Varoluşçu Terapi Nedir? Temel İlkeleri

Varoluşçu terapi, bireyin varoluşsal sorularına ve temel yaşam meselelerine odaklanan bir psikoterapi yaklaşımıdır. İnsan yaşamının anlamı, özgürlük, sorumluluk, ölüm, yalnızlık, kaygı ve otantiklik gibi evrensel temaları ele alır.

Haber Merkezi / Terapi, psikoloji ve felsefenin kesişim noktasında yer alır ve özellikle varoluşçuluk felsefesinden (Jean-Paul Sartre, Martin Heidegger, Soren Kierkegaard gibi düşünürlerden) ilham alır.

Varoluşçu terapi, bireyin kendi varoluşunu anlamasına, yaşamındaki anlamı keşfetmesine ve otantik bir yaşam sürmesine yardımcı olmayı amaçlar. Bu yaklaşım, semptomları tedavi etmekten ziyade, bireyin hayatındaki temel varoluşsal meselelerle yüzleşmesini ve bunlarla başa çıkmasını hedefler.

Temel ilkeleri:

Anlam arayışı: Bireyler hayatlarında bir anlam ararlar. Varoluşçu terapi, bireyin kendi anlamını bulmasına rehberlik eder. Viktor Frankl’ın logoterapi yaklaşımı da bu bağlamda anlam arayışını vurgular.

Özgürlük ve sorumluluk: Bireyler özgürdür ve bu özgürlük, seçim yapma sorumluluğunu da beraberinde getirir. Varoluşçu terapi, bireyin kendi kararlarının sorumluluğunu almasını teşvik eder.

Kaygı ve varoluşsal endişe: Kaygı, varoluşun doğal bir parçasıdır ve genellikle ölüm, anlamsızlık, yalnızlık gibi varoluşsal gerçeklerle yüzleşmekten kaynaklanır. Bu terapi, kaygıyı bastırmak yerine onunla yapıcı bir şekilde çalışmayı önerir.

Ölüm ve sonluluk: Ölüm bilinci, hayatın değerini anlamaya yardımcı olabilir. Varoluşçu terapi, bireyin sonluluğu kabul ederek daha anlamlı bir yaşam sürmesine destek olur.

Yalıtım ve bağlantı: Bireyler bir yandan yalnızdır (varoluşsal izolasyon), bir yandan da diğer bireylerle bağlantı kurma ihtiyacı hisseder. Terapi, bu gerilimi anlamlandırmaya yardımcı olur.

Otantiklik: Otantik bir yaşam sürmek, bireyin kendi değerlerine, inançlarına ve seçimlerine uygun bir şekilde hareket etmesi anlamına gelir. Varoluşçu terapi, bireyi toplumsal baskılar veya dış beklentilerden sıyrılarak kendi otantik benliğini keşfetmeye yönlendirir.

Nasıl uygulanır?

Varoluşçu terapi, yapılandırılmış bir yöntemden ziyade bireysel bir süreçtir ve terapist ile terapi almak isteyen arasındaki ilişki çok önemlidir. Terapist, terapi almak isteyeni anlamaya çalışır ve ona göre bir yaklaşım benimser.

Terapide kullanılan bazı teknikler ve yaklaşımlar:

Fenomenolojik yaklaşım: Terapi almak isteyenin öznel deneyimlerini anlamaya odaklanır. Terapist, terapi almak isteyenin dünyasını onun bakış açısından görmeye çalışır.

Diyalog ve karşılaşma: Terapist ve terapi almak isteyen arasında otantik bir ilişki kurulması hedeflenir. Bu ilişki, terapi almak isteyeni kendi varoluşsal gerçekleriyle yüzleşmesine yardımcı olur.

Sorgulama ve yansıtma: Terapist, terapi almak isteyenin hayatındaki anlam, seçimler ve sorumluluklar üzerine düşünmesini teşvik eden sorular sorar.

Varoluşsal temalar üzerine çalışma: Ölüm, özgürlük, yalnızlık gibi temalar doğrudan ele alınabilir ve terapi almak isteyenin bu temalarla ilişkisi keşfedilir.

Paylaşın

FMD: Yaşlanma Karşıtı Diyet

FMD Diyeti, orucun faydalarını taklit etmeyi amaçlayan, bilimsel temellere dayalı bir diyet yaklaşımıdır. Diyetin, kilo kaybı, metabolik sağlık ve hücresel yenilenme gibi faydaları olduğu öne sürülüyor.

Haber Merkezi / Bu diyeti uygulamadan önce, özellikle kronik hastalığı olanlar, hamileler, emzirenler veya yeme bozukluğu geçmişi olanlar, mutlaka bir doktora veya diyetisyene danışılmalıdır.

FMD Diyeti, Güney Kaliforniya Üniversitesi’nde (USC) uzun yaşam araştırmaları yapan biyogerontolog Dr. Valter Longo tarafından geliştirilmiştir.

FMD, genellikle 5 günlük bir döngü olarak uygulanır ve bu süreçte kalori alımı ciddi şekilde kısıtlanır. Amaç, vücudun “açlık” moduna girmesini sağlayarak hücresel yenilenme (otofaji), metabolik sağlık ve uzun yaşam gibi faydaları tetiklemektir.

FMD Diyeti’nin temel özellikleri: FMD Diyeti, belirli makro ve mikro besin dengesine dayanır ve genellikle şu şekilde yapılandırılır:

Kalori kısıtlaması:

1. Gün: Toplam 1100 kalori alınır. Bu kalorinin yaklaşık yüzde 11’i proteinden, yüzde 46’sı yağdan ve yüzde 43’ü karbonhidrattan gelir.

2-5. Günler: Günlük kalori alımı 725 kaloriye düşer. Bu günlerde kalorinin yaklaşık yüzde 9’u proteinden, yüzde 44’ü yağdan ve yüzde 47’si karbonhidrattan sağlanır.

Bitki temelli beslenme: Diyet tamamen bitki temelli (vegan) bir yaklaşıma sahiptir. Hayvansal ürünler (et, süt ürünleri, yumurta) tüketilmez.

Ana gıdalar arasında sebzeler, sağlıklı yağlar (örneğin, zeytinyağı, avokado, kuruyemişler), kompleks karbonhidratlar (örneğin, sebzeler ve az miktarda tam tahıllar) ve minimum düzeyde bitki temelli protein (örneğin, kuruyemişlerden) bulunur.

Döngüsel uygulama: Diyet, genellikle ayda bir kez 5 günlük döngü olarak uygulanır. Sağlıklı bireyler için yılda 2-3 kez, kilo vermek isteyenler veya kronik hastalığı olanlar için ise ayda bir kez önerilir (ancak bu, bir doktora danışılarak yapılmalıdır).

5 günlük döngüden sonra, normal beslenme düzenine dönülür, ancak “yeniden beslenme” (re-feeding) aşamasında aşırı şekerli veya işlenmiş gıdalardan kaçınılması önerilir.

