Dikkat Çeken Yorum: ABD, Türkiye’yi Denklem Dışına Çıkardı

Emekli general ve Esenyurt Üniversitesi uluslararası ilişkiler öğretim üyesi Prof. Dr. Sait Yılmaz, ABD’nin Türkiye’yi denklem dışına çıkardığını söyledi. Yılmaz’a göre Türkiye’de bir kesim sürekli olarak “İncirlik Hava Üssü’nü kapatalım” diyerek baskı oluşturdu. ABD de ne var ne yok götürüp Katar ve Ürdün’e dağıttı.

İncirlik’te sadece soğuk savaş döneminden kalma nükleer silahın kaldığını ve bunların götürülmesinin kolay olmadığı için bırakıldığını aktaran Yılmaz, “ABD zaten bizi dışlamıştı. Dışlamanın ötesinde ittifakın güney kanadının artık Yunanistan’dan başlayarak tedbir alıyor. Dedeağaç’a üs kurması ve Rum tarafını ihya etmesinin altında bu var” dedi.

Türkiyesiz bir NATO’nun fiiliyata geçtiğini Ankara’nın işine gelmediği için bunu itiraf etmediğinin altını çizen Yılmaz, “Adamların politikası Rusya’yı Ortadoğu’dan çıkarmak. Rumlara ‘siz buradan üs vermeyin, ambargoyu kaldıracağız’ dediler ve şu an bunu yerine getirdiler. Bu sürpriz değil. Daha geçen sene bunu açıklamışlardı. Bununla ders vermek istiyorlar ve tüm bunların Türkiye’ye karşı yapıldığı çok açık. Doğrusu gizlemiyorlar da. Her durumda bu sıkıntıları dile getiriyorlar” diye konuştu.

Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri (ABD) arasında bugüne kadar pek çok sorun yaşandı. Halkbank, Suriye’de Türkiye’nin terör örgütü olarak gördüğü gruplara silah gönderilmesi, S-400 ve F-35’ler yaşanan sorunlardan sadece birkaçı.

Diğer bir deyişle uzun süreden beri Ankara’nın Washington ile inişli-çıkışlı bir ilişkisi var. Ancak son dönemde yaşanan birtakım gelişmeler, ilişkilerin daha kötü olacağına işaret ediyor.

ABD Kıbrıs Rum Kesimi’ne 1987’de getirdiği ve 2020 yılında hafiflettiği silah ambargosunu tamamen kaldırdı.

Ermenistan’ı ziyaret eden ABD Temsilciler Meclis Başkanı Nancy Pelosi, Washington’un Erivan’ı desteklemek için elinden geleni yapacağını söyledi. Öte yandan ABD’nin Yunanistan’ın Türkiye sınırına 45 kilometre mesafedeki liman kenti Dedeağaç’a askeri yığınağı sürüyor.

Son açıklama sorunlara tuz-biber oldu

Bu gelişmeler yaşanırken Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Özbekistan dönüşü yaptığı açıklama tabiri caizse var olan sorunlara tuz-biber oldu. Erdoğan, bir soru üzerine tek hedeflerinin Şangay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) üye olmak olduğunu söyledi.

Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’ne (NATO) üye olan Türkiye’nin ŞİÖ’ye üyeliği gerçekleşir mi bilinmez ancak daha şimdiden akla birçok soru gelmeye başladı. Yaşananları sebebi eksen kayması mı? ABD, Ankara’yı denklem dışına mı çıkartıyor?

Dedeağaç’a askeri yığınak, Kıbrıs Rum Kesimi’ne ambargonun kaldırılması ve Pelosi’nin Erivan ziyareti Türkiye’ye karşı mı yapılıyor?

Konuyu Independent Türkçe’den Abdulhakim Günaydın’a değerlendiren uzmanlar, farklı görüşte.

“ABD, Türkiye’yi denklem dışına çıkardı”

Emekli general ve Esenyurt Üniversitesi uluslararası ilişkiler öğretim üyesi Prof. Dr. Sait Yılmaz, ABD’nin Türkiye’yi denklem dışına çıkardığını söyledi. Yılmaz’a göre Türkiye’de bir kesim sürekli olarak “İncirlik Hava Üssü’nü kapatalım” diyerek baskı oluşturdu. ABD de ne var ne yok götürüp Katar ve Ürdün’e dağıttı.

İncirlik’te sadece soğuk savaş döneminden kalma nükleer silahın kaldığını ve bunların götürülmesinin kolay olmadığı için bırakıldığını aktaran Yılmaz, “ABD zaten bizi dışlamıştı. Dışlamanın ötesinde ittifakın güney kanadının artık Yunanistan’dan başlayarak tedbir alıyor. Dedeağaç’a üs kurması ve Rum tarafını ihya etmesinin altında bu var” dedi.

Türkiyesiz bir NATO’nun fiiliyata geçtiğini Ankara’nın işine gelmediği için bunu itiraf etmediğinin altını çizen Yılmaz, “Adamların politikası Rusya’yı Ortadoğu’dan çıkarmak. Rumlara ‘siz buradan üs vermeyin, ambargoyu kaldıracağız’ dediler ve şu an bunu yerine getirdiler. Bu sürpriz değil. Daha geçen sene bunu açıklamışlardı. Bununla ders vermek istiyorlar ve tüm bunların Türkiye’ye karşı yapıldığı çok açık. Doğrusu gizlemiyorlar da. Her durumda bu sıkıntıları dile getiriyorlar” diye konuştu.

“NATO yoksa ŞİÖ’ye gireriz demek çok büyük aptallık olur”

Türkiye’nin bir eksen kayması yaşadığına değinen uluslararası ilişkiler uzmanı Prof. Dr. Yılmaz, şöyle devam etti:

Ankara neden ŞİÖ’ye gidiyor? Mesele PKK’ya indirgendi ama bizim ABD ile olan sorunumuz bundan daha büyük. ABD diyor ki; Hem NATO’ya üye olup hem Rusya’ya yanaşamazsın. Ya burada ya da öbür tarafta olacaksın. Ancak bizimkiler ‘arafta olacağız’ dediler, hatta şimdi gittikçe öbür tarafa doğru yanaşıyorlar.

Şangay İşbirliği Örgütü’nün Orta Asya’daki Türk dünyası, Doğu Türkistan ve Kafkasya’daki Türkleri yok etmek istediğini belirten Prof. Dr. Sait Yılmaz, “Bunları terörist ilan eden bir kuruluş. Amacı zaten terörle mücadele ve askeri bir birlik değildir. Türk dünyasını yok etmek için kurulmuş bir örgüte biz üye olmaya kalkıyoruz. NATO yoksa ŞİÖ’ye gireriz demek çok büyük aptallık olur. Ancak Çin ve Rusya, Ankara’nın hiçbir zaman NATO’dan kopmayacağını biliyor” değerlendirmesinde bulundu.

“ABD, Asya’da bir birliği tehdit olarak algılar”

Okan Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali Poyraz Gürson ise son gelişmelerle ABD’nin Ankara’nın hamlelerini dizginlemeye çalıştığı görüşünde. Erdoğan’ın New York’taki “ABD ile stratejik işbirliğine hazırız” açıklamasını hatırlatan Prof. Dr. Gürson, “Asya’da bir birliğin kurulması Washington’un istemediği bir şey ve bunu bir tehdit olarak algılar” ifadelerini kullandı.

