Otoriter Rejimlerde “Boş” Partiler

Otoriter rejimler, siyasi gücün genellikle tek bir lider, parti veya küçük bir elit grup etrafında toplandığı ve halkın katılımının ciddi şekilde kısıtlandığı yönetim biçimleridir.

Kurtuluş Aladağ / Bu rejimler, kontrolü sürdürmek için baskı, sansür ve merkeziyetçi bir yönetim modelli kullanır; demokratik mekanizmalar ya tamamen yok edilir ya da göstermelik hale getirilir.

Otoriter Rejimlerin Özellikleri:

Gücün merkezileşmesi: Otoriter sistemlerde iktidar, genellikle bir lider (diktatör), askeri cunta veya tek parti etrafında toplanır. Karar alma süreci tepeden iner ve halkın bu kararlara etkisi minimaldir.

Muhalefetin Bastırılması: Bu rejimlerde, eleştiri ve farklı görüşler hoş karşılanmaz. Muhalif düşünceler, devletin zor aygıtları üzerinden sindirilir: Gözaltı, hapis, sürgün veya daha sert yöntemler.

Hukukun Araçsallaştırılması: Otoriter sistemlerde yargı bağımsız değildir; otoriter liderin veya rejimin çıkarlarına hizmet eder. Usulüne uygun yargılama ilkeleri (adil duruşma, savunma hakkı) genellikle ihlal edilir.

Propaganda ve Sansür: Bu rejimlerde, medya ve bilgi akışı manipüle edilir. Rejim, kendi meşruiyetini güçlendirmek için farklı araçlar üzerinden propaganda üretir.

Seçimlerin Manipülasyonu: Otoriter sistemlerde seçimler varsa, bunlar genelde göstermelik seçimlerdir. Seçim sonuçları önceden belirlenir veya muhalefet adayları engellenir.

Otoriter Rejimlerde Partiler

Otoriter rejimlerde partiler ya tamamen yasaklanır ya da rejimin bir kolu haline gelir. Tek partili sistemlerde, parti devletin kendisidir ve ideolojik birliği sağlamak için çalışır. Çok partili otoriter sistemlerde ise muhalefet partileri ya zayıf bırakılır ya da kontrollü bir “muhalefet” rolü oynar.

“Boş” Partiler ve Özellikleri

Bu tür partiler, genellikle ya dönemsel popülist bir söylemle varlık gösterir ya da sadece sistem içinde yer kaplamak için kurulur, ancak gerçek bir değişim veya temsil gücü sunmazlar.

İdeolojik Belirsizlik: Bu partiler, net bir ideolojiye (sosyalizm, liberalizm, muhafazakârlık vb.) dayanmaz. Sloganlar ve genel geçer vaatlerle yetinirler.

Popülizm Tuzağı: Halkın duygularına hitap ederler ama somut politikalar üretmezler. Genelde karizmatik bir liderin etrafında şekillenirler.

Temsilde Zayıflık: Belirli bir toplumsal grubu veya sınıfı temsil etmek yerine, “herkese” hitap etmeye çalışır ve bu yüzden kimseyi tam anlamıyla temsil edemez.

Sistemle Uyum: Otoriter rejimlerde bu partiler, göstermelik bir çoğulculuk oluşturmak için var olabilir. Rejimin kontrolünde “muhalefet” rolü oynarlar ama gerçek bir tehdit oluşturmazlar.

Etkinlik Eksikliği: Seçimlerde varlık gösterirler ama ne iktidar ne de etkili bir muhalefet olma kapasiteleri vardır. Genelde tabela partisi olarak kalırlar.

Otoriter Rejimlerde Boş Partiler

Otoriter rejimlerde “siyasi olarak boş partiler” sıkça kullanılan bir araçtır. Rejim, demokratik bir görünüm vermek için bu partilere izin verir, ama onları ya finanse eder ya da liderlerini kontrol altında tutar.

Bu partiler, genellikle seçimlerde rejimin meşruiyetini artırmak ve muhalefeti bölmek için aday çıkarır. Ayrıca, bu partiler, rejime karşı halkın öfkesini soğurur, ama değişim getirmez.

Demokratik Sistemlerde Boş Partiler

Demokrasilerde ise bu tür partiler, genellikle ya kişisel hırslarla (bir liderin şöhret arayışı) ya da geçici bir toplumsal dalgayla (örneğin, bir protesto hareketinin zayıf uzantısı) ortaya çıkarlar. Türkiye’de geçmişte birçok küçük partiler, birkaç milletvekili çıkarmış ama ideolojik bir iz bırakmadan kaybolmuşlardır.

Türkiye siyasi tarihinde, özellikle 1980 sonrası dönemde, çok sayıda parti kurulup kısa sürede kaybolmuştur. Mesela, 1990’larda veya 2000’lerde kurulan bazı küçük partiler, ne taban ne de etki anlamında varlık gösterebilmiştir.

Paylaşın

“Maddeci”likten Kaçış

Teorik ve politik bağlamlarda farklı anlamlar taşıyabilen “maddecilikten kaçış” kavramı, genel olarak, ekonomik altyapının belirleyiciliğinden uzaklaşarak ideolojik, kültürel veya manevi unsurlara aşırı vurgu yapmayı ifade eder.

Kurtuluş Aladağ / Felsefi bağlamda, maddecilik, evrenin ve toplumsal gerçekliğin maddi temeller üzerine inşa edildiğini ve bilincin, ruhun ya da manevi unsurların maddi süreçlerin bir ürünü olduğunu savunur. Buna karşılık, idealizm, bilincin ya da düşüncenin maddi gerçeklikten bağımsız ya da ondan üstün olduğunu öne sürer.

“Maddecilikten kaçış”, bu bağlamda, materyalist açıklamaları reddederek idealist veya dualist (madde ve ruhu ayrı kabul eden) yaklaşımlara yönelmeyi ifade eder.

Marksist felsefede, tarihsel materyalizm, toplumsal değişimi ekonomik üretim ilişkileri ve sınıf mücadeleleri üzerinden açıklar. Ancak bazı düşünürler, bu açıklamayı “mekanik” ya da “indirgemeci” bularak, kültürel, dini veya manevi unsurları daha fazla merkeze alan yaklaşımlara yönelmişlerdir. Bu tür yönelimler, “maddecilikten kaçış” olarak değerlendirilebilir.