Genel kurallar:

Kalori ve makro besin takibi: Bir kalori sayım uygulaması kullanarak günlük kalori ve makro besin oranları takip edilir.

Hidrasyon: Günde en az 2 litre su içilmesi önerilir. Şekersiz bitki çayları (örneğin, yeşil çay, papatya çayı) da tüketilebilir, ancak şeker, tatlandırıcı veya kafeinli içeceklerden kaçınılmalıdır.

Takviyeler: Omega-3 yağ asitleri ve multivitamin takviyesi almayı önerilir, ancak bu takviyeler bir doktora danışılarak kullanılmalıdır.

Aktivite: Diyet sırasında yoğun fiziksel aktivitelerden kaçınılmalı, hafif yürüyüş gibi düşük yoğunluklu aktiviteler tercih edilmelidir.

5 günlük örnek menü:

1. Gün (1100 Kalori):

Kahvaltı (300 kalori): 1 küçük avokado (yaklaşık 100 g, 160 kalori), 1 dilim tam buğday ekmeği (yaklaşık 70 kalori), şekersiz yeşil çay.

Öğle yemeği (400 kalori): 200 g brokoli, 100 g havuç, 50 g ıspanak, 1 yemek kaşığı zeytinyağı ile pişirilmiş sebze çorbası (toplam 300 kalori)], 10 adet çiğ badem (yaklaşık 100 kalori)

Akşam yemeği (300 kalori): 150 g kabak, 100 g mantar, 1 yemek kaşığı zeytinyağı ile buharda pişirilmiş sebzeler (toplam 200 kalori), 1 küçük muz (yaklaşık 100 kalori).

Ara öğün (100 kalori): 10 adet zeytin (yaklaşık 100 kalori)

2-5. Günler (725 Kalori):

Kahvaltı (200 kalori): 1 küçük haşlanmış tatlı patates (100 g, yaklaşık 90 kalori), 5 adet çiğ badem (yaklaşık 50 kalori), şekersiz bitki çayı.

Öğle yemeği (300 kalori): 150 g kabak, 100 g brokoli, 50 g ıspanak, 1 tatlı kaşığı zeytinyağı ile pişirilmiş sebze çorbası (toplam 200 kalori), 10 adet zeytin (yaklaşık 100 kalori).

Akşam yemeği (200 kalori): 200 g buharda pişirilmiş sebzeler (örneğin, karnabahar ve yeşil fasulye) ve 1 tatlı kaşığı zeytinyağı (toplam 150 kalori), 5 adet çiğ ceviz (yaklaşık 50 kalori).

Ara öğün (25 kalori): 1 küçük salatalık (yaklaşık 25 kalori).

Yukarıdaki menü, kalori ve makro besin dengesini sağlamak için dikkatli bir şekilde ölçülmelidir. Örneğin, sebzeler çiğ olarak tartılmalı ve pişirme sırasında ek kalori eklenmemelidir (örneğin, fazla yağ kullanılmamalıdır).

Sebze çorbaları, tuz ve baharatlarla lezzetlendirilebilir, ancak hazır çorba karışımları veya yüksek sodyumlu ürünler kullanılmamalıdır.

Eğer açlık hissi çok yoğunlaşırsa, kalori sınırını aşmadan ek sebze (örneğin, salatalık veya marul) eklenebilir.

FMD Diyeti’nin faydaları:

Hücresel yenilenme (Otofaji): FMD, vücudun otfaji sürecini tetikleyerek hücrelerin hasarlı bileşenlerini temizlemesine yardımcı olabilir. Bu, yaşlanma sürecini yavaşlatabilir ve nörodejeneratif hastalıklar gibi yaşa bağlı hastalıkların riskini azaltabilir.

Kilo kaybı: 5 günlük düşük kalori alımı, kilo kaybına neden olabilir. Araştırmalar, 3 döngü boyunca uygulanan FMD’nin ortalama 2.6 kg kilo kaybı ve bel çevresinde 4 cm incelme sağladığını göstermiştir. Özellikle visseral (iç organ çevresi) yağ kaybı, metabolik sağlık için önemlidir.

Metabolik sağlık: FMD, insülin duyarlılığını artırabilir, kan şekeri seviyelerini düşürebilir ve prediyabet gibi durumların riskini azaltabilir. Ayrıca, kan basıncını ve kolesterol seviyelerini iyileştirdiği gözlemlenmiştir.

Enflamasyonun azalması: Diyet, C-reaktif protein (CRP) gibi enflamasyon belirteçlerini azaltabilir, bu da kalp hastalığı ve diğer kronik hastalıkların riskini düşürebilir.

Biyolojik yaşın azalması: Bazı çalışmalar, FMD’nin biyolojik yaşı (hücresel düzeyde yaşlanma) ortalama 2.5 yıl azalttığını öne sürmektedir. Bu, özellikle yaşa bağlı hastalık riskini azaltmak isteyen bireyler için ilgi çekicidir.

FMD Diyeti’nin riskleri ve dezavantajları:

Besin eksiklikleri: Diyet, protein ve bazı mikro besinler açısından çok kısıtlıdır. Uzun süreli veya sık uygulama, kas kaybına, bağışıklık sisteminin zayıflamasına veya vitamin/mineral eksikliklerine yol açabilir. Özellikle yaşlı bireylerde düşük protein alımı, sarkopeni (kas kaybı) riskini artırabilir.

Yan etkiler: Yaygın yan etkiler arasında yorgunluk, baş ağrısı, baş dönmesi, konsantrasyon güçlüğü ve düşük kan şekeri yer alır. Bu etkiler genellikle hafif ila orta şiddettedir, ancak diyeti zorlaştırabilir.

Paylaşın

Modern Çağın Zehri: Ana Karakter Sendromu

Bireyselliğin, sosyal medyanın ve popüler kültürün bir yansıması olarak ortaya çıkan Ana Karakter Sendromu, bir “hastalık” olarak değil, modern yaşamın bir fenomeni olarak değerlendirilmelidir.

Haber Merkezi / Kavram, özellikle sosyal medya platformlarının yaygınlaşmasıyla birlikte daha çok dikkat çekmiş ve tartışılmıştır. Aşağıda, Ana Karakter Sendromu’nun ne olduğu, belirtileri, nedenleri, etkileri ve bu durumla başa çıkma yolları detaylı bir şekilde ele alınacaktır.

Ana Karakter Sendromu Nedir?

Ana Karakter Sendromu, bireyin kendisini bir hikaye, film veya oyun gibi bir anlatının merkezinde görmesi ve çevresindeki olayları ve durumları bu anlatının birer parçası olarak değerlendirmesi durumudur. Bu sendrom, bireyin kendi hayatını romantize veya dramatize etmesi, kendisini diğerlerinden daha önemli görmesiyle ilişkilidir.

