Alzheimer’ın Yeni Bir Nedeni Bulundu

Bilim insanları, yirmi yıldan uzun bir süredir, Alzheimer’a neyin sebep olduğunu ve nasıl tedavi edilebileceğini bulmaya çalışıyor. Ancak, hala kesin cevaplar yok.

Haber Merkezi / Birçok bilim insanı, uzun bir süre, Alzheimer’ın beyinde amiloid-beta adı verilen yapışkan bir proteinin birikmesinden kaynaklandığına inanıyordu. Alzheimer hastalığından muzdarip olan kişilerin beyinlerinde bulunan bu proteinin beyin hücrelerine zarar vererek hafıza kaybına ve diğer sorunlara yol açtığı düşünülüyordu.

Ancak yakın zamanda farklı bir teori ilgi görüyor. Teori, Alzheimer’ın aslında hücrelerin enerjiyi nasıl ürettiği ve kullandığıyla ilgili sorunlarla başlayabileceğini öne sürüyor. Teoride, mitokondri adı verilen hücrelerin küçük parçalarının hasarına odaklanılıyor.

Mitokondriler hücreler için enerji santralleri gibidir; hücrelerin düzgün çalışması için gereken enerjiyi üretirler. Mitokondriler düzgün çalışmayı bıraktığında, tüm beyni etkileyebilir ve muhtemelen Alzheimer gibi hastalıklara yol açabilir.

Yale-NUS College’dan bilim insanlarının yakın zamanda yaptığı bir araştırma bu yeni teoriyi destekliyor. Araştırma, metabolik işlev bozukluğu adı verilen hücre enerjisi kullanımıyla ilgili sorunların, amiloid-beta proteinlerindeki herhangi bir büyük artıştan önce ortaya çıkabileceğini ortaya koydu. Başka bir deyişle, enerji sorunları önce başlayabilir ve protein birikimi daha sonra gerçekleşebilir.

Araştırma ayrıca bu tür enerji sorunlarının sadece Alzheimer’la ilgili olmadığını, yaşlanmanın normal bir parçası olduğunu da belirtiyor.

Bu, Alzheimer dahil olmak üzere birçok yaşa bağlı hastalığın, yaşlanma sürecinin bir parçası olarak daha iyi anlaşılabileceği anlamına gelir. Yani, bilim insanları hücresel düzeyde yaşlanmayı yavaşlatmanın yollarını bulabilirlerse, bu yalnızca bir hastalığı değil, birçok hastalığı önlemeye yardımcı olabilir.

Dr. Jan Gruber ve ekibi tarafından araştırma eLife adlı bilimsel dergide yayınlandı.

Paylaşın

Yetişkinlerde, Otizmin En Sık Görülen Dokuz Belirtisi

Sosyal medyada, yetişkin bireylerin otistik olduklarını fark etmelerine neden olan ayrıntılı videolar görmüş olabilirsiniz. İzleyiciler, bu videoları aydınlatıcı ve rahatlatıcı buluyor.

Haber Merkezi / Yakın zamanda yapılan bir araştırma, otizmli bireylerin yüzde 80’inin 18 yaşına geldiklerinde hala teşhis edilmediğini ortaya koydu.

Otizm, genellikle çocukluk döneminde fark edilse de, bazı bireylerde yetişkinlikte teşhis edilebilir ya da belirtileri daha belirgin hale gelebilir. Yetişkinlerde otizmin en yaygın belirtileri, bireyin sosyal etkileşim, iletişim ve davranış kalıplarıyla ilgili zorluklar yaşaması şeklinde ortaya çıkar.

Yetişkinlerde otizmin en sık görülen 9 belirtisi sıralanmıştır:

Sosyal etkileşimde zorluk: Yetişkinlerde otizm, başkalarıyla bağlantı kurmakta veya sosyal ipuçlarını anlamakta güçlük çekme şeklinde kendini gösterebilir. Örneğin, göz teması kurmaktan kaçınma veya sohbetin akışını sürdürememe yaygın olabilir.

Rutinlere bağlılık: Değişikliklere karşı aşırı hassasiyet ve günlük yaşamda katı rutinlere ya da alışkanlıklara sıkı sıkıya bağlılık gözlemlenebilir. Planlarda ani bir değişiklik bu kişilerde kaygı yaratabilir.

Duyusal hassasiyet: Işık, ses, doku veya koku gibi duyusal uyarılara karşı aşırı duyarlılık ya da tam tersine duyarsızlık sık görülür. Örneğin, yüksek seslerden rahatsız olma veya belirli kumaş türlerini giymekten kaçınma.

İletişim zorlukları: Sözlü veya sözsüz iletişimde güçlük çekme, mecazları, şakaları veya ima edilen anlamları anlamama gibi durumlar ortaya çıkabilir. Monoton bir ses tonuyla konuşma da yaygın bir işarettir.

Yoğun ilgi alanları: Belirli bir konuya veya hobiye aşırı odaklanma ve bu konuda derinlemesine bilgi sahibi olma eğilimi. Bu ilgi alanları genellikle diğer insanlara sıra dışı gelebilir.

Tekrarlayıcı davranışlar: El çırpma, sallanma gibi fiziksel hareketler ya da belirli kelimeleri/cümleleri tekrarlama gibi alışkanlıklar yetişkinlikte de devam edebilir.

Empati kurmada zorluk: Başkalarının duygularını anlamakta veya uygun duygusal tepkiler vermekte güçlük çekme. Bu, soğuk veya ilgisiz gibi algılanmalarına neden olabilir, ancak bu kasıtlı değildir.

Zaman yönetimi ve organizasyon sorunları: Günlük görevleri planlama, önceliklendirme veya birden fazla işi aynı anda yürütme konusunda zorluk yaşayabilirler.

Kaygı ve stres: Sosyal durumlar, duyusal aşırı yüklenme veya belirsizlik gibi tetikleyiciler nedeniyle yoğun kaygı veya stres yaşama eğilimi. Bu, bazen geri çekilme veya “erime” (meltdown) olarak adlandırılan duygusal patlamalara yol açabilir.

