DEM Parti Van Milletvekili Pervin Buldan, “Son seçimlerden sonra eş başkanlık görevini de bıraktım ve şu an düz bir milletvekili, Van milletvekili olarak görevime devam ediyorum. Bu da artık benim siyasette son dönemim” dedi ve ekledi:
“Milletvekilliğim bittikten sonra ben artık siyaseti de bırakacağım, hiçbir şekilde siyasetin yanından köşesinden, bucağından geçmeyeceğim. Bu mücadeleyi bırakmak bize yakışmaz. Elbette ki ama siyasi arenada değil tabii ki onun dışında farklı mecralarda, işte bir sürü alan var. Yakınlarını kaybeden insanlar var, insan hakları kurumları var. Elbette ki çok deneyim ve çok anı var. Bunları bir kitap haline getirmeyi elbette ki düşünürüm. Buna ömrümüzü yeterse, zamanımız olursa siyaseti bıraktıktan sonra bir kitap yazmayı düşünüyorum.”
Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Van Milletvekili Pervin Buldan, Artı TV’de yayınlanan, Kemal Avcı ile Siyaset Ötesi programında, yaşamı ve siyasi faaliyetlerine yönelik dikkat çeken açıklamalarda bulundu. Buldan’ın anlattıklarından önemli satır başları şöyle:
“Ben aslında Hakkari’de doğup büyümeme rağmen çok fazla Kürtçeyi bilmeyen, ağırlıklı evin içerisinde Türkçe konuşulan ama aile arasında, yani babam ve amcalarım içerisinde Arapça’nın konuşulduğu bir ortamda büyüdüm. Babam memurdu. Memur kimliği tabii bizi diğer arkadaşlarımdan, Hakkari’nin yerlisi olan arkadaşlarımdan, farklı bir yere koyuyordu çünkü. Ailenin görüştüğü hep memur kesimiydi. Dolayısıyla öyle bir ortamda büyüdüm ama Kürtçeyi ben evlendikten sonra öğrendim. Bir aşiret geleniyim. Eşim Oramar ağasının oğlu. O zaman ağalık önemli bir faktör. Elbette şimdi biz bunu reddediyoruz -tabii ki ağlı şeyhliği ve bununla birlikte. Ağalığın ve şeyhliğin daha doğrusu bu tür yapıların artık hiçbir hükmünün kalmadığını biliyoruz.
Önemli bir aşiret evine gelin gittim ben. Evin içerisinde sadece Kürtçe konuşuluyordu ve Türkçe bilmeyen bir eltim bana Kürtçeyi, ben de ona Türkçeyi öğretmiştim. Çünkü ben Türkçe konuşuyordum. O benimle Kürtçe konuşuyordu. Yani büyük bir oranla ve açık yüreklilikle şunu söyleyebilirim, kişiliğimin ve kürtlüğün ne olduğunu evlendikten sonra eşimin ailesinin yanındayken öğrendim ve bu hem hayatıma büyük bir oranda şekil vermesini beni güçlendirmesine ve kendimi tanımlama sebep oldu.
Ankara’ya 19 Mayıs tarihinde gençlik ve Spor Bayramı törenlerine katılmak üzere her ili temsilen 2 öğrenci seçilirdi. O dönem öyleydi. Hakkari’de de ben ve Ferhat Tuan isminde bir erkek arkadaşımız, o şimdi rahmetlik oldu, seçildik ve Ankara’ya otobüsle geldik. Avantaj mı dezavantaj mı bilemiyorum ama uzun boylu olmanın vermiş olduğu bir avantaj olarak seçildik. İkimiz de okulun en uzun boylu öğrencilerindendik.
Hakkari Lisesi müdürü bizi yanına çağırdı. ikimizin de Ankara’ya gitmemizi istediklerini söylediler. Ailem önce karşı çıktı, ‘İşte bir erkekle beraber nasıl yolculuk yapacaksın? Otobüsle gideceksin. Bu olmaz’ gibilerinden… Sonra amcam araya girdi, ‘Gidebilir. Bunda bir sakınca yok’ dedi. Sonra babam izin verdi.