Özellikle sosyal medya, bu sendromu besleyen bir ortam olarak kabul edilir, çünkü bireyler burada kendi hayatlarını bir “senaryo” gibi sunma eğilimindedirler.

Psikolojik bir bozukluktan ziyade bir davranış eğilimi veya sosyal bir fenomen olarak değerlendirilen kavram, bazı durumlarda narsisizm, özsaygı sorunları veya diğer psikolojik durumlarla ilişkilendirilebilir.

Ana Karakter Sendromu’nun belirtileri: Ana Karakter Sendromu, bireyden bireye farklılık gösterse de, aşağıdaki belirtilerle tanımlanabilir:

Kendini merkezde görme: Birey, kendisini çevresinde olan olayların “ana karakteri” olarak görür ve diğerini ise “yardımcı karakterler” veya “figüranlar” gibi algılar.

Hayatı romantize etme: Birey, günlük yaşamın içindeki olayları bile romantize edebilir. Örneğin, bu bireyler bir kahve içme anını bile “estetik bir deneyim” olarak sunulabilir.

Empati eksikliği: Birey, diğerlerinin duygularını ve ihtiyaçlarını göz ardı edebilir, çünkü kendi hikayesi ön plandadır.

Dış onay arayışı: Sosyal medyada beğeni, yorum veya paylaşım alarak “ana karakter” rolünü pekiştirme çabası görülebilir. Bu, bireyin özsaygısını dışsal onaylara bağlamasına neden olabilir.

Duygusal yoğunluk: Birey, duygularını abartılı bir şekilde yaşayabilir ve hayatındaki olayları bir “dram” olarak algılayabilir. Örneğin, bu bireyler küçük bir başarısızlık bile büyük bir trajedi gibi hissedilebilir.

Ana Karakter Sendromu’nun nedenleri Bu sendromun ortaya çıkmasında birden fazla neden rol oynar. Aşağıda temel nedenler detaylandırılmıştır:

Sosyal medya ve popüler kültür: Sosyal medya platformları, bireylerin kendilerini bir “hikaye” gibi sunmalarına olanak tanır. Popüler kültürde, özellikle gençlik dizileri ve filmler, bireyleri “ana karakter” gibi hissetmeye yönlendirebilir.

Bireysellik ve narsisizm: Modern toplumlar, bireyselliği ve kişisel başarıyı vurgulayan bir yapıya sahiptir. Bu, bireylerin kendilerini diğerlerinden daha önemli görme eğilimini artırabilir. Bazı durumlarda, narsisistik kişilik özellikleri Ana Karakter Sendromu ile örtüşebilir.

Psikolojik faktörler: Düşük özsaygı veya özdeğer sorunları, bireyleri hayatlarını dramatize etmeye ve dış onay aramaya yönlendirebilir. Bu, bir tür savunma mekanizması olarak işlev görebilir.

Öte yandan, bazı bireyler, hayatlarında kontrol eksikliği hissettiklerinde, kendilerini “ana karakter” olarak görerek bu kontrolü yeniden kazanmaya çalışabilir.

Toplumsal değişimler: Genç nesiller (özellikle Z Kuşağı), bireysel ifade ve özgünlük arayışına daha fazla önem verir. Bu, Ana Karakter Sendromu’nun bir yan ürünü olarak görülebilir.

Ana Karakter Sendromu’nun etkileri: Bu sendrom, hem birey hem de çevresi üzerinde olumlu ve olumsuz etkiler yaratabilir.

Olumlu Etkiler:

Kendine güven: Kendisini “ana karakter” olarak görmek, bireyin kendine güvenini artırabilir ve hayattan daha fazla keyif almasını sağlayabilir.

Yaratıcılık: Hayatını bir hikaye gibi görmek, bireyin yaratıcı yönlerini geliştirmesine (örneğin, sanat, yazı, video üretimi) yardımcı olabilir.

Motivasyon: Birey, kendisini bir hikayenin kahramanı olarak görerek hedeflerine ulaşma konusunda daha motive olabilir.

Olumsuz etkiler:

Sosyal izolasyon: Diğerlerini “yardımcı karakter” olarak görmek, empati eksikliğine ve sosyal ilişkilerde sorunlara yol açabilir.

Gerçeklikten kopma: Hayatı aşırı romantize etmek, bireyin gerçek dünyadaki sorumluluklarından veya zorluklarından kaçmasına neden olabilir.

Duygusal tükenmişlik: Sürekli dramatik bir şekilde yaşamak, duygusal yorgunluğa ve strese yol açabilir.

Bağımlılık: Sosyal medya beğenileri veya dış onay, bireyin özsaygısını tamamen dışsal faktörlere bağlamasına neden olabilir, bu da uzun vadede psikolojik sorunlara yol açabilir.

Ana Karakter Sendromu ile başa çıkma yolları: Eğer Ana Karakter Sendromu, bireyin hayatını veya ilişkilerini olumsuz etkiliyorsa, aşağıdaki stratejiler yardımcı olabilir:

Farkındalık geliştirme: Birey, kendi davranışlarını ve düşünce kalıplarını gözlemleyerek, kendisini ne zaman “ana karakter” gibi gördüğünü fark etmeye çalışmalıdır. Örneğin, bir tartışmada veya sosyal etkinlikte, “Şu anda sadece kendime mi odaklanıyorum?” sorusunu sorabilir.

Empati geliştirme: Diğerlerinin duygularını ve ihtiyaçlarını anlamaya çalışmak, bireyin kendisini merkezden çıkarmasına yardımcı olabilir. Örneğin, bir arkadaşın sorunlarını dinlerken, “Bu onun hikayesi, benim değil” demesi faydalı olabilir.

Sosyal medya kullanımını sınırlandırma: Sosyal medya, Ana Karakter Sendromu’nu besleyen bir ortam olabilir. Günlük sosyal medya kullanımını sınırlandırmak (örneğin, günde 1 saat) veya belirli platformlardan uzak durmak, bireyin gerçek dünyaya dönmesine yardımcı olabilir.

Ayrıca, sosyal medyada paylaşım yaparken “Neden bunu paylaşıyorum? Onay mı arıyorum?” gibi sorular sormak faydalı olabilir.

Gerçekçi hedefler ve beklentiler: Hayatı dramatize etmek yerine, daha gerçekçi ve sürdürülebilir hedefler belirlemek önemlidir. Örneğin, her günü “mükemmel” yapmaya çalışmak yerine, sıradan anlardan da keyif almaya odaklanılabilir.

Profesyonel destek: Eğer Ana Karakter Sendromu, narsisizm, özsaygı sorunları veya diğer psikolojik durumlarla ilişkiliyse, bir terapist veya psikologdan destek almak faydalı olabilir.

