Tülay Hatimoğulları’ndan İktidara “Süreç” Eleştirileri

Partisinin grup toplantısında konuşan DEM Parti Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları, “Öcalan’ın yaptığı asrın çağrısından bu yana geçen sürede, ne yazık ki Türkiye’de demokrasi adına bırakın olumlu bir adım atılmasını, daha iç karartıcı bir tablo ile karşı karşıyayız” dedi ve ekledi:

“İktidar bu süreçte iyi bir sınav vermedi. Tarihi çağrı bir metinden ibaret değildi. Bunu her fırsatta söyledik. Bu tarihi çağrı, Türkiye’de yaşayan 85 milyon yurttaşımızın adil, demokratik bir toplumda yaşaması için yapılmış bir çağrıdır ve bu, demokratik toplumun dönüşüm davetidir. Ama iktidar bu çağrının ruhunu yok saydıkça, gereğini yapmadıkça ülkede demokratikleşmenin yolu açılamaz.”

Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları, partisinin haftalık Meclis grup toplantısında gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu.

Dünya ve Ortadoğu’daki gelişmelere dikkat çeken Hatimoğulları, ticarete dayalı gerilimlerin “ticaret savaşlarına” dönüştüğünü belirterek, bu sürecin İran merkezli krizlerle birlikte bölgesel savaş riskini ciddi biçimde artırdığını ifade etti. ABD Başkanı Trump’ın vergi tariflerine de işaret eden Tülay Hatimoğulları, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Bu artık dünya ölçeğinde teknoloji ticaret ve jeopolitik güç savaşları olmuş durumdadır. Bu güç savaşlarının tek bir amacı var emperyalistlerin güç savaşlarını daha da geliştirmek derinleştirmek ve yeni bir sistemi bunun üzerinden inşa etmek. Vergi artık güç savaşlarının bir enstrümanı haline geldi.

Çin başta olmak üzere birçok ülke buna karşılık veriyor. Bizim yaklaşımımız bu konuda nettir. Vergi hem Türkiye’de hem de dünyada yurttaşın halkların insanlarımızın belini büken noktadan derhal çıkarılmalıdır. Adaleti ve refahı gözeten bir sisteme bağlanmalıdır.

Öte yandan Avrupa’ya baktığımızda, kurallar ve değerler sisteminin zayıfladığı, gücünü savunmaya ve silahlanmaya ayıran bir rotaya girdiğini hep beraber görebiliyoruz. Demokrasi, eşitlik, özgürlük ve insan haklarının yok sayıldığı bir dünya dayatılmaktadır bizlere, dünya halklarına.

Ortadoğu’ya dönecek olursak, savaş ve çatışmaların zemin kazandığı bir dönemden geçiyoruz. Stockholm Barış Enstitüsü’nün son verilerine göre, 2020-2024 arasında dünya genelinde yapılan silah ithalatının yüzde 27’si Ortadoğu’dadır. Bu bize şunu göstermektedir: Ortadoğu’da çok daha ciddi savaşların ve çatışmaların zemini hazırlanıyor.

Bu tablonun tam ortasında ise İran yer almaktadır. Olası bir savaş halinin İran’a kaydığını tespit etmek mümkündür. Enerji ve petrol gibi devasa ekonomik alanları etkileyen Irak, Yemen ve Suriye gibi kırılgan ülkelerde etkili olan İran, halkların taleplerine mutlaka ama mutlaka kulak vermelidir.

İran, Kürtleri, Beluçları ve kadınları yok sayarak hiçbir yere varamaz. Komşu ülkeler, bu gelişmeleri gören bir yerden, İran ile ilgili politikalarında yangına körükle gitmek yerine; İran’ı aklıselim bir politika yürütmeye, oradaki halkların, kadınların ve özgürlük, demokrasi, eşitlik isteyen bütün kesimlerin sesine kulak vermesi konusunda teşvik etmelidir.

“Suriye’de halklar ve inançlar yok sayılıyor”

Suriye’de halklar ve inançlar yok sayılıyor. Geçici hükümet kuruluyor, 5 yıllık bir anayasa hazırlanıyor ama bu anayasada ne yazık ki Suriye’de yaşayan farklı halklar ve inançlar yok; Kürtler yok, Aleviler yok. Bu anayasada kadınlar yok.

Ve ben buradan bir kez daha altını çizmek istiyorum: Alevi katliamı Suriye’de devam ediyor. Lazkiye’de ve kıyı şeridinde yaşayan Suriyeli ve Arap Alevilerin üzerindeki katliam, kimilerine göre bitti, kimilerine göre azaldı dense de gerçekler öyle değil; oradan bizlere gelen haberler öyle değil.

Aleviler orada ciddi bir biçimde sistematik bir katliama maruz bırakılmış, yerinden, yurdundan, topraklarından edilmeye devam ediliyor. Ve burada, HTŞ ile iletişim içinde olan başta Türkiye hükûmeti olmak üzere bütün hükûmetlere, bu ilişkiyi sürdüren bütün kesimlere buradan bir kez daha çağrımızı yineliyoruz: Alevi katliamının son bulması için herkes gerekli girişimleri yapmak durumundadır.

27 Şubat’ta Sayın Öcalan’ın yaptığı asrın çağrısından bu yana geçen sürede, ne yazık ki Türkiye’de demokrasi adına bırakın olumlu bir adım atılmasını, daha iç karartıcı bir tablo ile karşı karşıyayız. İktidar bu süreçte iyi bir sınav vermedi.

Tarihi çağrı bir metinden ibaret değildi. Bunu her fırsatta söyledik. Bu tarihi çağrı, Türkiye’de yaşayan 85 milyon yurttaşımızın adil, demokratik bir toplumda yaşaması için yapılmış bir çağrıdır ve bu, demokratik toplumun dönüşüm davetidir. Ama iktidar bu çağrının ruhunu yok saydıkça, gereğini yapmadıkça ülkede demokratikleşmenin yolu açılamaz.

Paylaşın

DEM Parti’den Erdoğan Görüşmesine İlişkin Açıklama: Sürecin Tıkanan Yönleri Ele Alındı

DEM Parti Grup Başkanvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit, partisinin İmralı Heyeti ile Erdoğan arasında yapılan görüşmeye ilişkin, “Görüşmede, şimdiye kadar yapmış olduğumuz sürecin aksayan tıkanan yönleri ele alındı” dedi.

Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Grup Başkanvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit, Meclis’te düzenlediği basın açıklamasında gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Gülistan Kılıç Koçyiğit, Enfal Katliamı’nın hala Kürtlerin hafızasında canlı bir yerde durduğunu belirterek, “Enfal Katliamı da diğer Kürt katliamları gibi cezasız bırakılmış, gereği yapılmamış ve özellikle zamanın konjonktüründe gerekli tepkiler gösterilmediği için yüz binlerce Kürdün yaşamına mal olmuş bir katliamdır” dedi.

Enfal Katliamı’nın uluslararası mecralarda birçok ülke tarafından resmi olarak katliam ve soykırım olarak tanındığına da dikkat çeken Gülistan Kılıç Koçyiğit, DEM Parti olarak katliamın resmî olarak tanıması yönünde bu hafta Meclis’e kanun teklifi sunacaklarını kaydetti. Gülistan Kılıç Koçyiğit, “Bu teklifimizden Meclis’ten ortak bir ses ve yaklaşımla pozitif bir sonuç almayı umduğumuzu ifade etmek istiyorum. Bu aynı zamanda, yeni dönemde tartıştığımız Kürt sorununun demokratik çözümü, Kürtler ve Türkler arasındaki tarihsel ilişkinin güncellenmesi ve ittifakın yeniden şekillendirilmesine de pozitif katkı sunacak önemli bir başlık olacaktır. Ortak bir geleceği kuracaksak, ortak acılara ağlamayı, ortak yas tutmayı ve geçmişte kalan acıları yad etmeyi de bilmemiz; onlarla yüzleşmemiz gerekir” diye belirtti.

Gülistan Kılıç Koçyiğit, devamla şunları söyledi: “Bugün aynı zamanda KCK operasyonlarının yıldönümü.14 Nisan 2009 tarihinde, yine bir barış ve çözüm tartışmasının arefesindeyken, Türkiye’nin yeniden Kürt sorununun demokratik çözümünü konuştuğu bir zaman aralığında, eş zamanlı KCK operasyonları yapılmıştı. Dönemin aydın, yazar, siyasetçi, gazeteci birçok ismi gözaltına alınmış, tutuklanmış ve uzun sürecek bir yargılama süreciyle karşı karşıya bırakılmıştı.

Bugün, o davaları ve iddianameleri hazırlayanların birçoğunun cezaevinde olduğunu ya da başka yerlerde bulunduklarını biliyoruz. Yeniden bir çözüm süreci tartışmasının yürütüldüğü, yeni bir döneme adım attığımız bu günlerde, bunu özellikle vurgulamak istiyorum. O gün, karanlık bir el devreye girmiş ve çözüm çabalarını KCK operasyonlarıyla sabote etmek istemişti. Ve bu sabotajda ne yazık ki başarılı olmuştu.

Bugün, bir kez daha çözümün ve diyaloğun gerekliliğinin altını çizmek istiyorum. 2009 yılında gerçekleşen çözüm karşıtı KCK operasyonlarının maliyetini herkesin bir kez daha düşünmeye davet ediyorum. Bu operasyon, bizi 10 yıllık karanlık bir döneme sürükleyen sürecin başlangıcıydı.

DEM Parti, bütün kolları ve yapısıyla beraber gerçekten Türkiye’de demokrasi gelişsin, kadınlar, gençler, emekçiler, Aleviler, bu ülkenin yoksulları ve halkları eşit, özgür ve gerçek anlamda demokratik bir ülkede yaşasın diye mücadele ediyor. Herkesin hak ve adaletten faydalandığı bir Türkiye için mücadele ediyoruz ve bu mücadeleyi kararlılıkla yürütüyoruz. Bu mücadelenin en temel başlıklarından birisi de müzakeredir.

Biz, müzakereleri demokratik Türkiye’den Kürt sorununun demokratik, barışçıl çözümü mücadelesinden ayrı görmüyoruz. Bu mücadele ve müzakere dinamiğini birlikte yürütmek, birbiriyle olan ilişkisini ve birbirini besleyen yönlerini görmemiz gerekiyor. Bu çerçevede birçok siyasi parti ve STK ile görüşmeler yaptık. Özellikle çözüme katkı sunacağını düşündüğümüz bölge ülkeleriyle de çeşitli diplomatik faaliyetler yürütüyoruz. AB ülkelerinden Rusya’ya, Hindistan’dan Irak’a kadar geniş bir yelpazede heyetlerimiz görüşmeler yapıyor.

“Sürecin aksayan tıkanan yönleri ele alındı”

Geçen hafta Sayın Cumhurbaşkanı ile İmralı Heyetimizin yaptığı görüşme vardı. Bu görüşme, özellikle Sayın Öcalan’ın tarihi bir inisiyatif geliştirmeye çalıştığı, Kürt sorununu şiddet ve çatışmadan arındırılmasını, tarihsel Kürt-Türk ittifakının gelişmesi için yaptığı Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’nı yeni bir aşamaya taşıyan önemli bir eşikti. Bundan memnuniyet duyuyoruz. Bu görüşmede, şimdiye kadar yapmış olduğumuz sürecin aksayan tıkanan yönleri ele alındı. Sürecin dinamiği niteliğindeki adım, İmralı tecridinin lağvedilmesi ve Sayın Öcalan’ın hedeflediği çalışmaların yapılması için gereken koşulların sağlanmasının gerekliliği bu görüşmede yeniden teyit edilmiş oldu.