Ankara’da yaklaşık 4-5 gün kaldık. Bir misafirhanede bizi ağırladılar. O dönem Kaya Erdem Meclis Başkanıydı. Hatırladığım kadarıyla yine Gençlik ve Spor Bakanı bizi ağırlamıştı. Kenan Evren’le bir törende bir araya geldik, Her ilin öğrencilerini, gelen misafirleri tek tek illerine göre çağırıp, tokalaşıp hal hatır sorup yerlerine gönderiyordu. Sıra Hakkari’ye geldi. İkimizin de yakasında Hakkari yazılıydı büyük harflerle. ‘Hakkari’den geldiniz’ dedi. ‘Evet’ dedik. ‘Kuyruklulu musunuz?’ dedi bize. Biz hiç cevap vermedik. Böyle Kürtlere kuyruklu Kürt deniyordu. Biliyorsunuz hani öyle bir şey vardı. Dolayısıyla böyle bir şeyi duyduk ama ikimiz de cevap vermedik. Ancak daha sonraları yani ben Savaş’la evlendikten sonra bunu Savaş’a anlatmamla birlikte, ‘Buna nasıl sessiz kaldınız, nasıl buna cevap vermediniz? Ben olsam kıyameti koparırdım. Hatta şimdi basına verelim’ demişti.
Siyasete girmemde ailemden tamamıyla destek gördüğümü ifade edebilirim. Hiçbir şekilde aileden hiç kimsenin karşı çıkmadığını da söyleyebilirim. O dönem Savaş’ın katledilmesi ile birlikte Cumartesi Anneleri’ne katılmam bile ailemin teşvikiyle gerçekleşti. Her hafta Galatasaray lisesi önünde oturan aileler var. Sen de gidebilirsin, destek olabilirsin gibilerinden ve ben kendimi bir anda bir yıl sonra o annelerin içinde buldum.
Bir yıla kadar yani o bir yıllık süreç içerisinde ben hiç evden çıkmadım. Sürekli siyahlar giydim ve yas tuttum. Yasın, siyahlar giymenin evden çıkmamanın hiçbir çare olmadığını ve bir şekilde bir yerlerde mücadele etmenin daha önemli olması gerektiğini aslında Cumartesi Anneleri’ne katıldıktan sonra öğrendim.
Hem kayıpları hem faili meçhulleri temsil etmek amacıyla Meclis’e girdim. Daha doğrusu siyasete girdim. Bütün bunlar partinin teşvikiyle oldu. İşte vermiş olduğum mücadeleyi daha da büyütmek, siyasi arenada bunun mücadelesini vermek, kayıpları, faili meçhulleri, yargısız infazları; bütün bunları aslında bir siyaset içerisinde mücadelesini vermek önemli bir mevziydi. Biraz bu amaçla girmiştim. Biraz da evde yas tutmanın dışında, Savaş’ın katledilmesiyle birlikte kendimi eve kapatmanın dışında dışarıda öncülük eden ve mücadele eden bir şahsiyet olarak görünmek beni daha da güçlendirdi.
Iğdır’ın ilk kadın milletvekiliyim. İki dönem milletvekilliği yaptım. Iğdır’ın benim yanımda çok ayrı bir yeri vardır. İlk Iğdır’a gittiğim gün beni hep erkekler karşılamıştı. Bir erkek ordusu karşılamıştı. Milletvekilliğimin sonlarına doğru beni kadınlar uğurlamıştı. Bir de o dönem Iğdır’da doğan bütün bebeklerin, kız çocuklarının ismi hep Pervin olmuştu. Bu da benim yanımda Iğdır’ın çok farklı bir yer olduğunu gösteren ayrı bir şey.