Paylaşın

Japonların Uzun Ömürlü Olmasının Sırrı “Okinawa Diyeti”

Düşük kalori, yüksek karbonhidrat, sebze ve soya ağırlıklı bir beslenme modeli olan Okinawa Diyeti, Japonya’nın Okinawa Adası’nda yaşayanların geleneksel beslenme alışkanlıklarını temel alan bir diyet modelidir.

Haber Merkezi / Bu diyet, dünyanın “Mavi Bölgeler” (Blue Zones) olarak adlandırılan, uzun ve sağlıklı yaşaımn beş bölgesinden biri olan Okinawa’daki yaşam tarzından türetilmiştir.

Aşağıda, Okinawa Diyeti’nin temel özellikleri, faydaları, riskleri ve uygulanabilirliği hakkında detaylı bir açıklama sunulmaktadır.

Okinawa Diyeti’nin temel özellikleri: Okinawa Diyeti, düşük kalorili, yüksek karbonhidratlı, sebze ağırlıklı ve antioksidan açısından zengin bir beslenme modelidir. Diyetin temel bileşenleri şunlardır:

Sebzeler (Yüzde 58-60): Diyetin en büyük kısmı sebzelerden oluşur. Özellikle tatlı patates (özellikle mor ve turuncu çeşitleri) diyetin temel karbonhidrat kaynağıdır ve günlük kalorinin büyük bir kısmını sağlar. Tatlı patates, yüksek lif içeriği, düşük glisemik indeksi ve antioksidanlarla (örneğin, antosiyaninler) doludur.

Diğer sebzeler arasında deniz yosunları (kombu, wakame, nori), bambu filizleri, daikon turpu, acı kavun (goya), lahana, havuç, kabak, yeşil papaya ve Çin lahanası bulunur. Bu sebzeler, yüksek lif, vitamin, mineral ve fitokimyasal içeriğiyle sağlıklı yaşlanmayı destekler.

Baklagiller (Yüzde 5): Soya ürünleri (tofu, miso, natto) diyetin önemli bir protein kaynağıdır. Soya, flavonoidler gibi antioksidanlar açısından zengindir ve kalp sağlığını destekler. Ayrıca bağırsak sağlığını iyileştiren fermente soya ürünleri de sıkça tüketilir.

Tam tahıllar (Yüzde 33): Japonya’nın diğer bölgelerine kıyasla Okinawa’da pirinç tüketimi oldukça düşüktür. Bunun yerine, darı gibi diğer tam tahıllar tercih edilir. Tatlı patates, tahılların yerini alarak ana karbonhidrat kaynağıdır.

Deniz ürünleri ve et (Yüzde 1-2): Geleneksel Okinawa Diyeti, balık ve deniz ürünlerini çok az miktarda içerir (kalorinin yüzde 1’inden az). Beyaz balıklar ve deniz ürünleri, omega-3 yağ asitleri açısından zengin olsa da, diyetin temelini oluşturmaz. Kırmızı et, özellikle törenler ve özel günler için nadiren tüketilir ve genellikle küçük miktarlarda yenir.

Diğer (Yüzde 1): Diyet, şeker ve işlenmiş gıdaları minimumda tutar. Şeker, Japonya geneline kıyasla yüzde 30 daha az tüketilir. Jasmine çayı, bolca içilir ve antioksidan kaynağı olarak önemli bir rol oynar. Baharatlar ve otlar (özellikle zerdeçal, zencefil ve mugwort) hem lezzet hem de sağlık faydaları için yaygın olarak kullanılır.

“Hara Hachi Bu” felsefesi:

Okinawa Diyeti’nin en dikkat çekici özelliklerinden biri, “Hara Hachi Bu” olarak bilinen Konfüçyüs öğretisidir. Bu, yemek sırasında sadece yüzde 80 doyana kadar yemek yemeyi ifade eder. Bu yaklaşım, kalori kısıtlamasını doğal bir şekilde teşvik eder ve aşırı yemeyi önler.

Düşük kalori ve yüksek besin yoğunluğu: Geleneksel Okinawa Diyeti, kalori açısından düşük (ortalama 1785 kalori/gün) ancak besin yoğunluğu açısından yüksektir. Bu, özellikle tatlı patates gibi düşük kalorili ama besleyici gıdalara dayanır. Bu düşük kalori alımı, sağlıklı yaşlanmayı destekleyen kalori kısıtlaması (caloric restriction) mekanizmalarını tetikleyebilir.

Okinawa Diyeti’nin faydaları: Okinawa Diyeti, uzun yaşam ve düşük kronik hastalık oranlarıyla ilişkilendirilmiştir. Araştırmalar, aşağıdaki faydaları vurgulamaktadır:

Uzun yaşam (Longevity): Okinawa, 20. yüzyıl boyunca Japonya’da en yüksek yaşam beklentisine sahip bölgeydi ve dünyadaki en yüksek yüz yaşını geçmiş oranlarından birine sahipti. Bu durum, diyetin düşük kalorili, yüksek antioksidanlı yapısına ve genel yaşam tarzına (örneğin, fiziksel aktivite ve sosyal bağlar) bağlanmıştır.

Diyet, özellikle düşük kalori alımı ve yüksek fitokimyasal içeriği sayesinde, hücresel yaşlanmayı yavaşlatabilen genetik yolları (örneğin, FOXO3 genini) aktive edebilir.

Kalp hastalıkları: 1995 verilerine göre, Okinawalılar, 8 kat daha az kalp hastalığına bağlı ölüm riskine sahipti. Bunun nedeni, diyetin doymuş yağ oranı düşük (Yüzde 6) ve omega-3 yağ asitleri açısından dengeli olmasıdır.

Kanser: Prostat, meme ve kolon kanseri gibi bazı kanser türlerinde ölüm oranları, sırasıyla 7, 6.5 ve 2.5 kat daha düşüktür. Antioksidanlar (örneğin, tatlı patatesteki antosiyaninler, goya’daki fitokimyasallar) ve düşük kalori alımı, kanser riskini azaltabilir.

Diyabet: Diyetin düşük glisemik yükü ve yüksek lif içeriği, kan şekeri kontrolünü destekler ve diyabet riskini azaltır.

Demans: Antioksidanlar ve omega-3 yağ asitleri, bilişsel sağlığı destekler ve yaşa bağlı nörodejeneratif hastalık riskini azaltabilir.

Düşük vücut kitle indeksi (BMI): Okinawalılar, genellikle düşük bir BMI’ye sahiptir. Bu, hem diyetin düşük kalorili yapısına hem de aktif yaşam tarzına bağlanır.

Anti-inflamatuar ve antioksidan etkiler: Diyet, zerdeçal, goya, tatlı patates ve deniz yosunları gibi anti-inflamatuar ve antioksidan açısından zengin gıdalarla doludur. Bu bileşenler, oksidatif stresi azaltarak yaşlanmayı ve kronik hastalıkları önleyebilir.

