Kanser Tedavisinde Dönüm Noktası: Aşılar

Hücredeki DNA’nın (Deoksiribo Nükleik Asit) hasar alması sonucu hücrelerin kontrolsüz bir şekilde büyümesi ve çoğalması sonucu oluşan kanserin tedavisinde bir sonraki büyük adımın aşı olabileceği ve bu konudaki araştırmaların dönüm noktasında olduğu belirtiliyor.

Kanserler, türlerine bağlı olarak farklı mikroskobik yapılara ve yayılma hızına sahiptir. Bu yüzden her kanser türünde farklı tedavi yolları izlenir.

Uzmanlar 5 yıl içinde bu konuda birden fazla aşının gün yüzüne çıkabileceğini tahmin ediyorlar. Bu aşılar hastalığı önlemekten çok tümörü küçültme ve yeniden ortaya çıkmasını önleme amaçlı.

Bu deneysel tedaviler özellikle göğüs ve akciğer kanserini hedef alıyor. Bununla birlikte bu yıl ölümcül cilt kanseri melanom ve pankreas kanseri tedavisinde ilerlemeler kaydedildi.

Akciğer tümörünü küçültmek için deney aşamasında olan aşıyı olanlardan biri de Amerika’nın Seattle kentinde yaşayan Todd Pieper.

56 yaşındaki Pieper’ın kanseri beyne sıçramış durumda. Gelecekte hastaların tedavi şeklini radikal değiştirebilecek araştırmaya katılma konusunda oldukça istekli.

Pieper, “Sonuç olarak kaybedecek hiçbir şeyim yok ve benim ya da diğer insanlar için kazanç gelecekte. Araştırma nasıl gidiyor, bu tür deneylerde neler oluyor çok bilgim yok. Ama iyi bir şey olabilir. Bunun bir parçası olduğum için mutluyum” diyor.

Kanserinin yayılmasına rağmen Pieper kızının gelecek yıl hemşirelik okulundan mezun olmasını görecek kadar yaşamayı umuyor. Pieper, “Kızım hemşirelik okulundan gelecek yıl mezun olacak. Bir yıl sonra. Yani çok iyi olacak. Bunu görmek istiyorum” ifadelerini kullanıyor.

Bir aşının amacına ulaşması için vücudun T hücrelerine kanseri tehlikeli olarak algılamasını öğretmesi gerekiyor.

Bir kere öğretildiler mi T hücreleri vücudun her yerine ulaşarak tehlikeyi etkisiz hale getirebiliyor. Seattle’daki Washington Üniverisitesi Kanser Aşı Enstitüsü’ndeki uzmanların görüşü bu yönde.

Washington Üniversitesi’nden Dr. Nora Disis, “Gerçek anlamda yan etkilerle ilişkili değiller. Yani çok iyi tolere ediliyorlar. Kemoterapi değiller ve hastalara çok iyi geliyor. Kısa süreli aşı olabilir ve hayat boyu etkili oluyor” diyor.

Washington Üniversitesi’ndeki aşı çalışmaları sadece bir hasta için değil, birçok hasta için geliştiriliyor. Erken ve ilerlemiş safhadaki göğüs kanseri, rahim kanseri ve akciğer kanseri için testler yapılıyor ve sonuçlar gelecek yıl belli olabilir.

Dr. Disis önümüzdeki 5-8 yıl içinde birden fazla kanser aşısının onay alacağına inanıyor. Disis, “Önümüzdeki 5-8 yıl içinde eminim hastalığın yeniden ortaya çıkmasını engelleyecek birden fazla kanser aşısına onay alacağız” ifadelerini kullanıyor.

Kanseri önlemek için daha fazla aşı da yolda olabilir. Hepatit B aşıları karaciğer kanserini, 2006’da piyasaya sunulan HPV aşıları da rahim kanserini önlüyor.

Kansere dönüşebilen akciğer nodüllerini önleyici aşılar da geliştiriliyor. İlaç firmaları Moderna ve Merck melanom hastaları için ortaklaşa kişiselleştirilmiş mRNA aşısı geliştiriyor.

Bu şekilde kişiselleştirilmiş aşı, bağışıklık sistemini eğiterek kanserin mutasyon izlerini buluyor ve etkisiz hale getiriyor. Ama bu tür aşıların pahalı olması da bekleniyor.

Bilim insanları hiç olmadığı kadar kanserin vücudun bağışıklık sisteminden nasıl gizlendiğini anlamış durumdalar. Kanser aşıları özetle bağışıklık sistemini güçlendirerek kanser hücrelerinin bulunmasını ve yok edilmesini sağlıyor.

Bu tür araştırmalarda Todd Pieper gibi gönüllülerin rolü kritik.

Jamie Crase de onlardan biri. 11 yıl önce 34 yaşındayken, çocuğu yokken ilerlemiş rahim kanseri teşhisi konmuş. Öleceğini düşünmüş, ardından aşı olmuş ve şu anda mutlu bir yaşam sürüyor.