Tecridin ortadan kalkması gerektiğini söyledikçe bazı çevreler bunu anlamamakta direniyorlar. Gerçek anlamda bu meseleyi çarpıtan yaklaşımlar olduğunu görüyoruz. Şimdi, hepimizin düşlediği barışı ve çözümü mümkün kılacak adımları atacak olan en önemli aktör Sayın Öcalan değil midir? Evet, kendisidir. Yine kendisi ile yapılan görüşmede, kendisi bu iradeyi açıkça ortaya koymamış mıdır? Evet, ortaya koymuştur. O zaman, mademki silahlar sussun, silahlar devreden çıksın, şiddet son bulsun isteniyor, o zaman neden bunu yapacak en önemli aktör şu anda tecrit altında tutuluyor?

Bunun önüne neden engel konuluyor? Ve çözümü, barışı istemeyen kimdir? diye de bütün bu tablonun içerisinde bir soruyu biz kamuoyu nezdinde yeniden sormak istiyoruz. Şimdi, bu tarihsel sorun ve ülkenin sırtındaki en büyük yükü kaldırmaya beraber karar aldıysak, madem böyle bir yola girdiysek, madem çok büyük herkesin çok büyük anlamlar yüklediği bir tarihsel eşikteysek, o zaman neden hâlâ içtihattan usulden dem vuruluyor? Bunu gerçekten anlamakta zorluk çekiyoruz.

Meclis çatısı altında bu meseleyi onlarca kez konuştuk. Bu Meclis, Kürt sorunun demokratik çözümü için ne yapacak? Ekim’den bu yana dünya kadar tartışmalar oldu. Belirli aşamalar oldu, görüşmeler yapıldı, çağrı yapıldı. Mecliste hiçbir adım atıldığını görmedik, Mecliste yaprak kımıldamıyor. Hiçbir inisiyatif geliştirilmiş değil. Bunu anlamakta güçlük çekiyoruz.

Ekimden bu yana dünya kadar tartışmalar oldu. Belirli aşamalar oldu, görüşmeler oldu çağrı yapıldı. Meclis’te hiçbir adım atıldığını görmedik, Mecliste yaprak kımıldamıyor. Hiçbir inisiyatif geliştirilmiş değil. Bunu anlamakta güçlük çekiyoruz. DEM Parti ve halkın, demokratik toplum ve barışın inşası için atılacak adımlara dair ne beklediği ve istediği ortadadır. Bu konuda bir muğlaklık yok, bir sorun yok. Diğer taraftan Meclis’in sessizliği kaygı verici.

Bu konuda meclisin izleyici pozisyonun hızla çıkması inisiyatif alması elini taşın altına koymasının zamanı geldi geçiyor. Bu hafta İmralı Heyetimiz Sayın Adalet Bakanı Yılmaz Tunç ile bir görüşme gerçekleştirecekler. Görüşmede bu sürecin yasal meseleleri ceza infaz hukuku ve diğer başlıklara dair kendisiyle görüş alışveriş yapılacak. Sürecin daha detaylı ilerlemesi için Meclis’in rol üstlenmesi ve sürecin gerçekçi bir yasal zeminin oluşturulmasına ihtiyaç var. Hali hazırda bu yasal zeminden uzaklayız. Bu zeminden yoksun bir şekilde süreç ilerletilmeye çalışılıyor.”

(Kaynak: Mezopotamya Ajansı)

Paylaşın

Abdullah Öcalan: Devlet Bahçeli Değiştiyse Herkes Değişir

DEM Partili Pervin Buldan, PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın “Bu ülkede Devlet Bahçeli değiştiyse herkes değişir” dediğini aktardı. Buldan, Öcalan’ın fiziki özgürlüğüne kavuşması ve özgür çalışma koşullarının sağlanması gerektiğini de söyledi.

Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) İmralı Heyeti Üyesi Buldan, İtalya’nın başkenti Roma’da dün başlayan “Abdullah Öcalan’a Özgürlük, Kürt Sorununa Çözüm Uluslararası Konferansı”na katıldı.

Buldan, 29 Ekim 2024’te MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin DEM Parti milletvekilleriyle Meclis’te tokalaşmasının ardından başlayan sürece dair açıklamalarda bulundu.

Artı Gerçek’te yer alan habere göre, Buldan şu ana kadar yapılan görüşmelerin satır başlarını şöyle özetledi: “Siyasi heyet olarak üç görüşme gerçekleştirdik. Bu görüşmelerde Sayın Öcalan’ın vurguladığı üç temel kavram vardı: barış, Türk ve Kürt ittifakı, Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun demokratikleşmesi. Bu üç kavram üzerine yoğunlaştık.

Öcalan, ilk görüşmede, “50 yıl boyunca süren isyanın sebepleri, Kürt halkının inkarı, dilinin ve kimliğinin yasaklanmasıydı. Ancak son 20-25 yıldır bu sorunun silah ve çatışma yoluyla çözülemeyeceği kanaatine vardım” dedi.

“Türkler ve Kürtler arasında bir birlikteliğin sağlanabilmesi için geçmişin yeniden gözden geçirilmesi gerekiyor.”

Buldan, yaptıkları görüşmelerde barışın önündeki engellerin kaldırılmasının önemli olduğu mesajını verdiklerinde Öcalan’ın oldukça mutlu olduğunu belirtti ve şunları ekledi: “Sayın Öcalan, ‘Kürtler kendilerini sevdiği kadar Türkleri de sevmeli, çünkü biz kardeşiz’ dedi.”

27 Şubat Çağrısı metninin devlet yetkilileriyle ortak bir mutabakatla yazıldığını vurgulayan Buldan, “Bu, sadece Sayın Öcalan’ın yazdığı bir metin değil” şeklinde konuştu.

Öcalan’ın “Bu ülkede Devlet Bahçeli değiştiyse, herkes değişir” sözünü aktaran Buldan, her görüşmenin oldukça olumlu bir atmosferde geçtiğini ve herkesin sürece katkı sunma isteğini dile getirdiğini belirtti.

Buldan, Öcalan’ın fiziki özgürlüğüne kavuşması ve özgür çalışma koşullarının sağlanması gerektiğini vurguladı. Bunun için yasal hazırlıkların hızla hayata geçirilmesi gerektiğini ifade etti.

Ayrıca, 10 yıl önceki ilk müzakerelerde Öcalan’ın mevcut koşullar altında çalışamayacağını belirttiğini hatırlatarak, “O dönemde İmralı’daki odası biraz daha genişletildi. Ancak diğer üç kişi hala 12 metrekarelik odalarda kalıyor. Bu koşullar, Sayın Öcalan’ın süreci verimli şekilde yürütebilmesi için yeterli değil” dedi.

Paylaşın

DEM Parti’den “Talep Listesi” İddialarına Yalanlama

DEM Partili Ayşegül Doğan, İmralı heyetinde yer alan Buldan ve Önder’in Erdoğan’a “13 maddelik talepler listesi” sundu iddialarına ilişkin yaptığı açıklamada, “Erdoğan’a bir talepler listesi sunulmuş değildir” dedi.

Haber Merkezi / AK Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi’nin (DEM Parti) İmralı heyetinde yer alan Van Milletvekili Pervin Buldan ve İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’i Cumhurbaşkanlığı Külliyesinde kabul etmişti.

Basına kapalı gerçekleştirilen görüşmede, AK Parti Genel Başkanvekili Efkan Ala ve Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Başkanı İbrahim Kalın da yer almıştı.

Saat 13.30’da başlayan görüşme yaklaşık bir saat 25 dakika sürmüştü.

Sözcü’den Başak Kaya’nın haberinde; DEM Parti heyetinin sürece ilişkin “13 istekte” bulunduğu iddia edilmişti:

“Öcalan’ın tecridi kaldırılsın. İletişim özgürlüğü güvence altına alınsın.
PKK’nın silahsızlandırma süreci için özel bir yasa çıkarılsın.
Eşit ve özgür yurttaşlık ilkesi yasalarla güvence altına alınsın.
Demokratik Dönüşüm ve Barış Kanun Teklifi hazırlansın.

Hasta tutuklular salıverilsin.
Barış süreci için Meclis’te özel yetkili bir komisyon kurulsun.
TBMM Başkanı tüm partilerle görüşerek uzlaşı metni hazırlasın.
Belediyelerdeki kayyum uygulaması son bulsun.
Cezaevindeki belediye başkanları serbest bırakılsın, tutuksuz yargılansın ve göreve iade edilsin.

Umut hakkı yasa teklifleri gündeme alınsın.
Örgütlenme özgürlüğünün önündeki engeller kaldırılsın.
Yürürlükteki Terörle Mücadele Kanunu değişsin.
AİHM ve Anayasa Mahkemesi kararları mutlaka uygulamaya alınsın.”

DEM Parti Sözcüsü Ayşegül Doğan, DEM Parti İmralı Heyeti’nin Erdoğan ile görüşmesinde ”talepler listesi sunduğuna” yönelik haberleri yalanladı. Doğan, şunları ifade etti:

”DEM Parti İmralı Heyeti, Cumhurbaşkanı Erdoğan’la sürecin nasıl ilerleyeceğini ve nasıl gelişeceğini değerlendirdi. Görüşme sonrası konuya dair yazılı bir açıklama yapıldı. Buna rağmen; bazı haberlerde ’13 Maddelik Talepler Listesi’ olarak sunulan maddeler, DEM Parti’nin çeşitli mecralarda kamuoyuyla paylaştığı talepleridir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’a bir talepler listesi sunulmuş değildir. Aylardır kamuoyunda tartışılan gündemleri ve konu başlıklarını alt alta sıralayıp, bunu da heyetimizin sunduğu bir ‘Talepler Listesi’ gibi yaymak doğru değildir.”

Paylaşın

Erdoğan, DEM Partili Buldan Ve Önder İle Görüştü

Erdoğan, DEM Parti’nin İmralı heyetinde yer alan Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder’i Beştepe’de kabul etti. Görüşmede, AK Parti Genel Başkanvekili Efkan Ala ve MİT Başkanı İbrahim Kalın da yer aldı.

Haber Merkezi / AK Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi’nin (DEM Parti) İmralı heyetinde yer alan Van Milletvekili Pervin Buldan ve İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’i Cumhurbaşkanlığı Külliyesinde kabul etti.

Basına kapalı gerçekleştirilen görüşmede, AK Parti Genel Başkanvekili Efkan Ala ve Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Başkanı İbrahim Kalın da yer aldı.

Saat 13.30’da başlayan görüşme yaklaşık bir saat 25 dakika sürdü.

Görüşmenin ardından yapılan ilk açıklamada Sırrı Süreyya Önder, “çok pozitif bir görüşme oldu, çok daha umutluyuz” ifadesini kullandı. Önder, detaylı açıklamanın yazılı olarak gerçekleştirileceğini söyledi.

Görüşme öncesinde basın mensuplarına kısa bir açıklama yapan Önder ve Buldan, sürece dair Erdoğan ile görüş alışverişi yapacaklarını söyledi.