Okinawa Diyeti’nin riskleri ve dezavantajları: Her ne kadar Okinawa Diyeti birçok sağlık faydası sunsa da, herkes için uygun olmayabilir ve bazı riskler barındırabilir:

Protein: Diyet, protein açısından nispeten düşüktür (Yüzde 9). Uzun süreli düşük protein alımı, kas kaybına ve zayıf bağışıklık fonksiyonuna yol açabilir, özellikle yaşlı bireylerde.

B2 vitamini (Riboflavin): Tarihsel olarak, Okinawalılar arasında B2 vitamini eksikliğine bağlı cheilosis (dudak ve ağız köşelerinde çatlaklar) vakaları bildirilmiştir.

Kalsiyum ve D vitamini: Süt ürünleri ve balık tüketiminin az olması, kalsiyum ve D vitamini eksikliği riskini artırabilir, ancak bu, güneş ışığına maruziyet ve deniz yosunları gibi alternatif kaynaklarla dengelenebilir.

Geç menstruasyon ve emzirme sorunları: Kadınlarda düşük kalori alımı, geç menstruasyona ve emzirme sorunlarına neden olabilir (tarihsel verilere göre yüzde 9 ve yüzde 18 oranında).

Ayrıca, diyetin düşük kalorili yapısı, yüksek enerji ihtiyacı olan bireyler (örneğin, sporcular) için uygun olmayabilir.

Tuz alımı: Miso, soya sosu ve tuzlu balık gibi gıdalar, sodyum içeriği açısından yüksektir. Bu, özellikle hipertansiyonu olan bireyler için risk oluşturabilir. Modern Okinawa Diyeti’nde tuz alımı artmıştır ve bu, sağlık faydalarını olumsuz etkileyebilir.

Okinawa Diyeti’nin modern versiyonu: Geleneksel Okinawa Diyeti, modernleşme ve Batı tarzı beslenmenin etkisiyle değişime uğramıştır. Günümüzde Okinawalılar daha fazla protein, yağ ve işlenmiş gıda tüketmektedir.

Bu değişim, yaşam beklentisinin azalmasına ve kalp hastalıkları gibi sorunların artmasına neden olmuştur. Modern bir Okinawa Diyeti, geleneksel ilkeleri korurken daha esnek bir yaklaşım sunabilir.

Okinawa Diyeti’ni uygulamak için örnek bir günlük menü: Aşağıda, geleneksel Okinawa Diyeti’ni modern bir yaşam tarzına uyarlamış örnek bir günlük menü yer almaktadır:

Kahvaltı:

Miso çorbası (deniz yosunu, tofu ve yeşil soğan ile)
Haşlanmış mor tatlı patates
Jasmine çayı

Öğle yemeği:

Goya chanpuru (acı kavun, tofu, yumurta ve az miktarda domuz eti ile karışık kızartma)
Darı veya kahverengi pirinç (küçük porsiyon)
Deniz yosunu salatası
Jasmine çayı

Ara öğün:

Shikwasa (Okinawa limonu) suyu veya küçük bir porsiyon papaya

Akşam yemeği:

Buharda pişmiş sebzeler (kabak, havuç, bambu filizleri)
Natto (fermente soya fasulyesi)
Az miktarda haşlanmış balık
Jasmine çayı

Not: Her öğünde “Hara Hachi Bu” felsefesi uygulanmalı, yani doyduğunuzu hissettiğinizde yemeyi bırakmalısınız.

Okinawa Diyeti’ni kimler uygulamalı?

Okinawa Diyeti, genel sağlık iyileştirme, kilo kontrolü ve uzun yaşam hedefleyen bireyler için uygundur. Ancak, aşağıdaki gruplar dikkatli olmalıdır:

Hamileler ve emzirenler: Düşük kalori ve protein alımı, bu gruplar için yetersiz olabilir.

Sporcular: Yüksek enerji ihtiyacı, diyetin düşük kalorili yapısıyla uyumsuz olabilir.

Kronik hastalıkları olanlar: Özellikle hipertansiyonu olanlar, tuzlu gıdalara dikkat etmelidir. Diyabet veya böbrek hastalığı olanlar, bir uzmana danışmalıdır.

Bu diyeti uygulamadan önce, bireysel sağlık durumu ve ihtiyaçlar göz önünde bulundurularak bir doktora veya diyetisyene danışılması önemlidir. Ayrıca, diyetin faydalarını tam anlamıyla elde etmek için, sadece beslenmeye değil, aynı zamanda fiziksel aktiviteye, sosyal bağlara ve stres yönetimine de odaklanılmalıdır.

Paylaşın

Yeni Pigmentasyon Lekeleri Neden Oluşur?

Cilt rengi olarak da bilinen cilt pigmentasyonu, vücudun ürettiği melanin miktarına bağlı olarak değişir. Melanin, melanosit adı verilen cilt hücreleri tarafından üretilen, cilde renk veren ve cildi zararlı UV ışınlarından korumaya yardımcı olan bir pigmenttir.

Haber Merkezi / Koyu tenli kişilerde genellikle açık tenli kişilere göre daha yüksek melanin bulunur. Genetik, güneşe maruz kalma, hormonal değişiklikler ve biyokimyasal maddeler gibi çeşitli faktörler cildi strese sokarak melaninin anormal dağılımına ve üretimine yol açabilir.

Ciltte koyu lekeler olarak görülen melaninin artan üretimine hiperpigmentasyon, genel cilt tonunuzdan daha açık görünen melaninin azalan üretimine ise hipopigmentasyon denir.

Güneş ışığının neden olduğu pigmentasyon: Eğer günlerinizin çoğunu güneş koruyucu krem ​​kullanmadan güneş altında geçirenlerdenseniz, cildinizde yeni lekeler oluşabilir. Güneşten gelen UV radyasyonu cilt pigmentasyonunu etkileyen bir numaralı faktördür.

Uzun saatler güneş altında kaldığında cilde ne olur? Melanin pigmentleri cildi UV radyasyonuna karşı koruyarak doğal bir güneş kremi görevi gördüğünden, cildiniz daha fazla melanin üretir. Fazla melanin cildinizi daha koyu görünmesine neden olur. Güneş ışığının neden olduğu pigmentasyon, çoğunlukla bronzlaşma olarak bilinir, güneş ışığına maruz kaldıktan 48 ila 72 saat sonra fark edilir hale gelir.

Koyu tenli kişiler, daha yüksek melanin içerikleri nedeniyle açık tenli kişilere göre daha uzun süre güneşe maruz kalabilirler. Ancak, koyu tenli veya açık tenli kişilerde çok fazla güneşe maruz kalmak cildi strese sokarak hiperpigmentasyona neden olabilir. Cilt güneşin UV radyasyonundan strese girdiğinde, cildinizin lekeli, koyu veya renksiz görünmesine neden olan melanin üretiminde aşırı bir artış olur.

