Çankırı’da Bulunan Fosil: İnsanlar Avrupa’da Evrimleşmiş Olabilir

Çorakyerler fosil alanında bulunan ve “Anadoluvius turkae” adı verilen canlının analizi, kuyruksuz maymunların ve insanların aslında 7 ila 9 milyon yıl önce Afrika’ya Avrupa’dan göç ettiğini düşündürüyor.

Anadoluvius muhtemelen bugün Afrika’daki büyük hayvanlara benzer canlılarla birlikte yaşıyordu ve grubun tamamı 8 milyon yıl önce Afrika’ya göç etmeye başladı. Kalıntıları ilk kez 2015’te gün yüzüne çıkarılan Anadoluvius, büyük bir erkek şempanze veya ortalama bir dişi goril boyutundaydı.

Çankırı’daki 8,7 milyon yıllık bir bölgeden çıkartılan kuyruksuz maymun fosili, insanın kökenine dair uzun süredir kabul gören fikirlere meydan okuyor.

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın desteğiyle Çorakyerler fosil alanında bulunan ve “Anadoluvius turkae” adı verilen canlının analizi, kuyruksuz maymunların ve insanların aslında 7 ila 9 milyon yıl önce Afrika’ya Avrupa’dan göç ettiğini düşündürüyor. Diğer bir deyişle insanlar Afrika yerine ilk kez Avrupa’da evrimleşmiş olabilir.

Hakemli bilimsel dergi Communications Biology’de 23 Ağustos’ta yayımlanan araştırma makalesinde Akdeniz’deki kuyruksuz maymun fosillerinin çok çeşitli olduğu ifade edildi.

Makaleye göre bu yeni fosil, erken insansıların (hominin) bilinen ilk örneklerinin parçası. Bu erken homininler; Afrikalı kuyruksuz maymunları (şempanzeler, bonobolar ve goriller), insanları ve onların atalarını içeriyordu.

Daha önce, bilinen en eski insanların fosilleri Afrika’da bulunmuştu. Ancak ekip, bu yeni fosilin, Afrikalı kuyruksuz maymunların ve insanların atalarının Afrika’dan önce Avrupa’da bulunduğuna dair kanıtlar sağladığına inanıyor.

Toronto Üniversitesi Antropoloji Bölümü’nden Profesör David Begun, “Bulgularımız, homininlerin yalnızca Batı ve Orta Avrupa’da evrimleşmediğini, aynı zamanda muhtemelen değişen ortamlar ve azalan ormanların bir sonucu olarak, Doğu Akdeniz’e yayılarak sonunda Afrika’ya dağılmadan önce 5 milyon yıldan fazla zaman harcadığını gösteriyor” dedi:

Anadoluvius’un ait olduğu bu yayılımın üyeleri şu anda sadece Avrupa ve Anadolu’da tespit edildi.

Hakim teori ne diyor?

Türkçede bazen “insansı maymunlar”, İngilizcede ise “ape” diye anılan Hominoidea süper ailesi, bugün genellikle daha doğru olduğu kabul edilen “kuyruksuz maymunlar” ifadesiyle niteleniyor.

Bu aile; modern insanları, Neandertaller ve Denisovalılar gibi soyu tükenmiş insan türlerini, insansı ataları ve yakın akrabalarını (şempanzeler, bonobolar, goriller, orangutanlar) içeren primatlardan oluşuyor.

Bilim insanları arasındaki hakim görüş, bu canlıların tümünün ilk olarak Afrika’da evrimleştiği ve daha sonra dünyanın çeşitli bölgelerine göç ettiği yönünde.

Charles Darwin, 1871 tarihli İnsanın Türeyişi (The Descent of Man) adlı kitabında grubun Afrika’da ortaya çıktığını öne sürmüştü. Bugün çoğu antropolog da bu fikre inanıyor.

Öte yandan Prof. Begun, son dönemde elde edilen yeni bulgular ışığında bu hakim görüşün giderek sarsıldığı görüşünde: Bu bulgular, Afrika maymunlarının ve insanlarının yalnızca Afrika’da evrimleştiğine dair uzun süredir kabul gören görüşle çelişiyor.