Bu belirtiler kişiden kişiye farklılık gösterebilir ve şiddeti değişebilir. Otizm bozukluğu (OSB) tanısı için bir uzmana danışmak önemlidir, çünkü bu belirtiler başka durumlarla da karışabilir.

Paylaşın

Doğum Sonrası Hipertansiyon Nedir? Nedenleri Belirtileri Ve Tedavisi

Yeni anne olanlar, doğum sonrası sadece uykusuz gecelerle değil aynı zamanda hipertansiyon da dahil olmak üzere bir dizi farklı sorunla da mücadele etmek zorunda kalıyor.

Haber Merkezi / Doğum sonrası hipertansiyon, bir kadının doğumdan sonraki dönemde (genellikle doğumdan sonraki ilk 6 hafta içinde) kan basıncının yüksek olması durumudur. Tıbbi olarak, kan basıncı 140/90 mmHg veya üzerinde ölçüldüğünde hipertansiyon tanısı konur.

Bu durum, hamilelik sırasında hipertansiyonu olan kadınlarda (örneğin, preeklampsi veya gestasyonel hipertansiyon) devam edebilir ya da tamamen yeni bir durum olarak ortaya çıkabilir.

Doğum sonrası dönemdeki hormonal değişiklikler, stres, sıvı dengesizlikleri ve diğer faktörler bu durumu tetikleyebilir.

Türleri ve nedenleri:

Gebelikle ilişkili hipertansiyonun devamı:

Preeklampsi: Doğum sonrası devam ederse, genellikle ilk 48 saat içinde belirgin olur, ancak haftalarca sürebilir.

Gestasyonel hipertansiyon: Gebelikte başlayan yüksek tansiyonun doğumdan sonra normale dönmemesi.

Yeni başlayan hipertansiyon: Doğum sonrası stres, ağrı, ilaç kullanımı (örneğin, NSAID’ler) veya sıvı tutulumu gibi faktörler nedeniyle gelişebilir.

Kronik hipertansiyon: Gebelikten önce var olan ancak fark edilmemiş bir hipertansiyonun doğum sonrası dönemde belirginleşmesi.

Belirtileri:

Doğum sonrası hipertansiyon genellikle belirti vermeyebilir (asemptomatik), bu yüzden kan basıncı düzenli olarak kontrol edilmelidir. Ancak bazı durumlarda şu belirtiler görülebilir:

Şiddetli baş ağrısı
Bulanık görme veya çift görme
Karın ağrısı (özellikle sağ üst tarafta)
Nefes darlığı
Yüzde, ellerde veya ayaklarda şişlik (ödem)

Bu belirtiler, özellikle preeklampsinin devam ettiği durumlarda ciddi komplikasyonların (örneğin, eklampsi veya HELLP sendromu) habercisi olabilir.

Risk faktörleri

Gebelikte hipertansiyon öyküsü
Obezite
35 yaş üstü olmak
Çoğul gebelik (ikiz, üçüz)
Diyabet veya böbrek hastalığı gibi kronik sağlık sorunları
Ailede hipertansiyon öyküsü

Tedavisi:

Tedavi, hipertansiyonun şiddetine ve nedenine bağlıdır:

Evde yönetim: Hafif vakalarda, dinlenme, tuz alımını azaltma ve kan basıncını düzenli ölçme önerilir.

İlaç tedavisi: Beta blokerler (örneğin, labetalol), kalsiyum kanal blokerleri (nifedipin) veya ACE inhibitörleri gibi ilaçlar kullanılabilir. Emziren anneler için güvenli seçenekler tercih edilir.

Acil durum: Kan basıncı çok yüksekse (örneğin, 160/110 mmHg üzeri) veya preeklampsi belirtileri varsa, hastanede magnezyum sülfat gibi tedaviler gerekebilir.

Ne zaman doktora gidilmeli?

Doğum sonrası hipertansiyon ciddi olabilir, bu yüzden şu durumlarda acilen tıbbi yardım alınmalı:

Kan basıncı 140/90 mmHg veya üzerindeyse ve düşmüyorsa,
Şiddetli baş ağrısı, görme sorunları veya nefes darlığı varsa,
Göğüs ağrısı veya bilinç bulanıklığı gibi belirtiler ortaya çıkarsa.

Paylaşın

Biriktirme Bozukluğuna Ne Sebep Olur? Tedavisi Ve Yönetimi

Biriktirme bozukluğu (hoarding disorder), bireyin eşyaları atamama veya onlardan ayrılma konusunda aşırı zorluk çekmesiyle karakterize edilen bir ruh sağlığı durumudur.

Haber Merkezi / Bozukluk, genellikle biyolojik, psikolojik ve çevresel faktörlerin bir kombinasyonundan kaynaklanır.

İşte biriktirme bozukluğuna yol açabilecek temel sebepler:

Biyolojik Faktörler:

Genetik yatkınlık: Araştırmalar, biriktirme bozukluğunun ailelerde görülme eğiliminde olduğunu gösteriyor. Eğer bir kişinin yakın akrabalarında bu durum varsa, risk artabilir.

Beyin işleyişi: Beynin karar verme, duygusal bağlanma ve ödül sistemiyle ilişkili bölgelerindeki (örneğin prefrontal korteks ve amigdala) anormallikler biriktirme davranışını tetikleyebilir. Nörogörüntüleme çalışmaları, bu bireylerde eşyalara aşırı değer biçme eğilimi olduğunu ortaya koyuyor.

Psikolojik Faktörler:

Duygusal bağlanma: Biriktiren kişiler, eşyalara güvenlik, kimlik ya da anılarla bağlantı gibi duygusal anlamlar yükleyebilir. Bir eşyayı atmak, bu duygusal bağı kaybetmek gibi hissedilebilir.

Kaygı ve karar verme zorluğu: Biriktirme, genellikle eşyaları atma konusunda yoğun kaygı veya kararsızlıkla ilişkilidir. “Ya bir gün buna ihtiyacım olursa?” düşüncesi yaygındır.