20. yüzyılda, bazı Marksist düşünürler (örneğin, Antonio Gramsci), kültürel hegemonya gibi kavramlarla maddi temellerin ötesine geçerek ideolojik ve kültürel unsurlara daha fazla ağırlık vermişlerdir. Bu, “maddecilikten kaçış” olarak yorumlanmıştır, ancak Gramsci’nin kendisi bu yaklaşımı materyalist bir çerçevede temellendirmiştir.

Marksist teoride, “maddecilikten kaçış” kavramı, tarihsel materyalizmin temel ilkelerinden sapma olarak değerlendirilebilir. Marksizm, toplumsal gerçekliği anlamak için ekonomik altyapının (üretim ilişkileri, üretim araçları) belirleyici olduğunu ve üstyapının (kültür, hukuk, din, ideoloji) bu altyapı tarafından şekillendirildiğini savunur.

Bazı Marksist düşünürler veya Marksizm’den etkilenen akımlar, bu altyapı – üstyapı ilişkisini katı bir şekilde yorumlamayı reddederek, üstyapının daha özerk bir rol oynadığını öne sürmüşlerdir. Bu, “maddecilikten kaçış” olarak yorumlanabilir.

Frankfurt Okulu gibi Marksist akımlar, klasik Marksizmin ekonomik determinizmini eleştirerek kültürel ve ideolojik unsurlara daha fazla vurgu yapmışlardır. Bu, geleneksel Marksistler tarafından “maddecilikten kaçış” olarak görülmüştür.

Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe gibi post-Marksist düşünürler ise, Marksizmin sınıf merkezli analizini reddederek, kimlik, söylem ve kültürel hegemonya gibi konuları merkeze almışlardır. Bu tür yaklaşımlar, klasik Marksist perspektiften bakıldığında, “maddecilikten kaçış”ın örnekleri olarak değerlendirilebilir.

Toplumsal ve politik düzeyde, “maddecilikten kaçış”, ekonomik ve sınıfsal temelli analizlerden uzaklaşarak, kimlik, kültür, din veya etnisite gibi unsurları merkeze alan yaklaşımları ifade eder.

Örneğin, 20. yüzyılın ikinci yarısında, sınıf mücadelesine dayalı politik hareketlerin yerini kimlik (feminizm, etnik hareketler, çevrecilik vb.) politikalarına bıraktığını görürüz. Bu dönüşümler, bazı Marksist teorisyenler tarafından, maddi gerçeklikten uzaklaşma ve idealist bir çerçeveye kayma olarak eleştirilmiştir.

Ulusal kurtuluş hareketleri gibi hareketler ise, sınıf mücadelesini ikinci plana atarak ulusal kimlik veya kültürel değerler üzerine yoğunlaşmıştır. Bu durum, Marksist perspektiften bakıldığında, “maddecilikten kaçış” olarak değerlendirilebilir.

Paylaşın

Kazimierz Kelles-Krauz Ve Marksist Milliyetçilik Teorisi

Modern milliyetçiliğin öncülerinden biri olarak kabul edilen Kelles-Krauz’un Marksist milliyetçilik teorisi, ulusal kimlik ve sınıf mücadelesi arasındaki ilişkiyi anlamak isteyenler için tarihsel bir perspektif sunmaya devam ediyor.

Kurtuluş Aladağ / Marksizmin temel ilkelerini benimseyen Kelles-Krauz, ulusal kimlik ve milliyetçilik meselelerini tarihsel materyalizm çerçevesinde ele almıştır. Kelles-Krauz’un Marksist milliyetçilik teorisi, milliyetçiliği burjuva ideolojisi olarak reddeden katı Marksist yaklaşımlardan ayrılır ve ulusal hareketleri işçi sınıfı mücadelesinin bir parçası olarak değerlendirir.

Ulusal Kimlik ve İşçi Sınıfı Mücadelesi

Ulusal bilincin ve milliyetçiliğin, kapitalizmin gelişimiyle birlikte tarihsel bir gerçeklik olarak ortaya çıktığını savunan Kelles-Krauz, ulusal kimliğin, işçi sınıfının kendi çıkarlarını savunmasında bir araç olabileceğini öne sürer. Kelles-Krauz, özellikle sömürge ya da yarı-sömürge durumunda olan ülkelerde, ulusal bağımsızlık mücadelesinin, aynı zamanda işçi sınıfının özgürleşme sürecinin bir aşaması olduğunu kabul eder.

Bu bakış açısı, ulusal kurtuluş hareketlerini devrimci bir aşama olarak değerlendirir ve işçi sınıfının bu hareketlerde öncü bir rol oynaması gerektiğini vurgular.

Tarihsel Materyalizm ve Milliyetçilik

Milliyetçiliği, tarihsel materyalist bir perspektiften değerlendiren Kelles-Krauz’a göre, ulusal hareketler, kapitalist üretim ilişkilerinin bir sonucu olarak ortaya çıkar ve kapitalizmin ulus devletler temelinde örgütlenmesiyle bağlantılıdır. Ancak, ulusal hareketlerin devrimci ya da gerici olup olmadığı, bu hareketlerin hangi sınıfın çıkarlarına hizmet ettiğine bağlıdır. İşçi sınıfı önderliğinde gerçekleşen ulusal hareketler, sosyalist devrimin bir parçası olabilir.

Demokrasi ve Ulusal Devlet

Kelles-Krauz, ulusal devletin, kapitalizmin gelişimi için gerekli olduğunu ve bu süreçte demokrasinin önemli bir rol oynadığını belirtir. Ulusal devlet, yerel ve bölgesel ayrıcalıkları ortadan kaldırarak kapitalist üretim ilişkilerinin yaygınlaşmasını sağlar. Ancak, bu süreçte işçi sınıfı, ulusal devletin demokratik bir şekilde örgütlenmesini talep ederek kendi çıkarlarını savunmalıdır. Kelles-Krauz’a göre, ulusal bağımsızlık, işçi sınıfının siyasi özgürlüklerini genişletmesi için bir zemin oluşturur.