“Siyaseti bırakacağım”
Son seçimlerden sonra eş başkanlık görevini de bıraktım ve şu an düz bir milletvekili, Van milletvekili olarak görevime devam ediyorum. Bu da artık benim siyasette son dönemim.
(Bırakacak mısınız?) Milletvekilliğim bittikten sonra ben artık siyaseti de bırakacağım, hiçbir şekilde siyasetin yanından köşesinden, bucağından geçmeyeceğim. Bu mücadeleyi bırakmak bize yakışmaz. Elbette ki ama siyasi arenada değil tabii ki onun dışında farklı mecralarda, işte bir sürü alan var. Yakınlarını kaybeden insanlar var, insan hakları kurumları var. Elbette ki çok deneyim ve çok anı var. Bunları bir kitap haline getirmeyi elbette ki düşünürüm. Buna ömrümüzü yeterse, zamanımız olursa siyaseti bıraktıktan sonra bir kitap yazmayı düşünüyorum.
Sayın Selahattin Demirtaş ve sayın Gültan Kışanak’ın eş genel başkan oldukları dönemdi. Çok tartışıldı; kim gidecek, kimler gidecek diye bir kargaşa yaşandı, işte 2 eş genel başkanın gitmesi konusunda hemfikirdik. Yani kurumsal olması anlamında herkes hemfikirdi. Fakat son noktayı sayın Öcalan koymuştu. Bir gece saat 11.12 sularında o dönemin Adalet Bakanı beni arayıp ‘Acilen bakanlığa gelmenizi istiyoruz’ demişti. Biz de iki grup başkan vekili, ben ve İdris Baluken birlikte gittik.
Bize İmralı’da bugün devlet heyetinin yaptığı görüşme esnasında siyasi heyetin belirlenmesi noktasında sayın Öcalan’ın bir öneri sunduğunu, bizim de bu öneriye sıcak baktığımızı fakat sizin de bunu kendi içinizde değerlendirmeniz gerektiğini söyledi. İsim olarak da Sırrı Süreyya Önder, Pervin Buldan ve Altan Tan’ın gelmesi önerildi. Biz de bunu kendi içimizde değerlendirdikten sonra parti olarak bunun uygun olacağını, bir itiraz olmadığı, haliyle de gidebileceğimizi ifade ettik. Tartışıldı, konuşuldu. Birkaç gün bunun üzerinde değerlendirmeler yapıldı ve adalet Bakanlığı’na biz okey dedik ve ilk gidişimiz de öyle olmuştu.
“Benim için sürpriz oldu”
Hiç beklemediğim bir şeydi. Eş başkanlarımız vardı. Daha üst kademede siyaset yapan arkadaşlarımız vardı. Ben grup başkan vekiliydim o dönem ama ismimi duyunca gerçekten hem heyecanlanmıştım hem de benim için sürpriz olmuştu.
(Neden sizi seçmiş olabileceklerini düşündünüz?) Ben sayın Öcalan’a bunu hiçbir zaman sormadım ama sanırım kendisi şöyle bir değerlendirme yapmış, daha işte kurumsal olması itibariyle eş başkan sayın Gültan Kışanak’ın o dönem çok çarpıtılan bir şeyi kamuoyuna yansıtılıyordu. Şemdinli’de işte PKK ile kucaklaştığının fotoğrafları yansıtılmıştı medyada. Bundan kaynaklı da hükümetin, Devletin bu konuya sıcak bakmadığı söyleniyordu. Dolayısıyla sayın Öcalan, hani kurumsal olacaksa eğer eş başkanına izin verilmiyorsa grup başkan vekili sıfatıyla Pervin Buldan olabilir demiş sanırım.
Altan Tan’ın da Sırrı Süreyya Önder’i de kendisine göre çok farklı alanlara etkileri olan insanlar olmaları sebebiyle seçtiklerini düşünüyorum. Altan Tan’ın daha muhafazakar kesime ve dini inançlı kesimlere vereceği mesajlar üzerinden belki bir şeyler söylemek gerekirse o yönlü bir tercih yapıldığını söyleyebilirim. Yine Sırrı Süreyya Önder’in hem Türk soluna hem Türkiye cephesine, batı cephesine biraz hitap etmesi kaynaklı bu isimleri tercih etti diye biliyorum.