Travma veya kayıp: Önemli bir kayıp (örneğin sevilen birinin ölümü) ya da travmatik bir olay, eşyalara tutunmayı bir başa çıkma mekanizması haline getirebilir.

Obsesif – kompulsif eğilimler: Biriktirme bozukluğu, geçmişte obsesif – kompulsif bozukluk (OKB) ile ilişkilendirilse de artık ayrı bir tanı olarak kabul ediliyor. Yine de bazı kişilerde OKB benzeri özellikler görülebilir.

Çevresel Faktörler:

Çocukluk deneyimleri: Eşyaların zorla elinden alındığı, yoksulluk çekilen veya aşırı korumacı bir ortamda büyüyen bireyler, ileride biriktirme eğilimi geliştirebilir.

Stresli yaşam olayları: Boşanma, iş kaybı veya sağlık sorunları gibi durumlar, eşyalara tutunmayı bir kontrol sağlama yolu olarak ortaya çıkarabilir.

Kültürel etkiler: Bazı toplumlarda tasarruf veya eşyaları saklama alışkanlığı teşvik edilir, bu da biriktirme davranışını normalleştirebilir.

Eşlik Eden Durumlar:

Biriktirme bozukluğu sıklıkla depresyon, anksiyete bozuklukları veya dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) gibi diğer ruh sağlığı sorunlarıyla birlikte görülür. Bu durumlar, biriktirme eğilimini şiddetlendirebilir.

Biriktirme bozukluğu nasıl başlar?

Biriktirme genellikle yavaşça gelişir. Kişi başlangıçta “faydalı olabilir” düşüncesiyle eşya biriktirmeye başlar, ancak zamanla bu davranış kontrolden çıkar ve yaşam alanını işlevsiz hale getirir. Yaş ilerledikçe, özellikle sosyal izolasyon veya fiziksel sınırlamalar arttığında, durum daha belirgin hale gelebilir.

Tedavisi ve yönetimi:

Biriktirme bozukluğunun tedavisi ve yönetimi, bireyin hem zihinsel hem de pratik düzeyde desteklenmesini gerektirir. Bu süreç genellikle uzun vadeli bir yaklaşım gerektirir ve sabır, profesyonel yardım ve bazen çevresel düzenlemeleri içerir.

İşte biriktirme bozukluğunun tedavisi ve yönetimi için etkili yöntemler:

Tedavi Yöntemleri:

Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT): BDT, biriktirme bozukluğunun temelinde yatan düşünce kalıplarını (örneğin “Bu eşyayı atarsam bir parçamı kaybederim” veya “İleride buna ihtiyacım olabilir”) hedef alır. Terapist, kişinin bu düşünceleri sorgulamasını ve daha işlevsel alternatifler geliştirmesini sağlar.

Terapide, eşyalara duygusal bağlanmayı azaltmak için exposure (maruz bırakma) teknikleri kullanılır. Örneğin, kişi önce önemsiz bir eşyayı atmayı dener ve bu süreç kademeli olarak ilerler.

Karar verme becerileri geliştirilir; hangi eşyanın gerçekten gerekli olduğuna dair mantıklı bir filtre oluşturulur. Araştırmalar, BDT’nin biriktirme semptomlarını azalttığını ve uzun vadeli iyileşme sağladığını gösteriyor.

Motivasyonel görüşme: Motivasyonel görüşme, kişinin kendi nedenleriyle değişim isteği geliştirmesine odaklanır. Terapist, “Eşyalarını azaltmak sana ne kazandırır?” gibi sorularla bireyi motive eder.

İlaç tedavisi: Biriktirme bozukluğuyla birlikte depresyon, anksiyete veya OKB gibi durumlar varsa, seçici serotonin geri alım inhibitörleri (SSRI’lar) gibi antidepresanlar reçete edilebilir.

İlaç tedavisi, doğrudan biriktirmeyi tedavi etmez, ancak altta yatan duygusal yükü hafifletebilir.

Yönetim Stratejileri:

Pratik organizasyon ve temizlik: Tüm evi bir anda temizlemeye çalışmak yerine, küçük bir alanla başlanır (örneğin bir masa veya bir çekmece). Eşyalar “sakla”, “bağışla”, “at” gibi kategorilere ayrılır.

Bu süreçte bir profesyonel organizatör veya aile üyesi destek olabilir. Kişinin rızası olmadan eşyaların atılması, güven kaybına ve daha fazla biriktirmeye yol açabilir.

Destek grupları: Biriktirme bozukluğuyla yaşayan diğer bireylerle deneyim paylaşımı sağlayan gruplar. Yalnızlık hissini azaltır, pratik ipuçları sunar ve motivasyonu artırır.

Aile ve çevre desteği: Aile üyeleri, suçlayıcı olmayan bir yaklaşımla bireyi teşvik edebilir. Örneğin, “Birlikte bu köşeyi düzenleyelim mi?” gibi öneriler faydalıdır.

Yaşam alanı düzenlemeleri: Güvenli ve işlevsel bir ortam yaratmak. Örneğin, biriktirme yangın veya düşme riski yaratıyorsa, öncelik bu tehlikeleri ortadan kaldırmak olmalıdır.

Depolama çözümleri (raf, kutu) veya eşya miktarını sınırlayacak kurallar getirilebilir.

Uzun vadeli yönetim: Biriktirme davranışı zamanla geri dönebilir. Düzenli terapi seansları veya takip planları bu riski azaltır. Haftada bir kez eşya gözden geçirme gibi alışkanlıklar geliştirilebilir.

Psikolojik dayanıklılık: Stresle başa çıkma becerileri (meditasyon, egzersiz) biriktirme dürtüsünü kontrol altına alabilir.

Paylaşın

Osteoartrit Nedir? Önlemek İçin Altı İpucu

Osteoartrit, eklemlerdeki kıkırdak dokusunun aşınması ve yıpranmasıyla karakterize edilen kronik bir eklem hastalığıdır. Genellikle “kireçlenme” olarak da bilinir ve en yaygın artrit türüdür.