Enternasyonalizm ve Ulusalcılık Arasındaki Denge

Kelles-Krauz’a göre, enternasyonalizm, ulusal kimliklerin yok sayılması anlamına gelmez; aksine, ulusal kurtuluş mücadeleleri, uluslararası işçi sınıfı dayanışmasının bir parçası olarak görülmelidir. Özellikle sömürge ya da yarı – sömürge durumunda olan ülkelerdeki ulusal hareketlerin işçi sınıfı tarafından sahiplenilmesi gerektiğini savunur.

Geriye Dönük Devrim Yasası

Kelles-Krauz’un sosyolojiye en önemli katkılarından biri, “Geriye Dönük Devrim Yasası”dır. Bu yasa, her reform hareketinin mevcut toplumsal normları değiştirmek için önerdiği ideallerin, geçmişteki bir dönemin normlarına benzer olduğunu öne sürer. Teori, milliyetçilik bağlamında, ulusal hareketlerin geçmişteki ulusal değerlere ve kimliklere vurgu yaparak harekete geçtiğini ortaya koyar. Kelles-Krauz, Geriye Dönük Devrim Yasası’nı kullanarak, milliyetçiliğin tarihsel bir olgu olarak nasıl işlediğini açıklamaya çalışır.

Polonya Bağlamında Kelles-Krauz’un Teorisi

Kelles-Krauz’un teorisi, 19. yüzyılda, Rus Çarlığı, Prusya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu arasında bölünmüş Polonya’nın tarihsel koşulları bağlamında anlam kazanmıştır. Polonya Sosyalist Partisi (PPS) içinde aktif rol alan Kelles-Krauz, ulusal bağımsızlık taleplerini sosyalist bir perspektifle birleştirmeye çalışmıştır. Kelles-Krauz’a göre, Polonya’nın bağımsızlığı, işçi sınıfının siyasi ve ekonomik özgürleşmesi için bir önkoşuldur. Ancak, bu bağımsızlık, burjuva sınıfının değil, işçi sınıfının önderliğinde gerçekleşmelidir.

Polonya burjuvazisinin, Rus Çarlığı ile uzlaşarak ulusal bağımsızlık mücadelesinden vazgeçebileceğini ve işçi sınıfına karşı mevcut düzeni savunabileceğini belirten Kelles-Krauz, bu nedenle, işçi sınıfının ulusal hareketin liderliğini ele alması gerektiğini savunur.

Kelles-Krauz, bu yaklaşımıyla, dönemin diğer Marksist düşünürlerinden, özellikle de enternasyonalizmi ulusal taleplerin önüne koyan Rosa Luxemburg gibi isimlerden ayrılır. Luxemburg, Polonya’nın bağımsızlığını desteklemeyi, sosyalist devrimin enternasyonal hedeflerini zayıflatacağı gerekçesiyle reddetmiştir. Buna karşılık, Kelles-Krauz, ulusal bağımsızlığın sosyalist devrimin bir aşaması olduğunu savunarak daha pragmatik bir yaklaşım sergilemiştir.

Kelles-Krauz’un Teorisinin Modern Milliyetçilik Çalışmalarındaki Yeri

Kelles-Krauz’un Marksist milliyetçilik teorisi, modern milliyetçi yaklaşımların öncülerinden biri olarak kabul edilir. Kelles-Krauz, milliyetçiliğin kökenlerini ve etkilerini sistematik bir şekilde incelemiş ve bu olguyu Marksist bir çerçevede açıklamaya çalışmıştır. Kelles-Krauz’un teorisi, milliyetçiliği sadece bir ideoloji olarak değil, aynı zamanda toplumsal ve ekonomik ilişkilerin bir ürünü olarak görmesi açısından önemlidir.

Kelles-Krauz’un teorisi, özellikle sömürgecilik karşıtı mücadelelerin yoğunlaştığı 20. yüzyılda, ulusal kurtuluş hareketlerini sosyalist bir perspektiften destekleyen Marksist düşünürler için bir ilham kaynağı olmuştur.

Paylaşın

NATO, ABD Olmadan Varlığını Sürdürebilir Mi?

1949 yılında Sovyetler Birliği’ne karşı kolektif savunma sağlamak amacıyla kurulan NATO’nun (Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) ABD (Amerika Birleşik Devletleri) olmadan varlığını sürdürüp sürdüremeyeceği, son dönemin en popüler tartışma konularından biri.

Kurtuluş Aladağ / NATO’nun askeri kapasitesinin büyük bir kısmını üstlenen ABD, aynı zamanda, örgütün toplam savunma harcamalarının yaklaşık yüzde 70’ini karşılar (2023 itibarıyla). NATO’nun Avrupa’daki askeri varlığı ise, özellikle nükleer caydırıcılık (ABD’nin nükleer şemsiyesi), istihbarat paylaşımı, lojistik destek ve ileri teknoloji silah sistemleri, büyük ölçüde ABD’ye dayanır.

Avrupa ülkeleri arasında bir köprü görevi görerek, NATO’nun “Kuzey Atlantik” karakterinin korunmasını sağlayan ABD, ayrıca, NATO’nun siyasi ve stratejik liderliğini de üstlenir. NATO’nun en üst düzey askeri komutanı olan SACEUR (Avrupa Müttefik Kuvvetler Başkomutanı) her zaman bir ABD’li general olmuştur.

ABD olmadan NATO’nun karşılaşacağı zorluklar

ABD’nin NATO’dan tamamen çekilmesi veya katkısını azaltması durumunda, NATO’nun karşı karşıya kalacağı temel zorluklar şu şekilde sıralayabiliriz:

Askeri kapasite: Avrupa ülkeleri, NATO’nun toplam savunma harcamalarının sadece yüzde 30’unu karşılamaktadır (2023 itibarıyla). ABD’nin çekilmesi durumunda, bu yükün Avrupa ülkeleri tarafından karşılanması anlamına gelir. Ancak, birçok Avrupa ülkesi, savunma bütçelerini artırma konusunda siyasi ve ekonomik zorluklarla karşı karşıya. Örneğin, NATO’nun GSYİH’nin yüzde 2’sini savunmaya ayırma hedefini 2023 itibarıyla 11 üye ülke karşılayabildi.