Önder, şu ifadeleri kullandı: “Pervin Başkanımız ile sürecin geldiği noktayı Sayın Cumhurbaşkanına arz edeceğiz ve kendisini bilgilendireceğiz. Bundan sonrasına ilişkin hem kendi görüş ve önerilerimizi hem de bizler kendi önerilerimizi paylaşacağız. İnanıyoruz ki, demokratik siyaset alanı ve barışa dair faaliyetler çok daha hızlı, seri ve nitelikli adımlarla devam edecektir.”

“Tarihi bir görüşme diyebilir miyiz?” sorusuna yanıt veren Önder, “Böyle büyük, iddialı kavramlar kullanmıyoruz. O halkın kendi takdiri. Biz bugüne kadar süreci büyük bir irade ve kararlılıkla bu noktaya getirdik. Gayet korunaklı davrandık, herkes de böyle davrandı. Bunun için de tüm ülkeye minnettarız” dedi.

Buldan, “önemli bir görüşme” olarak nitelendirdiği toplantı için şunları söyledi: “Sayın Cumhurbaşkanı ilk defa bu konuyla alakalı bizimle bir görüş alışverişinde bulunacak. Nelerin yapılması gerektiğine dair görüşlerini ifade edecek. Biz de yaptığımız tüm görüşmelerle ilgili kendisini bilgilendireceğiz. Hepimize hayırlı olsun ve barışa vesile olsun.”

Pervin Buldan, görüşmenin ardından yazılı bir açıklama yapabileceklerini de sözlerine ekledi.

Erdoğan’ın 13 yıl sonra ilk teması

Bu arada bugünkü görüşme Erdoğan’ın eskiden Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) ve Halkların Demokratik Partisi (HDP), şimdi ise DEM Parti ismini alan çizgideki Kürt siyaseti temsilcileri ile uzun bir aradan sonraki ilk görüşmesi olacak.

Erdoğan en son başbakanlığı döneminde 12 Haziran 2012 tarihinde BDP Eş Başkanları Selahattin Demirtaş ve Gültan Kışanak ile bir araya gelmişti. Söz konusu görüşme o dönemde bir Türk jetinin Suriye tarafından vurularak düşürülmesi üzerine Erdoğan’ın TBMM’de grubu bulunan siyasi partilerle görüş alışverişinde bulunması kapsamında gerçekleşmişti.

Erdoğan’ın o dönemde terörle mücadele konusundaki görüşme taleplerine uzun bir süre yanıt vermeyen MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli de Suriye konusundaki bu davete olumlu yanıt vermişti.

PKK kongresini ne zaman toplayabilir?

PKK’nın Abdullah Öcalan’ın çağrısı doğrultusunda silah bırakma ve kendisini feshetmesi için kongresini toplama takvimi ise henüz net değil.

Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli 20 Mart’ta yaptığı açıklamada, PKK’ya 4 Mayıs’ta Muş’un Malazgirt ilçesinde kongresini toplaması çağrısı yapmıştı. Ancak PKK net bir kongre tarihi açıklamadı.

DEM Partililer, Bahçeli’nin Malazgirt çağrısının daha çok “simgesel” olduğunu düşünüyor.

Bir DEM Parti yöneticisi şu görüşü dile getirdi: “Bahçeli, simgelerle konuşmayı seviyor. Aslında burada iki tarafa da mesaj veriyor. PKK’ya ‘elinizi çabuk tutun’ diyor. Devlete de, ‘Kongreyi Malazgirt’te bile yaptırırım’ mesajı veriyor. Haziran ayında her şey sonuçlanır, süreç tamamlanır.”

DEM Parti TBMM Grup Başkanvekili Sezai Temelli de hafta başında TBMM’de yaptığı basın toplantısında iktidarın 27 Şubat’tan yana “adeta bir donma hali” yaşadığını söyleyerek, şöyle konuşmuştu:

“Sürekli aynı şeyi duyuyoruz iktidardan; ‘Kongrelerini yapsın PKK, silah bıraksın.’ Peki kongreyi nasıl yapacaklar? Güvenliği, hukuku, kongrenin yapılma koşullarının konuşulması, kongreye sayın Öcalan’ın nasıl katılacağı, hangi iletişimle orada bulunacağı… Bunlarla ilgili hiçbir şey konuşulmuyor.”

DEM Parti Eş Başkanı Tuncer Bakırhan Meclis’te haftalık grup toplantısında yaptığı açıklamada “beklenen adımlar konusunda bir rehavet ve rahatlık” bulunduğunu söyleyerek, şunları kaydetmişti:

“Bir bekleme durumu söz konusu. Türkiye’nin en temel meselesi tartışılıyor ama bir bekleme durumu var. Bekleyerek dünyanın neresine barış gelmiş acaba bilen var mı?”

Paylaşın

DEM Partili Tuncer Bakırhan’dan İktidara “Süreç” Eleştirileri

Partisinin grup toplantısında konuşan DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan, PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla başlayan sürece ilişkin iktidarın beklenen adımları atmadığını belirterek, “Sürecin sağlığı açısından hiçbir adım atılmadı… Bu rehavete son vermek gerekiyor” dedi.

Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan, partisinin TBMM’deki grup toplantısında konuştu. Konuşmasına 19 Mart’ta İBB’ye yönelik operasyonla başlayan ve sonrasındaki protesto ile boykot devam eden tutuklamalardan bahsederek başlayan Tuncer Bakırhan, şunları söyledi:

“Bugüne kadar eleştrdiğimiz ve pek çok kez maruz kaldığımız işkence görüntüleriyle karşılaştık. Öğrencilere çok ağır saldırı oldu. Kimi medya organları en başından beri ağır bir manipülasyon ve çarpıtma işine girdi. Avukatları, barolar müvekkilleriyle görüşemedi. Kimi kadın arkadaşlar tacize maruz bırakıldı. Bunun varlığını Bakan’a anlatamıyoruz.

Bunun takipçisi olacağız ve bunun peşini bırakmayacağız. İnsanlar artık yaşam güvencesinin olmamasından, geleceksizlikten bıktı. İnsanlar sürekli bir tehdit ve baskı altında yaşamaktan sıkıldı. İnsanlar onurlarının çiğnenmesine, iradelerinin gasp edilmesine öfekli. İnsanlar en çok geleceksizliğe tepkili. İnsanlar ‘geleceğimizi çaldınız’ diyor. İktidarı, bu sloganı dikkatle düşünmeye çağırıyorum.”

Cezaevinde açlık grevine başlayan ESP’li tutuklulara da selam gönderen Bakırhan, siyasi tutukluların derhal serbest bırakılmasını istedi.

Bu yaşananlar karşısında DEM Parti’nin tavrının net olduğunu belirten Bakırhan, şöyle devam etti: “Biz haksızlıkların karşısındayız. Tutuklu öğrenciler derhal serbest bırakılmalı. Bunlardan vazgeçilmeli. İnsanlar protesto edebilir. Protesto, boykot dünyanın her yerinde haktır. Buna saygı göstermek gerekiyor. Kurumlar halkı tehdit etmekten vazgeçmelidir. Sokağa çıkanlar yargı ve hukuk siyasallaştı diyor. Yalan mı? Türkiye’nin acil meseleleri var. Demokrasinin, barışın aciliyeti artık ertelenemez.”

İBB’ye yapılan operasyonun ekonomiyle ilgili sonuçlarını da değerlendiren Bakırhan, şöyle konuştu: “İktidar, sırf siyasi operasyonla rakibini bertara etmek için 30 milyar dolar satarak her birimizin cebinden 13 bin 500 lirayı çaldılar. Bu gerçeğe rağmen iktidar yöneticilerine göre hiçbir sorun yok. Kendi hayatlarına bakarlarsa her şey yolunda tabi. Onların derdi 15 milyon yoksul ve yardıma mahkum insan değil. Emeklilere ara zam yapma çalışmasına da derhal başlayın. İnsanlar taş mı yiyecek ne yesin? Madem enflasyon yok neden doğalgaza elektriğe yüzde 20-25 zam yapıldı.”

İki hafta önce yapılan Newroz kutlamalarından bahseden Bakırhan, meydanlarda PKK lideri Abdullah Öcalan’ın çağrısına destek verildiğini ancak iktidarın atması gereken adımları atmadığını dile getirdi: “Beklenen adımlar konusunda bir rehavet var. Bir bekleme durumu söz konusu. Türkiye’nin en temel meselesi tartışılıyor. Bekleyerek dünyanın neresinde barış gelmiş?

Bilen varsa söylesin evde oturup bekleyelim. Biz en baştan beri demokrasiden korkulmaması, sahiplenilmesi gerektiğini söyledik. Sürecin sağlığı açısından hiçbir adım atılmadı. Yürütme erki tarafından topluma güven verecek herhangi bir duruş sergilenmiyor. Barış korkulacak bir şey midir? Antidemokratik uygulamalar arttıkça nasıl güven tesis edilecek? Bu rehavete son vermek gerekiyor.”

“Terörle mücadele kanunu artık değişmeli”

Konuşmasının sonunda TBMM’ye çağrı yaparak ‘güven ve demokrasi paketi’ çıkarılmasını isteyen Bakırhan, önerilerini şöyle sıraladı: “Eşit ve özgür yurttaşlık ilkesi somut yasalarla güvence altına alınabilir, TBMM Başkanlığı tüm partilerle görüşerek uzlaşı metni hazırlayabilir. Özel komisyon kurulabiir. Silahsızlanma süreci özel yasayı gerkli kılmaktadır. Bu konuda acil bir şey yapılmalıdır. Kayyum uygulamaları kaldırılarak gerekli değişiklikler yapılabilir.

Görevden alınan belediye başkanları görevlerine iade edilebilir. Hasta tutuklular serbest bırakılabilir. Umut hakkının gündeme alınması önemlidir. Sayın Öcalan’ın özgür çalışma koşulları düzenlenebilir. Siyasi görüşler artık suç kapsamından çıkarılmalı. Terörle mücadele kanunu artık değişmeli. Bu konuda Meclis acil adım atabilir. AİHM ve AYM kararlarının uygulanmasını öneriyoruz. Kalıcı olan onurlu barış için emek harcayanlardır.”

Paylaşın

Temelli’den İktidara “Süreç” Tepkisi: Oyalamaya Son Verin

Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat’taki silah bırakma çağrısının ardından iktidardan herhangi bir adım gelmemesine tepki gösteren DEM Parti Grup Başkanvekili Sezai Temelli, “Bu silah bırakma meselesinin de aslında oyalamanın bir mottosu olduğunu, görünen kısmı olduğunu ve arkasında büyük bir oyalamanın olduğunu artık herkes biliyor. Bu oyalamaya son verin. İpe un sermeye son verin” dedi.

Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Grup Başkanvekili Sezai Temelli, TBMM’de düzenlediği basın toplantısında gündeme ilişkin konuştu. Temelli şunları söyledi: “Yine bu bayramda maalesef trafikte 72 yurttaşımızı kaybettik. Bu acı haberle sarsıldık. Onlara Allah’tan rahmet diliyorum. 8 binden fazla yurttaşımız da trafikte yaralandı. Onlara da acil şifalar diliyorum. Gerçekten trafik kazalarına bir türlü çözüm üretemeyen bir ülkeyiz. Sürekli yol yapmakla övünen iktidar, maalesef yolların güvenliğini sağlayamıyor.