Crase, “Hiç çocuğum yoktu. Değerli eşyalarıma ne olacak, kime vereceğim diye düşünüyordum. Kolyemi en yakın arkadaşıma verecektim. 4. sınıftan beri en iyi arkadaşım” sözleriyle ölmeye ne kadar yaklaştığını düşündüğünü anlatıyor. Crase, kanser tedavisi konusunda hala yardımcı olabileceğini de düşünüyor.

Jamie Crase, “Kadınlara kansere yakalanmadan önce verilecek bir şey ortaya çıkarsa neden dahil olmayayım. Teşhisten sonra bağışıklık sistemlerini güçlendirmek için bir şey vereceklerse neden bunun bir parçası olmayayım. Ben hala buradayım. Çocuklarım olmayacak, belki böyle yardımcı olabilirim” diyor.

Amerika’da kanser kalp hastalıklarının ardından en fazla can kaybına neden olan hastalık. Geçen yıl yaklaşık 610 bin kişi kanser nedeniyle hayatını kaybetti.

Aşı çalışmalarının amacı da kanseri en fazla ölümcül hastalıklar listesinden çıkarmak. Bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini görmek için birkaç yıl daha gerekiyor.

(Kaynak: VOA Türkçe)

Paylaşın

Çığır Açan Keşif: 2 Milyon Yıl Öncesine Ait DNA Bulundu

Kap Kopenhag olarak adlandırılan Grönland’ın en kuzey ucundaki tortul tabakalarda iki milyon yıl öncesine ait DNA (Deoksiribo Nükleik Asit) bulunduğu açıklandı. En eski DNA parçalarının keşfi, paleogenetik alanında yeni bir çığır açtı.

Kopenhag Üniversitesi öğretim üyelerinden Mikkel Winther Pedersen, DNA’nın hayatta kalma süresinin bir milyon yıl olduğu sanıldığını belirterek şimdi bunun iki katı uzun süre hayatta kalan bir örneğin keşfedildiğine dikkat çekti.

AFP haber ajansına konuşan Pedersen “Genetik çalışmalar açısından daha önce var olduğunu düşündüğümüz bariyeri kırdık” dedi.

Nature dergisinde yayımlanan araştırmanın baş yazarı Pederson bulunan parçaların bugün bildiğimiz Dünya’nın hiçbir yerinde görülmeyen bir çevreden geldiğini belirtti. DNA’ın donmuş, uzak ve insanın yerleşmemiş olduğu alanlarda çok iyi şekilde kalmayı başarabildiği sanılıyor.

Bilinen en eski DNA, bir milyon yıl öncesinde bir Sibirya mamutunun dişinden çıkarılmıştı. Yeni teknolojiler sayesinde bulunan 41 parçanın en eski bilinen DNA’dan en az bir milyon yıl daha eski olduğunu anlaşıldı.

“Pandora’nın kutusunu açmak üzereyiz”

Araştırmayı yürüten bilim insanları öncelikle DNA’nın kilde mi yoksa kuartzta mı saklı olduğu, ardından da bulunduğu tortul tabakadan çıkarılıp çıkarılamayacağını anlamaya çalıştı.

Kopenhag Üniversitesi jeobiyoloji ekibinin başındaki Karina Sand kullanılan yöntemin DNA’nın neden mineraller ya da tortul tabakalarda korunabildiği konusunda temel bir bilgi sunduğunu belirtti ve “Pandora’nın kutusunu açmak üzereyiz” diye konuştu.

Winther Pedersen’a göre ortamdaki nehirler mineral ve organik maddeleri deniz ortamına taşıdı. Karasal tortullar burada saklandı. Yaklaşık iki milyon yıl önce de suyun altındaki kara kütlesi yükseldi ve Kuzey Grönland’ın bir parçası oldu.

Günümüzde bir Arktik çöl olan Kap Kopenhag’da çok iyi şekilde korunmuş halde bitki ve böcek fosilleri gibi farklı türler keşfedildi. Ancak bilim insanları henüz fosillerin DNA’sını saptama çalışmasına girişmedi ve o dönemlerdeki hayvanların varlığı hakkında çok az şey biliniyor.

Türlerin adaptasyonu

Çalışmalarına 2006 yılında başlayan araştırma ekibi şimdi bölgenin iki milyon yıl önce nasıl bir görünüme sahip olduğu konusunda bir resim çizebiliyor. Mamut, ren geyikleri ve tavşanların koşturduğu ve çeşitli bitkilerin yer aldığı bir ormanlık çevre tanımlayan Pedersen, 102 farklı bitki türü bulduklarını belirtti.

Daha önce hiç bu kadar kuzeyde rastlanmayan mamutların varlığının özellikle önemli olduğunu vurgulayan bilim insanı bu keşfin türlerin adaptasyonu konusunda daha fazla bilgi sunduğuna vurgu yaptı.

İki milyon yıl önce Grönland günümüzden 11 ila 17 derece daha sıcaktı, ancak yüksek enlemde bulunmasından dolayı yazları güneş batmıyor, kışları ise doğmuyor. Ancak günümüzde Dünya’nın hiçbir yerinde böyle bir ortam bulunmuyor.