Haber Merkezi / Yaş ilerledikçe görülme sıklığı artsa da, genç bireylerde de ortaya çıkabilir. Eklemlerde ağrı, sertlik, şişlik ve hareket kısıtlılığı gibi belirtilerle kendini gösterir. En çok diz, kalça, el ve omurga gibi ağırlık taşıyan eklemleri etkiler.

Osteoartritin Nedenleri

Yaş: Kıkırdak zamanla yıpranır.
Genetik: Ailede osteoartrit öyküsü riskini artırabilir.
Aşırı kullanım: Tekrarlayan hareketler veya eklemlere aşırı yük binmesi (örneğin, spor veya ağır iş).
Obezite: Fazla kilo, özellikle diz ve kalça gibi eklemlere baskı yapar.
Yaralanmalar: Daha önceki eklem yaralanmaları veya kırıklar.
Eklem hizası bozuklukları: Doğuştan veya sonradan oluşan yapısal sorunlar.

Osteoartriti önleme yolları

Osteoartrit tamamen önlenebilir bir hastalık olmasa da, riskini azaltmak ve ilerlemesini yavaşlatmak için alınabilecek bazı önlemler şunlardır:

Kilo kontrolü: Sağlıklı bir kiloyu korumak, eklemlere binen yükü azaltır. Obezite, osteoartritin hem oluşumunu hem de kötüleşmesini tetikleyen en önemli faktörlerden biridir.

Düzenli egzersiz: Eklemleri destekleyen kasları güçlendirmek için düşük etkili egzersizler (yüzme, yürüyüş, yoga gibi) idealdir. Bu, eklem esnekliğini korur ve kıkırdağın beslenmesine yardımcı olur. Ancak aşırı zorlayıcı aktivitelerden kaçınılmalıdır.

Doğru duruş ve hareket: Eklemlere gereksiz stres bindirmemek için ergonomik duruş ve doğru kaldırma teknikleri kullanılmalı. Örneğin, ağır yük taşırken dizleri bükerek kaldırmak sırt ve kalça eklemlerini korur.

Dengeli beslenme: Kıkırdak sağlığını destekleyen besinler (örneğin, omega-3 yağ asitleri, D vitamini, kalsiyum ve antioksidanlar) tüketmek faydalı olabilir. İltihabı azaltan bir diyet (Akdeniz diyeti gibi) tercih edilebilir.

Eklemleri koruma: Tekrarlayan hareketlerden kaçınmak, uygun ayakkabılar giymek ve eklem yaralanmalarını önlemek için dikkatli olmak önemlidir.

Erken müdahale: Eğer eklem ağrısı veya sertliği fark ederseniz, bir doktora danışarak erken teşhis ve tedavi ile ilerlemeyi yavaşlatabilirsiniz.

Osteoartrit, yaşa ve genetiğe bağlı olarak kaçınılmaz olabilir, ancak bu adımlarla hem risk azaltılabilir hem de yaşam kalitesi artırılabilir.

Paylaşın

Gottman Yöntemi Nedir? Temel İlkeleri

Dr. John Gottman ve Dr. Julie Schwartz Gottman tarafından geliştirilen yöntem, çiftlerin ilişkilerini güçlendirmelerine, sorunları yapıcı bir şekilde yönetmelerine yardımcı olmayı amaçlar.

Haber Merkezi / Gottman yöntemi, çift terapisi alanında hem terapistlere hem de çiftlere rehberlik eden güçlü bir çerçeve sunar.

Gottman yönteminin temel ilkeleri

Sağlıklı ilişkilerin temel yapı taşları (Sağlam İlişki Evi): Gottman, sağlıklı bir ilişkinin bir ev gibi inşa edildiğini ve bu evin belirli katmanlardan oluştuğunu belirtir. Bu katmanlar:

Sevgi haritaları: Partnerlerin birbirlerinin iç dünyalarını tanımaları ve anlamaları. Bu, partnerinizin ilgi alanlarını, hayallerini, korkularını ve değerlerini bilmek anlamına gelir.

Sevgi ve hayranlık: Çiftlerin birbirlerine duydukları sevgi, saygı ve takdiri ifade etmeleri. Bu, ilişkinin pozitif bir bakış açısını korumasını sağlar.

Birbirine dönme: Günlük hayatta partnerinizin size yönelik bağlantı kurma girişimlerine (örneğin bir sohbet başlatma) olumlu yanıt verme. Bu, duygusal bağı güçlendirir.

Pozitif bakış açısı: İlişkide olumlu bir atmosferin hakim olması. Çiftlerin birbirlerine karşı iyi niyetle yaklaşmaları ve olumsuzlukları büyütmek yerine onarmaya çalışmaları.

Çatışmayı yönetme: Çatışmaların kaçınılmaz olduğunu kabul ederek, bunları yapıcı bir şekilde ele almak. Gottman, çatışmaların yüzde 69’unun çözümsüz olduğunu belirtir ve bu durumda önemli olanın çözüm değil, çatışmayı sağlıklı bir şekilde yönetmek olduğunu vurgular.

Hayalleri gerçekleştirme: Partnerlerin birbirlerinin hayallerini desteklemeleri ve ortak bir anlam yaratmaları.

Ortak anlam yaratma: Çiftlerin ortak değerler, ritüeller ve hedefler oluşturmaları.

Dört atlı

Gottman, ilişkileri yıpratan ve boşanma olasılığını artıran dört yıkıcı iletişim tarzını “Dört Atlı” olarak tanımlar. Çift terapisinde bu davranışların fark edilmesi ve yerine yapıcı alternatiflerin geliştirilmesi hedeflenir:

Eleştiri: Partnerin kişiliğine veya karakterine yönelik genelleyici saldırılar (örneğin, “Sen hep bencilsin”).

Savunmacılık: Eleştirilere karşı kendini savunma veya suçu karşı tarafa atma (örneğin, “Asıl sorun sensin, ben bir şey yapmadım”).

Hakaret: Partneri aşağılama, küçümseme veya alay etme (örneğin, göz devirme, alaycı bir ton). Bu, ilişkiler için en yıkıcı atlıdır ve boşanma olasılığını artırır.