Bir başka selamı da cezaevindeki tutsaklara yolluyorum, onların da bayramlarını kutluyorum. Cezaevindeki 400 bine yakın tutsak bu bayrama da büyük bir umutla hazırlandı. Bayram öncesi bir müjde beklediler. Çünkü kamuoyunda sıklıkla konuşuluyor, Adalet Bakanı da zaman zaman dile getiriyor. İnfaz yasasındaki çeşitli düzenlemelerden tutun da kısmi affa kadar tartışmalar var. Hasta tutsaklara yönelik düzenlemelere dair beklentiler var.

Bu beklentilerle bayrama girildi ama maalesef yüz binlerce tutsağın ve milyonlarca yakınının beklentileri karşılanmadı. Bayramı hayal kırıklığıyla geçirdiler. Ben buradan bir kez daha Adalet Bakanlığına ve hükümete çağrı yapıyorum. Önümüzdeki bayrama cezaevindekilerin ve yakınlarının beklentilerini karşılayacak düzenlemeleri bir an önce yapın. Cezaevi yapmakla değil düzgün bir adalet sistemi yapmakla övünün.

Ekonominin durumu malum, küresel kriz derinleşiyor. Son Trump etkisiyle beraber gümrük vergileri düzenlemesiyle başlayan etki dalga dalga yayılıyor. Dünya borsalarındaki düşüş dramatik bir hal almış durumda. Diğer yandan Ortadoğu’daki savaş kesintisiz bir şekilde devam ediyor ve dünyanın birçok yerinde de inanılmaz bir savaş hazırlığı var. Düşük yoğunluklu 3. Dünya Savaşı adeta yüksek yoğunluklu olmanın eşiğine gelmiş durumda. Bu gelişmelerin ekonomi üzerindeki etkileri olumsuz ve derin.

Ekonomideki kriz hali en çok hangi ülkeyi etkiler derseniz, en kırılgan ülkeyi etkiler. En kırılgan ülke kim? Kuşkusuz Türkiye. Türkiye en kırılgan ekonomiye sahip ülke. Bu konuda liderliği kimseye bırakmıyor. Arjantin daha kırılgandı, orada işler düzeldi ama Türkiye’de işler bir türlü düzelmiyor. TÜİK mucizeler yaratsa da gerçek enflasyon düşmüyor. TÜİK mucizeler yaratsa da işsizlik düşmüyor, cari açık kapanmıyor. Yoksulluk ve sefalet endeksleri ortada. Ekonomideki hangi alana bakarsanız bakın bu kırılganlığın etkilerini görmeniz mümkün. Böyle bir kriz ortamından Türkiye ekonomisi de çok daha ciddi ölçüde etkileniyor.

TÜİK’in ortaya koymuş olduğu rezalet gerçekten kabul edilebilir değil. Açıklamış olduğu enflasyon rakamları, Merkez Bankası beklentilerinin bile altında kalıyor artık. Dolayısıyla eş güdüm bile aralarında yok. Yani bir yalan eş güdümünü bile yönetemiyorlar. İTO’nun ve ENAG’ın rakamları ortada, çarşı ve pazardaki zamlar, hayat pahalılığı ortada ama TÜİK inanılmaz bir rezalete imza atmaya devam ediyor.

Merkez Bankası da sürekli tahminlerini güncelliyor. Tabii hep yukarıya doğru bu tahminler güncelleniyor. Yüzde 42,5 olan faiz, gecelikte yüzde 46’ya çıktı. Yıl sonu enflasyonu da her ay yeniden tahminlerle yukarı doğru güncelleniyor. Yani ortada ciddi bir başarısızlık söz konusu. MB Başkanı ortada yok. TÜİK’in açıkladığı rakamları bile savunamayacak hale gelmiş. Ama ortada Mehmet Şimşek var. Biraz önce televizyonlarda Tarım ve Orman Şurasında konuşuyordu. İnsan hayrete düşüyor.

Yaklaşık 2 yıldır, yani 22 aydır iş başında ve bir dezenflasyon programı sürdürdüğünü söylüyor. ‘Dezenflasyon programımız başarılı olmuştur’ diyor. Enflasyon rakamları açıklanalı daha bir hafta olmadı. Yıllık enflasyon yüzde 38, Mehmet Şimşek göreve geldiğinde yıllık enflasyon yüzde 38 idi. 22 ay boyunca dezenflasyon programı uygulanmış ama enflasyon TÜİK’e rağmen gerilememiş. Durum bu kadar vahim. CDS birimi yükselmiş hala Mehmet Şimşek diyor ki programımız başarılı. Bunu Tarım ve Orman Şurasında söylüyor. Ben buradan bütün çiftçileri uyarıyorum: Felaket yakındır aman tedbirinizi alın.

Eğer bunu şurada konuşuyorsa yakında çiftçileri bir felaket bekliyor demektir. Hiçbir tahminleri tutmadı, hiçbir programlarında başarılı olmadılar. Bahaneyi hep hala 4-5 yıl önce yaşadığımız COVID’de buluyorlar. Pandemi sürecinin etkisiyle ekonomi bu haldeymiş. Üzerinden bunca yıl geçmiş, hala açıklamalarını buna sığınarak yapmak zorunda hissediyorlar. ‘Makro İstikrar Programı’ dediler makro bir yıkıma imza attılar. Evet, 22 ay sonunda bu program bir yıkım yaratmıştır. Ortada ücretli yoksulluk vardır, derinleşen yoksulluk vardır. Geçim sıkıntısı, enflasyon ve işsizlik vardır. Aklınıza gelebilecek her türlü kriz göstergesi hayattadır.

Ekonomi çökmüştür ama Mehmet Şimşek hala palavralarına devam ediyor. Biz buradan bir kez daha uyarıyoruz: Bu dezenflasyon programıyla başarılı olmanız mümkün değil. Bir ülkede gelir dağılımı bu denli bozuksa ve servet dağılımı bu haldeyse program çalışmaz, tam tersine işleri daha da kötü bir hale getirir. Servetlerine servet katanlar aslında enflasyondan da beslenmeye devam ederler. Nitekim öyle de olmaktadır. Sonuç itibariyle ekonomi çıkmaz sokakta debelenmeye devam ediyor.

Bunun maliyetine kimler katlanıyor? İşçiler, emekçiler, emekliler katlanıyor. Durum ortada. Bin liralık zammı bile bir lütuf gibi emekli ikramiyesinde emeklilere layık görenler, aslında ne emeklilerin ne de emekçilerin halinden anlamıyorlar. Anlamak da istemiyorlar. Tek halleriyle hallendikleri sermayedir, iş insanlarıdır, rant insanlarıdır. Yani bu rant ve talan düzenlerinin masasını oluşturdular. Bu han-ı iştiha doymak bilmiyor. Doymak bilmediği için de ülke ekonomisi her geçen gün daha kötü bir yere sürükleniyor. Buna karşı insanlar ne yapacak, tepki verecek. En önemli tepkilerden biri, dünyanın her yerinde de olduğu gibi en güçlü sivil itaatsizlik eylemlerinden biri de boykottur.

Güçlü bir boykot ortaya çıktı. Bu bir tüketici hakları mücadelesidir. Nasıl emekçiler grev haklarıyla ayakta durmaya çabalarsa, tüketici hakları mücadelesi de kendisini bu tür boykotlarla ortaya koyar. Sendikal hakları kısıtlayanlar, şimdi tüketici haklarını kısıtlamak adına boykot yapanlar ya da boykot çağrısı yapanlar için suç duyurusunda bulunuyorlar. Yani ekonomi o denli felaket durumda ki bu boykotlara karşı ellerinden gelen yegane şey yine yargı ve polis marifetiyle bunları suçlu ve kriminal hale getirmek. Oysa boykot meşru bir haktır, başarılı da olmuştur.

Önemli olan burada bakanların çarşıya pazara koşması değildir. Zaten çarşı pazara ne kadar yabancı olduklarını alışveriş yaparkenki hallerinden belli. Dünyadan bihaberler. Çünkü bir elleri yağda bir elleri balda. O han-ı iştihadan onlar da yararlanıyor. Onlar da beraber yiyorlar. Dolayısıyla çarşı pazar ne, alışveriş ne haberleri yok. Öyle şaşkın ördek gibi alışveriş yapıyorlar. Akıllarınca boykot kırıcılık yapıyorlar ama boykot tabii ki etkisini göstermiştir.

Zaten o telaş da bunu ortaya koyuyor. Bakanlara ve hükümete düşen bu tür tiyatrolara alet olmak değildir. Onlara düşen, neden boykot olduğunu araştırmak, ilgili düzenlemeleri yapmak, tüketicilerden ve emekçilerden gelen tepkilere uygun olumlu yanıtlar üretmektir. Hayat pahalılığı var. Hayat pahalılığının nedeni bu ekonomi politikaları ise buna tedbir almakla sorumlu bakanlar çarşı pazarda alışveriş yapıyor. Onlara şu dersi vereyim: Siz alışveriş yaptıkça enflasyon artar. Alışverişle değil tüketici haklarına saygıyla ancak adım atabilirsiniz.

Tabii ekonomi bu durumda da siyaset yolunda mı, hayır. Ekonomi ne kadar krizde ise siyaset de o kadar krizde. Çünkü bir ülkede siyasi kriz derinse, ekonomiyi tetikler ve ekonomik krizi ortaya çıkarır. Tersi de doğrudur. Bir ülkede ekonomik kriz ne kadar derinse, siyasi kriz de o kadar derinleşir. Türkiye çoklu kriz ortamında hem siyasi krizini derinleştiriyor hem de ekonomik krizin içinden çıkamıyor. Bunun birçok nedeni var. En önemli nedeni siyasi özgürlük konusunda Türkiye’nin sınıfta kalması. Türkiye’de siyasi özgürlük yok. Siyasi özgürlüğün olmadığı yerde, herhangi bir hak savunusundan bahsetmemiz mümkün değil.

Mart ayında insan hakları ihlalleri konusunda yeni bir rekor kırıldı. Gözaltı sayılarına baktığımızda, gözaltına alınanlara yapılan muameleye, işkenceye, orantısız güç kullanımına ve çıplak aramaya baktığımızda içler acısı bir haldeyiz. Nasıl ekonomi içler acısı bir haldeyse, yargımız ve siyasetimiz de aynı içler acısı tabloyu ortaya koyuyor. Bu siyasi krize kriz eklemeye devam ediyoruz. 19 Mart aslında yeni bir zirve oldu siyasi kriz konusunda. 19 Mart’ta Ekrem İmamoğlu’na yönelik operasyonla beraber şunu anladık ki Türkiye’de siyaset özgürlükler yoluyla güzergah belirlemek yerine, iktidar marifetiyle tüm özgürlükleri yok eden bir yerden yol belirmeye çalışıyor. Kent uzlaşısını bir kriminal kavrama çevirdiler.

Oysa Türkiye’nin bugün siyasette yol alabileceği en önemli güzergah belirleyicisi kent uzlaşısıdır. Sadece kent uzlaşısına değil her alanda uzlaşıya ihtiyacımız var. Meclis’te, sokakta, fabrikada, tarlada, nerede bir kriz varsa, o krizi çözmenin yegane yolu demokratik toplum anlayışıyla uzlaşılar yaratmaktır. Bir demokratik uzlaşı zeminine ihtiyacımız var. Nereden geldi bu çağrı? 27 Şubat’ta İmralı’dan geldi. Sayın Öcalan’ın çağrısındaki bu kavram gerçekten önümüzdeki siyasi süreç açısından çok önemli bir yol göstericidir.

