklarını açıklamış, iki ülke için “terör örgütlerinin adeta misafirhanesi gibi” ifadelerini kullanmıştı.

Türkiye’nin itirazları karşısında İsveç ve Finlandiya heyetleri Türkiye heyeti ile 25 Mayıs’ta Ankara’da istişarelerde bulundu.

Heyetin başkanlığını yapan Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Kalın, İsveç ve Finlandiya heyetleriyle yaptığı görüşmenin ardından medyaya yaptığı açıklamada “Türkiye’nin güvenlik kaygılarının, somut adımlarla belli bir takvim çerçevesinde karşılanmadığı takdirde, sürecin ilerleyemeyeceğine dair mesajımızı çok net bir şekilde ifade ettik” dedi.

İsveç’in Expressen gazetesi, Türkiye’nin İsveç’ten NATO üyeliğine “Evet” demek için beş temel talepte bulunduğunu hatırlatıyor: “Teröre siyasi desteğe son verilmesi; terörü finanse eden kaynakların ortadan kaldırılması; PKK ve PYD’ye silah desteğinin durdurulması; Türkiye’ye yönelik ambargo ve yaptırımların kaldırılması; teröre karşı küresel işbirliği.”

Paylaşın

İsveç’ten Türkiye’ye Silah Satışı İçin ‘NATO Şartı’

Türkiye’nin ülkesinin NATO üyeliğine izin vermesi halinde Ankara’ya silah satışına onay verilebileceği mesajını veren İsveç Dışişleri Bakanı Ann Linde, ülkesinin Türkiye’nin terör örgütü olarak değerlendirdiği gruplara silah göndermediğini söyledi.

STV kanalına konuşan Linde “Türkiye’ye yönelik silah ambargosunun kalkıp kalkmayacağına” ilişkin bir soru üzerine Linde, bunun için ilk önce Ankara’nın İsveç’in NATO üyeliğini kabul etmesi gerektiğini ima etti.

Linde, “Biz dünyanın en katı silah ihracatı kurallarına sahip ülkesiyiz. Yasada bir çok uyulması gereken kriterin dışında İsveç’in dış, savunma ve güvenlik politikasının da göz önüne alınmasıyla ilgili konular var. NATO üyesi olursak bunlar da değişecek.” ifadesini kullandı.

Ann Linde, ülkesinin Türkiye de içinde olmak üzere NATO’nun tam güvenliğinin sağlanmasına katkıda bulunacağını ifade etti.

İsveç hükümetinin PKK’yı terör örgütü olarak tanımladığını kaydeden Linde, ülkesinin son 30 yıldır terörle mücadelede en katı kurallara sahip ülkelerden biri olduğunu iddia etti.

Ann Linde, ülkesinin Türkiye’nin terör örgütü olarak değerlendirdiği gruplara silah göndermediğini bildirdi.

İsveç’te hükümet yetkilileri, Türkiye’nin itirazları üzerine geçtiğimiz günlerde de “PKK’yı Türkiye dışında terör örgütü olarak kabul eden ilk ülkelerden biri” olduklarını vurgulayarak, terör örgütlere müsamaha gösterilmediğini belirten açıklamalar yaptı.

Öte yandan Finlandiyalı yetkililere göre de şu ana kadar PKK ve Gülen grubuyla bağlantılı olduğu iddia edilen kişilerin Türkiye’ye iade talepleri kabul görmedi.

Finlandiya’da kamu yayın kuruluşu Yle, Finlandiya’nın Türkiye’nin talep ettiği kişileri teslim etmeyi kabul etmediğini bildirdi.

Finlandiya ve İsveç’in NATO daimi temsilcileri büyükelçiler Klaus Korhonen ve Axel Wernhoff, ülkelerinin üyelik başvurularını ittifakın Brüksel’deki merkezinde NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’e iletmişti.

İki ülkenin kararını memnuniyetle karşıladıklarını belirten Stoltenberg, NATO üyelerinin çabuk karar almakta kararlı olduklarını, Finlandiya ve İsveç’in üyeliğine diğer müttefiklerden güçlü destek geldiğini söylemişti.

Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya ne zaman üye olabilecekleri henüz bilinmiyor.

