1901 yılında İstanbul’da dünyaya gelen Halide Nusret Zorlutuna, 10 Haziran 1984 yılında hayatını kaybetti. Halide Nusret Zorlutuna, gazeteci Avnullah Kâzımî Bey ile Ayşe Nazlı Zorlu Hanım’ın kızıdır.
II. Meşrutiyet’in getirdiği bayram havası içinde babasının Kerkük’e mutasarrıf olarak atanmasıyla eğitim hayatına burada başlayan sanatçı, Arapça ve Farsça öğrendi. Şairlik ve yazarlığının temelini oluşturan Kerkük’ten sonra 1919’da yeniden İstanbul’a gelen Halide Nusret’in yaşantısı, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde Türk edebiyatının görüntüsüne benzer.
Çünkü II. Meşrutiyet’le birlikte memlekete getirilen kısmi özgürlüğün bütün vatana yayılması amacıyla hürriyet kahramanlarının önce uzak şehirlere gitmesi ve ardından yeniden İstanbul’da toplanması yaygın bir durumdu. Dolayısıyla onun yaşantısına babası Avnullah el-Kâzımî’yi de dâhil etmek gerekir.
İstanbul’da eğitimine devam eden Halide Nusret, babasının ölümünden sonra geçim kaygısıyla öğretmenliğe başladı. Dindar bir ailenin ferdi olan sanatçının öğretmenlik mesleğini benimsemesi, onun tüm hayatının da bu yolda yürümesini sağladı. Binbaşı Aziz Vecihi Bey’le evlenmesi öğretmen olarak Anadolu’nun pek çok yerini gezmesine olanak sağladı.
Halide Nusret, İstanbul’un işgali sırasında İstanbul Kız Lisesi’nde öğretmendi. “Memleketin sıkışık, karanlık günleriydi. Milletçe mutsuzduk. Bir yanda güya öğrenimime devam etmeye çalışıyor, bir yandan da özel bir lisenin ilk kısmında öğretmenlik yapıyordum. O zor yılların karanlığı içinde tek mutlu hatıra o okuldan; o okulda geçen günlerdir.” ifadeleriyle başladığı anılarında Halide Nusret Zorlutuna, Anadolu’da geçen öğretmenlik yıllarında öğrencileriyle edindiği tecrübeleri Benim Küçük Dostlarım adını verdiği kitabında anlattı.
Kırklareli, Kars, Karaman, Urfa, Maraş, Sarıkamış, Ankara onun öğretmenlik yaptığı Anadolu şehirleridir. Şükûfe Nihal ve Adile Ayda yakın arkadaşlarındandı. 33 yıllık öğretmenlik yaşantısını 1957’de noktalayan Zorlutuna, geri kalan ömrünü çocukları Hüseyin Avnullah Ergün ve Emine Işınsu’ya olduğu gibi memleketin tüm çocuklarına ve annelerine analık yaparak geçirdi. “Anneler Birliği” derneği başta olmak üzere çeşitli sivil toplum kuruluşları ve yayın organlarına omuz verdi. 1976’da, 75 yaşını doldurması münasebetiyle onuruna jübile düzenlendi. Oturduğu sokağın adı “Şairler Sokağı” yapıldı.
Hayatının son yıllarıyla ilgili Adile Ayda şunları söyler: “O ince, o titrek maddi kabuk kırılıverecek diye her an korku duyuyor etrafındakiler. Fakat o maddi kabuğun içinde gepgenç, taptaze, dipdiri bir ruh yaşıyor. Bir kere tabiatın harikası denebilecek bir hafıza. İstediğiniz şairin istediğiniz şiirini ısmarlayabilirsiniz. Hepsi ezberinde. Politik olayları gazetelerden günü gününe dikkat ve ilgiyle takip etmekte… Düşünce ve muhakemesinde hiç yıpranmamış, kireçlenmemiş bir fikir çevikliği var. Bu ruhlaşmış, manalaşmış insanla konuştuğumuz zaman yaş kavramı tamamen silinmekte… Esasen, ellerindeki mafsal romatizması dışında ciddi bir rahatsızlığı da yok. Fakat devamlı olarak hâlsizlikten şikâyet etmekte? İstiyor ki otuzunda, kırkında olduğu gibi güçlü ve enerjik olsun, bir şeyler yapsın. Çünkü fikri, ruhi enerjisi yerinde.”
Sanatçının ilk romanı Küller, 1919’da Ümit Mecmuası’nda tefrika edildikten sonra kitap olarak 1921’de yayımlanmıştır. O zaman kadın yazarların azlığından dolayı beklenenden fazla ilgi uyandıran eser, Zorlutuna’nın özel yaşantısından izler taşıması ve mekân yönüyle ayrıntılı ve tatmin edici düzeyde olmamakla birlikte İstanbul dışına çıkmasıyla da dikkate değerdir. Teknik olarak mektup ve anıların çerçevelediği romanda mekân; Beyrut, İstanbul ve Avrupa (İsviçre, Roma)’dır.
İlki 12 Mart 1332-Beyrut (25 Mart 1916) ve sonuncusu 25 Haziran 1332-Roma (8 Temmuz 1916) tarihlerini taşıyan mektuplardan zamanın yaklaşık 3.5 ay olduğu anlaşılmaktadır. Romanı idare eden serüven, daha çok Ali Namık Bey’in kıskançlık krizleri etrafında gelişir. Başlangıcından beri Türk romanında olabildiğince seyrek görülen erdemli yaşantı, masumiyet ve insanla vatan sevgisinin birlikteliğiyle bu erdemleri canı pahasına muhafaza etme, romanın genel havasını oluşturur. Bu yönüyle Türk romanının başlangıç dönemi için son derece özel bir yerini işgal eden Küller’de roman unsurlarının zenginliğinden bahsetmek zordur.