ABD’nin Ankara’nın kendi ulusal bağımsızlık politikalarını uygulamamasını ve eskiden olduğu gibi denileni yapmasını istediğini dile getiren Gürson, şunları kaydetti:

Washington, Türkiye’nin hamlelerini dizginlemeye çalışıyor. Türkiye bu hamlelerini ileriye doğru taşıdıkça ABD çatışmayı ortalayabilir. Çatışan iki taraf olarak Türkiye’nin NATO’dan ayrılması gündeme gelirse o zaman bir eksen kaymasından söz edilebilir. Böyle bir durumda da Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) hemen NATO’ya üye olur. Özellikle şunun altını çizmek istiyorum ki Türkiye’nin üyeliği NATO’ya her zaman güç katıyor. Türkiye NATO’da olmazsa ŞİÖ’de daha sonra oluşabilecek gelişmelerde ne kadar güçlü olur? Veya ŞİÖ’ye üyeyken NATO’da ne kadar güçlü olur? İkisi birbirine güç katan parametreler. ABD buna ne kadar izin verir, bekleyip göreceğiz

“Biden’dan destek bulamayan Erdoğan, Putin’e yanaşmaya çalıştı”

Uluslararası ilişkiler uzmanı Prof. Dr. İlhan Üzgel ise Türkiye’nin denklem dışına çıkarıldığını düşünmediğini söyledi. Var olan problemlerin karşılıklı yaşandığını, Joe Biden yönetiminden beklediği desteği bulamayan Erdoğan’ın Vladimir Putin’e yanaşmaya çalıştığını aktaran Prof. Dr. Üzgel, “ABD bunu gördü ve tepkisini gösteriyor” dedi.

Yaşanan gelişmeler nedeniyle ABD’nin bir anlamda stratejik konularda Türkiye ile daha az işbirliği yapmaya başladığına dikkati çeken Üzgel, “Ankara’nın ekseni kaymaz. Erdoğan, Washington yönetimine başka araçların elinde olduğunu göstermeye çalışıyor” dedi ve sözlerini şöyle tamamladı:

“Bu eksen kayması değildir. Türkiye, Batı sistemine kurumsal, iktisadi ve sınıfsal olarak çok bağlıdır ve eksenini değiştirebilecek konumda değildir. Çünkü bu çok ciddi bir şeydir. Şu anki koşullar bunu göstermiyor. Erdoğan yönetimindeki Türkiye’nin Rusya’yı veya Avrasyacılığı bir koz olarak kullanması yani Batı’yı dengelemeye çalışmasıyla eksen kayması birbirinden çok farklı şeyler. Dolayısıyla şu an herhangi bir eksen kaymasından söz edemeyiz.”

Paylaşın

Türkiye, AİHM’deki Osman Kavala Davasında Yolun Sonuna Geldi Mi?

Avrupa Konseyi Bakanlar Konseyi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Büyük Dairesi’nin 11 Temmuz’da verdiği ve Osman Kavala’nın mahkeme kararına rağmen serbest bırakılmaması yüzünden Ankara’nın sorumluluklarını yerine getirmeyip ihlali sürdürdüğü yolundaki kararını, yarın başlayıp üç gün sürecek toplantılarda ele alacak.

Euronews Türkçe’nin Avrupa Konseyi kaynaklarından aldığı bilgiye göre, bu toplantıda Türkiye aleyhine bir karar çıkması kesin olmakla birlikte Ankara aleyhine çıkacak metin konusu hala kesinlik kazanmadı.

AİHM’in Büyük Dairesi, 11 Temmuz’da Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 46. maddesinin 1. fıkrası uyarınca sorumluluklarını yerine getirmediğine hükmederken, karar 1’e karşı 16 oyla alınmış, sadece Türk yargıç karşı oy kullanmıştı.

Bakanlar Komitesi, 13 Temmuz’da ise Türkiye’ye Kavala’nın derhal serbest bırakılması yolunda çağrı yaparken, Bakanlar Komitesi Sekreteryası’ndan AİHM kararını detaylı bir şekilde inceleyip, Eylül ayındaki oturum için kendisine görüş sunmasını talep etmişti.

Delegeler Komitesi ne kararı verecek?

AİHM’in Büyük Dairesi’nin son kez Türkiye aleyhine ihlal kararı vermesinin ardından Ankara aleyhine “mahkeme kararlarına uymadığı” gerekçesiyle “ihlal süreci” başlatan Bakanlar Komitesi’nin üç gün içinde vereceği karar büyük önem taşıyor.

Büyükelçiler seviyesinde Bakanlar Komitesi adına toplanan Delegeler Komitesi’nin Türkiye’nin üyeliğini askıya alması masadaki seçenekler arasında yer alıyor.

Büyük Daire, 11 Temmuz’da aldığı kararda, AİHM’in ilgili dairesinin 10 Aralık 2019 yılında Türkiye aleyhine verdiği kararda Kavala’nın derhal serbest bırakılmasını istediğini kaydeden Büyük Daire, Türkiye’nin sorumluluklarını yerine getirmediğine karar vermişti.

Gerekçeli karar: Türkiye iyi niyetle davranmadı

AİHM’in ilgili dairesi tarafından verilen karar sonrası Kavala’nın 18 Şubat’ta 2020 tarihinde serbest bırakıldığını belirten Büyük Daire, savcılık kararıyla “darbe teşebbüsü” suçlamasıyla iş insanının aynı gün yeniden tutuklandığını bildirmişti.

Büyük Daire, Kavala’ya yönelik ne yeni tutuklama kararının ne de yeni suçlamaların somut gerekçelere ve delillere dayanmadığına hükmetmişti.

Türkiye’nin savunmasında belirttiği tedbir ve önlemlere atıfta bulunan gerekçeli kararda, “Büyük Daire, taraf devletin iyi niyetle, Kavala kararının sonuçları ve ruhuna veya buna uygun bir şekilde hareket ettiği sonucuna varmasına izin vermediğine hütmetmişti.

Dışişleri Bakanlığı’ndan tepki: ‘İnsan hakları sistemi bir kez daha sorgulandı’

Dışişleri Bakanlığı, AİHM Büyük Dairesi’nin Osman Kavala kararını, Türkiye’nin, AİHM’e ve Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesine yaptığı bildirimlere rağmen almasına tepki göstermişti.

Bakanlık açıklamasında, “Ancak ne yazık ki, AİHM konuyla ilgili olarak bugün açıkladığı kararla beklentilerimizi boşa çıkarmış ve Avrupa insan hakları sisteminin itibarının bir kez daha sorgulanmasına sebep olmuştur” denildi.

Davanın geçmişi

Bakanlar Komitesi, AİHM’in ilgili dairesinin 10 Aralık 2019’da verdiği ihlal kararı ve Kavala’nın derhal serbest bırakılmasına ilişkin hükmü yerine getirmediği gerekçesiyle Türkiye aleyhine “ihlal süreci” başlatmıştı.

Türkiye’den konu ile ilgili daha önce bilgi isteyen Bakanlar Komitesi, “ihlal süreci”nin son aşaması olarak 2 Şubat 2022’de davayı AİHM’in Büyük Dairesi’ne göndermişti.