İmralı heyeti olarak tam olarak şunu yapıyorduk, ayda bir sefer, bazen iki seferi buluyordu, Adalet Bakanlığı’ndan bir gün öncesi bize haber gelirdi. Yarın adaya gidiyorsunuz, görüşme yapılacak diye. Adaya gitmeden önce kendi içimizde toplantı yapıp neleri görüşeceğimizi, hangi konuları aktaracağımızı konuşuyorduk ve ertesi gün adaya gidiyorduk. Yaklaşık bir buçuk saate yakın bir yol mesafesi İstanbul’dan. Kosterle geçiyorduk. Daha çok deniz yolunu kullanıyorduk. Yani helikopterle hiç gitmedik. Bazen devlet heyeti helikopterle gidiyordu. Bir buçuk saatlik mesafenin sonunda İmralı adası zaten görünüyor ve adadaki askeri heyetler bizi karşılıyordu. İçeriye girip görüşmelerimizi yapıp çıktıktan sonra tekrar kosterle geri dönüyorduk.
Geldiğimiz gün akşam notları oturup yazmaya başlıyorduk. Sabaha kadar sürüyordu. Yani o gece hiç uyumuyorduk. Orada kısa kısa notlar tutuyorduk ve o notları getirip evde bir metin haline kim ne konuştuysa bizim konuşmalarımızı ve sayın Öcalan’ın konuşmalarını noktasına virgülüne kadar hepsini kağıda döküyorduk. Bunu devlet bizden Kandil’e götürmemizi istiyordu. Çünkü kendi elinde zaten notları vardı. Yani devlet orayı dinlediği için bizim onlara o notları vermemize gerek yoktu. Denetim altında olan, gözetim altında olan bir yer. Dolayısıyla Kandil’e hem görüşmeleri aktarmak hem de o notları götürmekle devlet bizi görevlendirmişti. Bu sefer oradan notları alıp bazen devlet heyetine verip daha sonra adaya gidiyorduk. Ki ağırlıklı da öyle oluyordu.
Yani Kandil’in notlarını biz direkt sayın Öcalan’a veremiyorduk. Çünkü elimizde götürmemize, hiçbir şey götürmemize izin verilmiyordu. Ben ilk gittiğimde mesela bir kalem götürmüştüm. Sayın Öcalan’a işte Sırrı Süreyya Önder’in kitap hediyesi vardı. Yine Altan Tan da sanırım bir kitap getirmişti. Yani bizim notları, Kandil’in notlarını direkt İmralı’ya götürmemize izin verilmiyordu. Biz devlet heyetine teslim ediyorduk. Devlet heyeti kendi imkanlarıyla yani kendisi, görevlendirdiği insanlarla gidip sayın Öcalan’la Kandil’in notlarını görüşüyorlar.
(Devlet heyetinde kimler vardı?) Bu zaman zaman değişiyordu. Kamu Güvenliği Müsteşarı uzun süre bize eşlik etmişti. Bizim tanımadığımız, bilmediğimiz bazen gözlemci olarak orada oturan insanlar da oluyordu. Kim olduğunu biz bilemiyorduk. Bilmiyorduk ama uzun süre kamu güvenliği müsteşarının da bu toplantılara eşlik ettiğini söyleyebiliriz.
İmralı’ya 33 kez gittim
Ben hiç değişmeyen, yani başından sonuna kadar heyet içerisinde olan, 33 kez İmralı adasına giden tek üyeyim. Onu özellikle belirtmek istiyorum. Yoksa diğer arkadaşlarımız bir şekilde girdiler çıktılar. Ben bir girdim, sonuna kadar o heyetin içerisinde yer aldım. Hayatıma ve şekillenmeme ayrıca etki eden bir süreç.