Yol gösterici olan bu demokratik uzlaşı meselesine hep birlikte katkı sunmamız gerekirken iktidar, bırakın uzlaşıyı, kent uzlaşısını bir suç unsuru haline getirmeye çalışıyor. İmamoğlu ve arkadaşlarını gözaltına alıyor, sonra tutukluyor. Adeta yeni bir kayyım senaryosuyla karşı karşıya kalıyoruz. Adı konmamış bir kayyım düzeni her geçen gün yerleşiyor. Siyasi özgürlüklerin önündeki en önemli sorun bu.

Yine Mehmet Şimşek’e dönersem. Sayın Şimşek biraz önce vermiş olduğu konferanstaki açıklamalarında, ‘Rezervler kullanılmak içindir’ diyor. En son nerede kullanılmış bu rezervler? 19 Mart’ta ortaya çıkan siyasi krizin yaratmış olduğu ekonomik türbülansa karşı yaklaşık 28 milyar dolar rezerv kullanılmış. Sen 128 milyar dolarlık kaybı telafi etmek için geldin, bir program yaptın ve insanların canını okudun. Yapmış olduğun vergi zamlarıyla, enflasyonla ve doları primlemekle bir rezerv biriktirdin.

Bunun için mi? 19 Mart anlayışına, zihniyetine, darbesine karşı bu rezervleri kullanmak için mi biriktirdin sen bu parayı? Halkı bu denli yoksulluğa mahkum edip sonra dolar 1 lira daha artmasın diye baskılamak için mi kullandın? Evet, bunun için kullandın. Neden? Çünkü Türkiye’nin borcu 530 milyar dolar. Dolar 1 lira artarsa, 530 milyar lira bütçeye yük biner uzun vadede. O bir lira artmasın diye işte 28 milyarı çarçur ettiler.

Peki, bunun nedeni ne? Siyasi krizdir, siyasi özgürlüklerin yok sayılmasıdır. Oysa bir çözüm var. 27 Şubat’ı o yüzden bir kez daha dile getirmek istiyorum. Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı aslında Türkiye’nin içinde bulunduğu bu siyasi krizden çıkış için çok önemli bir yol gösterici olduğu kadar, ekonomik krizden nasıl çıkılacağını da tarif ediyor. Barış diyor. Yani savaştan kaçınmanın, savaş maliyetlerinden kaçınmanın, bu şiddet girdabında çıkmanın yolunu gösteriyor.

“Bu oyalamaya son verin”

İktidar ne yapıyor? İktidar kulağının üstüne yatmış. 27 Şubat’tan bugüne kadar adeta bir donma hali yaşıyor, hiçbir adım atmıyor. Sürekli aynı şeyi duyuyoruz iktidardan: ‘PKK kongresini yapsın, silah bıraksın’. Peki, kongreyi nasıl yapacaklar? Kongrenin nasıl yapılacağına dair hiçbir adım yok. Güvenliği, hukuku, kongrenin yapılma koşulları, kongreye Sayın Öcalan’ın nasıl katılacağı, hangi iletişimle orada olacağı, kongreyi nasıl çağıracağı, kongrede o kararların alınmasının nasıl gerçekleşeceği, bunlarla ilgili hiçbir şey konuşulmuyor. Sürekli olarak ‘silahlar bırakılsın’ deniyor. Nasıl bırakacaklar silahları?

Dolayısıyla, bu silah bırakma meselesinin de aslında oyalamanın bir mottosu olduğunu, görünen kısmı olduğunu ve arkasında büyük bir oyalamanın olduğunu artık herkes biliyor. Bu oyalamaya son verin. İpe un sermeye son verin. Ciddi olun, sahici olun, toplumun beklentilerini karşılayacak barış adımını atın. Demokratik toplumun gereği ne ise o konuda Meclis hazırdır. Meclis bir uzlaşı zemininde buluşmaya hazırdır. Komisyon kurmaya, müzakereleri geliştirmeye hazırdır. Partimiz ve heyetimiz bu konuda bugüne kadar yoğun çalışmalarını sürdürdü. Bugünden sonra da sürdürmeye devam edecek.

“Adı ‘İklim Yasası’ ama kendisi karbon emisyon piyasası düzenlemesinden başka bir şey değil”

Meclis’e bu hafta İklim Yasası geliyor. Bu yasayı yapmak gerekiyordu ama böyle mi olur? Adı İklim Yasası, kendisi ise karbon emisyon piyasası düzenlemesinden başka bir şey değil. Karbon emisyon piyasası düzenlenmeye çalışılıyor. Ticaretin sürdürebilmesi için, karbon ayak izlerinin bu ticarette bir engel oluşturmaması için yapılan bir düzenlemeyle karşı karşıyayız. İşte buna İklim Yasası diyorlar. Gerçek bir iklim yasası yapacak bir bakanlık yok karşımızda. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı olarak geçiyor ismi ama olabildiğince kent mimarisine odaklanmış.

Bunu da betona mahkum etmiş. O betonun yaratmış olduğu çevre kirliliği bile başlı başına İklim Yasası açısından samimiyetsizliği ortaya koyuyor. Bugün için sıfır emisyondan bahsediliyor, oysa dönüp baktığınızda Türkiye başlı başına maden havzası olmuş durumda. Kaz Dağlarının hali ortada, köylülerin direnişi ortada, Akbelen ortada. Cudi ve Gabar delik deşik edilmiş. Cudi’de orman kalmamış. Her şey ortada ama adı İklim Yasası.

Buna kimse inanmıyor. Gerçekten Türkiye’nin bir iklim yasasına ihtiyacı var ama bu yasa o yasa değil. O yüzden bu yasaya karşı güçlü bir muhalefet yapacağız, direneceğiz. Tüm muhalefeti de bu konuda birlikte mücadeleye davet ediyoruz. Sadece Meclis çatısı altında da değil. Tüm toplumu bu konuda duyarlı olmaya davet ediyoruz. Güçlü bir muhalefet ortaya koyabilirsek doğamızı kurtarabiliriz. İklim krizi gerçek anlamda bir küresel krizdir, geleceğimizi ve doğamızı tehdit etmektedir. Bu konuda herkesi duyarlı olmaya davet ediyorum.”

Soru: Sayın Cumhurbaşkanı yaptığı açıklamada, “Terörsüz Türkiye süreci istediğimiz gibi ilerliyor” dedi. Şu anda süreç ne durumda? İktidardan bir adım mı bekliyorsunuz, bu adım nasıl gerçekleşmeli?

“Cumhurbaşkanının açıklamalarını takip ettim. Sadece bu kadarla yetindi. Gerçekten böyle bir şey varsa, bunu kamuoyuna ve bize açıklasınlar da bilelim hangi adımları atıyorlar. Ama ortada adım olmadığı için tıkanmış bir durumla ya da hareketsiz bir durumla, bir donma haliyle karşı karşıyayız. Biliyorsunuz ilk çözüm sürecinde buzdolabına kaldırmışlardı. Hala buzdolabında mı duruyor, bunun çözülmesi gerekmiyor mu?

Dolayısıyla, bu adımın atılması herkesin beklentisi. Adımların ne olduğu aslında belli. Her şeyi bu terör kavramının arkasına saklayarak ‘terörsüz bir Türkiye’, ‘terörsüz terörsüz’ deyip de ortalıkta bu denli siyasi terörün kol gezdiği; 19 Mart’tan tutun Kobanî ve Gezi davalarına kadar yargı marifetiyle bu bunca gerilimin yaşandığı bir yerde gerçekten adımlara ihtiyacımız var. Eğer samimilerse hangi adımların atıldığını bir an önce kamuoyu ile paylaşsınlar. Bu konuda kamuoyunun bilgiye ihtiyacı var. Hepimizin bilgiye ihtiyacı var. Çünkü 27 Şubat’tan beri herkes bekliyor.”

Paylaşın

Bakırhan’dan İktidara “Demokrasiden Korkmayın” Çağrısı

İktidara “demokrasiden korkmayın” çağrısında bulunan DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan, “Demokratik Türkiye Cumhuriyeti, ortak kader ve tarihe sahip olduğumuz Ortadoğu halklarına güçlü bir nefes vermek anlamına gelecektir” dedi ve ekledi:

“Türkiye’de bireylerin hak ve özgürlükleri, kati güçler ayrımını, inanç özgürlüğü ve eşit yurttaşlığı temel alan özgürlükçü laikliği, farklılıkları tanıyarak üniterliği tesis etmek demokratik siyasi düzenin formülüdür. Bu düzenin filizlenmesi için herkesin ön yargılarını aşması, sorumluluk alması, demokratik siyasi bir kararlılık göstermesi kritik önemdedir”

Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan, Kürt sorununun çözümü ve PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın çağrısına ilişkin Yeni Yaşam Gazetesi’nde bir yazı yazdı. Bakırhan’ın yazısında şu ifadelere yer verdi:

“Küresel ve bölgesel gelişmeler açısından Ortadoğu’nun en önemli ülkelerinden biri Türkiye, en örgütlü halklarından biri ise Kürt halkıdır. Küresel düzen ve bölgesel dinamikler büyük bir kasırga altında değişirken, Türkiye’de Kürt sorununun çözümü ve demokratik dönüşüm muazzam sonuçlar üretecektir. Bu sürecin doğru yönetilmesi, sadece Türkiye için değil tüm bölge için de köklü ve demokratik değişimlerinin önünü açabilir. Bu yeni dönemde daha güçlü bir pozisyon almak için barışa ve demokratik dönüşüme hizmet edecek kapsayıcı ve cesur bir perspektife ihtiyacımız var.

Türkiye’nin yüz yıllık devlet politikasının özü inkar, isyan ve bastırma ekseninde şekillendi. Tüm ülkeye kaybettiren bu yanlış politika, toplumsal barış ve demokratik dönüşüm talebini ertelemekten öteye geçmemiş, aksine büyüterek bugüne taşımıştır. Bugün artık demokratikleşme olmadan kalıcı bir barışın inşa edilemeyeceği açıktır.

Tarihsel fay hatlarını revizyonlarla ayakta tutmaya çalışmak, konjonktürel gerilimleri geçici hamlelerle gidermek mümkün değildir. Türkiye’nin toplumsal, kültürel, etnik ve inanç temelli fay hatları, mevcut gerilim siyasetiyle sürdürülemez hale gelmiştir. Bu politikalarda ısrar sadece bugünü değil, geleceği de ipotek altına alarak tehlikeye atmaktadır.

Türkiye kritik bir kavşaktadır. Önümüzde iki yol var: Biri, sorunları halının altına süpürüp geçici çözümlerle günü kurtarmak ama sorunları daha fazla derinleştirmektir. Diğeri ise sorunlarımızla cesaretle yüzleşip kalıcı bir çözüm üretmektir. İlk yol, yıllardır kanayan yarayı daha da derinleştirir, kaosu büyütür ve sonunda hepimize zarar verir.