Komite, Kavala davasının AİHM’ye havale edilmesine dair ara kararı oy çokluğuyla kabul etmişti.

Dışişleri Bakanlığı ise yaptığı açıklamada, “Avrupa Konseyi’nin Türkiye’de devam eden bağımsız yargı sürecine müdahale niteliği taşıyan yaklaşımını devam ettirdiğini ve yargı sürecine saygı ilkesini ihlal ettiğini” iddia etmişti.

Avrupa Konseyi’nde şu ana kadar üyelikten atılan ülke var mı?

Yunanistan’da, Cunta döneminde Atina aleyhindeki devlet davasında Cunta yönetiminden istenenin yerine getirilmemesi dışında bu tarihe kadar uygulamaya konmayan bir Divan kararı mevcut değildi.

Yunanistan Avrupa Konseyi’nden ihraç edilmemek için “Albaylar Cuntası” döneminde 1967 yılında kendi isteğiyle üyeliğini sona erdirdi.

Son olarak Bakanlar Komitesi, Ukrayna’yı işgal eden Rusya’nın üyeliğinin askıya alınmasını kararlaştırdı. Ancak, bu karar yürürlüğe girmeden Moskova, kenti isteğiyle üyelikten ayrıldığını duyurdu.

AİHM kararına uymadığı için şu ana kadar hangi ülkeye dava açıldı?

AİHM kararlarını uygulamadığı için bir Konsey üyesine karşı ilk dava 2017 yılında Azeri muhalif Ilgar Mammadov’un tutukluluğu nedeniyle Azerbaycan’a karşı açılmıştı. Mammadov, Ağustos 2018’de serbest bırakıldı.

Paylaşın

İktidar, Rekor Bütçe Açığına Doğru Koşuyor!

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Adana Milletvekili Burhanettin Bulut, bugün yaptığı yazılı açıklamada, yıl bitmeden TBMM’den ikinci bütçeyi çıkaran iktidarın, aldığı ek ödeneği de faize aktardığını vurguladı.

“Merkezi yönetim bütçesi, KİT’lere borç verme, iç ve dış borçlar ile bankaların toplayıp kredi olarak sattığı kur korumalı mevduatlar (KKM) için faiz ödeme bütçesine dönüştü diyen Bulut, “Bu yılın ilk sekiz aylık döneminde iç ve dış borç faiz ödemeleri 169,6 milyar liraya yükseldi. KKM için ödenen 75,6 milyar liralık faiz ödemeleri de dahil edildiğinde, toplam faiz ödemesi 245,2 milyar liraya ulaştı. Bütçe, faiz ödemeleri nedeniyle kevgire döndü. AKP döneminde bütçeden yapılan faiz ödemeleri, 1 trilyon 543 milyar liraya kadar ulaştı. Yıl sonuna kadar bütçeden iç ve dış borçlar için toplam 330 milyar lira faiz ödenmesi öngörülüyor. Bu tutar, KKM için yapılacak faiz ödemesiyle birlikte 500 milyar liraya yakın bir büyüklük oluşturacak” ifadelerini kullandı.

Bulut, şunları kaydetti: Hiçbir şekilde rakamları tutmayan Orta Vadeli Program’da, 17 Ekim’de TBMM’ye sunulacak olan 2023 yılı bütçesiyle iç ve dış borçlar için ödenecek faiz tutarı şimdiden 565,6 milyar lira olarak öngörülüyor. Gelecek yıl KKM için ne kadarlık bir faiz farkı ödemesi yapılabileceğine ilişkin tahmin henüz belli değil. KKM’nin bütçeye yükü, kartopu gibi günden güne büyüyor.

Bütçeye yükünün ne kadar olacağı henüz belli olmasa da en iyi ihtimalle 200 milyar liraya yaklaşacak KKM faiziyle birlikte 2023 yılında bütçenin faiz yükünün en az 750 milyar liraya bulacağı belirtiliyor. Sadece iç ve dış borç faiz ödemesi için 2023 yılında ayrılan tutar, 2022 yılındaki 330 milyar liraya göre yüzde 71,5 oranında artacak ve bütçenin en yüksek artan kalemi olacak.

“İktidar, rekor bir bütçe açığına doğru gidiyor”

Hem bu yılın hem de gelecek yılın bütçesinde büyüyen bir başka kalem ise KİT’lere bütçeden verilecek ‘borç’ olarak gözüküyor. Bu yılın ilk sekiz aylık döneminde bu kuruluşlara bütçeden verilen borç, geçen yıla göre 6 kat artarak 150 milyar lirayı geçti. Bu rakamın, bu yılın tamamında 292 milyar lirayı, gelecek yıl ise 359 milyar lirayı bulması bekleniyor. Bütçede ‘borç verme’ adıyla sınıflandırılsa da KİT’lere verilen bu tür borçlar geri tahsil edilemiyor. Seçim yılı olan 2023 için kesenin ağzını açacak olan iktidar, rekor bir bütçe açığına doğru gidiyor.”

Paylaşın

7 Ayda 966 Bin Kişi İcralık Oldu

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Niğde Milletvekili Ömer Fethi Gürer, partisinin Genel Merkezi tarafından hazırlanan Haftalık Ekonomi Raporu’ndan verileri derledi ve yurttaşların borç krizine ilişki değerlendirmelerde bulundu.

İcra takibi sayısının sürekli arttığı, vatandaşın gıdaya erişimde zorlandığını, dar ve sabit gelirlinin ise konut sahibi olmasının artık olanaksız hale geldiğini vurgulayan Gürer, “İcra ve borçlanma artıyor. Yoksulluk yaygınlaşıyor. Dar ve sabit gelirli ekmeği her geçen gün küçülüyor. Lokmaya doğru iniyor. Ailece çalışarak yaşama tutunmaya çalışanlar dahi sağlıklı beslenmeden uzaklaşıyor” ifadelerini kullandı.

‘966 bin kişi yasal takipte’

Evrensel’de yer alan habere göre Gürer, bu yılın ilk 7 ayında 538 bin 254 kişinin kredi kartı borcunu, 659 bin 89 kişinin de tüketici kredisi borcunu zamanında ödeyemediği için yasal takibe alındığını aktardı. Gürer, birden fazla bankaya olan borcu yüzünden ya da hem kredi kartı hem de tüketici kredisi aynı anda takibe alınanlar tek kişi sayıldığında bu dönemde toplam 966 bin 463 kişinin bankalar tarafından icra takibine alındığını kaydetti.

İcra takibine alınan tekil kişi sayısının geçen yılın aynı dönemine göre 224 bin 993 kişi arttığına da vurgu yapan Gürer, “Önceki yıllarda takibe alınıp icraya verilenlerden borcu devam edenlerin sayısı temmuz sonu itibarıyla 4 milyon 144 bin 303 kişiye ulaştı. Bu durumda olanların sayısında geçen yıl temmuz ayına göre 500 bin kişilik bir artış yaşandı” bilgisini paylaştı.

Gürer, “İcra dosyaları gelir gider dengesi sürekli bozulup borcunu ödeyemeyenlerin içinde bulunduğu zor şartlarında göstergesidir” diye konuştu.