(Devlet notları Kandil’e götürmemizi istedi dediniz. Nasıl, yani kimin aracılığıyla iletiyorlardı bunu götürün diye?) Zaten başta öyle konuşulmuştu. Yani biz notlarımızı hazırladıktan sonra ertesi gün Kandil’e gidiyorduk. Kandil dönüşü de zaten gelip devlet heyetiyle hemen görüşme yapıyorduk. O dönem işte birkaç bakan, ismini vermeyeyim şimdi, yine devleti temsilen bir kişi, hükümeti temsilen birkaç kişi ağırlıklı olarak onlarla görüşüyorduk.
(Bu görüştüğünüz devlet ve hükümet yetkilileri meselenin çözümüne nasıl bakıyorlardı o zaman?) Herkes aslında bir çaba içerisindeydi, onu söyleyeyim. Yani başında böyle bir hava vardı. Herkes bu işin çözülmesi için bir çaba sarf ediyordu. Fakat sonlara doğru artık birçok şey yaşandı. Birçok olay yaşandı. Görüşmelerin kesilmesiyle birlikte devlet yetkilileri de zaten görüşmeleri bir bıçakla keser gibi görüşmeleri kestiler. Ama başta bir heyecan herkeste vardı onu söyleyeyim. Yani bizde de vardı. Devlet heyetinde, hükümet heyetinde herkeste farklı heyecan vardı. Çünkü bir süreç başlatılmıştı. 2 tarafın birlikte ortak karar aldığı bir süreçti. Çünkü sayın Öcalan da bu sürecin başlama, devam etmesine ve sonuçlanmasına odaklanan bir yerden bakıyordu. Fakat sonunda ne yazık ki işte süreç buzdolabına konuldu. Heba edildi. Aslında ben öyle görüyorum.
(Süreç neden başarıya ulaşmadı?) Birçok faktör var. Ben bu faktörlere tek tek girmeyeceğim. Keşke bu süreç bozulmasaydı, ben üç yıllık süreç içerisinde o çaba sarf ettiğimiz, iki gün evimizde kalmadığımız, bir ayağımızın Kandil’de, bir ayağımızın İmralı’da, bir ayağımızın devlet yetkilileriyle, hükümet yetkilileriyle görüşmelerde olduğu o üç yıllık süreç içerisinde, yine Akil İnsanlar Heyeti’nin uzun süre toplantılar yaptığı, görüşmeler yaptığı, bir sonuca ulaşması için çaba sarf ettiği o dönemi şimdi oturup düşününce, bir muhasebe yapınca, o dönem üç yıl boyunca hiçbir anne ağlamadı. Çünkü kan akmadı, çünkü silahlar sustu, çünkü insanlar ölmedi. Bu benim için gerçekten şu an hayatımın belki de yapmış olduğum en önemli işlerinden biriydi ve bu anlamda da büyük bir onur yaşıyorum. Elbette ki bu sürecin bozulması hepimizde hayal kırıklığı yarattı maalesef.
(Süreç tekrar buzdolabından çıkar mı sizce?) Şu an onun koşulları yok. Yeniden bir çözüm sürecinin başlayacağını çok zannetmiyorum. Başlasa bile geçmişteki gibi olmayacağını düşünüyorum. Farklı yollar, farklı yöntemler elbette ki içerisinde aktörler yine olacaktır. Sayın Öcalan olmadan asla olmayacağını hepimiz biliyoruz ve bu konuda hemfikiriz. Ama aynı tarz ve aynı yöntemle olacağını zannetmiyorum. Belki yeni tarz ve yöntemle bu işi yapmak, bu işi başarıya ulaştırmak, insanların artık ölmediği, öldürülmediği, yaşamı esas alan bir yerden Türkiye’de; daha insan haklarına, demokrasiye, hakka, hukuka yakınlaştıran bir yerden bir adımın atılması elbette ki önemli.”