Öte yandan Darwin de bu grubun aslında Avrupa’da ortaya çıkmış olabileceğini, çünkü o dönemde büyük maymun fosillerinin orada halihazırda gün yüzünde çıkarıldığını da yazmıştı. Prof. Begun, “Darwin açık fikirliydi” diyor.

Üstelik Prof. Begun ve meslektaşları bu teoriyi ilk kez savunmuyor. Ekip, 1990’larda Yunanistan’ın kuzeyindeki Nikiti’de yer alan 8 ila 9 milyon yıllık yataklarda ortaya çıkarılan fosiller üzerinde de çalışmıştı.

Bilim insanı, Nikiti’de bulunan kuyruksuz maymunun insanların evrimleştiği atasal grubu temsil ettiğini savunmuştu. Bu görüş de ilk homininlerin Güneydoğu Avrupa’da yaşadığı anlamına geliyordu.

Türkiye’de keşfedilen Anadoluvius fosili de Prof. Begun ve meslektaşlarının görüşlerine ağırlık kattı. Ancak bu fosilin, insanların Avrupa’da evrimleştiği teorisini tek başına kanıtlaması mümkün değil.

“Bu yeni kanıt, homininlerin Avrupa’da ortaya çıktığı ve 7 ila 9 milyon yıl önce diğer birçok memeliyle birlikte Afrika’ya dağıldığı hipotezini destekliyor. Ancak bunu kesin olarak kanıtlamıyor” diyen Begun, sözlerini şöyle sürdürdü:

Bunun için, iki grup arasında kesin bir bağlantı kurabilmek lazım. Yani Avrupa ve Afrika’dan 7 ila 8 milyon yıl öncesine dayanan daha fazla fosil bulmamız gerekiyor.

Anadoluvius nasıl bir canlıydı?

Ekibe göre, Anadoluvius muhtemelen bugün Afrika’daki büyük hayvanlara benzer canlılarla birlikte yaşıyordu ve grubun tamamı 8 milyon yıl önce Afrika’ya göç etmeye başladı.

Kalıntıları ilk kez 2015’te gün yüzüne çıkarılan Anadoluvius, büyük bir erkek şempanze veya ortalama bir dişi goril boyutundaydı.

Ankara Üniversitesi’nden ve makalenin yazarlarından Prof. Dr. Ayla Sevim Erol, “Elimizde uzuv kemikleri yok ama çene ve dişlerine, fosilin yanında bulunan hayvanlara ve çevredeki jeolojik göstergelere bakılırsa, Anadoluvius muhtemelen büyük maymunların yaşadığı orman ortamlarının aksine nispeten açık alanlarda yaşıyordu” ifadelerini kullandı:

Yaşadıkları ortam, Afrika’daki ilk insanların çevrelerine daha çok benziyor. Güçlü çeneler ve büyük, kalın mineli dişler; kökler ve rizomlar gibi karasal kaynaklardan elde edilen sert gıda maddelerini içeren bir beslenme tarzını akla getiriyor.

Anadoluvius’la birlikte yaşamış hayvanlar; zürafalar, gergedanlar, antiloplar, zebralar, filler, kirpiler, sırtlanlar ve aslan benzeri etoburlar gibi günümüzde yaygın olarak Afrika çayırları ve kuru ormanlarında görülen hayvanlardı.

Bu yüzden ekip, bu ekolojik topluluğun Doğu Akdeniz’den Afrika’ya topluca dağıldığı görüşünde.

Sevim Erol, “Bugün Afrika’daki açık ülke faunasının Doğu Akdeniz’deki oluşumu uzun süredir biliniyor. Artık Afrika maymunlarının ve insanlarının atalarını da bu adaylar listesine ekleyebiliriz” ifadelerini kullandı.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Kıvırcık Saçın Evrimsel Arka Planı

Yeni yapılan bir araştırma sıkı kıvırcık saçların, Güneş’in potansiyel zararlı ışınlarına karşı en iyi korumayı sağladığını ortaya koydu. Araştırma çeşitli iklim koşullarının simüle edildiği bir laboratuvar ortamında yapıldı.