ABD, NATO’nun nükleer caydırıcılık kapasitesinin temelini oluşturur. Avrupa’da ise sadece İngiltere ve Fransa nükleer silahlara sahiptir, bu ülkelerin nükleer silah kapasiteleri ABD nükleer silah kapasitesi ile kıyaslanamayacak derecede sınırlıdır.

ABD ayrıca, NATO’nun hava savunma sistemleri, uydu istihbaratı, insansız hava araçları ve siber güvenlik gibi kritik alanlarda lider ülke konumundadır. ABD’nin NATO’dan çekilmesi durumunda, Avrupa ülkelerinin bu açığı kapatması yıllar alabilir.

Siyasi birlik: ABD’nin çekilmesi, NATO içinde bir liderlik boşluğu oluşturabilir. Avrupa ülkeleri arasında stratejik öncelikler ve çıkarlar konusunda sık sık anlaşmazlıklar yaşanmaktadır (Örneğin, Almanya’nın enerji politikaları, Fransa’nın Avrupa özerkliği vurgusu, Doğu Avrupa ülkelerinin Rusya tehdidine odaklanması). Bu durum, NATO’nun karar alma süreçlerini sekteye uğratabilir.

Güvenlik tehditleri: NATO için temel tehdit algısı, özellikle 2014 Kırım ilhakından ve 2022 Ukrayna işgalinden sonra, Rusya’dan gelmektedir. ABD’nin çekilmesi, NATO’nun Rusya’ya karşı var olan caydırıcılığını zayıflatabilir.

NATO ayrıca, Çin’in son yıllardaki yükselişini bir tehdit olarak görmeye başlamıştır. ABD’nin çekilmesi, NATO’nun Çin’e yanıt verme kapasitesini de azaltabilir.

ABD olmadan NATO’nun varlığını sürdürmesi için gerekenler

ABD’nin çekilmesi durumunda NATO’nun varlığını sürdürebilmesi, Avrupa ülkelerinin aşağıdaki adımları atmasına bağlıdır:

Savunma harcamalarının artırılması: Avrupa ülkelerinin, NATO’nun yüzde 2 GSYİH hedefini karşılaması ve hatta aşması gerekecektir. Bu, özellikle Almanya, İtalya ve İspanya gibi büyük ekonomiler için kritik önemdedir.

Avrupa savunma özerkliği: Avrupa Birliği, NATO’ya paralel olarak kendi savunma kapasitesini güçlendirebilir. AB’nin PESCO (Kalıcı Yapılandırılmış İşbirliği) gibi girişimleri, Avrupa ülkelerinin ortak askeri projeler geliştirmesine olanak tanıyabilir. Ancak, AB’nin NATO’dan bağımsız bir savunma örgütü haline gelmesi, uzun vadeli bir hedef olarak görülmektedir.

Nükleer caydırıcılığın yeniden düzenlenmesi: Avrupa’nın nükleer caydırıcılık kapasitesini artırmak için İngiltere ve Fransa’nın nükleer silahlarını daha aktif bir şekilde paylaşmasını gerektirebilir. Ancak, bu durum siyasi ve hukuki zorluklar da (örneğin, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması – NPT) oluşturabilir.

Yeni stratejik ortaklıklar: ABD’nin çekilmesi durumunda, NATO’nun Kanada, Avustralya ve Japonya gibi Atlantik ötesi veya Hint – Pasifik bölgesindeki müttefiklerle bağlarını güçlendirmesi gerekebilir. Bu, NATO’nun küresel bir savunma örgütü olarak yeniden konumlanmasını sağlayabilir.

ABD’nin NATO’dan çekilmesi durumunda ortaya çıkabilecek olası senaryolar

NATO’nun zayıflaması ve dağılması: Eğer Avrupa ülkeleri, ABD’nin çekilmesinin oluşturduğu boşluğu dolduramazlar ise, NATO’nun caydırıcılığı ciddi şekilde zayıflayabilir. Bu, üye ülkeler arasında güven kaybına ve nihayetinde örgütün dağılmasına yol açabilir.

Avrupa Merkezli bir NATO: Avrupa ülkeleri, ABD’nin çekilmesini bir fırsat olarak görerek NATO’yu yeniden yapılandırabilir.

Yeni bir güvenlik oluşumu: ABD’nin çekilmesi, NATO’nun yerini alacak yeni bir Avrupa güvenlik (örneğin, AB Savunma Birliği) oluşumunu hızlandırabilir.

Sonuç olarak, NATO’nun ABD olmadan varlığını sürdürebilmesi, Avrupa ülkelerinin siyasi iradesine, ekonomik kaynaklarına ve tehdit algılarına bağlıdır. Şu anki koşullarda, ABD’nin çekilmesi NATO’yu ciddi bir krize sokabilir, ancak bu durum, Avrupa’yı daha özerk bir savunma politikası geliştirmeye zorlayarak uzun vadede olumlu sonuçlar da doğurabilir.

Paylaşın

Demokrasinin Oksijeni: İfade Özgürlüğü Ve Bilgi Edinme Hakkı

Demokratik sistemlerde, ifade özgürlüğü, sistemin temel taşlarından birini oluştururken, bilgi edinme hakkı da, sistemin işleyişinde ve bireylerin siyasal süreçlere katılımında merkezi bir rol oynar.

Kurtuluş Aladağ / “Halkın halk tarafından halk için yönetimi” olarak tanımlanan demokrasi, tarihsel süreç içerisinde “sosyalist demokrasi” ve “liberal demokrasi” olarak iki ana çizgide gelişmiştir. Günümüz dünyasında “liberal demokrasi” daha yaygın olarak kabul görmekte ve uygulanmaktadır.

İfade özgürlüğü: Demokratik bir sistemin sağlıklı işleyebilmesi için ifade özgürlüğü kritik bir rol oynar. İfade özgürlüğü, toplumu oluşturan bireylerin düşüncelerini, fikirlerini, inançlarını ve bilgilerini, hem sözlü hem de yazılı olarak özgürce ifade edebilmesi şeklinde tanımlanabilir.

Farklı görüşlerin ifade edilebilmesi, demokratik sistemin vazgeçilmezi olan bireylerin siyasi süreçlere katılımını teşvik eder, bu da hem toplumsal sorunların çözümü hem de toplumsal ilerleme için yeni fikirlerin ortaya çıkmasına neden olur.