Güneş lentigoları: Güneş veya UV maruziyetinden kaynaklanan hiperpigmentasyon lekelerine solar lentigo denir, güneş lekeleri, yaşlılık lekeleri veya karaciğer lekeleri olarak da bilinir. Bunlar, sürekli UV’ye maruz kalmaktan kaynaklanan zararsız düz koyu cilt lekeleridir. Yüz, eller ve kollar gibi güneşe maruz kalan bölgelerde görülürler. Solar lentigolar renk olarak farklılık gösterir ve genellikle sarı-kahverengiden koyu kahverengi-siyaha kadar değişir.

Yaşlanmanın neden olduğu pigmentasyon: Yaşlanma nedeniyle ciltte oluşan pigmentli lekelere yaşlılık lekeleri denir. Genellikle ten rengine bağlı olarak renkleri değişen düz lekeler olarak görünürler, bronzdan koyu kahverengiye kadar değişirler. Yaşlılık lekeleri orta yaştan sonra görünür hale gelir çünkü yaşlandıkça cildiniz daha az kolajen ve elastin üretir. Bu, cildinizi koyu lekeler ve renk bozulmaları geliştirmeye daha yatkın hale getirir.

Melazma: Melazma, cildinizde renk değişikliği lekelerine neden olan yaygın bir hiperpigmentasyon bozukluğudur. Genellikle yanaklar, alın, üst dudak, burun, çene ve bazen boyun gibi güneşe maruz kalan cilt bölgelerinde görülen kahverengi veya mavi-gri lekelerle karakterizedir ve genellikle genç yetişkinlerden orta yaşlı kadınlara kadar yaygındır.

Melazma, hamilelik, oral kontraseptif kullanımı veya tekrarlayan güneşe maruz kalma nedeniyle oluşabilir. Melazma aile öyküsü olan kişilerde bu cilt rahatsızlığını geliştirme olasılığı daha yüksektir. Melazması olan çoğu kişi UV radyasyonuna karşı aşırı duyarlıdır ve güneş ışığına asgari düzeyde maruz kalma bile ciltlerinde hiperpigmentasyonu uyarabilir.

Hormonal değişikliklerden kaynaklanan pigmentasyon: Bazı hiperpigmenter bozukluklar hormonal seviyelerdeki dalgalanmalardan kaynaklanır. Hormonların, epidermiste cildinize renk veren pigment olan melaninin üretimini ve dağıtımını etkilediği söylenir.

Bu durum genellikle hamile kadınlarda ve oral kontraseptif kullanan kadınlarda görülür. Hormonal dalgalanmalar tiroid disfonksiyonundan veya hormon tedavisi ilaçlarının yan etkilerinden kaynaklanabilir.

Paylaşın

Aaron Yasası Nedir, Temel Amaçları Nelerdir?

Aaron Yasası, Bilgisayar Sahtekarlığı ve Kötüye Kullanımı Yasası’nı (CFAA) reform etmeyi amaçlayan ve öncelikli olarak bilgisayar suçlarıyla ilişkili cezaların ciddiyetini ve kapsamını azaltmaya odaklanan önerilen bir yasadır.

Haber Merkezi / Yasa, 2013 yılında, çevrimiçi veri tabanı JSTOR’dan milyonlarca akademik makaleye yasadışı olarak erişip bunları indirmekle suçlanan federal suçlamaların ardından kendi canına kıyan internet aktivisti Aaron Swartz’ın anısına adlandırılmıştır.

Aaron Yasası, bilgisayar ile ilgili suçlar için açık ve adil standartlar sağlamayı, meşru erişim hakları ile siber suç faaliyetleri arasında bir denge kurmayı ve Swartz gibi kötü niyetli veya zararlı davranışlarda bulunmayan kişilerin haksız cezalandırılmasını önlemeyi amaçlamaktadır.

Aaron Yasası’nın birincil amacı, hukuk sisteminin aşırıya kaçmasını önlemek ve küçük veya kötü niyetli olmayan bilgisayar ile ilgili faaliyetlerde bulunan kişilerin orantısız bir şekilde cezalandırılmamasını sağlamaktır.

Örneğin, Aaron Yasası, şu anda CFAA kapsamında olan ve aynı suçlar için tekrarlayan cezalara yol açabilen ‘aynı eylem için birden fazla ceza’ ilkesini ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Ayrıca, yasa, istismarcı siber suç faaliyetleri ile hizmet şartları ihlalleri, araştırma veya ihbarcılık gibi diğer faaliyetler arasında ayrım yapmak için “yetkisiz erişim” tanımını açıklığa kavuşturmayı ve daraltmayı amaçlamaktadır.

Aaron Yasası, CFAA’nın bu yönlerini hedef alarak, bilgisayar kaynaklı suçların ele alınması için daha adil bir yasal çerçeve sağlamayı ve internet ile dijital teknolojiyi yönlendiren yenilikçilik ruhuna saygı göstermeyi amaçlıyor.

Aaron Yasası hakkında sıkça sorulan sorular:

Aaron Yasası nedir?

Aaron Yasası, Amerika Birleşik Devletleri’nde Bilgisayar Dolandırıcılığı ve Kötüye Kullanımı Yasası’nı (CFAA) yeniden düzenlemeyi amaçlayan önerilen bir yasadır. Adını, bir bilgisayar sistemine yetkisiz erişimle ilgili ihlaller nedeniyle CFAA kapsamında suçlanan bir İnternet aktivisti olan Aaron Swartz’dan almıştır.

Aaron Yasası’nı kim ortaya attı?

Aaron Yasası, Aaron Swartz’ın trajik intiharının ardından Temsilciler Meclisi’nde Temsilci Zoe Lofgren ve Senato’da Senatör Ron Wyden tarafından önerildi.

Aaron Yasası’nın temel amaçları nelerdir?

Aaron Yasası’nın temel hedefleri, yetkisiz erişimin parametrelerini açık bir şekilde tanımlamak, hizmet şartları sözleşmelerinin ihlalini suç olmaktan çıkarmak ve CFAA kapsamında küçük suçlara verilen ağır cezaları sınırlamaktır.

Aaron Yasası’nın günümüzdeki durumu nedir?

Aaron Yasası henüz ABD Kongresi’nden geçmedi. 2013’teki ilk teklifinden bu yana, mevzuat birçok kez revize edildi ve yeniden sunuldu ancak yasa haline gelmek için yeterli ivme kazanamadı.

Aaron Yasası neden önemlidir?

Aaron Yasası önemlidir çünkü CFAA’nın keyfi kullanımını ve yanlış yorumlanmasını önlemeyi, verilen cezaların suç düzeyine orantılı olmasını sağlamayı amaçlar. Yetkisiz erişim tanımını iyileştirerek ve hizmet şartları ihlallerini hariç tutarak, mevzuat meşru bilgisayar güvenliği araştırmalarının, inovasyonlarının ve diğer zararsız faaliyetlerin haksız yere kovuşturulmasını önleyebilir.