Araştırmada elde edilen bulgular, kıvırcık saçın neden Afrika’daki ilk insanlarda ortaya çıktığını ve soğuk bölgelere göç edenlerin saçlarının neden zamanla düzleştiğini açıklayabilir.

ABD’deki Pensilvanya Eyalet Üniversitesi’nden araştırmacılara göre kıvırcık saç, insanları Güneş’ten korumak için evrimleşmiş olabilir.

Yeni araştırmada sıkı kıvırcık saçların, Güneş’in potansiyel zararlı ışınlarına karşı en iyi korumayı sağladığı görüldü.

Bulgular, kıvırcık saçın neden Afrika’daki ilk insanlarda ortaya çıktığını ve soğuk bölgelere göç edenlerin saçlarının neden zamanla düzleştiğini açıklayabilir.

Araştırmada çeşitli iklim koşullarının simüle edildiği bir laboratuvar ortamı kuruldu. Bu ortamda bir cansız mankene insan saçından yapılan çeşitli peruklar takıldı.

Araştırma ekibi mankenin bu perukların her biriyle ne kadar ısı emdiğini takip etti.

İnternet sitesi BiorXiv’de erişime açılan bulgular, tüm perukların serin kalmayı sağladığını ve mankenin peruklu olduğu denemelerde kel olduğu zamanki kadar ısı emmediğini gösterdi.

Araştırmacılar aynı zamanda, manken üzerinde düz, gevşek bukleli ve kıvırcık gibi birçok farklı peruk tipini test etti.

Nihayetinde perukların tümünün, Güneş’i temsil eden lambaların sıcak ışıkları altında benzer şekilde performans gösterdiği anlaşıldı.

Ancak sıkı kıvırcık saçların, mankeni yukarıdaki “Güneş” radyasyonundan korumada ve serin tutmada en iyi performansı sergilediği saptandı.

Peruğun kıvrımı arttıkça, kafa derisinden ısıyı atmak için daha az terleme gerektiği ve böylece kıvırcık saçın suyla enerji tasarrufu sağladığı tespit edildi.

Sonuçlar, kafa derisindeki kıllarının insan türünün iki ayağı üzerinde dik yürümeye başlaması ve beyinlerinin de giderek büyümesiyle kol kola evrimleştiği tezini destekliyor.

Makalede, “Saçların ortaya çıkması, kafa derisinin doğrudan beyin üzerindeki küçük yüzey alanında Güneş ısısı emilimini en aza indirmek için optimal bir denge kurmuş olabilir” ifadeleri yer aldı:

Sıkı kıvrık saçlar, ısı akışında düz saçların kapasitesinin ötesinde, ek bir azalma sağlayabilir.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Tarihteki Bilinen En Eski Hayvanların ‘Ne Yediği’ Ortaya Çıktı

575 milyon yıl önce Ediyakaran Dönemi’nde yaşayan hayvanların yeşil algler ve bakterilerle beslendiği anlaşıldı. İncelenen canlılar arasında bilimsel adları Kimberella ve Dickinsonia olan iki hayvan yer aldı.

Salyangoz benzeri Kimberella’nın bir ağzı ve bağırsakları olduğu, yiyecekleri tıpkı modern hayvanlar gibi sindirdiği saptandı. Boyu 1,4 metreye kadar ulaşabilen yassı ve çizgili Dickinsonia’nın ise ağzı yoktu. Bu yüzden, bu hayvanın besinleri gövdesiyle emerek sindirdiği sonucuna varıldı.

Almanya’daki GFZ Yerbilimleri Araştırma Merkezi’nden Dr. Ilya Bobrovskiy liderliğindeki bir ekip, fosilleri çıplak gözle görülebilen, yani mikroskobik boyutlarda olmayan en eski canlılardaki kimyasalları analiz etti.

Bunun sonucunda yaklaşık 575 milyon yıl önce Ediyakaran Dönemi’nde yaşayan hayvanların yeşil algler ve bakterilerle beslendiği anlaşıldı.

İncelenen canlılar arasında bilimsel adları Kimberella ve Dickinsonia olan iki hayvan yer aldı.