Bölgesel kaosun etrafa saçtığı tehlikeler, bu yüz yıllık yarayı daha da enfekte ederek tüm bünyeyi sarsabilir. İkinci yol ise, bu yarayı gerçekten sahici yöntemlerle iyileştirerek hep birlikte güçlenmemizi sağlar. Artık geçici bir pansuman değil, köklü bir tedavi gerekiyor. Çözüm de çok açık: Demokratik toplum ve barış.

Mezarlık etrafında ıslık çalarak korkuyu bastırmak yerine, o korkunun kaynağıyla yüzleşip çözüm üretecek bir akla ihtiyaç var. Sorunları görmezden gelerek değil, cesaretle üzerine giderek çözebiliriz. Artık topu taca atma zamanı değil, köklü ve sahici çözümler üretme zamanı.

Demokratik uzlaşma temel yöntemdir

Küresel ve bölgesel dinamikler, toplumsal ve siyasi destek göz önüne alındığında, barış ve demokratik dönüşüm maksimum potansiyele ulaşmıştır. Bu potansiyeli gerçeğe dönüştürmek maalesef sadece iyi dilek ve temennilerle olmuyor. Barış ve demokratik dönüşüm potansiyeline yönelik en büyük zararı diyalog sürecinin etrafında dolaşmak, seçime endeksli kısa vadeli dar çıkarları esas alan siyasi manevralar verecektir.

Gerçekler, zaman ve mekandan bağımsız olarak hep gerçek olarak kalır. Bugün artık on yılların neden elden kayıp gittiğini çok gerçekçi ve cesur şekilde tartışmalıyız. Toplumsal barışın güçlenmesi, ülkenin çok boyutlu meselelerini sahici bir diyalog zemininde ele almayı zorunlu kılar. 27 Şubat’ta Sayın Öcalan tarafından yapılan Asrın Çağrısı’nda belirtildiği üzere ‘Demokratik uzlaşma temel yöntemdir.’

Demokratik uzlaşma temel alınarak demokratik reformların bir sureti barışa, diğer sureti ise demokratik dönüşüme bakmalıdır. Milyonların buluştuğu Newroz meydanları devlete demokratik uzlaşı yöntemini önermiştir. Demokratik toplum ve barış çağrısına imzasını Sayın Öcalan, mührünü ise Newroz meydanındaki milyonlar vurmuştur.

Barış ve demokratikleşme için güçlü bir toplumsal irade açığa çıktı. Şimdi buna denk bir siyasi iradenin tecelli ve tecessüm etme zamanıdır. Ancak güçlü bir siyasi irade, demokratik meşruluk, toplumsal destek geleceğin istikrarlı inşasını sağlayabilir. Bu inşanın temel ilkeleri demokratik uzlaşı, toplumsal ortaklaşma ve anayasal eşit yurttaşlıktır.

Türkiye halklarının barışa ve demokratik dönüşüme dayanan gerçek potansiyelini açığa çıkarmak için demokratik katılım ve eşit yurttaşlık ilkelerine dayanan bir toplumsal mutabakata ihtiyaç vardır. Yeni, demokratik bir anayasanın önemi burada ortaya çıkmaktadır. Bu mutabakat sadece hukuki normları belirlemekle kalmayacak; aynı zamanda Türkiye toplumunun çoğulcu, özgürlükçü ve adalet temelli ortak yaşam ilkelerini de güvence altına alacaktır.

Küresel düzen ve bölgesel dinamiklerde çatırdamalar yaşanırken Türkiye’de yükselen barış umudu, sadece bir etnik kimlik veya teritoryanın meselesi değildir. Barış ve demokrasinin ayrılamaz birlikteliğiyle, demokratikleşmenin derinleşmesi ülkenin her köşesine ve siyasi, toplumsal, iktisadi alanlara olumlu yansıyacak gelişmelerin temel anahtarıdır.

Bu anahtarla barışın kapısı açıldığında demokratik bir yeniden inşa süreci kaçınılmaz olacaktır. Bu yönüyle demokrasinin ve barışın inşası eşzamanlı ilerleme yöntemini esas alarak yürütülmelidir. Bu kapsamda TBMM sürecin asli rollerinden birini oynayarak ‘Güven ve Demokrasi Paketi’yle Nisan ayına girebilir.

Eşyanın tabiatının gereği olarak güven arttırıcı adımlar atılmalı ve iktidarın meşruiyetini sorgulatacak, demokratik gerilemeyi arttıracak politika ve uygulamalardan uzak durulmalıdır. Bir yandan yerel yönetimlere ve seçilmişlere müdahale ederek demokratik gerilemeye ivme kazandırmak diğer yandan ise barışla ilgili iyi dileklerde bulunmak uzlaşmaz bir ikilem oluşturmaktadır.

Kuşkusuz ki, yerel demokrasi, demokrasinin kök hücresidir. Halkın iradesine en doğrudan şekilde sahip olmasıdır. Bu kapsamda, ifade özgürlüğünün, seçimle gelen iradeye saygının ve çoğulcu katılımın tıkanması, kutuplaşmayı derinleştirdiği gibi barışçıl çözüm önerilerini de zayıflatır. Demokratik, barışçıl ve adil bir geleceğin inşasında kararlı olanlar için önemli olan, kendi politik çıkarlarını öncelemek değil, ortak aklın yaratacağı enerjiyi açığa çıkarmaktır.

Barış ve demokratik çözüm iradesi gösteremeyenler, tarihe de topluma da verecek bir tarihi hesapla karşı karşıya kalacaklardır. Siyasal aktörlerin, geçmişin acı tecrübelerinden ders çıkararak somut ve kalıcı bir çözüm yolunu açmaları zaruridir.

Demokratik dönüşüm ancak kapsayıcı bir politika, kişilerin değil 85 milyonun faydasını esas alan bir etik çerçeve ve herkesin kendini içinde bulabileceği ortak bir gelecek tasavvuru ile mümkün olabilir. Demokratik dönüşümü zemin haline getiren bir barış, herkesin hayrına olacaktır!

Barışa hazırız, demokrasiden korkmayın!

Barışa ve Demokratik Dönüşüme Çağrımız, onurlu barışa hazır olduğumuzun kanıtı, iktidara yönelik ‘demokrasiden korkmayın’ çağrısıdır.

DEM Parti olarak, halkların ortak yaşamı ve demokratik çözüm perspektifimizi en yalın haliyle ifade etmek isteriz. Bizim için barış, tüm vatandaşların eşit haklara sahip olduğu, özgürce yaşayabildiği, farklılıkların zenginlik olarak kabul edildiği Demokratik Türkiye Cumhuriyeti demektir. Demokratik Türkiye Cumhuriyeti, ortak kader ve tarihe sahip olduğumuz Ortadoğu halklarına güçlü bir nefes vermek anlamına gelecektir.

Türkiye’de bireylerin hak ve özgürlükleri, kati güçler ayrımını, inanç özgürlüğü ve eşit yurttaşlığı temel alan özgürlükçü laikliği, farklılıkları tanıyarak üniterliği tesis etmek demokratik siyasi düzenin formülüdür.

Bu düzenin filizlenmesi için herkesin ön yargılarını aşması, sorumluluk alması, demokratik siyasi bir kararlılık göstermesi kritik önemdedir. Hem ülkemizin hem de gelecek nesillerimizin hak ettiği barış, demokrasi ve refah düzeyine ulaşmak mümkündür. Barış, demokrasi ve refahı gerçekleştirmek ise tarihsel sorumluluğumuzdur! Biz barışa hazırız. Kimse demokrasiden, eşitlikten ve özgürlükten korkmamalıdır!”

Paylaşın

Tuncer Bakırhan: Yargı “İktidarın Sopası” Haline Geldi

DEM Parti Eş Genel Başkanı Bakırhan, “Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması hukukun zedelendiğinin hatta ortadan kaldırıldığının çok somut bir örneğidir. 16 milyonluk bir kentin belediye başkanı hukuk sopası ise terbiye edilmek isteniyor” dedi ve ekledi:

Haber Merkezi / “Kürtlerin kazandığı belediyelere kayyım atanıyor. Dışarıdan gelen bir memur belediyeyi gasp ederek, sosyal kültürel kurumların kapılarına kilit vuruyorlar. Bunun dışında Türkiye’de yaygın bir sansür var. Yandaş medyanın önü açılmış, muhalif medyaya dönük bir ciddi bir baskı var. Bugün yüzlerce kişi sanal medya paylaşımları sebebiyle gözaltına alınıyor. Sanal medya hesapları, haber siteleri kapatılıyor. Herkesi hizaya çekmek isteyen bir anlayış var.”

Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan ve beraberindeki heyetin Avrupa temasları sürüyor. Tuncer Bakırhan, 19. Avrupa Birliği, Türkiye, Ortadoğu ve Kürtler başlıklı konferansa katıldı. Belçika’nın başkenti Brüksel’de bulunan Avrupa Parlamentosu’nda ikinci gününde devam eden konferansta konuşan Bakırhan, İmralı’da yaptıkları görüşmenin detaylarını, Barış ve Demokratik Toplum Çağrısını anlattı.

Kürt sorununun çözümsüzlüğünün maliyetinin büyük olduğunu belirten Bakırhan, “Yaşanan bu savaş ile birlikte toplumda çok ciddi bir kutuplaşma yaşandı. Hukuk araçsallaştı ve iktidarın elindeki bir sopa haline geldi. Ekonomi ciddi bir krize girdi. Partimize dönük baskılar arttı. Barış umutları da neredeyse yok edildi. Bu süreçte tüm toplumsal kesimler arasında fay hatları oluştu ve 10 yıllık süreç içinde bu kutuplaşma çok ciddi bir artış gösterdi. Fakat Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat tarihli çağrısı çok önemli. Bu 10 yıl çok önemli tecrübeler yarattı” dedi.

Kürt sorunun küresel bir sorun haline geldiğinin altını çizen Bakırhan, “Kürt meselesi artık bölgesel ve küresel boyuta ulaşmış durumda. Sadece Kürtlerin değil diğer toplumsal yapıların da sorunları görünür hale geldi. Türkiye’nin demokratikleşmesi, ekonomik bağımsızlığı Kürt meselesinin çözümüne bağlı. Bunu bir siyasi tercih olarak değil, varoluşsal bir zorunluluk olarak görüyoruz. Geçmişten çıkarılacak dersler var. Önceki çözüm sürecini enine boyuna tartışıyoruz. Bu konuda eksik kaldığımız konulara ilişkin özeleştiri veren bir partiyiz. Tüm eksiklerine rağmen önceki çözüm süreci toplumsal güvenin, demokrasinin inşa edildiği bir süreç oldu. Ekonomik refah çok ciddi bir artış sağladı. Barış sürecinin ülkenin önünü açtığını görmüş olduk. Kürt sorununun çözümü birçok fırsatı beraberinde getiriyor” dedi.

“Türkiye’de bir de anayasa problemi var”

Kayyım politikaları ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne yapılan operasyona da değinen Bakırhan, şu ifadeleri kullandı: “Fakat bu meselenin önünde iç ve dış dengeler var. Son dönemde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması hukukun zedelendiğinin hatta ortadan kaldırıldığının çok somut bir örneğidir. 16 milyonluk bir kentin belediye başkanı hukuk sopası ise terbiye edilmek isteniyor. Bildiğiniz gibi Kürtlerin kazandığı belediyelere kayyım atanıyor. Dışarıdan gelen bir memur belediyeyi gasp ederek, sosyal kültürel kurumların kapılarına kilit vuruyorlar.