CHP Milletvekili Gürer, Türkiye Bankalar Birliği (TBB) Risk Merkezi’nin verilerine göre, bankalara kredi kartı ve tüketici kredisi borcu bulunan vatandaş sayısının son bir yılda bir milyon 892 bin kişi daha artarak 36 milyon 362 bin kişiye yükseldiğine dikkat çekti. Gürer, “Vatandaş borcu borçla ödeyip ayakta kalmaya, yaşamı sürdürmeye çalışıyor. Bankalara mecbur yaşam riskli. Ödeyemediğinde ise icra kapıda” şeklinde konuştu.

Konut fiyatları hatırlatması

Konut fiyatlarının son bir yıl içinde yüzde 173,8 arttığına da değinen Gürer, konut metrekare birim fiyatının son bir yılda yüzde 198,5 oranında artarak 13 bin 936 TL’ye kadar ulaştığını söyledi.

Bu yıl temmuz ayı itibarıyla son bir yıllık dönemde Türkiye genelinde ikamet amaçlı konut maliyetlerinde yüzde 110,1 oranında artış yaşandığını aktardı. Gürer, sabit ve dar gelirlilerin ev alabilme umudu olmadığı için TOKİ şartlarına bakmadan başvurduğunu söylerken, uzmanların TOKİ’de yaşanabilecek sorunlara dikkat çektiğini kaydetti.

Paylaşın

Türkiye’de Yaşayan Dolar Milyoneri Sayısı 29 Bin 400

Ekonomik krizin her geçen gün biraz daha derinleştiği bu dönemde çarpıcı bir rapor yayınlandı. Rapora göre, Türkiye’de yaşayan dolar milyoneri sayısı 29 bin 400, multimilyoner sayısı 1470 ve 100 milyon dolar ve üzerinde varlığı olan kişi sayısı 84.

Rapora göre, New York’ta yaklaşık 345 bin 600 milyoner, 10 milyon doların üzerinde varlığa sahip 15 bin 470 kişi, 100 milyon dolar veya daha fazla serveti olan 737 kişi ve 59 milyarder bulunuyor.

Japonya’nın başkenti Tokyo, 304 bin 900 yüksek servetli birey ile ikinci sırada yer aldı. Raporda, Tokyo’da 7 bin 350 kişinin multimilyoner, 263’ünün 100 milyon doların üzerinde ve 12’sinin milyarder olduğu tespit edildi.

San Francisco’da 276 bin 400, Londra’da 272 bin 400, Singapur’da 249 bin 800, Los Angeles’ta 192 bin 400, Pekin’de 131 bin 500 milyoner yaşıyor.

Yatırım göçü danışmanlığı Henley & Partners tarafından hazırlanan yeni bir rapora göre New York, dünyanın en yüksek servetine sahip bireylerine ev sahipliği yapıyor.

Rapora göre, New York’ta yaklaşık 345 bin 600 milyoner, 10 milyon doların üzerinde varlığa sahip 15 bin 470 kişi, 100 milyon dolar veya daha fazla serveti olan 737 kişi ve 59 milyarder bulunuyor.

Bloomberg HT’deki habere göre rapor, New York’un 8,38 milyon vatandaşının yaklaşık yüzde 4’ünün 1 milyon doların üzerinde değere sahip yatırım yapılabilir varlıklara (mülk, nakit veya hisse senedi) sahip olduğunu ortaya koyuyor.

10 milyon dolardan fazla değeri olan varlığa sahip olanların sayısı ise 15 bin 470. New York sakinlerinin sahip olduğu toplam özel servet 3 trilyon doları aşarken, bu rakam çoğu G-20 ülkesinde tutulan toplam özel servetten daha fazla olması açısından dikkat çekiyor.

Japonya’nın başkenti Tokyo, 304 bin 900 yüksek servetli birey ile ikinci sırada yer aldı. Raporda, Tokyo’da 7 bin 350 kişinin multi-milyoner, 263’ünün 100 milyon doların üzerinde ve 12’sinin milyarder olduğu tespit edildi.

Henley & Partners’a göre, Türkiye’de yaşayan dolar milyoneri sayısı 29 bin 400, multimilyoner sayısı 1470 ve 100 milyon dolar ve üzerinde varlığı olan kişi sayısı 84.

San Francisco’da 276 bin 400, Londra’da 272 bin 400, Singapur’da 249 bin 800, Los Angeles’ta 192 bin 400, Pekin’de 131 bin 500 milyoner yaşıyor.

Paylaşın

Seçimden Sonra Türkiye Ekonomisini Neler Bekliyor?

Çok partili sisteme geçtikten sonra Türkiye ekonomisi 1958, 1970, 1979, 1994, 2000 senelerinde fotokopi ekonomik krizler yaşadı; fotokopi iktisadi krizler tabirini kullandım çünkü çok farklı kurumsal ekonomik yapılarda bile Türkiye çok benzer, fotokopi krizleri yaşamaktan kurtulamadı.

Farklı kurumsal yapıların oluşumu da bu krizlerin çok benzer bir biçimde oluşmasına ilginç bir biçimde engel olamadı; 1958, 1970, 1979 krizlerinde sermaye hareketlerinin serbestisi (1989, 32 sayılı karar) ve gümrük birliği (AB’de imalat sanayi ürünleri serbest dolaşımı, 1996) yok, 1994’de sermaye hareketlerine serbesti gelmiş ama gümrük birliği yok, 2000’de hem gümrük birliği hem sermaye hareketlerinin serbestisi mevcut ama aynı tip krizler oluşmuş.

Kimse her krizin farklı yapısı, nedenleri ve sonuçları vardır diye itiraz etmesin, doğrudur, her krizin kendi spesifik yapısı vardır ama iktisatçının işi süreçlerde farklı yanlardan ziyade ortak yönleri ortaya çıkarmak değil midir?

Her şey kitaba ve Türkiye ekonomik krizler tarihine uygun gidiyor ama….

Tüm bu krizler kaynak sorununu göz ardı eden hırslı büyüme maceralarından hemen sonra patlamış krizler, ekonomi birkaç sene yüksek büyüme oranlarını test ediyor, bu arada işsizlikte nispi azalmalar yaşanıyor yüksek büyüme ithalat talebini yani döviz talebini uyarıyor, ekonominin zaten yapısal bir döviz üretme sorunu mevcut (eğitim, yüksek teknoloji içeren mallar), artan döviz talebi rezervlerden, piyasalardan, sermaye girişlerinden karşılanamayınca (hukuk?) kur patlıyor, milli gelir kriz öncesine hatta daha da aşağı dönüyor ve kucağımızda ağır bir kriz kalıyor.

Türkiye ekonomisinin girdi-çıktı tablosu analizi ülkemizin kendi tasarrufları ile sağlayabileceği büyüme oranlarının üzerine çıktığı zaman yüksek büyüme oranları ile cari açık arasında büyük bir pozitif korelasyonun varlığını gösteriyor; bu pozitif korelasyon dünyada her ekonomi için de geçerli değil, örneğin, Almanya’da yüksek büyüme oranları ile cari açık arasında bir korelasyon mevcut değil, hatta büyüme dönemlerinde ekonomi cari fazla veriyor, Fransa’da ise Almanya’nın tersine yüksek büyüme oranları cari açığı çok uyarıyor ama Fransa çok güçlü hukuk devletinin sayesinde AB içinde en çok doğrudan yabancı sermaye çeken ülke haline geliyor (Brexit sonrası) ve cari açığın patlaması krize dönüşmüyor.