Salyangoz benzeri Kimberella’nın bir ağzı ve bağırsakları olduğu, yiyecekleri tıpkı modern hayvanlar gibi sindirdiği saptandı.

Boyu 1,4 metreye kadar ulaşabilen yassı ve çizgili Dickinsonia’nın ise ağzı yoktu. Bu yüzden araştırmacılar, bu hayvanın besinleri gövdesiyle emerek sindirdiği sonucuna vardı.

Hakemli bilimsel dergi Current Biology’de yayımlanan araştırmanın başyazarı Bobrovskiy, konuyla ilgili şu açıklamada bulundu:

“Bulgularımız, Ediyakaran biyotasına ait hayvanların, Dickinsonia gibi tuhaf canlılardan ve Kimberella gibi daha gelişmiş hayvanlardan oluşan karışık bir ortam olduğunu gösteriyor.”

Bobrovskiy, “Özellikle Kimberella, insanların ve bugünkü diğer hayvanlarınkine benzer biyolojik özelliklere sahipti” diye ekledi.

Kimberella ve Dickinsonia fosillerini analiz eden araştırmacılar, önce modern hayvanların alametifarikası olarak görülen kolesterol izlerine rastladı.

Bunun ardından fosillerde başka moleküllere rastlanıp rastlanmayacağını araştıran ekip, bu eski hayvanlara ait olmayan diğer yağ moleküllerini buldu.

Bunların, söz konusu hayvanların ölmeden önce yediği son öğüne ait moleküller olduğu anlaşıldı. Ayrıntılı incelemeler sonucunda bu son öğünün de bakteri ve algler olduğu ortaya kondu.

Araştırma ekibinde yer alan, Avustralya Ulusal Üniversitesi’nden Profesör Jochen Brock, “Özellikle Kimberella’nın bağırsaklarındaki molekülleri analiz ettikten sonra tam olarak ne yediğini ve yiyecekleri nasıl sindirdiğini belirleyebildik” diye konuştu.

Kimberella’nın hangi besinlerin kendisi için iyi olduğunu kesinlikle bildiğini ve geri kalan her şeyi bağırsakları aracılığıyla filtrelediğini aktaran bilim insanı, “Fosillerdeki kimyasalları inceleyerek, hayvanların bağırsakları çoktan çürümüş olsa bile içerikleri görünür hale getirebiliyoruz” diye ekledi:

“Aynı tekniği, Dickinsonia üzerinde de kullandık ve bağırsağı olmadığını keşfettik.”

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

380 Milyon Yıllık Kalp Bulundu: İnsanın Evrimine Işık Tutuyor

Avustralyalı bilim insanları, dünyanın en eski kalbini buldu. Science adlı bilimsel dergide perşembe günü yayımlanan çalışmada, Batı Avustralya eyaletinde yer alan Kimberley bölgesinde bulunan 380 milyon yıllık balık fosiliyle ilgili bilgilere yer verildi.

Araştırmacılar, “Gogo kaya oluşumu” olarak adlandırılan yapının içindeki minerallerin, balığın karaciğer, mide, bağırsak ve kalp gibi iç organlarının büyük ölçüde korunmasını sağladığını söyledi.

Curtin Üniversitesi’nden araştırmayı yöneten Kate Trinajstic, Birleşik Krallık’ın (BK) kamu yayımcısı BBC’ye açıklamasında, “Bu evrimimizde çok önemli bir nokta. İlk dönemlerden beri evrimleşen vücut yapımızı ortaya koyuyor. Bunu ilk defa bu fosillerde görüyoruz” dedi.

Araştırmada Trinajstic’le çalışan Flinders Üniversitesi’nden John Long da keşfin büyük şaşkınlık yarattığını söyleyerek, “Bu kadar önceden yaşamış bir hayvanın yumuşak dokularına dair şimdiye dek bir bilgimiz yoktu” ifadelerini kullandı.

Nesli tükenmiş zırhlı balık (placodermi) sınıfına ait fosili inceleyen bilim insanları, buldukları kalbin tahmin edilenden daha gelişmiş bir yapıya sahip olduğunu gözlemledi.