İfade özgürlüğü, sonsuz olmadığı gibi, nefret söylemi ve yalan haber yayma şeklinde örneklendirebileceğimiz durumlar, demokratik ilkeler ve insan haklarına uyumlu bazı sınırlamalar ile dengelenir. Bu sınırlamalar, sansür ve baskı ile karıştırılmamalıdır.

Sonuç olarak, demokrasi ve ifade özgürlüğü birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. İfade özgürlüğü, demokrasinin sağlıklı işleyişi için bir ön koşul olarak görülürken, demokratik yapılar da ifade özgürlüğünün korunmasını ve geliştirilmesini teşvik eder. Ancak bu ilişkiyi korumanın ve dengede tutmanın sürekli bir çaba gerektirdiği de unutulmamalıdır.

Bilgi edinme hakkı: Demokrasi ve bilgi edinme hakkı arasındaki ilişki ise, demokratik sistemlerin işleyişinde ve bireylerin siyasi süreçlere katılımda merkezi bir rol oynar. Bilgiye erişmeyi ve bilgiyi kullanmayı kapsayan bilgi edinme hakkı, demokratik sistemlerin olmazsa olmazları olan şeffaflık, hesap verebilirlik ve siyasal sistemin denetlenmesinin temelini oluşturur.

Demokratik olarak tanımlanan birçok ülke, bilgi edinme hakkını garanti altına alan yasalar çıkarmıştır. Ancak, bu yasaların uygulanması süreci ülkeden ülkeye değişir. Ulusal güvenlik, kişisel verilerin korunması gibi nedenlerle bazı bilgilere erişim kısıtlanabilir. Bu sınırlamaların, demokratik ilkelerle ve insan haklarıyla uyumlu olması gerekir.

Sonuç olarak, bilgi edinme hakkı, demokratik sistemlerin gelişmesinde önemli bir yer tutar. Bu hakkın korunması ve geliştirilmesi, demokratik sistemin güçlenmesi ve bireylerin siyasi süreçlere tam katılımı için esastır.

John Stuart Mill, On Liberty’de (Özgürlük Üzerine) bilgiye erişimin demokrasinin temelini oluşturduğunu ve bu durumun bireylerin bilinçli kararlar alma kapasitesini artırdığını belirtmiştir. Mill ayrıca, bilgiye erişimin demokratik sistemin gelişimdeki önemini vurgulamıştır.

1946’da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, bilgi edinme özgürlüğünü temel bir hak olarak tanıyan bir karara imza attı. Bu ilke daha sonra 1948’de Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nin 19. Maddesi’nde yer almıştır.

Birleşmiş Milletler tarafından düzenlenen Dünya İnsan Hakları Konferansı tarafından yayınlanan 1993 Viyana Bildirgesi ile bu hakkı daha da güçlendirdi. Bu bildirge, ifade özgürlüğünün ve bilgiye erişimin, insan haklarının temel bileşenlerinden olduğu vurgulanmıştır.

Avrupa Konseyi 1981’de, üye devletlerin bu hakkın korumasını gerektiren yönergeler oluşturmuş ve Avrupa Komisyonu ise 1994’te, kurumları içinde şeffaflığı sağlamak için adımlar atmıştır. 2005’te, Avrupa Şeffaflık Girişimi’nin kabul edilmesiyle bu hak sağlamlaştırılmıştır.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, bilgi edinme hakkını yasal bir standart olarak gören çığır açıcı kararlar vermiştir. Bu kararlar, dünya genelindeki yargı sistemlerinin bilgiye erişimi tanıması ve koruması için yol göstermiştir.

Paylaşın

“6 Şubat Depremleri”nin İkinci Yıldönümü: Fotoğraflarla Hatay

6 Şubat 2023 tarihinde Kahramanmaraş Elbistan ve Pazarcık merkezli gerçekleşen 7,7 ve 7,6 şiddetindeki depremler, başta Hatay olmak üzere on bir ilde büyük yıkıma neden olmuştu.

Kurtuluş Aladağ / “Asrın Felaketi” olarak tanımlanan depremlerde, resmi makamlara göre, 50 binden fazla insan hayatını kaybetmiş, yüzbinlerce insan yaralanmış ve uzuv kaybı yaşamıştır.

Ayrıca depremlerde yıkılan konut ve iş yeri sayısının da çok yüksek rakamlara ulaştığı bilinmektedir. Depremlerin ekonomiye yükünün yaklaşık 2 trilyon TL (103,6 milyar dolar) olduğu tahmin edilmektedir.

6 Şubat depreminden en çok etkilenen illerin başında Hatay gelmektedir. Resmi verilere göre ağır yıkımın yaşandığı kentte can kaybı 24 bine yakındı.

Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) İnşaat Mühendisleri Odası Hatay Şube Başkanı İnal Büyükaşık, kentte 250 bin konut ve 50 bin iş yerinin yıkıldığını söylemişti.

Hatay kent merkezinde, depremin yaraları sarılmaya devam ediyor. Kent merkezine ait son görüntülerde, yüzlerce binanın aynı anda yapıldığı ve onlarca vincin çalıştığı görülüyor.

Paylaşın

Dünya, İkinci Donald Trump Dönemine Hazır Mı?

Liderler, Beyaz Saray’a dönen, dünya düzenini bozma veya en azından sarsma potansiyeline sahip Donald Trump’ın bundan sonra ne yapacağını tahmin etmeye çalışıyorlar.

Kurtuluş Aladağ / ABD’nin 47. başkanı seçilen Donald Trump, Kongre’de düzenlenen yemin töreni ile resmen göreve başladı. Trump, kendisinin göreve gelmesiyle birlikte ABD’nin gerileme döneminin artık sona ereceğini, bugünden itibaren “Amerika’nın altın çağının” başladığını savundu.

Trump, Beyaz Saray’daki ilk gününde ABD’yi Dünya Sağlık Örgütü’nden (DSÖ) çekme sürecini başlattı. Trump benzer bir adımı ilk döneminde de atmış ama son karar, halefi Joe Biden tarafından geri alınmıştı.