”Türkiye 2022 senesinde de koşar adım bir döviz krizine doğru gidiyor, aynen 1958’de, 1979’da olduğu gibi”

Türkiye 2022 senesinde de koşar adım bir döviz krizine doğru gidiyor, kendi tasarrufları, kaynakları üzerinde bir büyüme hedefi koyuyor ve kısmen de gerçekleştiriyor, işsizlik oranında da nispi bir gerileme var, bu veriler doğru veriler ama bu süreç, her zaman olduğu gibi büyük cari açıklara neden oluyor, ihracattaki kıpırdanmaya rağmen cari açık büyümeye devam ediyor çünkü ihracatın ithalatı karşılama oranı her ay muntazaman azalıyor, doğrudan yabancı sermaye yatırımı yok mertebesine geliyor; bu durum bize yakın tarihimizde de olduğu gibi bize büyük bir döviz krizini işaret ediyor, aynen 1958’de, 1979’da olduğu gibi.

Ancak, bu kez, Merkez Bankası döviz rezervlerinde ilginç gelişmeler de yaşanıyor, Merkez Bankası bilançosunda sekiz ayda 25 milyar dolarlık net hata ve noksan gözüküyor; bu miktarın ismini muhasebe anlamında artık net hata ve noksan olarak koymak mümkün değil, başka şeyler oluyor.

Türkiye önemli bir ülke ve jeopolitik açıdan da çok önemli; bu kez galiba Türkiye’yi yöneten merkezi idare ilk kez bu ölçüde jeopolitik satarak, batı ile son seksen senede kurulmuş olan kurumsal yapıyı satarak, vazgeçerek cari açık yani döviz krizini çözmeye çalışıyor.

Türkiye ekonomisi çok önemli jeopolitik konumuna rağmen küçük bir ekonomi, ekonominin dünya ekonomisi içinde payı yüzde birin çok altına düşmüş durumda ama nüfusumuz dünya nüfusunun yüzde birinin üzerinde; AKP sonrası gelecek yönetimlerin Türkiye ekonomisinin dünya payını mutlaka nüfus payının üzerine çıkarma hedefi koymak durumunda olmalıdırlar, aksi durum Türkiye’nin her gün mutlak ve nispi olarak fakirleşmesi anlamına gelebilir.

Milli gelirimiz dünya ekonomisinin yüzde birinin altında ve cari açığımız da milli gelirimizin yüzde 6 ya da 7’si mertebesinde olduğu zaman ekonomimizin krize girmemesi için ihtiyaç duyduğu dolar cinsinden miktar 55 ile 60 milyar dolar dolayında olmaktadır ve bu miktar Türkiye’nin bu global ilişkiler ortamında Rusya için, bazı Arap ülkeleri için jeopolitik değerinin ve batı ile seksen senede kurduğu kurumsal ilişkiler bütünün değerinin çok altındadır ve mesela Gazprom bu pahayı ödemeye Putin’in Polonya’nın, Macaristan’ın intikamını alması için hazırdır.

Ancak, unutmamak lazım, jeopolitik ve batı ile kurumsal ilişkiler sadece bir kez pazara çıkarılır; başka bir ifade ile de bu modelin sürdürülebilirliği yoktur, sadece döviz krizini seçimlerin ötesine taşımaya yarayabilir.

”Enflasyonun esas yıkıcı etkisi orta vadede büyüme süreçlerini olumsuz etkilemesi olacaktır”

Bu arada büyümeyi desteklemek ve anlamakta zorlandığımız takıntılar nedeniyle faizlerin üzerine baskı enflasyonda ülkemizi dünya liderliğine taşımaktadır.

Enflasyon ülkemiz iktisat ideolojisi çerçevesinde sıkıntılı bir anlayışla sadece bir bölüşüm süreci olarak algılanmakta, yüksek enflasyonun düşük gelir gruplarından üst gelir gruplarına kaynak aktarımı gerçekleştirdiğine inanılmaktadır; “inanılmaktadır” ifadesini kullanıyorum çünkü bu enflasyon süreçlerinin hangi yönde gelir aktarım mekanizmasına dönüştüğüne yönelik elimizde çok somut veri de bulunmamaktadır ama varsayalım ki bu iddia doğru olsun.

Ancak, enflasyon süreçlerinin daha da olumsuz etkisi yüksek fiyat artışlarının nispi fiyatları çarpıtarak iktisadi aktörlerin doğru piyasa mesajları almalarını engelleyerek rasyonel karar alma süreçlerini olumsuz etkilemesidir ve Türkiye şimdi bu sürece girmiştir ve bu sürecin sonu yanlış iktisadi kararlar, mesela yanlış tasarruf-yatırım kararları üzerinden büyüme ve bölüşüm ilişkilerini çok olumsuz etkilemesidir; enflasyonun esas yıkıcı etkisi orta vadede büyüme süreçlerini olumsuz etkilemesi olacaktır.

Türkiye merkezi yönetimi kısa vadede yüksek büyüme oranları uğruna jeopolitik ve kurumsal yapıyı pazara çıkarmaktansa gerçek bir hukuk devleti inşa sürecini öncelese idi senede altmış milyar doğrudan yabancı yatırım çekmek çok kolay olurdu ve bu yaşadıklarımızı da yaşamazdık.

21. yüzyılda ekonomilerin iki temel girdisi olacaktır: Hukuk ve nitelikli eğitim; Türkiye bu iki alanı da perişan ettiği için gireceğimiz ekonomik krizin uzun sürme ihtimali, Mayıs 2023’de kim iktidara gelirse gelsin her zamankinden fazladır.

(Euronews Türkçe /  Eser Karakaş)

Paylaşın

Reuters: Ankara Ve Şam Temaslarını Artırdı

Ankara – Şam arasındaki ilişkiler yeni bir döneme giriyor… Türkiye – Suriye arasındaki ilişkilerinin normalleşmesi on yıldan uzun süredir devam eden iç savaşı yeniden şekillendirebilir. Kaynaklar iki ülke arasındaki temasların arttığına dikkat çekti.

Reuters’ın Türk ve Suriyeli kaynaklara dayandırdığı haberine göre, Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Başkanı Hakan Fidan, geçen haftalarda Suriyeli mevkidaşı ile Şam’da birkaç kez bir araya geldi. İstihbarat teşkilatı başkanları arasındaki bu sık görüşme, Rusya’nın Suriye’de taraflar arası iletişimi artırma çabalarının işe yaradığının işareti olarak görülüyor.

Ajansa bilgi veren Şam ile bağlantılı bir kaynak, Fidan ve Suriye istihbarat teşkilatı başkanı Ali Mamlouk’un son olarak bu hafta Suriye’nin başkentinde bir araya geldiğini söyledi.

İki ülke arasındaki temaslar, Türkiye’den iki ve bölge ülkelerinden bir kaynağa göre Ukrayna işgalinin daha da uzamasına hazırlık yapan ve Suriye üzerindeki nüfuzunu korumak isteyen Moskova’nın dış politikasında değişimin bir yansıması olarak görülüyor.