Duvar örme: Çatışma sırasında iletişimi tamamen kesme, sessiz kalma veya duygusal olarak geri çekilme.

Çatışma yönetimi ve onarım girişimleri

Gottman yöntemi, çatışmaların tamamen ortadan kaldırılmasının mümkün olmadığını, ancak bunların sağlıklı bir şekilde yönetilebileceğini savunur.

Yumuşak başlangıç: Çatışmaya eleştiri veya suçlama yerine nazik bir şekilde başlamak (örneğin, “Bu konuda konuşabilir miyiz?” yerine “Sen hep böyle yapıyorsun”).

Onarım girişimleri: Tartışma sırasında gerginliği azaltmak için yapılan girişimler (örneğin, bir espri yapmak, “Biraz sakinleşelim mi?” demek).

Uzlaşma: Çiftlerin birbirlerinin ihtiyaçlarını ve bakış açılarını anlamaya çalışarak ortak bir zemin bulmaları.

Duygusal bağlantıyı güçlendirme

Gottman yöntemi, çiftlerin duygusal bağlarını güçlendirmelerine yardımcı olmak için pratik egzersizler ve teknikler sunar.

Günlük bağlantı ritüelleri: Çiftlerin düzenli olarak birbirleriyle bağlantı kurmalarını sağlayacak küçük alışkanlıklar (örneğin, her gün 10 dakika sohbet etmek).

Stres azaltıcı sohbetler: Partnerlerin günlük stresi paylaşmalarına ve birbirlerini desteklemelerine olanak tanıyan konuşmalar.

Takdir ve minnettarlık egzersizleri: Çiftlerin birbirlerine yönelik olumlu duyguları ifade etmeleri için teşvik edilmesi.

Boşanma tahmini

Gottman, ilişkilerin başarısını veya başarısızlığını tahmin etme konusunda oldukça iddialıdır. Araştırmaları, yukarıda belirtilen “Dört Atlı”nın varlığı, düşük pozitif – negatif etkileşim oranı (sağlıklı ilişkilerde pozitif etkileşimler negatiflerden 5 kat fazla olmalıdır) ve duygusal mesafelenme gibi faktörlerin boşanma olasılığını artırdığını göstermiştir.

Gottman yönteminin uygulanışı

Gottman yöntemi, çift terapisinde hem değerlendirme hem de müdahale aşamalarında yapılandırılmış bir yaklaşım sunar:

Değerlendirme süreci: Çiftler, ilişkilerinin güçlü ve zayıf yönlerini belirlemek için detaylı bir değerlendirme sürecinden geçer. Bu süreç, bireysel görüşmeler, çift görüşmeleri ve Gottman tarafından geliştirilen anketleri içerir.

Terapist, çiftin iletişim tarzlarını, çatışma yönetim becerilerini ve duygusal bağlarını analiz eder.

Müdahale süreci: Çiftlere, “Sağlam İlişki Evi”ni inşa etmek ve “Dört Atlı”yı ortadan kaldırmak için özel teknikler öğretilir.

Terapist, çiftlerin çatışmalarını gözlemleyerek, yapıcı iletişim becerileri geliştirmelerine yardımcı olur.

Çiftlere evde uygulayabilecekleri egzersizler verilir (örneğin, sevgi haritalarını güncelleme, minnettarlık günlüğü tutma).

Gottman yönteminin avantajları

Bilimsel temelli: Yöntem, uzun yıllar süren araştırmalara dayanır ve etkililiği kanıtlanmıştır.

Yapılandırılmış ve pratik: Çiftlere somut araçlar ve teknikler sunar, bu da uygulamayı kolaylaştırır.

Kapsayıcı: Farklı kültürel geçmişlere ve ilişki türlerine (örneğin, evli çiftler, evlenmemiş çiftler, eşcinsel çiftler) uyarlanabilir.

Gottman yönteminin sınırlamaları

Yoğun katılım gerektirir: Çiftlerin terapi sürecine aktif bir şekilde katılmaları ve evde egzersizleri düzenli olarak yapmaları gerekir.

Karmaşık sorunlar: Şiddet, bağımlılık veya ciddi ruhsal sağlık sorunları gibi daha karmaşık durumlarda ek müdahaleler gerekebilir.

Paylaşın

Modern Çağın Zehri: Ana Karakter Sendromu

Bireyselliğin, sosyal medyanın ve popüler kültürün bir yansıması olarak ortaya çıkan Ana Karakter Sendromu, bir “hastalık” olarak değil, modern yaşamın bir fenomeni olarak değerlendirilmelidir.

Haber Merkezi / Kavram, özellikle sosyal medya platformlarının yaygınlaşmasıyla birlikte daha çok dikkat çekmiş ve tartışılmıştır. Aşağıda, Ana Karakter Sendromu’nun ne olduğu, belirtileri, nedenleri, etkileri ve bu durumla başa çıkma yolları detaylı bir şekilde ele alınacaktır.

Ana Karakter Sendromu Nedir?

Ana Karakter Sendromu, bireyin kendisini bir hikaye, film veya oyun gibi bir anlatının merkezinde görmesi ve çevresindeki olayları ve durumları bu anlatının birer parçası olarak değerlendirmesi durumudur. Bu sendrom, bireyin kendi hayatını romantize veya dramatize etmesi, kendisini diğerlerinden daha önemli görmesiyle ilişkilidir.

Özellikle sosyal medya, bu sendromu besleyen bir ortam olarak kabul edilir, çünkü bireyler burada kendi hayatlarını bir “senaryo” gibi sunma eğilimindedirler.

Psikolojik bir bozukluktan ziyade bir davranış eğilimi veya sosyal bir fenomen olarak değerlendirilen kavram, bazı durumlarda narsisizm, özsaygı sorunları veya diğer psikolojik durumlarla ilişkilendirilebilir.

Ana Karakter Sendromu’nun belirtileri: Ana Karakter Sendromu, bireyden bireye farklılık gösterse de, aşağıdaki belirtilerle tanımlanabilir:

Kendini merkezde görme: Birey, kendisini çevresinde olan olayların “ana karakteri” olarak görür ve diğerini ise “yardımcı karakterler” veya “figüranlar” gibi algılar.