Gogo balığının kalbinin, insanlarınkine benzer şekilde üst ve alt odacıklara sahip olduğu belirtildi. Araştırmacılar, bunun Gogo balığının kalbini daha etkili hale getirerek, onun hızlı bir avcıya dönüşmesinde önemli rol oynadığına dikkat çekti.

Araştırma ekibinde yer almayan ve zırhlı balık konusunda uzman isimlerden Zerina Johanson ise keşfin, insan bedeninin evrimine ışık tuttuğunu belirtti.

BK’nin başkenti Londra’daki ünlü Doğa Tarihi Müzesi’nden Johanson, fosile dair “Buradaki çoğu şey bugün bizim bedenimizde de mevcut; örneğin, çene ve dişler. Daha sonradan bizim kollarımız ve bacaklarımıza evrilecek ön ve arka yüzgeçler de görülebiliyor” dedi.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Ağzı Olan Ama Anüsü Olmayan 500 Milyon Yıllık Canlının Sırrı Çözüldü

Bilim insanları, ağzı olan ancak anüsü bulunmayan mikroskopik, omurgalı bir yaratığın evrimsel gizemini çözdüklerini açıkladı. Bilim insanlarının, fosiller üzerindeki incelemeleri sürüyor.

500 milyon bu küçük fosil 2017’de ilk keşfedildiğinde, bu deniz canlısının insanoğlunun bilinen en eski atası olabileceği belirtilmişti.

Latince adı Saccorhytus coronarius olan yaratık, geçici olarak deutorostom (ilk ağızdan bağımsız gelişmiş ağzı bulunan) canlılar grubuna konulmuştu. Bunlar insanlar da dahil, omurgalı canlıların ilkel ataları.

Şimdi yapılan yeni bir araştırmaysa Saccorhytus’un tamamen farklı bir canlı grubuna konulması gerektiğini gösterdi.

Çin ve İngiltere’deki araştırmacılar, yaratığın çok ayrıntılı röntgen analizini yaptı ve örümcekler ile böceklerin ataları olan ectozoan grubuna dahil edilmesi gerektiğini söylediler.

Bu evrimsel kafa karışıklığının bir nedeni de hayvanda anüs bulunmamasıydı.

Saccorhytus’u ayrıntılı araştıran uzmanlardan Bristol Üniversitesi’nden Emily Carlisle BBC’ye yaptığı açıklamada, “Biraz kafa karıştırıcı, çoğu ectozoanın anüsü vardır. Peki bunun niye yoktu?” dedi.

Emily Carlisle, “ilginç bir seçeneğin” tüm bu grubun daha önceki atalarının anüsü olmaması ve Saccorhytus’un bundan sonra evrimleşmesi olduğunu belirtti ve ekledi:

“Belki kendi evrimi sırasında anüs kaybolmuştur, belki de ihtiyacı yoktur çünkü tek bir noktada kalıp, tek bir delikle her şeyi halledebiliyordur.”

Ancak Saccorhytus’un yaşam ağacındaki yerinin değiştirilmesinin asıl nedeni, ilk bakışta ağzın etrafındaki deliklerin solungaç olarak algılanmasıydı. Bu deutorostomlarda görülen ilkel bir özellik.

Uzmanlar, güçlü röntgen cihazlarıyla 1 milimetrelik yaratığı daha yakından incelediklerinde bunların aslında kopmuş omurgaların yuvaları oldukların fark etti.

Bu fosilleri inceleyen bilim insanları her bir hayvanı yaşam ağacının bir yerine koymaya çalışıyor ve böylece de nereden gelip, nasıl evrimleştikleri konusunda bir resim sunuyor.

Carlisle “Saccorhytus okyanus dibinde yaşıyor, omurgaları yerinde kalabilmesini sağlıyordu” dedi ve ekledi:

“Orada öylece durduğunu sanıyoruz. Bazıları günümüzde yaşayanlara benzeyen, çoğu da uzaylı gibi görünen hayvanların arasında, çok garip bir ortamda.”

Galler’de bulunan kayalardaki fosiller üzerinde inceleme sürüyor.