Türkiye’den üst düzey bir yetkili ve bir güvenlik yetkilisinin verdiği bilgiye göre Cumhurbaşkanı Erdoğan’a en yakın isimlerden olan Fidan ile Mamlouk görüşmelerde iki ülkenin dışişleri bakanlarının nasıl bir araya getirilebileceğini değerlendirdiler.

Türk yetkili, “Rusya, Suriye ve Türkiye’nin sorunlarını aşmalarını ve herkese… hem Türkiye hem de Suriye’ye faydası olacak belli anlaşmalara varmalarını istiyor” dedi.

Yetkili, büyük sorunlardan birinin de Türkiye’nin Suriyeli muhalifleri Şam ile ileride yapılabilecek görüşmelere dahil etmek istemesi olduğunu belirtti.

Rusya’nın politika değişimi

Türk güvenlik yetkilisi Rusya’nın Ukrayna’ya odaklanmak için askeri güçlerini kademeli olarak Suriye’den çektiğini ve Suriye’de “siyasi çözümü hızlandırmak” için Esad ile ilişkisini normalleştirmesini Türkiye’den istediğini ifade etti.

Şam ile bağlantılı olan kaynak, askeri güçlerini Ukrayna’ya yeniden konuşlandırmasının gerekmesi durumunda kendisinin ve Esad’ın konumunu sağlamlaştırmaya çalışan Rusya’nın Suriye’yi de görüşmelerde bulunmaya yönlendirdiğini söyledi.

Kaynağa göre Fidan’ın Ağustos sonunda gerçekleştirdiği iki günlük Şam ziyareti de dahil olmak üzere en son görüşmelerde ülkelerin daha yüksek seviyede bir araya gelmesinin temeli atılmaya çalışıldı.

Ankara, İran’ın Suriye’de nüfuzunu artırmasını istemiyor

Üst düzey Türk yetkili, Rus birliklerin bıraktığı boşluğun İranlı ya da İran tarafından desteklenen güçler tarafından doldurulmasını Ankara’nın istemediğini söyledi.

Türk güvenlik yetkilisi İran’ın nüfuzunun artmasını Rusya’nın da istemediğini ifade etti.

Bir diplomat, Rusya’nın yaz başında Suriye’nin güneyinden, özellikle de İsrail sınırında bulunan bölgelerden sınırlı sayıda askerini geri çektiğini ve bu boşluğun İran ile bağlantılı güçler tarafından doldurulduğunu belirtti.

Şam ile bağlantılı kaynak ve Esad yanlısı ikinci üst düzey bir kaynak Türkiye-Suriye temaslarının oldukça ilerleme kaydettiğini söyledi, ancak detay vermediler.

Şam ile bağlantılı üçüncü bir kaynağın verdiği bilgiye göre, Türkiye-Suriye ilişkilerinde buzlar erimeye başladı ve ilişkiler “anlayış iklimi yaratacak seviyeye” ulaştı.

Reuters, kaynakların kamuoyuna açıklanmayan temasların hassasiyeti nedeniyle adlarının açıklamak istemediğini kaydetti. Ajans ayrıca, Rusya Dışişleri Bakanlığı, Türkiye Savunma Bakanlığı, MİT ve Suriye İstihbarat Bakanlığı’nın bu konudaki sorulara yanıt vermediğini bildirdi.

Paylaşın

Ankara – Atina Gerilimi Seçim Malzemesi Mi?

Türkiye ile Yunanistan arasında Ege Denizi’ndeki adalar üzerinden yaşanan gerilim Ankara ile Atina’yı zaman zaman tehlikeli bir şekilde karşı karşıya getiriyor. Uzmanlar ise, yeniden tırmanan gerilimi her iki ülkede yapılacak seçimler nedeniyle iç kamuoyuna yönelik mesajlar olarak yorumluyor.

Türkiye ve Yunanistan’ın karşılıklı birbirini suçlayan açıklamaları Avrupa Birliği (AB) ve ABD’nin de gündemini meşgul ediyor. Batıdan gelen açıklamalarda Ankara ve Atina’ya tansiyonu düşürme çağrıları yapılırken, Yunanistan’ın egemenliğine saygı duyulması isteniyor.

Son olarak Yunanistan Başbakanı Nikos Dendias, parlamentoda yaptığı konuşmada, Türkiye’de halkın büyük çoğunluğunun hükümetin Yunanistan karşıtı söylemlerine destek vermediği görüşünü dile getirdi.

Türkiye’nin tavrının ‘2019 sonbaharında Libya’yla deniz yetki alanları anlaşmasının imzalanmasıyla saldırganlaştığını’ düşünen Dendias, Ankara’nın ‘müzakere alanı bırakmayan tercihlerde bulunduğu’ görüşünde.

İstanbul Üniversitesi’nden Doç. Dr. Pınar Erkem’e göre, Türkiye-Yunanistan ilişkilerindeki gerginliğin her iki ülkenin seçim dönemlerine denk gelmesi tehlikeli ve iki ülke arasında çıkacak bir kriz, liderlerin oylarını artırmak için daha uygun olacak milliyetçi duygulanım ortamı yaratabilir.

Erdoğan ve Miçotakis’in restleşme şeklinde ilerlemeye devam ettiğini belirten Erkem şu değerlendirmeyi yapıyor:

“Son dönemde Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Yunanistan Başbakanı Miçotakis’in açıklamalarına baktığımızda ikisinin de restleşme şeklinde ilerlediğini görüyoruz. Barışçıl ve dostane söylem ne yazık ki yerini tamamen tehdit ve suçlamalara bırakmış durumda. İki ülkenin de seçim dönemine yaklaştığı ve mevcut liderlerin yeniden seçilmesinin garanti olmadığı bir durumda, iki ülke arasında çıkacak bir kriz, oylarını artırmak için daha uygun olacak bir milliyetçi duygulanım ortamı yaratabilir. 2023 yılının her iki ülke için de seçim dönemi olması, iki liderin söylemlerini şekillendirme tarzlarından da görüleceği üzere, Türkiye ve Yunanistan arasındaki son dönem ilişkileri belirleyici bir etmen olarak göze çarpıyor. Bu nedenle, önümüzdeki aylarda Türkiye-Yunanistan ilişkileri dikkatle takip edilmesi gereken bir alan olacak. Kardak Krizine benzer bir olay veya spekülatif bir saldırı durumu yaşanır mı, bunları izleyip göreceğiz.”

Erkem bununla birlikte Yunanistan’ın silahlanma konusundaki atılımı, ABD’nin desteğini alması, Türkiye aleyhindeki söylemleriyle Türkiye üzerine fazlasıyla oynadığını dile getiriyor.

ABD halihazırda Yunan F-16 savaş uçaklarını modernize ediyor ve ilk teslimatı geçen hafta yaptı. Fransa ile de bir savunma anlaşması imzalayan Atina’nın, Rafale savaş uçakları ile Fransız yapımı yeni fırkateynleri önümüzdeki dönemlerde savunmasına katması bekleniyor.

ABD’nin Yunanistan’ın silahlanmasına destek verdiğini belirten Erkem, “Öte yandan Türkiye’nin benzer taleplerini reddetmesi, iki ülke arasındaki güven ilişkisi ve dengeye zarar verici nitelikte.” diyor.