Bilim insanları, ABD’nin DSÖ’den çekilmesiyle beraber AIDS, sıtma ve tüberküloz gibi bulaşıcı hastalıklarla mücadelede şimdiye dek elde edilen kazanımların kaybedileceği, yeni salgın hastalıkların dünyayı tehdit edeceği endişesi taşıyor.

DSÖ’nün en büyük bağışçılarından ABD’nin ayrılığı DSÖ’yü mali açıdan zor bir duruma düşürecektir. ABD, aynı zamanda halk sağlığı alanında uzmanlaşmış yüzlerce personel de yolluyordu.

Trump, ilk gününde Paris İklim Anlaşması’ndan çekilme kararnamesini de imzaladı. Paris İklim Anlaşması, küresel sıcaklık artışının sanayi öncesi dönemdekine kıyasla 2 derecenin altında tutulmasını, tercihen 1,5 derecenin hedeflenmesini öngörüyor.

Donald Trump’ın, seçim döneminde, göç, ticaret, iklim değişikliği ve vergilerle ilgili söyledikleri ABD’nin küresel sorunlardan geri çekileceği şeklinde yorumlanıyordu.

Trump, ABD’nin NATO, Birleşmiş Milletler, Dünya Ticaret Örgütü veya İklim Zirvesi gibi uluslararası hukuk, düzenleme veya örgütlerde hiçbir avantajının olmadığını sık sık belirtiyordu.

ABD’nin Yeni Başkanı, yıllardır ABD’deki her türlü sorunun kaynağının Çin olduğunu ifade ediyor ve Çin’i yalnızca kendisinin yenebileceği bir düşman olarak tarif ediyor.

Çin, birinci Donald Trump yönetiminin son döneminde varılan ticaret anlaşmasının şartlarına uymadığı için ikinci Trump döneminde yeni tarifelerle karşı karşıya kalacak gibi görünüyor.

Çin ile ABD arasındaki bir diğer önemli konu da Tayvan. Trump, Tayvan’ı Çin’e karşı yapacağı hamleler için bir piyon olarak görebilir, Trump’ın alacağı kararlar hem Tayvan hem de Uzak Doğu için tehlikeli olabilir.

Çin, ABD için güçlü bir rakipse Rusya, tarihsel bir sorun. Trump, başkanlık kampanyası sırasında ve hatta seçimi kazandıktan sonra bile, Ukrayna’daki çatışmaya derhal son verme sözü vermişti. Donald Trump, sık sık Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile olan samimi ilişkisine atıfta bulunmuştu.

ABD Yeni Başkanı’nın Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski’ye ilk mesajı, Moskova ile müzakere etmesi olacaktır. Rusya şu anda Ukrayna topraklarının neredeyse yüzde yirmisini kontrol ediyor.

Donald Trump’ın ABD’nin Ukrayna’ya desteğini çekmesinin beklenmedik sonuçları olabilir. Vladimir Putin, Ukrayna’da istediğini elde etmesi durumunda, Trump, istemeden de olsa daha çok kutuplu bir dünyanın oluşmasına zemin hazırlayabilir.

ABD Başkanı Trump, siyasi hedefleriyle uyumlu olup olmadıklarını belirlemek için tüm dış kalkınma yardımı programlarını 90 gün boyunca askıya aldı. Dikkatler, bu kararın Ukrayna için ne gibi sonuçları olabileceğine çevrildi.

Hem Çin hem de Rusya kilit güç merkezleri olarak görülebilir ve gelişmekte olan ülkeler BRICS ((Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika Cumhuriyeti) ve ŞİÖ (Şanghay İşbirliği Örgütü) gibi çok örgütlenmeler aracılığıyla teknolojik ve ekonomik tavizler elde edebilirler.

Rusya Devlet Başkanı Putin ve Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, Trump’ın resmen görevden gelmesinden sonra bir görüşme gerçekleştirdi. İki lider, görüşmede Rusya ile Çin’in ilişkilerini gelişmeye devam etmesi gerektiğini vurguladı.

Trump ayrıca geçen hafta eski Başkan Joe Biden tarafından imzalanan ve Küba’yı terörü destekleyen devletler listesinden çıkaran kararnameyi de geri çevirdi.

Küba Devlet Başkanı Miguel Diaz-Canel, Trump’ın bu hamlesini “kibirlilik ve gerçeği hiçe sayma” olarak nitelendirdi.

Ticaret konusunda Trump, aralarında Çin ve ABD – Meksika – Kanada Anlaşması’nın da bulunduğu bir dizi ticaret anlaşmasının gözden geçirilmesini isteyen bir kararname yayınladı.

Trump’ın Beyaz Saray’daki ilk gününde verdiği kararlar, seçim kampanyası sırasında verdiği vaatlerle örtüşüyor, ama bundan sonra hangi kararları alacağı ise bilinmiyor.

Dünyanın, ilk döneminde olduğundan daha öngörülemez ve yasaları çiğnemeye daha yatkın bir liderle, nasıl başa çıkacağı da belirsizliğini koruyor.

Paylaşın

Dansı Keşfetmek: Tarihi Ve Unsurları

Kişinin kendisini, müzik veya ritimle fiziksel olarak ifade etme yeteneği olarak tanımlayabileceğimiz dans, birçok açıdan mutluluğun kişileştirilmiş halidir, solo veya bir grubun parçası olarak icra edilen bir beceridir (veya en azından yaratıcılıktır).

Kurtuluş Aladağ / Antik ritüellerden modern koreografiye kadar dans, değişen zamanları ve icra edildiği toplumları yansıtacak şekilde değişime uğramıştır ve uğramaya da devam ediyor.

Arkeolojik kazılar ile ortaya çıkarılan kanıtlar, dansın antik toplumlarda, tanrıları onurlandırmak, zaferleri kutlamak ve önemli olayları işaretlemek için kullanıldığını göstermektedir.

Hindistan, Çin, Mısır, Yunanistan ve Roma gibi antik uygarlıklarda dans, dini törenlerin, sosyal toplantıların ve eğlencenin önemli bir parçasıydı.