Dünya çapında gerçekten bu kadar ve hatta daha da eski jeolojik depoların bulunduğu birçok farklı alan olduğunu belirten Pedersen, “Türlerin esnekliği, farklı iklim türlerine nasıl adapte olabildikleri daha önce düşündüklerimizden farklı olabilir ve bu bizi yeni ve eski alanlara bakmaya itiyor” diye açıkladı.

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

Dünyanın En Eski Soy Ağacı Ortaya Çıkarıldı

İngiltere’de bilim insanları 5 bin 700 yıllık bir anıt mezardaki insan kemiklerini inceleyerek dünyanın en eski soy ağacını keşfetti. Cotswolds şehrindeki anıt mezarda bulunan kalıntıların DNA analizi, gömülen insanların aynı aileden beş farklı kuşağa ait olduğunu ortaya koydu.

BBC Türkçe’de yer alan habere göre; Cilalı Taş Devri’ne ait anıt mezardaki insanların çoğu, aynı adamdan çocukları olan dört farklı kadının soyundan geliyor. Bu insanlar, bağlı oldukları anaerkil birinci kuşağa göre, mezarın farklı kısımlarına gömülmüş.

Araştırmacılara göre bu buluş, birinci kuşak kadınların bu topluluğun gözünde önemli bir sosyal konuma sahip olduğunu ortaya koydu.

Gloucestershire’da tarihi Hazleton North bölgesinde yer alan anıt mezar, bir ucu kuzeye bir ucu da güneye bakan L şeklinde iki kısımdan oluşuyor. İki kadın ve çocuklarının yanı sıra, o çocukların beşinci kuşağa kadar uzanan kendi çocukları da, mezarın güney kısmına gömülmüş.

ABD’deki Harvard Tıp Okulu’ndan Prof. David Reich, “Diğer iki kadın ve onların çocukları kuzeye bakan kısıma gömülmüş ancak bazılarının kalıntıları daha sonraki zamanlarda güney kısma alınmış gibi görünüyor. Bunun nedeni, kuzeydeki kısmın bir süre sonra çökmesi ve başka bir aile bireyini gömmenin artık imkansız hâle gelmiş olması olabilir” şeklinde açıklıyor.

DNA araştırmasına liderlik eden ekipteki Newcastle Üniversitesi’nden Dr. Chris Fowler’a göre, bu buluşun önemi büyük. Fowler, Cilalı Taş Devri’nden kalan diğer mezarlardaki mimari yapıyı da inceleyerek aile bireylerinin bu mezarlara ne şekillerde gömüldüğü ile ilgili daha fazla bilgi sahibi olabileceklerini söylüyor.

Anıt mezarın ait olduğu tarihsel dönem de önemli. Mezarın yapıldığı çağda İngilizler, binlerce yıl önce ataları Anadolu ve Ege’den Avrupa’ya göç etmiş olan topluluklar sayesinde çiftçilikle tanışmıştı.

Araştırmacılar, anıt mezarlardaki kalıntıları inceleyerek, Taş Devri’nde yaşamış olan bu insanların aile dinamiklerini ve kültürlerini daha yakından tanımayı da başarabilir.

Aile mezarını inceleyen araştırmacılar, “üvey oğul” kavramının da bu aile yapılarına girdiğine dair işaretler olduğunu söylüyor. Bazı erkeklerin anneleri mezarda olsa da, biyolojik babalarının mezarda olmadığı dikkat çekti.

Kayıp kadınlar

Kazılar sırasında araştırmacılar erken yaşta ölmüş iki kız çocuğun kalıntılarını buldular ancak bazı kadınların aynı mezara gömülmediğini fark ettiler.

“Bazı kadınların kayıp olduğuna” dikkat çeken Prof. Reich, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Erkekler ve kadınların doğum oranları aynıydı, dolayısıyla bu kadınların nerede olduğu bir sır. Bir sonraki anıt mezarda da değiller ve bütün bu insan topluluğu arasında da kayıplar. Yoksa ölen insanlar yakılıyor muydu? Ölülerin bazı topluluklarda yakıldığını biliyoruz. Yoksa sadece belli bir sosyal statüsü olan insanları mı bulabildik?”

Anıt mezarlar, çokeşliliğin erkeklerle sınırlı olmadığı bir aile düzenine işaret ediyor. Erkeklerin birden fazla kadından çocuk sahibi olduğu gibi, kadınların da birden fazla erkekten çocuk sahibi olduğu anlaşılıyor.

Aynı erkekten çocuk sahibi olan farklı kadınların genel olarak birbiri ile akraba olmadığı görülüyor. Ancak kadınların, birbiri ile yakın akraba olan birden fazla erkekten çocuk sahibi olduğu örnekler de var.

Araştırma raporunun yazarları arasındaki , İspanya’daki Bask Bölgesi Üniversitesi’nden genetik uzmanı Iñigo Olalde, son teknolojilerin ve anıt mezardaki DNA’nın iyi korunmuş olmasının da yardımıyla, hem dünyanın en eski soy ağacını keşfedebildiklerini, hem de eski toplulukların sosyal yapıları hakkında daha fazla bilgi sahibi olma şansı yakaladıklarını ifade etti.

Paylaşın