“Ülkelerden biri kendini güvensiz hissettikçe, çatışma riski artar.” diyen Erkem, “Diğer yandan, silahlanmaya ve uluslararası desteğe güvenerek söylemini sertleştiren Miçotakis de güvensizlik ortamının artmasına yol açarak çatışma riskini de artırıyor. Önümüzdeki yaza kadar tedirgin bir bekleyiş olacak, bir çatışma gerçekleşmez demek giderek daha zor hale geldi.” görüşlerini dile getirdi.

Askeri bir operasyon olur mu sorusunu ise Doç. Dr. Pınar Erkem, ‘’İki NATO üyesi ülke arasında bir çatışma çıkması ikisi için de olumlu bir durum olmayacaktır’’ şeklinde yanıtlıyor.

Euronews Türkçe’den Dilek Gül‘e açıklamalarda bulunan Cumhurbaşkanlığı Güvenlik ve Dış Politikalar Kurulu üyesi Prof. Dr. Mesut Hakkı Caşın, gerginliği tırmandıran tarafın Yunanistan olduğunu söylüyor. Bu yaklaşımı da ‘askeri ve siyasi intihar’ olarak niteliyor.

Prof. Dr. Mesut Hakkı Caşın, Yunanistan’ın ‘Türkiye’nin ABD ile F-16 uçakları için yapacağı anlaşmanın önüne geçmek istediğini, Türkiye’nin ABD ve AB ile dış ticaretini önleme çabasında olduğunu ve Türkiye’yi NATO ile AB’den uzaklaştırmak gibi gayretleri olduğu’ değerlendirmesinde bulunuyor.

Türk-Yunan ilişkilerinin tarihi bir kırılmanın eşiğinde olduğunu düşünen Prof. Dr. Caşın, “Yunanistan tepeden tırnağa silah ile donatıldı? Bu silahları Yunanistan gibi bir ülkenin kendi parası ile alması mümkün değil. İki anlaşma var, bunlardan ilki; Amerika-Yunanistan savunma ve ortaklık anlaşması, diğeri de Fransa ile ortaklık anlaşması. Yunanistan bir şekilde iç ve siyasi şekilde zorlamaya çalışıyor. Saldırgan bir devlet durumuna düşürmek istiyor.” diyor.

Yunanistan saldırgan tutumlar sergilediğini belirten Prof. Dr. Caşın şu değerlendirmeyi yapıyor:

“Bir hafta içinde dört tacizi var Yunanistan’ın ve daha başka saldırgan tutumlar. Bu kabul edilemez. Ne çıkıyor o zaman ortaya, Yunanistan hassas dengeyi tek taraflı bozmak istiyor. Türkiye’yi suçlu durumuna düşürmek istiyor, derdi bu. Fakat şu net olarak bilinmeli, Yunanistan’ın iddia ettiği gibi Türkiye’nin milli savunmasında stratejisinde Yunanistan’ı işgal etmek yok, Türkiye’nin böyle bir niyeti de yok. Niyetimiz olsa biz de ona göre silahlanırız. Türkiye gerginliği tırmandırmak istemiyor. Seçimlerle bir alakası yok alınan tavrın, gerginliği azaltmak istiyor. Ama Yunanistan’ın gerginliği tırmandıran açıklamalara karşılık verilmesin mi?”

“Akdeniz gazının Türkiye üzerinden taşınması Yunanistan için sorun ve bunun üstüne çökmek istiyor”

Türkiye’nin askeri operasyon gibi bir niyetinin olmadığını ve savaşın çok zor bir şey olduğunu dile getiren Prof. Dr. Mesut Hakkı Caşın, ‘’Baktığımızda enerji sektöründe Avrupa’nın sıkıştı ve bu sebeple Türkiye’nin İsrail ile yakınlaşmasını sabote etmek istiyor’’ diyor.

Her türlü talebe rağmen askeri olarak Türkiye’nin karşısında güçlü olmayan bir Yunanistan olduğunu ifade eden Caşın, uzlaşının şart olduğu görüşünde.

Halihazırda iki NATO ülkesinin birbirine kırdırılması da ‘NATO’nun güney kanadının çökmesi’ anlamına geldiğini düşünüyor:

“Akdeniz gazının Türkiye üzerinden taşınması Yunanistan için sorun ve bunun üstüne çökmek istiyor. Gasp etmek istiyor. Bunu yapmak için de silahlanıyor. İddia ediyorum iki ülke baş başa otursa tüm sorunlar çözülür ama Yunanistan çözümsüzlüğü savunuyor. Ama çözüm iki devletin oturup konuşmasından geçer. Bir memorandum imzalamalılar ve NATO ittifakı içerisinde ittifaka yakışacak şekilde hareket edilmeli. Bu her iki devletin lehinedir.”

Paylaşın

Türkiye’nin ‘Kısa Vadeli Dış Borç’ Stoku 182 Milyar Dolara Yükseldi

Türkiye’nin kısa vadeli dış borç stoku zirve seviyelerdeki seyrini sürdürdü. Orijinal vadesine bakılmaksızın vadesine bir yıl ya da daha az kalmış dış borç verisi kullanılarak hesaplanan kalan vadeye göre, kısa vadeli dış borç stoku 182 milyar dolar oldu.

Haziran ayında bu kalemde 182,5 milyar dolarla rekor kaydedilmişti. Türkiye’de kısa vadeli dış borç stoku 2021 yıl sonuna göre yüzde 10,7 oranında artışla 134,6 milyar dolara çıktı.

Bankalar kaynaklı kısa vadeli dış borç stoku yüzde 7,6 oranında artarak 55,3 milyar dolar olurken, diğer sektörlerin kısa vadeli dış borç stoku yüzde 12,2 oranında artarak 49,5 milyar dolar düzeyinde gerçekleşti.

Özel sektörün yurtdışı kredi borcu 162 milyar dolar

Öte yandan Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası (TCMB), dün özel sektörün yurtdışı kredi borçlarına ilişkin verilerini yayınlamıştı. Buna göre;

Temmuz sonu itibarıyla, özel sektörün yurtdışından sağladığı toplam kredi borcu, 2021 yıl sonuna göre 7 milyar dolar azalarak 162 milyar dolar oldu. Vadeye göre incelendiğinde, 2021 yıl sonuna göre, uzun vadeli kredi borcunun 7,1 milyar dolar azalarak 154,5 milyar dolar; kısa vadeli kredi borcunun (ticari krediler hariç) ise 85 milyon dolar artarak 7,6 milyar dolar düzeyinde gerçekleştiği gözlendi.

Borçluya göre dağılıma bakıldığında, uzun vadeli kredi borcuna ilişkin olarak, bir önceki yıl sonuna göre bankaların kredi biçimindeki borçlanmaları 2,9 milyar dolar, tahvil ihracı biçimindeki borçlanmaları ise 2,9 milyar dolar azalarak 17,1 milyar dolar seviyesine indi. Aynı dönemde, bankacılık dışı finansal kuruluşların kredi biçimindeki borçlanmaları 435 milyon dolar, tahvil stoku da 7 milyon doları azalarak 1,8 milyar dolar oldu. Söz konusu dönemde, finansal olmayan kuruluşların kredi biçimindeki borçlanmaları 10,3 milyar dolar seviyesinde gerçekleşti. Kısa vadeli kredi borcuna ilişkin olaraksa, 2021 yıl sonuna göre bankaların kredi biçimindeki borçlanmaları 142 milyon dolar artışla 4,9 milyar dolara; finansal olmayan kuruluşların kredi biçimindeki borçlanmaları ise 319 milyon dolar artışla 1 milyar 196 milyon dolar seviyesine yükseldi.