Örneğin; Rönesans dönemi Avrupa’sında dans, büyük bir dönüşüm geçirdi ve pavane, galliard gibi saray dansları popüler hale geldi. 17. yüzyılda kendine özgü teknik ve gelenekleri belirgin olan bale, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında, balenin biçimselliğini ve katılığını reddeden modern dans ortaya çıktı. 20. yüzyılda caz, hip-hop ve breakdance gibi dans stillerinin yükselişiyle dans, popüler kültürün ayrılmaz bir parçası haline geldi.

Dansın, herhangi bir dilin veya dinin kadar köklü bir geçmişi vardır. Ancak, arkasında tanımlanabilir fiziksel eserler bırakmadığı için, dansın ne zaman başladığına dair net bir tarih belirlemek neredeyse imkansız. Buna rağmen, dansın en eski uygarlıklardan beri törenlerin, ritüellerin ve kutlamaların önemli bir parçası olduğu bilinmektedir.

Arkeolojik keşifler dansın kökenlerini tarih öncesi Hindistan’a kadar götürüyor, Orta Hindistan’daki 10 bin yıllık Bhimbetka kaya sığınaklarında bulunan tasvirler dansa ilişkin ilk kanıtlar olarak ifade ediliyor.

Hindistan’ın yanı sıra, tarih öncesi dönemde dansa dair en ikna edici kanıtlardan bazıları da İran’da bulunmuştur. Siyalk Tepesi, Hissar Tepesi ve Chogha Mish gibi tarihi yerlerdeki kazılarda, dans sahnelerini tasvir eden ve tarihi MÖ altıncı binyıla kadar uzanan çok sayıda eser ortaya çıkarılmıştır. Bunlar arasında, çanak çömlek parçaları, mühürler ve figürinler yer almaktadır.

Çin’de Neolitik dönemden kalma çanak çömleklerde, el ele tutuşarak sıra halinde dans eden insan grupları tasvir edilmiştir. Çok eski olmasa da, MÖ 3 bine dayanan antik Mısır’da dansın yapıldığına dair sağlam kanıtlar vardır.

Dansın, müzik, sanat ve moda ile bağlantısı: Dansın tarihi, müzik, sanat ve moda ile tarihiyle derinden bağlantılıdır, ki bu bağlantılın etkileri, dans kostümlerinde ve üniformalarında görülebilir.

Klasik Roma kıyafetleri, on altıncı yüzyılda dans kostümlerini derinden etkilemiştir. On yedinci yüzyılda, karakter veya mesleği belirtmek için kostümlere saten, ipek ve değerli taşlar eklenmiştir, bu yüzden dans kostümleri çok süslüdür. Yunan geleneksel dansları da, yirminci yüzyılın başlarında danslara kadınsılığı katmıştır.

Dansın bir meydan okuma geçmişi vardır: Dansın toplumsal normlara, hatta otoriteye meydan okumak gibi bir geçmişi vardır. Bu meydan okumaları ve etkilerini anlamak, dansla daha derin bağlantı kurulmasını sağlar.

Danslar toplumlara kimlik verir: Dansların toplumlara ve toplumu oluşturan bireylere, kimlik sağlamak gibi bir özelliği de vardır. Bir toplumda öne çıkan dansın geçmişine giderek, o toplumun karşılaştığı sorunları ve bunlara nasıl tepki verdiği öğrenilebilir.

Dansların 5 küresel unsuru:

Vücut: Vücut dansın birincil enstrümanıdır. Dansçılar tüm vücutlarını kullanabilir veya hareketi belirli vücut parçalarıyla sınırlayabilirler.
Hareket: Hareket, dansçının dans ederken yaptığı şeyleri ifade eder; tek bir noktada sabit kalması ya da yerde ve havada hareket etmesi gibi.
Hava: Dansçılar, dansın biçimi ne olursa olsun, hareket ederken seviyelerini, yönlerini ve yollarını değiştirerek havada mümkün olan her şekilde hareket ederler.
Zaman: Zaman, hareketlerin ritmiyle ilgili olduğu için dansın temel unsurlarından biridir.
Enerji: Dansın son unsuru olan enerji, dansçıların hava ve zamanda nasıl hareket ettiğini anlatır.

Dans, zamana uyum sağlamaya ve gelişmeye devam ediyor. İster sanatsal bir ifadenin biçimi, ister bir hikayeyi anlatma aracı, isterse sadece hareket etmenin neşeli bir yolu olsun, dans kültürel mirasın ayrılmaz bir parçası olmaya devam ediyor.

Paylaşın

Kitleleri Oyalama Silahları: Sosyal Medya

Yaklaşık bir hafta önce “katalog suçlara uymadığı” gerekçesiyle ücretsiz fotoğraf ve video paylaşım platformu Instagram’a erişim engeli getirildi. Ardından, çocuklar arasında popüler olan Roblox çevrimiçi oyun platformuna erişim yasağı getirildi.

Kurtuluş Aladağ / Son olarak, video oluşturma ve paylaşmanın yanı sıra canlı yayın imkanı sağlayan bir platform olan Tik Tok’un kapatılabileceği ima edildi.

Son bir haftadır yediden yetmişe herkes bu platformlara getirilen engellemeleri tartışıyor. Peki, bir çok çevrim içi platformun ortak adı olan “Sosyal Medya” ne anlama geliyor?

Gün içerisinde belirli saatlerinde, belirli ortamlarda dikkat eksikliği veya odaklanma sorunu yaşadığınızı fark edebilirsiniz, ki dikkat eksikliği veya odaklanma sorunu yaşamaya başladığınız andan itibaren çevrenizde yaşananlara ilişkin net düşünemez duruma gelirsiniz.

Bu durumun nedenini yaşamınızı işgal eden “Sosyal Medya” olarak düşünebilirmiyiz…

Hepimiz çevremizdekilerin, her 5 – 10 dakikada bir akıllı telefonlarından sosyal medya hesaplarını ve anlık mesajlaşma uygulamalarındaki hareketleri tespit etmek için uğraştıklarını görebiliriz.

Çevremiz, sürekli olarak telefonlarını taramakla meşgul oldukları için anlamlı bir sohbeti dahi yapamayan akıllı telefon zombileri ile doludur.

“Bir çok araştırma, hepimizin bir dereceye kadar teknoloji bağımlısı olduğumuzu ortaya koyuyor. Günde birkaç saatimizi akıllı telefonlara, tabletlere ve bilgisayara harcıyoruz.