Hayatı romantize etme: Birey, günlük yaşamın içindeki olayları bile romantize edebilir. Örneğin, bu bireyler bir kahve içme anını bile “estetik bir deneyim” olarak sunulabilir.

Empati eksikliği: Birey, diğerlerinin duygularını ve ihtiyaçlarını göz ardı edebilir, çünkü kendi hikayesi ön plandadır.

Dış onay arayışı: Sosyal medyada beğeni, yorum veya paylaşım alarak “ana karakter” rolünü pekiştirme çabası görülebilir. Bu, bireyin özsaygısını dışsal onaylara bağlamasına neden olabilir.

Duygusal yoğunluk: Birey, duygularını abartılı bir şekilde yaşayabilir ve hayatındaki olayları bir “dram” olarak algılayabilir. Örneğin, bu bireyler küçük bir başarısızlık bile büyük bir trajedi gibi hissedilebilir.

Ana Karakter Sendromu’nun nedenleri Bu sendromun ortaya çıkmasında birden fazla neden rol oynar. Aşağıda temel nedenler detaylandırılmıştır:

Sosyal medya ve popüler kültür: Sosyal medya platformları, bireylerin kendilerini bir “hikaye” gibi sunmalarına olanak tanır. Popüler kültürde, özellikle gençlik dizileri ve filmler, bireyleri “ana karakter” gibi hissetmeye yönlendirebilir.

Bireysellik ve narsisizm: Modern toplumlar, bireyselliği ve kişisel başarıyı vurgulayan bir yapıya sahiptir. Bu, bireylerin kendilerini diğerlerinden daha önemli görme eğilimini artırabilir. Bazı durumlarda, narsisistik kişilik özellikleri Ana Karakter Sendromu ile örtüşebilir.

Psikolojik faktörler: Düşük özsaygı veya özdeğer sorunları, bireyleri hayatlarını dramatize etmeye ve dış onay aramaya yönlendirebilir. Bu, bir tür savunma mekanizması olarak işlev görebilir.

Öte yandan, bazı bireyler, hayatlarında kontrol eksikliği hissettiklerinde, kendilerini “ana karakter” olarak görerek bu kontrolü yeniden kazanmaya çalışabilir.

Toplumsal değişimler: Genç nesiller (özellikle Z Kuşağı), bireysel ifade ve özgünlük arayışına daha fazla önem verir. Bu, Ana Karakter Sendromu’nun bir yan ürünü olarak görülebilir.

Ana Karakter Sendromu’nun etkileri: Bu sendrom, hem birey hem de çevresi üzerinde olumlu ve olumsuz etkiler yaratabilir.

Olumlu Etkiler:

Kendine güven: Kendisini “ana karakter” olarak görmek, bireyin kendine güvenini artırabilir ve hayattan daha fazla keyif almasını sağlayabilir.

Yaratıcılık: Hayatını bir hikaye gibi görmek, bireyin yaratıcı yönlerini geliştirmesine (örneğin, sanat, yazı, video üretimi) yardımcı olabilir.

Motivasyon: Birey, kendisini bir hikayenin kahramanı olarak görerek hedeflerine ulaşma konusunda daha motive olabilir.

Olumsuz etkiler:

Sosyal izolasyon: Diğerlerini “yardımcı karakter” olarak görmek, empati eksikliğine ve sosyal ilişkilerde sorunlara yol açabilir.

Gerçeklikten kopma: Hayatı aşırı romantize etmek, bireyin gerçek dünyadaki sorumluluklarından veya zorluklarından kaçmasına neden olabilir.

Duygusal tükenmişlik: Sürekli dramatik bir şekilde yaşamak, duygusal yorgunluğa ve strese yol açabilir.

Bağımlılık: Sosyal medya beğenileri veya dış onay, bireyin özsaygısını tamamen dışsal faktörlere bağlamasına neden olabilir, bu da uzun vadede psikolojik sorunlara yol açabilir.

Ana Karakter Sendromu ile başa çıkma yolları: Eğer Ana Karakter Sendromu, bireyin hayatını veya ilişkilerini olumsuz etkiliyorsa, aşağıdaki stratejiler yardımcı olabilir:

Farkındalık geliştirme: Birey, kendi davranışlarını ve düşünce kalıplarını gözlemleyerek, kendisini ne zaman “ana karakter” gibi gördüğünü fark etmeye çalışmalıdır. Örneğin, bir tartışmada veya sosyal etkinlikte, “Şu anda sadece kendime mi odaklanıyorum?” sorusunu sorabilir.

Empati geliştirme: Diğerlerinin duygularını ve ihtiyaçlarını anlamaya çalışmak, bireyin kendisini merkezden çıkarmasına yardımcı olabilir. Örneğin, bir arkadaşın sorunlarını dinlerken, “Bu onun hikayesi, benim değil” demesi faydalı olabilir.

Sosyal medya kullanımını sınırlandırma: Sosyal medya, Ana Karakter Sendromu’nu besleyen bir ortam olabilir. Günlük sosyal medya kullanımını sınırlandırmak (örneğin, günde 1 saat) veya belirli platformlardan uzak durmak, bireyin gerçek dünyaya dönmesine yardımcı olabilir.

Ayrıca, sosyal medyada paylaşım yaparken “Neden bunu paylaşıyorum? Onay mı arıyorum?” gibi sorular sormak faydalı olabilir.

Gerçekçi hedefler ve beklentiler: Hayatı dramatize etmek yerine, daha gerçekçi ve sürdürülebilir hedefler belirlemek önemlidir. Örneğin, her günü “mükemmel” yapmaya çalışmak yerine, sıradan anlardan da keyif almaya odaklanılabilir.

Profesyonel destek: Eğer Ana Karakter Sendromu, narsisizm, özsaygı sorunları veya diğer psikolojik durumlarla ilişkiliyse, bir terapist veya psikologdan destek almak faydalı olabilir.

Paylaşın

Yeni Pigmentasyon Lekeleri Neden Oluşur?