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

Türkiye, 307 Milyar Dolar Fakirleşecek

Dolar kurundaki artışlar milli gelir hesaplarını da değiştirdi. Hükümetin geçen yılın eylül ayında açıkladığı 2022-2024 dönemine ait Orta Vadeli Program’da yapılan hesaplamalar, bu yıl dolar kuru ortalamasının 9,27 olacağı varsayımına dayanıyordu.

DW Türkçe’den Pelin Ünker’in haberine göre; Bu yıl Türkiye’nin yüzde 5 büyüyeceğini hesaplayan ekonomi yönetimi, gayrisafi yurtiçi hasılanın (GSYH) Türk Lirası bazında 7 trilyon 880 milyar lira, dolar bazında 850 milyar dolar olacağını öngörüyordu. Aynı hesaplamayla kişi başı GSYH öngörüsü de 9 bin 947 dolardı.

Hedefler tutmadı

Ancak yıla 13,4 lira seviyesinden başlayan dolar kuru, yılbaşından bu yana yüzde 28 artışla 17,20 seviyesini geçti. Buna göre yıllık ortalama kur 14,51 seviyesine ulaştı.

Orta Vadeli Program’da bu yıl için yapılan hesaplamalar kur artışıyla şaştı. Bu yıl içinde gerçekleşen ortalama kura göre hesaplandığında, sadece kur farkından dolayı Türkiye’nin milli geliri 543 milyar dolara iniyor. Kişi başına milli gelir ise 6 bin 354 dolara geriliyor.

Buna göre, ekonomi yönetimi yıl sonuna kadar adım atmazsa, kişi başına 3 bin 593 dolar fakirleşen Türkiye, kâğıt üzerinde milli gelirden 307 milyar dolar kaybediyor.

Öte yandan bu hesaplama, hükümetin bu yılki yüzde 5’lik büyüme hedefinin tuttuğu ve kurun yeni rekorlar kırmadığı varsayımına dayanıyor.

Hükümet bu yıl için yüzde 5 büyüme hedefi koysa da Merkez Bankası’nın reel ve finansal sektör temsilcileri ile profesyonellerden oluşan 48 katılımcıyla gerçekleştirdiği mayıs ayı beklenti anketinde 2022 büyüme beklentisi yüzde 3,3 oldu.

Büyüme öngörüleri düşük

Uluslararası kuruluşların Türkiye için 2022 büyüme tahminleri de hükümetin yıllık öngörüsünden daha düşük.

Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD), 8 Haziran’da yayınladığı “Ekonomik Görünüm” raporunda, Türkiye için 2022 yılı GSYH büyüme tahminini yüzde 3,7 olarak açıkladı. OECD, yüksek enflasyon ve azalan tüketici güveninin, tüketici harcamalarını sınırlayacağı, yatırımların ise jeopolitik faktörler ve finansal koşullardaki belirsizlikten olumsuz etkileneceği değerlendirmesinde bulundu.

Uluslararası Para Fonu (IMF) en son Nisan ayında Türkiye için büyüme tahminini yüzde 3,3’ten yüzde 2,7’ye indirdi. Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Moody’s’in Mayıs ayında açıkladığı büyüme beklentisi yüzde 3,5 olurken, Dünya Bankası’nın büyüme tahmini yüzde 2,3’te kalıyor.

Kur tahminleri yükseliyor

Kur tahminleri ise yukarı yönlü. Dolar/TL değerlemesi üzerinden çalışmalarda bulunan İngiliz Standard Chartered Bank, Ocak ayında yayınladığı raporda, 2022 yıl sonu kur tahminini 12 seviyesinden 20’ye çıkardı. İngiltere merkezli HSBC, Mayıs ayında dolar/TL için yıl sonu tahminini 16,5’ten 17,5’e yükseltirken, İtalyan bankası Unicredit’in tahmini 18 oldu.

Merkez Bankası’nın Mayıs ayı piyasa katılımcıları anketine göre ise katılımcıların yıl sonu dolar/TL beklentisi 17,57.

Ekonomistler, dünyadaki merkez bankalarının faiz arttırımına gittiği dönemde, Türkiye’de kurlardaki ve enflasyondaki yükselişi durdurmak için para politikasının etkin araçlarından biri olan faiz artırımından kaçınılmasının ekonomiye güveni zedelediği görüşünde. Buna göre ekonomi yönetiminin faiz artırımı yerine kullandığı enstrümanlar geçici çözüm sunarken, yatırımcılar güvenli limanlara yöneliyor ve kurdaki yükseliş hızlanıyor.