Paylaşın

Sıcak Taş Masajı Nasıl Yapılır? Faydaları

Rahatlatıcı bir tedavi arıyorsanız, pürüzsüz bazalt taşlarla yapılan sıcak taş masajı denemeye değer. Bazalt taşlar bazen vücudun detoksuna yardımcı olabilen soğuk mermer taşlarıyla birlikte kullanılır.

Haber Merkezi / Bu masajı evde denemek isteyenler, taşları güvenli bir şekilde ısıttığından ve fazla sıcak olmadığından emin olmalı. Profesyonel bir terapistten yardım almak en iyisidir, çünkü teknikte ustalık farkı vardır.

Şimdi adım adım sıcak taş masajının nasıl yapıldığını ve faydalarını görelim:

Sıcak taş masajı nasıl yapılır?

Taşların hazırlanması: Genelde pürüzsüz, ısıyı iyi tutan bazalt taşları kullanılır. Bu taşlar, özel bir ısıtıcıda yaklaşık 50-60 dereceye kadar ısıtılır. Cildi yakmaması için çok sıcak olmamasına dikkat edilir.

Ortamın hazırlanması: Masaj yapılacak alan loş bir ışık, rahatlatıcı müzik ve hoş bir kokuyla sakin bir hale getirilir. Kişi, masaj masasına yüzüstü uzanır ve üstü bir havluyla örtülür.

Taşların yerleştirilmesi: Isıtılan taşlar, vücudun enerji noktalarına (örneğin omurga boyunca, avuç içlerine, ayaklara) yerleştirilir. Bu, kasların gevşemesini ve kan dolaşımının hızlanmasını sağlar.

Masaj uygulaması: Masaj terapisti, taşları ellerinde tutarak veya doğrudan cilt üzerinde kaydırarak nazik hareketlerle masaj yapar. Bazen taşların hareketi kolaylaştırmak için yağlar da kullanılır.

Son dokunuş: Masaj bittikten sonra taşlar kaldırılır ve kişi bir süre dinlenmeye bırakılır. Vücudun toksinlerden arınması için bol su içmesi önerilir.

Sıcak taş masajının faydaları nelerdir?

Kas gevşemesi: Taşların sıcak oluşu, gergin kasları yumuşatır ve ağrıları hafifletir. Bu masaj tekniği özellikle sırt ve boyun ağrısı çekenler için idealdir.

Stresi azaltma: Hem sıcaklık hem de masajın ritmik hareketleri zihni sakinleştirir ve kaygıyı azaltır.

Kan dolaşımını hızlandırır: Taşların sıcaklığı, kan akışını hızlandırır; bu da dokulara daha fazla oksijen gitmesini sağlar.

Detoks etkisi: Taşların sıcak oluşu, terlemeyi teşvik ederek vücudun toksin atmasına yardımcı olur.

Enerji dengesi: Taşların belirli noktalara yerleştirilmesi, enerji akışını düzenlediğine inanılır.

Paylaşın

Yüz Bakımında Aromaterapinin Faydaları

Esansiyel yağların kullanılmasıyla uygulanan aromaterapi, hem fiziksel hem de zihinsel rahatlama sağlayan oldukça etkili bir tekniktir. Aromaterapi, aynı zamanda stresi azaltarak ruh halini iyileştirir.

Haber Merkezi / İşte yüz bakımında aromaterapinin başlıca faydaları:

Cildin beslenmesi ve yenilenmesi: Lavanta, çay ağacı veya gül gibi esansiyel yağlar, antioksidan ve anti-inflamatuar özellikleriyle cildi derinlemesine besler. Örneğin, lavanta yağı ciltteki tahrişi yatıştırırken, çay ağacı yağı akneyle mücadelede yardımcı olabilir.

Kan dolaşımını artırma: Yüz masajıyla birlikte kullanılan aromaterapi yağları, kan dolaşımını hızlandırır. Bu, cilde daha fazla oksijen ve besin ulaşmasını sağlar. Bu durumda sağlıklı bir parlak bir cilt oluşumuna neden olur.

Stresi azaltır: Hoş kokulu yağlar, sinir sistemini sakinleştirir. Yüz bakımı sırasında bu yağların kokusu, rahatlatıcı bir spa deneyimi sunarak zihinsel dinginlik sağlar.

Cilt tipine göre özel çözümler: Aromaterapi, cilt tipine göre özelleştirilebilir. Yağlı ciltler için limon yağı gibi sebum dengeleyici yağlar, kuru ciltler için ise nemlendirici sandal ağacı yağı tercih edilebilir.

Doğal ve kimyasal içermeyen bakım: Sentetik ürünlere alternatif olarak, aromaterapi doğal bir yaklaşım sunar. Bu, doğru yağlar doğru şekilde kullanıldığında, hassas ciltler için bile güvenlidir.

Esansiyel yağlar genellikle bir taşıyıcı yağ (jojoba, badem yağı gibi) ile seyreltilerek cilde uygulanmalı ve alerji testi yapılmalıdır.

Kendi yüz bakım rutininizde aromaterapiyi denemek isterseniz, hangi cilt sorununuzu hedeflediğinizi belirleyip buna uygun bir yağ seçerek başlayabilirsiniz.

Tüm cilt tipleri için aromaterapide kullanılabilecek çok yönlü ve genellikle güvenli bazı esansiyel yağlar vardır. Bu yağlar, cilt tipine bakılmaksızın genel sağlık, nemlendirme ve rahatlama sağlar. İşte tüm cilt tiplerine uygun esansiyel yağlar:

Lavanta yağı: Yatıştırıcı, dengeleyici ve yenileyici olan lavanta yağı, hem kuru ciltleri nemlendirir hem de yağlı ciltlerdeki fazla sebumu düzenler. Lavanta yağı ayrıca anti-inflamatuar etkisiyle kızarıklıkları azaltır.

1 yemek kaşığı taşıyıcı yağ (jojoba veya tatlı badem yağı gibi) ile 2-3 damla lavanta yağı karıştırılıp yüz masajı yapılabilirsiniz.

Papatya yağı: Hassas ciltler dahil tüm ciltler için sakinleştirici ve iltihap önleyici özelliğe sahip olan papatya yağı, cildi rahatlatır, tahrişi azaltır ve doğal bir parlaklık verir.

1 tatlı kaşığı hindistancevizi yağına 2 damla papatya yağını ekleyerek gece bakım kremi gibi uygulayabilirsinizi.

Buhur yağı: Cilt tonunu eşitleyip yenilenmeyi destekleyen buhur yağı, hem yağlı hem kuru ciltler için dengeleyici bir etkiye sahiptir. Buhur yağı, ayrıca ince çizgileri yumuşatır.