Cilt rengi olarak da bilinen cilt pigmentasyonu, vücudun ürettiği melanin miktarına bağlı olarak değişir. Melanin, melanosit adı verilen cilt hücreleri tarafından üretilen, cilde renk veren ve cildi zararlı UV ışınlarından korumaya yardımcı olan bir pigmenttir.

Haber Merkezi / Koyu tenli kişilerde genellikle açık tenli kişilere göre daha yüksek melanin bulunur. Genetik, güneşe maruz kalma, hormonal değişiklikler ve biyokimyasal maddeler gibi çeşitli faktörler cildi strese sokarak melaninin anormal dağılımına ve üretimine yol açabilir.

Ciltte koyu lekeler olarak görülen melaninin artan üretimine hiperpigmentasyon, genel cilt tonunuzdan daha açık görünen melaninin azalan üretimine ise hipopigmentasyon denir.

Güneş ışığının neden olduğu pigmentasyon: Eğer günlerinizin çoğunu güneş koruyucu krem ​​kullanmadan güneş altında geçirenlerdenseniz, cildinizde yeni lekeler oluşabilir. Güneşten gelen UV radyasyonu cilt pigmentasyonunu etkileyen bir numaralı faktördür.

Uzun saatler güneş altında kaldığında cilde ne olur? Melanin pigmentleri cildi UV radyasyonuna karşı koruyarak doğal bir güneş kremi görevi gördüğünden, cildiniz daha fazla melanin üretir. Fazla melanin cildinizi daha koyu görünmesine neden olur. Güneş ışığının neden olduğu pigmentasyon, çoğunlukla bronzlaşma olarak bilinir, güneş ışığına maruz kaldıktan 48 ila 72 saat sonra fark edilir hale gelir.

Koyu tenli kişiler, daha yüksek melanin içerikleri nedeniyle açık tenli kişilere göre daha uzun süre güneşe maruz kalabilirler. Ancak, koyu tenli veya açık tenli kişilerde çok fazla güneşe maruz kalmak cildi strese sokarak hiperpigmentasyona neden olabilir. Cilt güneşin UV radyasyonundan strese girdiğinde, cildinizin lekeli, koyu veya renksiz görünmesine neden olan melanin üretiminde aşırı bir artış olur.

Güneş lentigoları: Güneş veya UV maruziyetinden kaynaklanan hiperpigmentasyon lekelerine solar lentigo denir, güneş lekeleri, yaşlılık lekeleri veya karaciğer lekeleri olarak da bilinir. Bunlar, sürekli UV’ye maruz kalmaktan kaynaklanan zararsız düz koyu cilt lekeleridir. Yüz, eller ve kollar gibi güneşe maruz kalan bölgelerde görülürler. Solar lentigolar renk olarak farklılık gösterir ve genellikle sarı-kahverengiden koyu kahverengi-siyaha kadar değişir.

Yaşlanmanın neden olduğu pigmentasyon: Yaşlanma nedeniyle ciltte oluşan pigmentli lekelere yaşlılık lekeleri denir. Genellikle ten rengine bağlı olarak renkleri değişen düz lekeler olarak görünürler, bronzdan koyu kahverengiye kadar değişirler. Yaşlılık lekeleri orta yaştan sonra görünür hale gelir çünkü yaşlandıkça cildiniz daha az kolajen ve elastin üretir. Bu, cildinizi koyu lekeler ve renk bozulmaları geliştirmeye daha yatkın hale getirir.

Melazma: Melazma, cildinizde renk değişikliği lekelerine neden olan yaygın bir hiperpigmentasyon bozukluğudur. Genellikle yanaklar, alın, üst dudak, burun, çene ve bazen boyun gibi güneşe maruz kalan cilt bölgelerinde görülen kahverengi veya mavi-gri lekelerle karakterizedir ve genellikle genç yetişkinlerden orta yaşlı kadınlara kadar yaygındır.

Melazma, hamilelik, oral kontraseptif kullanımı veya tekrarlayan güneşe maruz kalma nedeniyle oluşabilir. Melazma aile öyküsü olan kişilerde bu cilt rahatsızlığını geliştirme olasılığı daha yüksektir. Melazması olan çoğu kişi UV radyasyonuna karşı aşırı duyarlıdır ve güneş ışığına asgari düzeyde maruz kalma bile ciltlerinde hiperpigmentasyonu uyarabilir.

Hormonal değişikliklerden kaynaklanan pigmentasyon: Bazı hiperpigmenter bozukluklar hormonal seviyelerdeki dalgalanmalardan kaynaklanır. Hormonların, epidermiste cildinize renk veren pigment olan melaninin üretimini ve dağıtımını etkilediği söylenir.

Bu durum genellikle hamile kadınlarda ve oral kontraseptif kullanan kadınlarda görülür. Hormonal dalgalanmalar tiroid disfonksiyonundan veya hormon tedavisi ilaçlarının yan etkilerinden kaynaklanabilir.

Paylaşın

Mide Ekşimesi İçin Yedi Doğal Çözüm

Mide ekşimesi (reflü) oldukça rahatsız edici bir durumdur ve neyin tetikleyeceğini bilmek de oldukça zordur. Neyse ki, ilaçlara gerek kalmadan mide ekşimesini hafifletmenin birçok doğal yolu vardır.

Haber Merkezi / İşte mide ekşimesini doğal ve hızlı bir şekilde gidermenin bazı yolları:

Karbonat: Bir bardak ılık suya bir çay kaşığı karbonat ekleyip karıştırarak içebilirsiniz. Bu, mide asidini nötralize etmeye yardımcı olabilir. Ancak, bunu sık sık yapmaktan kaçının, çünkü fazla karbonat tüketimi başka sorunlara neden olabilir

Elma sirkesi: Bir bardak suya bir çay kaşığı organik elma sirkesi ekleyip içmek, mide asidini dengede tutmaya yardımcı olabilir. Ancak, elma sirkesi herkes için uygun olmayabilir; eğer rahatsızlık hissederseniz, kullanmayı bırakın.