Bunun dışında Türkiye’de yaygın bir sansür var. Yandaş medyanın önü açılmış, muhalif medyaya dönük bir ciddi bir baskı var. Bugün yüzlerce kişi sanal medya paylaşımları sebebiyle gözaltına alınıyor. Sanal medya hesapları, haber siteleri kapatılıyor. Herkesi hizaya çekmek isteyen bir anlayış var. Bunlarla birlikte Türkiye’de bir de anayasa problemi var. Anayasa ortak ve toplumsal değerleri esas almıyor. Merkeziyetçi anayasa gençleri, kadınları, ötekileri kapsayan bir anayasa değil.

Bu sürecin önünde engel olarak duran dış etkenler de var. Öngörülemez bir uluslararası ilişkiler sürecinden geçiyoruz. Anlık değişen kararlar, ilkesiz dış siyaset ülkeye çok ciddi etki ediyor. Bu sorun Avrupa’yı da doğrudan etkiliyor. Türkiye’nin demokratikleşmesi demek aynı zamanda Avrupa’yı da etkileyecektir. Ortadoğu’da Kürtlerin öncülüğünde yürütülen siyaset oldukça demokratik ve takdire şayandır. Yine işçi ve emekçiler, kadınlar, gençler, ötekilerin faydasına bir siyaset yürütüyoruz. Demokrasi ve insan hakları alanındaki duruşumuz Avrupa için de büyük bir fırsat sunuyor. Suriye’ye bakıldığında bu daha rahat görülüyor.

Orada Ezidilerin, Türkmenlerin, Kürtlerin, Arapların, kadınların, gençlerin bir arada yaşadığı bir sistem kuruldu. Demokratik bir anlayış, demokratik bir yönetim uygulanıyor. AB-Türkiye ilişkileri de çalkantılı bir süreçten geçiyor. Bölgede istikrarlı bir Türkiye, Avrupa için de önemli ve faydalı olacaktır. Türkiye’nin iç barışı doğrudan Suriye’deki gelişmeleri, Irak’taki gelişmeleri etkileyecektir. Bu da doğrudan Avrupa’ya doğru göçü azaltacaktır. Barış ve demokrasi tarihi bir kazanım olacaktır, bunun için çalışıyoruz.”

Paylaşın

DEM Parti’den İktidara: Demokrasi Olmadan Ekonomi Olur Mu?

Meclis’te düzenlediği basın toplantısında konuşan DEM Parti Grup Başkanvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit, “Demokrasi olmadan ekonomi olur mu? Barış olmadan ekonomi olur mu? Bunları ekonomi yönetimi bilmiyor mu? Hükümet bilmiyor mu? Mehmet Şimşek bilmiyor mu?” diye sordu.

Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Grup Başkanvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit, Meclis’te güncel gelişmelere ilişkin düzenlediği basın toplantısında konuştu. Koçyiğit’in konuşması şöyle:

“Meclis’te biliyorsunuz yine bir yasayı görüşüyoruz. Bu yasanın en can alıcı maddelerinden biri de emekli ikramiyelerinin 3 bin TL’den 4 bin TL’ye çıkarılması oldu. Yani koca AKP iktidarı 22 yıllık iktidarının sonunda, günlerce yaptığı toplantıların ardından kocaman bir rakamı, tam tamına bin TL’yi emeklilere reva gördü. Gece sabahlara kadar Meclis’i çalıştırarak bu “büyük” miktarı emeklilere ulaştırmanın yolunu ve yöntemini aradı.

Biz telaffuz ederken utanıyoruz, söz kurarken utanıyoruz; emekli o parayı çekerken utanıyor, yoksul pazara giderken utanıyor. Ama ne yazık ki iktidar, yarattığı bütün bu yoksulluğun ve yıkımın karşısında utanmak bir yana, pişkin pişkin yoksulun ve emeklinin yüzüne bakarak bin TL’yi büyük bir rakammış gibi anlatmaya devam ediyor.

Neredeyse milyonlarca insan açlık sınırının altında yaşamaya mecbur ve mahkum edilmiş durumda. Milyonlarca insan, asgari ücretin neredeyse yarısıyla yaşamak durumunda kalıyor. 4 milyon emekli, yaşamını çok cüzi miktarlarla idame etmeye çalışıyor. Dünya kadar uluslararası rapor, endeks var. Hepsinde Türkiye ne yazık ki en sonda. Ekonomi, toplum ve yoksullar açısından alarm veriyor. Buna rağmen, iktidar ve sermayesi ellerini ovuştura ovuştura yoksulun, emeklinin, asgari ücretlinin sırtına binmeye devam ediyor. Sadece 2 ay içinde enflasyon oranı yüzde 7,3 oranında arttı. Yani 14 bin 469 TL olan emekli maaşının yüzde 56’sı aslında 2 aylık enflasyon oranıyla zaten eridi gitti. Zaten verilen emekli maaşı da hedef enflasyon üzerinden verilmişti.

Bu da çok düşük tutulmuştu. Yüzde 15,75 üzerinden emeklilere zam yaptılar, sonra hedef enflasyonu revize ettiler ama emekli maaşlarını ve asgari ücreti revize etmek gibi bir gündemi hiç düşünmediler. Halihazırda, hedef enflasyon üzerinden büyük kayıplarla işçiler ve asgari ücretliler çalışıyor, emekliler de yaşamaya çalışıyor. Bugün milyonlarca insan, maaşları 5 kat artırılırsa ancak ve ancak yoksulluk sınırına yaklaşabilir. Neden? Çünkü bu ülkede yoksulluk sınırı 78 bin 230 TL’ye, açlık sınırı 25 bin 720 TL’ye yaklaştı. Emekli ne alıyor? Sadece 14 bin 469 TL.

Peki, bunlarla yaşamak mümkün mü? Bugün de 1000 TL verecekler. Bu gece muhtemelen sabaha karşı yasalaşacak emekli ikramiyelerindeki artış. 1000 TL ile bu ülkede iki kişi yemek yiyemiyor. 1000 TL ile pazara giden dar gelirli, pazar filesinin içine 3 parça şey koyamıyor. 1000 TL ile bir bayram alışverişi, bir tatlı alışverişi, bir şeker alışverişi yapılamıyor. Yoksul insanlar, 1000 TL’nin artık hiçbir dertlerine derman olmayacak bir miktar olduğunu çok iyi biliyor. Ama iktidar bunu pazarlamaya, anlatıp abartmaya devam ediyor.

Sadece ekonomi meselesi bununla da ilgili değil. Ülkenin içinde bulunduğu bütün antidemokratik uygulamaların, İstanbul Belediyesine yapılan operasyonun ekonomik maliyetlerine bakalım. Tüm bunları üst üste koyduğumuzda, nasıl bir girdap içerisinde olduğumuz göreceğiz. Bakın, 3 gün içinde sadece Merkez Bankasının 25 milyar dolar rezervi erimiş. Bu 25 milyar doları nasıl Merkez Bankasına koymuşlardı? Kemer sıkma politikalarıyla. İşçiye, yoksula ve emekliye vermediler ve rezervleri oradan doldurmaya çalıştılar.

Antidemokratik ve hukuksuz bir darbenin sonucunda da bu ülkenin Merkez Bankasının rezervleri dövizi bir yerde tutmak için 3 günde 25 milyar dolar eridi. Neden? Çünkü piyasaya sürekli döviz sattılar. Borsayı kesmek zorunda kaldılar. Çünkü 2 trilyon TL’lik bir borsa kaybı oldu. Uluslararası bazı yatırım kuruluşları bütün haklarından feragat ederek Türkiye piyasasından çekildiler. Bu da yetmedi; bu riskler artınca, borsa çökünce ve dolar rezervleri eriyince Sermaye Piyasası Kurulu önlem için toplantı aldı. Bankalarla toplantı aldılar, bu krizi nasıl engelleriz diye. K

rizi engellemenin yolu açık: Antidemokratik olmayın, hukuksuzluk yapmayın, darbe yapmayın, seçilmiş iradeye el koymayın, belediye başkanlarını tutuklamayın, darbe üzerine darbe yapmayın. Cumhuriyet Başsavcılarını operasyon odağı olarak bindirilmiş kıtalar gibi kullanmayın. Böylece döviz rezerviniz de artar, ekonomik kırılganlığınız da gider, refah da artar. Bir ülkede demokrasi olmadan ekonomi olur mu? Bir ülkede barış olmadan ekonomi olur mu? Bir ülkenin en temel gerekçesi iç huzur ve barış değil midir? Demokratik normların yükseltilmesi değil midir? Adaletin tesis edilmesi değil midir? Bütün bunları ekonomi yönetimi bilmiyor mu, hükümet bilmiyor mu, Mehmet Şimşek bilmiyor mu?

“Ekonomi Bakanı orada boşuna oturuyor”

Şimdi uluslararası finans kuruluşlarıyla online toplantı yapıyor Sayın Şimşek, toparlamaya çalışıyor. ‘İstanbul’un hali nedir? sorularına, yanıt yok diyor.’ Nasıl yanıt yok? Darbeci bir iktidarın ekonomi bakanısınız. Yanıt açık: Halka, hukuka, sandığa darbe yapıyorsunuz. Seçilmiş iradeyi gasp ediyorsunuz. Sandığı tanımıyorsunuz. Seçimsiz bir yönetim ve rejim ilan etmeye, sistemi buraya itmeye çalışıyorsunuz.

AKP şunu söylüyor: ‘Ben sandıktan çıkarsam sandık meşrudur, haktır. O zaman halkın iradesi tecelli etmiştir. Ama sandıktan eğer muhalefet, başka bir parti çıkarsa o sandık gayrimeşrudur. Ben ona öyle ya da böyle el koyarım. Gerekirse iftira atarım, yolsuzluk derim. Gerekirse terör ile iltisak gibi uydurma bir şey yaparım ve kayyım atarım. Kent uzlaşısını kriminalize ederim. HDK’ye, oradan KCK’ye bağlarım. Kopyala-yapıştır dosyalar yaparım. CHP’ye de DEM Parti’ye de kayyım atarım’.

Bütün bunlara Ekonomi Bakanının bir sözü yoksa biz ona söyleyelim: Orada boşuna oturuyorsun. Geldiğinden beri ne enflasyon düştü ne de ekonomik göstergeler düzeldi. Halk açlık ve yoksullukla sınanıyor. Milyonlar açlık ve yoksullukla mücadele etmeye çalışıyor. Uluslararası ekonomi kuruluşlarının peşinde gezerek bu ülkenin ekonomisinin düzeltilemeyeceğini görmek için kahin olmaya da ekonomist olmaya da yüksek tahsile de gerek yok. Gidin sokaktaki Mehmet amcaya sorun, ekonominin nasıl düzeleceğinin reçetesini söylesin. Ama bunları yapmıyorlar. Bütün bunlar umurlarında değil.

Bakın, İstanbul’daki darbeden sonra sokağa çıkan üniversitelilere, gençlere, milyonlara karşı uygulanan polis şiddetinden bunu görüyoruz. Dünden beri bunu Meclis’te ‘vandallık’ olarak tarif ediyor AKP iktidarı. Toplumun hukuka sahip çıkması, adalet talep etmesi, demokrasiye sahip çıkması, seçilmiş iradesinin arkasında durması hangi demokraside ve devlette vandallık olarak yaftalanabilir ki? Nasıl bir vandallık olabilir? Bir vandallık varsa, polisin orantısız bir şekilde halka yönelik şiddetidir.