Alacaklıya göre dağılım incelendiğinde, uzun vadeli kredi borcuna ilişkin olarak, temmuz sonu itibarıyla tahvil hariç özel alacaklılara olan borç, bir önceki yıl sonuna göre 2,8 milyar dolar azalarak 104,7 milyar dolar olarak gerçekleşti. Kısa vadeli kredi borcuna ilişkin olarak ise, tahvil hariç özel alacaklılara olan borcun bir önceki yıl sonuna göre 169 milyon dolar artarak 7,3 milyar dolar seviyesinde gerçekleştiği gözlendi.

Döviz kompozisyonuna bakıldığında, 154,5 milyar dolar tutarındaki uzun vadeli kredi borcunun yüzde 65,0’ının ABD doları, yüzde 31,6’sının euro, yüzde 1,5’inin Türk Lirası ve yüzde 1,9’unun ise diğer döviz cinslerinden oluştuğu görüldü. 7,6 milyar dolar tutarındaki kısa vadeli kredi borcunun ise yüzde 41,7’sinin ABD doları, yüzde 37,3’ünün euro, yüzde 17,5’inin Türk Lirası ve yüzde 3,5’inin diğer döviz cinslerinden oluştuğu belirlendi.

Sektör dağılımı incelendiğinde, temmuz sonu itibarıyla, 154,5 milyar dolar tutarındaki uzun vadeli toplam kredi borcunun yüzde 37,7’sini finansal kuruluşların, yüzde 62,3’ünü ise finansal olmayan kuruluşların borcu oluşturtu. Aynı dönemde, 7,6 milyar dolar tutarındaki kısa vadeli toplam kredi borcunun yüzde 79,9’unu finansal kuruluşların, yüzde 20,1’ini ise finansal olmayan kuruluşların borcu meydana getirdi.

Özel sektörün yurt dışından sağladığı toplam kredi borcu, temmuz sonu itibarıyla kalan vadeye göre incelendiğinde, 1 yıl içinde gerçekleştirilecek olan anapara geri ödemelerinin toplam 44,2 milyar dolar tutarında olduğu gözlendi.

Paylaşın

Hava Kirliliği OECD’de Azaldı, Türkiye’de Arttı

Küçük partiküllerden kaynaklanan hava kirliliğine maruz kalanların oranı Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ülkeleri arasında önemli oranda düşerken Türkiye’de az da olsa artış gösterdi.

Türkiye, OECD üyeleri arasında 2.5PM olarak adlandırılan küçük partikül kaynaklı hava kirliliğine en fazla maruz kalan ikinci ülke. Türkiye’de halkın yüzde 27’si hava kirliliğine maruz kalırken bu oran OECD ülkelerinde yüzde 14.

OECD’nin 2019 yılı verilerine göre hava kirliliğine en fazla maruz kalan ülke yüzde 27 ile Güney Kore. Türkiye de aynı oranla ikinci durumda. Finlandiya, İsveç, Estonya, Yeni Zelanda ve İzlanda yüzde 6 ile en iyi durumda bulunan ülkeler.

2019 yılında “2.5PM” olarak adlandırılan küçük partikül kaynaklı hava kirliliğine maruz kalanların oranı diğer bazı ülkelerde şöyle: İsrail yüzde 19, İtalya yüzde 16, Yunanistan yüzde 14, Almanya yüzde 12. İngiltere yüzde 10 ve ABD yüzde 8.

38 ülkeden 4’ünde kirlilik arttı; birisi Türkiye

Hava kirliliğine maruz kalanların oranı nasıl değişiyor? Azalıyor mu yoksa artıyor mu? 1990 ile 2019 yılları arasındaki değişime bakıldığında OECD listesindeki 38 ülkeden 33 tanesinde hava kirliliği oranı düştü. Bu düşüş bazı ülkelerde yüzde 40’ları aştı. Türkiye’de ise yüzde 1’lik bir artış söz konusu. OECD ortalamasında hava kirliliğine maruz kalanların oranı bu 39 yılda yüzde 28 düşüş gösterdi.

En fazla azalma yüzde 45 ile İsviçre’de. Bu ülkede 1990 yılında hava kirliliğine maruz kalanların oranı yüzde 18,3 iken 2019’da yüzde 10’a geriledi. En fazla artış yüzde 9 ile Güney Kore’da yaşandı. OECD ortalaması 1990’da yüzde 19,4 iken 2019’da yüzde 13,9’a düştü. Aynı dönemde Türkiye’deki oran yüzde 26,7’den yüzde 26,9’a yükseldi.

Küçük partikül kaynaklı hava kirliliğine maruz kalanların oranı diğer ülkelerde 1990-2019 arası şu kadar düştü: Almanya yüzde 43, İngiltere yüzde 41, Fransa yüzde 37, Yunanistan yüzde 27 ve İsrail yüzde 8.

Türkiye’de ‘dalgalı seyir’

Son 39 yılda Türkiye’deki değişime yakından bakıldığında hava kirliliği oranının yükselip düştüğü gözlemleniyor. 2019 yılındaki oran 1990 yılından daha yüksek. 2005’te yüzde 26,7 olan hava kirliliğine maruz kalanların oranı 2010’da yüzde 30’a kadar tırmandı.

PM2.5 nedir, ne kadar zararlı?

Avrupa Çevre Ajansı’nın sitesine göre partikül madde, katı ve sıvı damlacıkların karışımından oluşuyor. Bazı partikül maddeler doğrudan yayılırken bazıları da çeşitli kaynaklardan yayılan kirleticilerin atmosferde reaksiyona girmesiyle meydana geliyor.

Partikül madde, kalp veya akciğer rahatsızlığından kaynaklanan hastalıklar ve ölümlerle ilişkilendirilmiştir. Dünya Sağlık Örgütü, partikül madde kapsamında en zararlı maruz kalma durumunun ince partiküllere (PM2.5) uzun süreli maruz kalma olduğunu gösterebilecek yeterli bilimsel kanıt toplamıştır.

Sağlık Bakanlığı’na göre de havadaki partikül madde insan sağlığını etkileyen en önemli kirleticilerden biri. Partikül boyutu ile sağlık üzerindeki olumsuz etkisi doğrusal olarak bağlantılı.

Hava kirliliği bir yandan kalp ve akciğer hastalıklarına bağlı ölüm oranını artırırken, diğer yandan bu hastalıklara bağlı hastane başvurularını arttırıyor. Bunların yanında hava kirliliği özellikle çocukların akciğer gelişimini olumsuz etkilemekte ve kirliliğin yoğun olduğu bölgelerde astım ve kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) gibi kronik hava yolu hastalıkların prevalansını artırmakta.

(Kaynak: Euronews Türkçe)
Paylaşın