Dolar bazında küçülme

Mevcut veriler de Türkiye’nin milli gelirinin TL bazında artarken dolar bazında eridiğini gösteriyor. Bu da geçen yıl dünyanın en büyük 21 ekonomisi olan Türkiye’nin daha alt basamaklara düşmesine yol açabilir.

Resmi verilere göre Türkiye, yılın ilk çeyreğinde TL bazında yüzde 7,3 büyüme kaydederken, dolar bazında yüzde 4,9 küçüldü. Kişi başı milli gelir de 9 bin 539 dolardan 9 bin 374 dolara geriledi. Uluslararası arenada 10 bin dolar kişi başı milli gelir için psikolojik sınır olarak kabul görüyor. Türkiye’de kişi başı milli gelir ise 2018 yılından bu yana 10 bin doların altında seyrediyor.

Kişi başına gelirde 78. sırada

AKP iktidarının en büyük iddialarından biri Cumhuriyet’in 100’üncü yılı olan 2023 yılında Türkiye’nin ilk 10 ekonomi arasında yer almasını sağlamaktı. Ancak 2015’te dünyanın en büyük 16’ncı ekonomisi olan Türkiye, IMF’nin Nisan ayı raporuna göre, geçen yıl 806,8 milyar dolarlık GSYH ile en büyük ilk 20 ekonomi içerisinden çıkarak 21. sıraya geriledi. Aynı rapora göre Türkiye, kişi başına gelir açısından da 2015 yılında 66’ıncı sıradayken 2021 yılında 78’inci sıraya indi.

Fon, Nisan ayında açıkladığı raporda, bu yıl da Türkiye’nin 692,4 milyar dolarlık milli gelirle 23. sıraya gerileyeceğini tahmin etmişti. Öte yandan diğer ülkelerin GSYH’sinin artmadığı düşünülse dahi, kur kaynaklı gelişmelerden dolayı Türkiye’nin daha alt basamaklara inmesi söz konusu olabilir.

Paylaşın

‘Finlandiya, Türkiye’nin İade Taleplerini Reddetti’ İddiası

Finlandiyalı yetkililer şu ana kadar PKK ve Gülen Hareketi ile bağlantılı olduğu iddia edilen kişileri Türkiye’ye iade etmeyi reddetti. Türkiye, Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliğine “teröre destek verdikleri” gerekçesiyle “evet” demeyeceğini açıklamıştı. 

Finlandiya devlet medyası Yle, Finlandiya’nın Türkiye’nin talep ettiği kişileri teslim etmeyi kabul etmediğini bildirdi.

Yle haber kanalı, Finlandiya Adalet Bakanlığı’ndan 2019 ile 2022 yılları arasında Türkiye tarafından Finlandiya’ya yapılan iade taleplerinin kayıtlarının STT haber ajansı tarafından istendiğini belirtti.

Haziran ayı itibarıyla Finlandiya’nın Gülen Hareketi ve PKK ile bağlantılı olduğu düşünülen 10 kişiye ilişkin iade talebi aldığı aktarıldı.

Finlandiya yetkililerinin şu ana kadar 7 davayı sonuçlandırdığı, bu kişilerden ikisinin Türkiye’ye teslim edildiği bildirildi. Teslim edilen 2 kişiye ilişkin terör bağlantısı kurulamadığı ifade edildi.

İadesi istenen diğer kişilerden birinin Helsinki’de Türkiye Büyükelçilik binasına molotofkokteyli atan saldırgan olduğu ifade edildi. 2008 yılında Türkiye’nin Kürtlere karşı muamelesini protesto eden 5 kişi Büyükelçilik girişine saldırı düzenlemişti.

Faillerden dördü 14 ay tecilli hapis cezasına çarptırılmış ve toplum hizmeti yapmaları emredilmişti. O sırada 16 yaşında olan en genç saldırgana ise 11 ay tecilli hapis cezası verilmişti.

Türkiye, Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliğine “teröre destek verdikleri” gerekçesiyle “evet” demeyeceğini açıklamıştı.