Carlisle’a göre “Bu ortamla ilgili öğreneceğimiz çok şey var. Paleontoloji araştırmaları yaptıkça ne kadar çok bilinmeyen olduğu fark ediliyor. Bu yaratık ve yaşadığı ortam hakkında şimdilik sadece yüzey kazınıyor.”

(Kaynak: BBC Türkçe)

Paylaşın

Filler, Avlanma Nedeniyle Dişsizliğe Doğru Evrimleşiyor!

Filler için uzun keskin ve büyük dişler kesinlikle büyük bir avantajdır, ancak bu büyük kesici dişler, fildişi avcılığının yoğun olduğu bir yerde büyük bir sorun olabilir. Bilim insanları, Mozambik’teki fillerin kaçak avcılar yüzünden dişsizliğe doğru evrimleştiğini ortaya koydular.

Haber Merkezi / 1970’lerin sonundan 1990’ların başına kadar iç savaş yaşadığı Mozambik’te çatışmanın her iki tarafı da savaşı finanse etmek için fillerin dişlerini hedef aldı. Ülkenin Gorongosa Ulusal Parkı’nda bulunan fillerin nüfusu 2.000’den 250’ye kadar düştü.

Hayatta kalan fillerin yüzde 30 dişsizdi, yani dişleri gelişmiyordu, iç savaştan önce fillerin sadece  yüzde 18’inin dişi yoktu. Fillerin dişlerinin olup olmaması ebeveynlerine bağlıdır.

Filin evrimi;

Fildişi ticaretinin doğal seçilim ölçeğini nasıl değiştirdiğini daha iyi anlama isteyen Princeton Üniversitesi’nden bilim insanları, Gorongosa Milli Parkı’nda 800’den fazla fil gözlemlediler; anne ve yavru kataloğu oluşturdular.

Bilim insanları, dişsiz filler dişi olduğu için X kromozomuna odaklanmaya karar verdiler. Erkeklerde bir X ve Y kromozomu bulunurken, dişilerde iki X kromozomu bulunmaktadır. Bilim insanları, genomları sıraladıktan sonra, dişsizliği açıklayabilecek, AMELX adı verilen baskın bir gen belirlediler.

Gen, X kromozomu üzerinde anneden yavruya aktarılır. Aynı gen, insanlarda da vardır. İnsanlarda, gen bozulması dişilerde dişlerin gevrekleşmesine neden olur. Ancak erkeklerde, bozulmuş bir gen genellikle ölüm anlamına gelir.

Fillerin tüm ekosistemini etkileyebilir

Bilim insanları, bunun filler için de geçerli olduğun ve erkek filin, bozulmuş bir AMELX geni alırsa, muhtemelen öleceğini, ancak mutasyona uğramış genin, dişi filde dişsizliğe yol açacağını ortaya koydu. Dişlere sahip olmamak bir sorun gibi görünmeyebilir, ancak bu durum fillerin tüm ekosistemi üzerinde kartopu etkisi yaratabilir.

Paylaşın

Eşcinselliğin Evrimsel Açıklaması Nedir?

Görünüşte göre eşcinsel davranış ve Darwin’in evrim teorisi pek uyuşmuyor. Yine de aynı cinsiyetten davranış, dünya genelindeki insan popülasyonları arasında oldukça yaygın. Nature Human Behavior’da yayınlanan yeni bir araştırmada, genomlarımızda bu paradoksu çözebilecek zorlayıcı ipuçları buldular

Haber Merkezi / Queensland Üniversitesi Psikoloji Okulu’nda Doçent olan Brendan Zietsch liderliğindeki bilim insanlarının bulgularına göre, bazı bireylerde eşcinselliği tetikleyebilen genler, heteroseksüel bireylerin üremesini arttırabilirler. Başka bir deyişle, bazı insanlara evrimsel olarak avantajlı etkiler sunan genler, istenmeyen bir etki olarak sonraki nesillerde eşcinsel döllere neden olabilirler.