Halide Nusret’in Bir Devrin Romanı isimli kitabı ise anı türündeki eseridir. “Otuz yıllık hayatımın hatırlayabildiğim yirmi beş senesini demet demet önünüze seriyorum…” (Zorlutuna 1986: 4) ifadesiyle yazar, çocukluk yıllarından başlayıp meslek hayatını da içine alan dönemi anlatmıştır. Kitap iki bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde çocukluk yıllarının babasıyla ve babasız geçen günlerine, Kerkük hatıralarına, eğitim hayatına, kendisine gelen özel ve edebî mektuplara, siyasi olaylara ve edebî ortamda tanınma sürecine yer vermiştir.
İkinci bölümün büyük bir çoğunluğu ise Edirne’deki öğretmenlik hayatını anlatmaktadır. “Edirne hatıralarımdan, daha yazmak istediğim güzel, ilgi çekici sürü şey var. Düşünüyorum da ‘Edirne hatıralarımı’ keşke ayrı bir cilt yapsaydım, diyorum şimdi, ama artık geçti.” Ayrıca bu bölümde evliliğine, öğretmenlik yaptığı diğer şehirlere ve arkadaşı Şükûfe Nihal’e de yer vermektedir.
Halide Nusret’in bir romancı olarak kendisini bulduğu kitap Sisli Geceler’dir. İlk olarak 1922’de yayımlanan romanda vaka zamanı da Kurtuluş Savaşı yıllarıdır. Roman, Doktor Fikret ve Zehra’nın ilişkileri düzleminde ilerler. İstanbul’da yaşayan iki genç, birbirlerini severek evlenirler ve dönemin modasına uyup Anadolu’ya geçerler. Romanda bu durum “Yardım içinmiş… Şimdi gençlerde bu moda var!” ifadeleriyle anlatılır.
Gençler, birbirlerini çok sevdikleri gibi İstanbul’dan da çok sıkılmışlar ve büyük bir heyecanla Anadolu’ya gitmişlerdir. Her ikisi de Millî Mücadele içinde bulunmaktan büyük bir onur duymakta ve etrafa faydalı olmaya çalışmaktadırlar. Fikret, cepheye gidince ilk zamanlarda Zehra evde kalmış ve burada eşini özlemekle birlikte Anadolu insanını tanımaya ve onlardan yararlanmaya çalışmıştır. Zehra, eşinin ablası Sacide’ye yazdığı mektupta “Burada ne çok dul anne, ne çok yetim yavru ve ne çok hasta insan var! […] Bizim en fazla elimizden gelen sevmek, okşamak, teselli ve tedavi etmek.” diyerek Anadolu’nun panoramasını göstermiştir. Şair olarak Halide Nusret, bu durumu “Güneş Doğarken” adlı şiirinde de dile getirmiştir.
Halide Nusret’in şiir kitapları olan Geceden Taşan Dertler, Yayla Türküsü, Yurdumun Dört Bucağı, Ellerim Bomboş’la birlikte kitaplaşmamış şiirleri de Betül Coşkun tarafından tek kitapta toplanmıştır. Zorlutuna’nın şiirlerinin önemli bir boyutunu özellikle muhtaçlara olan duyguları oluşturmuştur. Bir öğretmen duyarlılığı ve sorumluluk hissiyle dolu yüreğinde şair bir ananın sesi her zaman en öndedir. Geceden Taşan Dertler adlı kitabındaki “Kış Levhaları” da bunlardan biridir.
Şair, “O meş’um mütareke baharında” vatanının zor günlerine kendisi ağladığı gibi baharın da ağlamasını “Ağla Bahar” adlı şiiriyle “Gülme bu sene bahar! Bağır, ağla bu sene!” diyerek istemektedir. Bunun yanında o, söylemlerinde iyimserliği de elden bırakmamıştır. “Bu da Bir Emel” ve Mustafa Kemal’i anlattığı “Güneş Doğarken” bunlara örnektir.
Memleket kaygısını her şeyin önünde tutan şair, kadın kimliğini gizleme gereği duymadığı gibi bunu ön plana geçirmek gibi bir tasarrufa da girmemiştir. O, her zaman bir anadır ve memleketi için çalışmak, özverili olmak durumundadır. Bunun dışındaki kadınlık özelliklerini göstermemiştir. “Git, Bahar” şiiri de buna örnektir. Şiirde şair, baharın gönlünde yerinin olmadığını dile getirmektedir.
Yine kadın olarak kimliğini sorumluluğun emrine veren şair; “Ev Kadını”, “Fikir Kadını” ve “İş Kadını” şiirlerinde toplumdaki saygın kadınları anlatırken; “Akşam Lâvhası İçinde Yuvasız Kadın” adlı şiirinde ise sokağa düşmüş kadını anlatarak onun kurtulmasını dilemiştir.
Halide Nusret’i en iyi tanımlayacak sıfatlardan biri de vatan sevgisidir. Tuna’dan Kerkük’e, Kıbrıs’tan Kars’a kadar pek çok vatan şehrini gezip görmüş şairin memleket sevgisi şiirlerinin de en önemli motiflerinden birini oluşturmuştur. O, âdeta her vatan toprağına, her ovaya, dağa, yaylaya karşı vefa duygusuyla minnet borcu ödercesine bir şiir, bir dize armağan etmek istemiştir. Yayla Türküsü’ndeki pek çok şiiri gibi Yurdumun Dört Bucağı da bu anlayıştaki şiirlerle doludur. (Kaynak: yesevi.edu.tr)