Dikkat dağınıklığı veya odak eksikliğinin birden fazla nedeni olsa da, birincil sorumlu olarak “akıllı telefon, internet ve sosyal medyanın kullanılması”nı düşünebiliriz.

İnsanın dikkat süresi üzerine yapılan araştırmalar, 2000 yılında 12 saniyelik ortalama dikkat süresinin 2013 yılında 8 saniyeye düştüğünü söylüyor, ki bu Japon Balığının dikkat süresinden bile daha az.”

Dikkat dağınıklığı yeni bir olgu değil, insanoğlu var olduğu günden beri bu sorunla uğraşıyor, ancak sosyal medyanın neden olduğu bağımlılık ve dikkat dağınıklığının örneği yok.

İnsan beyni daha karmaşık bilgileri algılamak, kaydetmek ve bunlarla başa çıkmak için bir ölçüde evrimleşmiş olsa da, maruz kalınan bilgi hacmi hala hayal gücünün ötesinde.

Bir çokları, bu sorunu olumsuz olarak görmüyor bile, bu dikkat dağıtıcıları ile yüzleşmek yerine, bunları sorunlardan kaçmak için kullanıyorlar.

Burada sorulması gereken temel soru şu: Bu dikkat dağıtıcı şeyler neye mal oluyor?

Akıllı telefonunuzun kısa bir taramasını yapmanız, zamanınızın ve enerjinizin çoğunu hangi uygulamaların tükettiğine dair bir fikir verecektir.

Sosyal medya “insanların fikirleri, içerikleri, düşünceleri ve ilişkileri çevrimiçi olarak paylaşma biçimi” olarak tanımlanabilir. Burada “sosyal medya” terimi fenomeni tanımlamak için kullanılırken, “sosyal medya araçları” teknolojileri ifade eder.

Paylaşın

Kiev, Barış İçin Bir Şansı Daha Heba Mı Edecek?

Ukrayna – Rusya cephesinde yeni ve önemli askeri gelişmeler yaşanıyor. Rusya, haftalarca süren şiddetli çatışmaların ardından Ukrayna’nın doğusundaki küçük Soledar kasabasını ele geçirdiğini duyurdu, Ukrayna ise, Rusya’nın bu açıklamasını yalanladı.

Kurtuluş Aladağ / Soledar’ın ele geçirilmesi, Putin için stratejik olmasa da sembolik bir zaferi temsil ediyor. Ancak Soledar’ın Rusya tarafından ele geçirilmesi, Ukrayna’nın teslimiyetini veya savaşın genel görünümünde önemli bir değişikliği işaret etmiyor.

Açıklamalara bakılırsa, Rusya’nın önümüzdeki bahara kadar bir saldırı başlatması bekleniyor. Saldırı başarılı olursa, ki büyük olasılıkla başarılı olacak, bu durum cephe hattında Rusya’nın lehine kesin bir dönüş olacaktır.

Rusya’nın Soledar zaferi ve bahar aylarında başlatması beklenen saldırısı, Ukrayna’yı destekleyen ülkelerde endişeye neden olurken, başta ABD olmak üzere Ukrayna’yı destekleyen ülkeler, daha fazla silah göndermeye başladı.

ABD, Ukrayna’ya zırhlı araçlar ve hava savunma sistemlerini de içeren toplam 2,5 milyar dolarlık yeni paket açıkladı. ABD, Rusya’nın Ukrayna’yı geçen yıl Şubat ayında işgal etmesinden bu yana bu ülkeye toplamda 27 milyar 400 milyon dolar güvenlik desteği yaptı.

Estonya’daki bir askeri üste bir araya gelen İngiltere, Polonya, Letonya, Litvanya, Danimarka, Çek Cumhuriyeti, Estonya, Hollanda ve Slovakya, yeni yardım paketi sözü verdi.

Ortak açıklamayla duyurulan yardım paketleri şunları içeriyor:

  • İngiltere: 600 Brimstone füzesi
  • Danimarka: 19 Fransız yapımı Caesar tipi obüs
  • Estonya: Havan topları, cephane, destek araçları ve tanksavar bomba atarlar
  • Letonya: Stinger hava savunma sistemleri, iki helikopter, İHA’lar
  • Litvanya: Uçaksavar ve iki helikopter
  • Polonya: : S-60 uçaksavar ve 70 bin mermi
  • Çek Cumhuriyeti: Cephanelik, havan topları ve zırhlı personel taşıyıcılar.
  • Hollanda: Yardım paketini Cuma günü duyuracak.

Silah gönderen ülkeler, gönderilen silahların verimli bir şekilde kullanılması için Ukrayna askeri personelini eğitmek için de yarışıyorlar. Öte yandan Ukrayna askeri komutanlığı, cephe hattında yaşanan can kayıplarının yerini doldurmak için ciddi sorunlar yaşıyor.

Moskova’nın Ukrayna’daki durumu askeri bir operasyon değil de gerçek bir savaş olarak değerlendirme kararının sonuçları ve yansımaları birçok düzeyde ortaya çıkmadı.

Rusya’nın bahar aylarında başlatması beklenen saldırıda daha gelişmiş taktik silahları kullanmayı planladığı haberleri doğrulanırsa, bu Kiev için yeni bir ikilem oluşturacak.

Kiev yönetimi, Rusya’nın 24 Şubat’ta başlattığı geniş çaplı saldırıların başlarında müzakere masasına oturma şansı bulmuştu. Ancak başta Washington ve Londra olmak üzere batılı güçlerin, Kiev yönetimine yaptığı baskılar sonuç vermiş ve müzakereler çıkmaza girmişti.

Kiev, Moskova ile o dönemde bir anlaşmaya varmış olsaydı, ülkeyi büyük bir yıkımdan kurtarmış olacaktı. Kiev, şu an için daha zayıf bir pozisyonda olsa da müzakerelere gitmek için hala bir şansı var.

Ukrayna liderliği, müzakere yoluyla mı sorunu çözecek, yoksa Batılı müttefikleriyle farklı bir bir yol mu izleyecek? Bu, yakın geleceğin göstereceği bir şey.

Bekle ve gör!

Paylaşın