İsveç, Türkiye’nin çekinceleri konusunda yapıcı bir yaklaşımla ilerlemeyi hedefliyor

Öte yandan İsveç Dışişleri Bakanı Ann Linde, İsveç Parlamentosunda dış politikaya yönelik hazırladıkları yıl ortası beyannamesini sundu.

Linde, NATO üyelik başvurusuna ilişkin, hedeflerinin Türkiye’nin gündeme getirdiği çekinceler konusunda yapıcı bir yaklaşımla ilerlemek olduğunu söyledi.

Türkiye ile NATO konusunda süren müzakerelere atıfta bulunan Linde, “İsveç’in NATO üyeliğinin Türkiye’nin güvenliğine de dayanışma içinde katkı sunacak. Hedefimiz Türkiye’nin gündeme getirdiği çekinceler konusunda yapıcı bir yaklaşımla ilerlemek. Terörizme karşı mücadelede de benzer düşünenlerle ortak hareket edeceğiz.” ifadelerini kullandı.

Terörü kınadığını da vurgulayan Linde, 1 Temmuz’da yeni terör yasasının yürürlüğe gireceğini ve yasanın sıkılaştırıldığını kaydetti.

Linde, İsveç’in NATO üyeliği dahilinde silah ihracatı koşullarını değiştirebileceğini aktardı.

Hristiyan Demokratlar Partisi milletvekili Mikael Oscarsson da Linde’ye, bağımsız milletvekili Amineh Kakabaveh ile yaptıkları PKK/YPG’ye destek anlaşmasına dikkati çekerek, eleştirilerde bulundu.

Oscarsson, Linde’ye, “‘Vahşi bir siyasi’ Kakabaveh ile partiniz Sosyal Demokratların yaptığı anlaşma ortada durdururken Türkiye ile nasıl bir müzakere yapmayı sürdüreceksiniz?” şeklinde soru yöneltti.

Linde ise Kakabaveh’e “vahşi siyasi” demenin küçültücü bir dil olduğunu ve buna itiraz ettiğini vurgularken, Türkiye ile bir çözüme ulaşmak için müzakere yaptıklarını hatırlattı.

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

Tarımda Kayıp Geçen Yıla Göre Arttı

İktidarın tarım politikaları, üreticiyi batağa sürükleyen uygulamaları beraberinde getirirken çiftçi borç batağına saplandı. Tarım ve Orman Bakanlığı’na bağlı Toprak Mahsulleri Ofisi’nin (TMO) verileri ise tarımsal üretimde yaşanan çöküşü ortaya koydu.

TMO’nun 84’üncü hesap dönemine yönelik raporunda, 2021 ve önceki yıllarla ilgili tarımsal üretim verilerine yer verildi. Verilere göre, buğday ve arpayı da kapsayan beş önemli kalemde tarımsal üretim, bir yıl içinde yüzde 19 eridi.

Üretim azalıyor

Ülkede geçen yıl toplam 17,65 milyon ton buğday üretildi. 2020’de buğday üretiminin 20,5 milyon ton olduğu öğrenilirken buğdayda bir yılda yaşanan üretim kaybı yüzde 14 oldu. Çavdarda ise rekor üretim kaybına imza atıldı. Buna göre, 2020’de üretilen 295 bin 981 ton çavdara karşın 2021 yılında yüzde 32,4’lük kayıpla yalnızca 200 bin ton çavdar üretilebildi.

BirGün Mustafa Bildircin’in haberine göre; bbenzer bir kayıp, arpa, yulaf ve tritikale üretiminde de yaşandı. 2020’de 8,3 milyon ton olan arpa üretimi yüzde 30,7’lik azalışla 5,75 milyon ton oldu. 314 bin 528 ton olan yulaf üretimi ise yüzde 12,2 azalışla 276 bin tona geriledi. 276 bin 212 ton olan tritikale (buğday ve çavdar melezi) üretimi de yüzde 17,5 azalışla 228 bin ton olarak gerçekleşti.

Tarım arazisi bırakmadılar

2001 yılında 26 milyon 350 bin hektar olan tarım alanı, geçen yıl 23 milyon 137 bin hektara kadar geriledi. Tarım alanlarında 20 yılda yaşanan kayıp yüzde 12 olarak kaydedildi. Ülke, 20 yılda 15 Hatay büyüklüğündeki tarım arazisini yitirdi.

Paylaşın