Zencefil: Zencefil, mideyi sakinleştirmek ve sindirimi iyileştirmek için doğal bir çözümdür. Bir bardak zencefil çayı içebilir veya küçük bir parça taze zencefil çiğneyebilirsiniz.

Nane çayı: Ilık nane çayı, mide ekşimesini hafifletebilir. Ancak, nane bazılarında reflüyü artırabilir, bu yüzden dikkatli olmakta fayda var.

Aloe vera suyu: Günde bir küçük bardak saf aloe vera suyu (şeker ilavesiz olanı), mideyi yatıştırabilir ve mide iltihabını azaltabilir.

Yemek Düzeni Değişiklikleri:

Yemekleri küçük porsiyonlar halinde ve yavaş yiyin.
Yatmadan en az 2-3 saat önce yemek yemeyi bırakın.
Baharatlı, yağlı ve asitli yiyeceklerden (turunçgiller, domates, çikolata) kaçının.
Kahve, alkol ve karbonatlı içecekleri sınırlayın.

Baş pozisyonunuzu yükseltin: Uyurken başınızı biraz yükselterek mide asidinin boğazınıza geri kaçmasını önleyebilir.

Bu doğal çözümler genellikle hafif vakalar içindir. Mide ekşimesi kronik hale gelmiş veya ciddi belirtiler (göğüs ağrısı, yutma güçlüğü) yaşıyorsanız, mutlaka bir doktora danışmalısınız.

Paylaşın

Tükenmişlik Sendromu İle Nasıl Başa Çıkılır?

Masanızda oturmuş, uzun ve yorucu bir iş gününe daha başlamaya hazırlanıyorsunuz. Ancak biriken işleri kontrol altına almak için kendinizi bir türlü motive edemiyorsunuz.

Haber Merkezi / Bir şeylerin yanlış olduğunu biliyorsunuz ama tam olarak ne olduğunu bilmiyorsunuz. Uzun süre aşırı oranda strese maruz kalmak bitkin düşmenize veya “tükenmiş” hissetmenize neden olabilir.

Tükenmişlik durumu, bunalmış, endişeli, hayal kırıklığına uğramış veya yorgun hissetmenin ötesine geçebilir. Kas gerginliği, baş ağrısı veya sindirim sorunları gibi fiziksel etkiler bile yaşayabilirsiniz.

Tükenmişliğin en yaygın belirtilerinden bazıları:

Fiziksel veya duygusal yorgunluk
Hayal kırıklığı, sabırsızlık ve sinirlilik
Odaklanma ve konsantre olmada zorluk
Çalışma motivasyonu kaybı
Önemli olan şeylere karşı umutsuzluk veya anlamsızlık hissi
Gerçeklikten kaçma arzusu
İzole olma isteği
İlişkilerde zorluk
Uyku sorunu
Hastalığa karşı artan duyarlılık
Başa çıkmak için yiyecek, uyuşturucu veya alkol kullanımı

Tükenmişliğin en yaygın nedenlerinden bazıları:

Ağır iş yükü
Uzun çalışma saatleri
İş kaynaklı görevlerde son tarihler üzerinde asgari kontrol
İş beklentileri konusunda netlik eksikliği
Sıkıcı ve/veya monoton çalışma düzeni
Yüksek baskı altında performans göstermek zorunda kalmak
İşlevsiz ortamlara ve/veya insanlara maruz kalma

Örneğin, tükenmişlik şunlardan kaynaklanabilir:

Aşırı başarılı veya işkolik olmak
İnsanları memnun etmek (ya da her şeye “evet” demek)
Mükemmeliyetçi olmak
Karamsar veya alaycı olmak
Arkadaşlar, aile veya meslektaşlarla yakın, destekleyici ilişkilerin eksikliği

Tükenmişlikle nasıl başa çıkılır?

Endişeleriniz hakkında aileniz, arkadaşlarınız, meslektaşlarınız veya bir terapistle konuşarak sorunla başa çıkma stratejileri keşfedin. Birisi sizi dinlemek için müsait olmadığında, düşüncelerinizi ve hislerinizi ifade etmenize yardımcı olması için kendi kendinize konuşmayı veya günlük tutmayı deneyin.

Zihninizin ve vücudunuzun düzgün bir şekilde işlemesi için yeterince uyuyun. Ayrıca yatma ve uyanma saatine uyduğunuzdan, uyku ortamınızı optimize ettiğinizden ve yatmadan önce gevşemek için sağlıklı bir rutin oluşturduğunuzdan emin olun.

Gün boyunca ruh halinizi ve enerji seviyenizi yüksek tutmaya yardımcı olmak için besin açısından zengin yiyecekler tüketin. Örneğin, B12 vitamini, ruh halinizi düzenlemeye yardımcı olan bir kimyasal olan serotoninin metabolize edilmesinde önemli bir rol oynar.

Kaygıyı, depresyonu ve olumsuz ruh hallerini azaltmaya yardımcı olmak için düzenli egzersiz yapın. Egzersiz ayrıca öz saygıyı ve düşünme, öğrenme ve yargılama gibi bilişsel işlevleri  de artırabilir.

Gerektiğinde diğerlerinin isteklerine “hayır” diyebilmenizi sağlayan sınırlar belirleyin. Sağlıklı sınırlar, zamanınızı ve enerjinizi daha iyi yönetmeniz için önemlidir.

Her şeyi tek başınıza yapmak zorunda kalmamak için çevrenizden destek alın. Yardım isteyerek iş yükünüzü ve ilişkilerinizi yönetmenize yardımcı olabilirsiniz.

Profesyonel ve kişisel hayatınız sıkıntılıysa, tükenmişliğinizin kökenine inebilmeniz ve uygun bir eylem planı geliştirmek için birlikte çalışabilmeniz için bir terapistle görüşmeyi düşünün.

Tükenmişlikle mücadele etmek, hayatın zorluklarıyla başa çıkamayacağınız anlamına gelmez; sadece daha sağlıklı bir denge bulmanıza yardımcı olacak yeni bir stratejiye ihtiyacınız olduğu anlamına gelir.

Paylaşın