1 yemek kaşığı argan yağı ile 2 damla buhur yağını karıştırılarak haftada 2-3 kez yüz maskesinden sonra uygulayabilirsiniz.

Itır yağı: Itır yağı, cildin yağ üretimini dengeler, gözeneklerini sıkılaştırır ve ciltteki kan dolaşımını artırır. Tüm cilt tiplerine uygun olan ıtır yağı, özellikle karma ciltler için idealdir.

Bir kase sıcak suya 3 damla ıtır yağı damlatıp yüzünüzü 5-10 dakika buhara tutabilirsiniz.

Uyarı: İlk kullanımdan önce bilek iç kısmınızda küçük bir alerji testi yapın.

Paylaşın

NiMe Diyeti: Kalori Saymadan Kilo Verin

NiMe diyeti temel olarak sanayileşme öncesi dönemin ilkel beslenme alışkanlıklarını modern çağa uyarlamayı hedefler. Bu diyet, bağırsak mikrobiyomunu güçlendirmeyi ve genel sağlığı iyileştirmeyi amaçlar.

Haber Merkezi /Kalori açığı ile kilo vermek, yani harcadığınızdan daha az kalori tüketerek, kilo vermenin kanıtlanmış yöntemidir. Ancak kalori saymayı denediyseniz bunun ne kadar yorucu ve motivasyon bozucu olabileceğini biliyorsunuzdur.

Peki her lokmayı sayma stresi yaşamadan kilo vermek mümkün mü? Yeni keşfedilen NiMe diyeti sayesinde bunun mümkün olabileceği ortaya çıktı.

NiMe, Non-industrialized Microbiome Restore’un kısaltmasıdır ve bağırsak mikrobiyomu üzerine yapılan araştırmalardan esinlenerek oluşturulmuş bir diyettir.

NiMe diyeti temel olarak sanayileşme öncesi dönemin ilkel beslenme alışkanlıklarını modern çağa uyarlamayı hedefler. Bu diyet, bağırsak mikrobiyomunu güçlendirmeyi ve genel sağlığı iyileştirmeyi amaçlar.

NiMe diyetinin özü, bitki bazlı beslenmeye dayanır. Sebzeler, baklagiller (mercimek, nohut gibi), lif açısından zengin gıdalar ve az miktarda hayvansal protein içeren bir beslenme modelini teşvik eder. İşlenmiş gıdalar, rafine şekerler ve endüstriyel ürünlerden uzak durmayı savunur.

NiMe diyeti, bağırsak florasını yenileyerek kronik hastalıkların (diyabet, kalp hastalıkları gibi) riskini azaltmayı ve vücudun doğal dengesini geri kazanmayı vadeder.

Diyetin savunucuları, bilimsel çalışmalarla bağırsak mikrobiyomunun sağlık üzerindeki etkisinin kanıtlandığını öne sürer. Örneğin, Cork Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma, NiMe diyetini uygulayan küçük bir grubun bağırsak sağlığında iyileşme gösterdiğini ortaya koymuştur.

Ancak bu diyet, özünde bitki bazlı beslenmenin bilinen faydalarını farklı bir isimle sunuyor gibi göründüğü için bazı eleştirilere de maruz kalmaktadır.

NiMe diyeti uygulamak isteyenler için genel öneriler şunlar olabilir: Bol miktarda taze sebze ve lifli gıdalar tüketin, hayvansal ürünleri minimumda tutun ve işlenmiş gıdalardan tamamen vazgeçin.

Yine de bu diyete başlamadan önce bir sağlık uzmanına danışmak, bireysel ihtiyaçlara uygunluğunu değerlendirmek açısından önemlidir.

Kısacası NiMe, bağırsak sağlığına odaklanan, doğaya dönüşü vurgulayan bir beslenme tarzı olarak öne çıkıyor.

Paylaşın

Kalori Açığı Nedir Ve Doğru Şekilde Nasıl Hesaplanır?

Kalori açığı, bir kişinin vücudunun harcadığından daha az kalori alması durumudur. Bu, kilo verme diyetlerinin temelinde yatan prensiptir. Kilo kaybının sağlıklı ve güvenli olabilmesi için bu açığın doğru hesaplanması önemlidir.

Haber Merkezi / Kalori, yiyeceklerden alınan enerji birimidir, vücut bu kalorileri yaşamı sürdürmek, fiziksel aktivite ve diğer ihtiyaçlar için kullanır. Harcanılan kaloriden daha azı tüketildiğinde, vücut enerji için depolanmış yağ rezervlerini kullanmaya başlar, bu süreç kilo kaybına yol açar.

Kalori açığını doğru hesaplayabilmek için günlük kalori ihtiyacını bilmek gerekir. Bu ihtiyacı belirlemenin birkaç yolu vardır ancak en yaygın olanı Mifflin-St Jeor formülünü kullanmaktır.

Mifflin-St Jeor formülü

Erkekler için: (10 x kg cinsinden ağırlık) + (6,25 x cm cinsinden boy) – (5 x yıl cinsinden yaş) + 5
Kadınlar için: (10 x kg cinsinden ağırlık) + (6,25 x cm cinsinden boy) – (5 x yıl cinsinden yaş) – 161

Ortaya çıkan sayı, vücudun dinlenme halindeyken işlevini sürdürmesi için gereken kalori miktarı olan bazal metabolizma hızıdır (BMR).

Daha sonra fiziksel aktivite seviyesi göz önünde bulundurulması gerekir. Bunun için BMR uygun katsayı ile çarpılır:

Düşük aktivite (hareketsiz çalışma, egzersiz yok): BMR x 1.2
Orta aktivite (haftada 1-3 kez hafif egzersiz): BMR x 1.375
Yüksek aktivite (haftada 3-5 kez yoğun egzersiz): BMR x 1.55
Çok aktif (günlük yoğun fiziksel egzersiz): BMR x 1.725

Ortaya çıkan sayı, mevcut kiloyu korumak için günlük kalori ihtiyacıdır.

Kalori açığı oluşturmak için bu gereksinimden yüzde 10-20 oranında bir miktar çıkarılması gerekir. Yavaş yavaş ve güvenli bir şekilde kilo kaybını sağlamak için genellikle günlük 500 kaloriyi geçmeyecek bir kalori açığı oluşturulması önerilir.

Kalori açığınızı hesaplamak yaş, cinsiyet, aktivite seviyesi, sağlık durumu gibi birçok faktöre bağlı olan bireysel bir işlemdir. Diyete başlamadan önce mutlaka doktora veya beslenme uzmanına danışılmalı.

Sadece kalori açığı yaratmak değil, aynı zamanda doğru beslenmek, gerekli tüm besinleri almak da önemlidir. Kalori açığı kilo vermenin etkili bir yoludur; ancak bunun için doğru hesaplanması ve dengeli beslenmek gerekir.

Paylaşın