Bilim insanları, araştırmaları için, aynı cinsiyetten cinsel davranışlarla ilişkili genetik etkileri, çok sayıda genetik ve sağlık bilgisi içeren 477.522 kişiden oluşan bir veri üzerinden analiz ettiler.

358.426 kişiden oluşan bir örneklemde karşı cinsten cinsel davranış için aynı analizi yaptılar. Karşı cinsten veri setindeki katılımcılar, yaşamları boyunca kaç tane cinsel partnerleri olduğunu söylediler. Karşı cinsten cinsel partnerlerin sayısı, evrim sırasında daha fazla çocuğa yol açacak olan çiftleşme başarısının bir göstergesidir.

Bilim insanları, iki değişkenle ilişkili milyonlarca bireysel genetik varyantı araştırdılar; İnsanların hiç aynı cinsiyetten bir partneri olup olmadığı ve yaşamları boyunca kaç partneri olduğu gibi. Her değişken, genom boyunca yayılmış birçok ilişkili genetik varyanta sahipti. Ve bu varyantların her birinin küçük bir etkisi olsa da, toplamdaki etkileri önemliydi.

Sonuçlar büyük ölçüde benzer

Sonuç olarak, bu analiz, aynı cinsiyetten bir partnere sahip olmakla ilişkili genetik etkilerin, aynı cinsiyetten davranışlarda bulunmamış kişiler arasında daha fazla karşı cinsten partnere sahip olmakla da ilişkili olduğunu gösterdi.

Bilim insanları, sonuçları doğrulamak için çalışma koşullarını daraltarak bulgularını tekrarladılar. Spesifik olarak, aynı analizi ağırlıklı olarak veya yalnızca aynı cinsiyetten partnerleri olan bir birey örneği üzerinde gerçekleştirdiler. Sonuçlar büyük ölçüde benzer oldu.

Bilim insanları son olarak, fiziksel çekiciliğin, risk alma eğiliminin ve deneyime açıklığın da sonuçları etkileyip etkilemediğini test etti.

Brendan Zietsch, araştırmaya ilişkin yaptığı değerlendirmede, “Başka bir deyişle, bu değişkenlerle ilişkili genler hem aynı cinsiyetten cinsel davranışla hem de heteroseksüellerde karşı cinsten partnerlerle ilişkilendirilebilir mi? Her durumda, bu değişkenler için önemli bir rolü destekleyen kanıtlar bulduk, ancak ana sonuçların çoğu açıklanamadı. Dolayısıyla, bu genlerin tam olarak nasıl evrimsel bir avantaj sağladığına dair hala sağlam bir teorimiz yok. Ancak, bir kişiyi genel anlamda ‘daha çekici’ yapan karmaşık faktörlerin bir karışımı olabilir,” dedi ve şöyle devam etti;

“Bu bulgular aynı zamanda evrimsel bir bilgisayar simülasyonu tarafından da doğrulandı. Tabii ki, bu konudaki son söz bu değil. Önemli sınırlamalar, genel popülasyonu temsil etmeyebilecek Batılı beyaz katılımcıları içeren örnekleri içerir. İkincisi, bugün bireylerde bildirilen karşı cinsten cinsel partnerlerin sayısı, evrimsel geçmişimizdeki aynı üreme avantajını yansıtmayabilir. Öyle olsa bile, bu hipotez, şimdiye kadar önerilen insanlarda aynı cinsiyetten davranış için en sağlam açıklama gibi görünüyor.”

“Politik hassasiyetler nedeniyle…”

“Bazı insanların, aynı cinsiyetten cinsel davranışların genetiği ve evrimi gibi hassas konuları incelemenin uygunsuz olduğuna inandığının farkındayım. Benim bakış açım, insan davranışı biliminin insan doğasının gizemlerine ışık tutmayı amaçladığı ve bunun ortak noktalarımızı ve farklılıklarımızı şekillendiren faktörleri anlamayı içerdiğidir” diyen Zietsch. “Politik hassasiyetler nedeniyle cinsel tercih veya benzeri konuları incelemekten kaçınsaydık, normal insan çeşitliliğinin bu önemli yönlerini karanlıkta bırakırdık” ifadelerini kullandı.

Paylaşın