Sokakta yürüyen kadını durdurup coplayan polis ne yapıyor? Sırtına basıp gözaltına alan polisin pozisyonu nedir? Yakın mesafede insanların gözünün içine gaz ve su sıkmak, insanları yaralamak, kolunu bacağını kırmak nedir? Orantılı mıdır bütün bunlar? Bunlar hukuk devleti ve demokrasiyle bağdaşan şeyler midir? Sokağa çıkmak, protesto etmek evrensel bir haktır. Bugün milyonlar bu evrensel hakkını, Anayasa’dan kaynaklanan hakkını kullanıyor. Demokrasi olsun diye kullanıyor. Bu ülke daha fazla karanlığa sürüklenmesin diye toplum iradesini ortaya koyuyor.

Sandığa attığı oyun gereğini yapıyor. ‘Oy attım sahip çıkıyorum’ diyor. İktidar, bu tabloyu okumak ve sokaktaki milyonların sesine kulak vermek ve antidemokratik uygulamalardan geri adım atmak yerine, bugün sokağı bilerek isteyerek terörize ediyor; sokağa çıkan insanları hedef haline getiriyor. Bunu asla kabul etmiyoruz. Haber takibi yapan, hakikati ve gerçeği halka ulaştırmaya çalışan 16 gazeteci tutuklandı. Gazetecilik suç olabilir mi? Mesleki faaliyetlerini yaptıkları için insanlar nasıl gözaltına alınıp tutuklanır? Bu hangi demokrasi kriteridir? Bu nasıl bir ülkedir? Artık isyan ediyoruz bunlara! Bunları anlatmak zorundayız ama artık söz gerçekten bitti.

Bu darbe sürecinin Türkiye’ye etkilerini daha konuşacağız. Türkiye iki açıdan yol ayrımındadır. Birincisi 27 Şubat’ta yapılan çağrı nedeniyle yol ayrımındadır. 27 Şubat’taki Sayın Öcalan’ın tarihi çağrısı Türkiye’ye şu soruyu soruyor: “Sen Kürt sorununun demokratik çözümünden yana mısın, demokrasiden ve birlikte yaşamdan yana mısın? Yoksa mevcut düzenin devamından mı yanasın? Çözümsüzlükte ısrar ederek iktidarda kalmaya mı çalışacaksın?” Bu soruları bugün AKP iktidarına soruyor. Diğeri İstanbul’daki darbenin kendisidir ve Türkiye’yi bir yol ayrımına getirmiştir. 16 milyonluk bir mega kentin, bir metropolün, dünya başkentlerinden birinin büyükşehir belediye başkanını tutuklamak, onun ilçe belediye başkanlarını tutuklamak bir yol ayrımıdır.

Türkiye karar vermek zorunda, iktidar karar vermek zorunda. Ya antidemokratik uygulamalarla yol almaya devam edecekler ya da gerçekten rotalarını demokrasiye dönecekler ve bu ülkeyi hep beraber düze çıkaracağız. Ama gördüğümüz, anladığımız, okuduğumuz şey iktidarın hukuksuzlukla ayakta kalmaya çalıştığıdır. Zorla ayakta kalmaya çalışıyor. Kendisine rakip olabilecek insanları, antidemokratik yargıyı araçsallaştırarak bertaraf etmeye çalışıyor. Her bir siyasetçi özneyi cezaevine koyup sesini kısarak kendisi için dikensiz gül bahçesi yaratmaya çalışıyor. Bunları kabul etmiyoruz. Bunlara karşı hep mücadele ettik, bundan sonra da edeceğiz.

“Kürt sorunu çözülmeden Türkiye demokratikleşemez”

Bu anlamıyla, çatısı altında bulunduğumuz Meclis’in özel rolüne ve önemine de dikkat çekmek istiyorum. Bugün toplumda büyük bir feryat varken, toplumda büyük bir itiraz hareketi yükselmişken, Newroz alanlarında milyonlar 27 Şubat’taki çağrının etrafında kenetlenmişken, barış ve çözüm talebini birinci elden milyonlar sahiplenmiş ve bu çağrının arkasında durmuşken; Saraçhane’den Amed Newrozuna, İstanbul Newrozundan bugün İzmir’de ve Ankara’da sokağa çıkan her bir yurttaşa kadar bu ülkenin demokratik geleceği için söz söyleyen ve alana çıkan insanların sesine Meclis gerçekten kulak kabartacak mı, yoksa antidemokratik ve toplum karşıtı yasaları çıkarmaya devam mı edecek? Bu soruları hep beraber soruyoruz.

Şunu açık ve net söyleyelim: Biz demokrasi meselesini bir bütün olarak görüyoruz. Sadece Kürt’e demokrasi gibi bir algımız yoktur. Türkiye demokratikleşmeden Kürt sorunu çözülemez, Kürt sorunu çözülmeden Türkiye demokratikleşemez. Bunlar iç içe, birbirine bağlıdır. Kürt sorunu kendinden menkul, Türkiye’nin demokrasi sorunundan ayrı bir sorun değildir. Zaten bu ülke demokratik olmadığı için, özgürlükçü olmadığı için Kürt sorunu diye bir sorunumuz var. Bugün adım atılacaksa, bütün ülkenin demokratikleşmesi için adım atılmak zorundadır. Bu, Kürt’ü de Türk’ü de kapsayacaktır. Ülkede yaşayan 86 milyon insanı kapsayacak bir demokrasi hamlesi olmalı, olmak zorundadır.

Buradan, Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş’a da seslenmek istiyoruz. 27 Şubat’ta Sayın Öcalan’ın yaptığı çağrının ardından Meclis Başkanımız, “TBMM, Türkiye’nin bütün sorunlarının çözüm yeridir. Dolayısıyla mesele TBMM’deki siyasi partilerin ortak tavrıyla çözümlenecektir. Gerektiği zaman biz de devreye girerek bu konuyla ilgili meselenin şeffaf, açık, samimi bir şekilde yürütülmesini sağlayacağız” demişti. Soruyoruz: Meclis ne zaman bu sorumluluğu yerine getirecek? Meclis ne zaman toplumsal barış için gerçekten söz söyleyecek, demokrasi taleplerini duyacak ve bu taleplerin gereği olarak hızlı bir şekilde adım atacak? Bu tarihsel sorumluluktan ülkenin seçilmişleri ne zamana kadar kaçacak? Kafalarını kuma gömerek ne kadar yol alabilirler, bu ülkeye ne kadar yol aldırabilirler?

Ülkenin ve halkın gerçek gündemi demokratik alanın genişletilmesi, ekonomik refahın yükseltilmesi, barışın toplumsallaşmasıdır. Bütün bunlar için emek sarf eden bir Meclis pratiğini bütün Türkiye halkları görmek istiyor. Ancak 1 Ekim’den beri içinde bulunduğumuz süreçte iktidarın sürekli parmak salladığını görüyoruz. Herkese parmak sallayan, sürekli aba altından sopa gösteren, kayyım ve tutuklamalarla demokrasi alanını daraltan, antidemokratik uygulamaları son hız devam ettiren bir iktidar pratiğiyle karşı karşıyayız.

Meclis’te ne konuşuyoruz sürekli? İktidarın zorbalıklarını ve antidemokratik uygulamalarını. Biz tecrit kaldırılsın, umut hakkı tanınsın, hasta tutsaklar öncelikli olmak üzere infazda eşitlik sağlansın, TMK ve TCK’daki ayrımcı yasal maddeler hızla ayıklansın, AİHM ve AYM kararları doğrultusunda bu ülkedeki yasal mevzuat hızlı bir şekilde taransın dediğimizde karşımıza tek bir madde ve tek bir sözle çıkıyorlar: Silahlar bırakılsın.

İyi, tamam bırakılsın. Silah bırakılmasın diyen var mı? Sayın Öcalan büyük bir sorumlulukla, 40 yılı aşkın bir süredir içinde bulunduğumuz bu şiddet zeminini sonlandıracak çağrıyı 27 Şubat’ta yapmadı mı? Kendi örgütüne 27 Şubat’ta silah bırakma çağrısı yapmadı mı? Yaptı. Örgüt buna olumlu karşılık verdi mi? Evet. Hatta bir adım attılar ve ateşkes ilan ettiler. Peki, Meclis bugün gerçekten örgütün silah bırakması için gerekli yasal mevzuatı ve sürecin selameti için gerekli olan çerçeve yasayı konuşuyor mu? Hayır. Bu insanlar nereye silah bırakacak? Örgüt nereye ve nasıl silah bırakacak? Bunun yasal güvenceleri nedir? Böyle bir tartışma yürütüyor mu? Hayır.

Bu soruların yanıtlarını alamıyoruz. Bu sürecin selameti açısından, bu sürecin ilerletilmesi açısından Sayın Öcalan’ın koşullarının düzeltilmesine ilişkin bir adım var mı? Onun da olmadığını görüyoruz. Özgür çalışma koşullarının, süreci yürütmek için örgütüyle ilişki kurup kongre yaptırabilecek koşulların sağlanmasına yönelik bir yaklaşım var mı? Hayır. Sayın Numan Kurtulmuş’a atıfla yeniden söyleyelim. ‘Hiç kimsenin süreci zehirlememesi gerektiği kanaatindeyiz. Süreci bir siyasi pazar haline getirmeden tamamlayacağız’ demişti.

Bu çok önemli. Peki, o halde soralım: Bu kadar önemli ve tarihi bir açıklama varken, bu süreci İstanbul’da kayyım ve tutuklama pratiğiyle, sokaktaki insanlara gazla ve jopla saldırma pratiğiyle kim zehirliyor. Süreç karşıtı bir iklimin oluşması, sürecin zehirlenmesi için kim çalışıyor, kim söz söylüyor, kim harekete geçmiş durumda? Bu soruları biz Sayın Kurtulmuş’a ve bütün iktidar yetkililerine sormak istiyoruz.

Bu ülkede fiili olarak Anayasa askıdadır. Anayasa fiili olarak askıda olduğu için de bugün Kürt sorununu hukuki ve siyasi zeminde konuşamıyoruz. O nedenle bir an önce hukuki ve siyasi zeminin açılması gerekiyor. Bir an önce yasal çerçevesinin ve güvencesinin Meclis tarafından oluşturulması gerekiyor. Bir an önce Meclis’in Kürt sorununun demokratik çözümü için inisiyatif alması, Meclis Başkanının rolünü oynaması gerekiyor. Bütün bunlar için de Meclis’in yeniden kurucu bir anlayışla, 21’inci yüzyılın kurucu meclisi rolüyle harekete geçmesi gerekiyor.

İstanbul Barosunun görevden alınması, İmamoğlu’nun tutuklanması, Eğitim Sen’e soruşturma açılması meselesinde Saray’ın savcısının önemli bir rolü var. Bir zamanların Zekeriya Öz’ünün taklidini yapmaktadır savcı. Onun rolünü üstlenmiştir. Bütün bunların Türkiye’de barış sürecini zehirlediğinin, barış sürecine zarar verdiğinin, barışa sabotaj olduğunun altını çizmek istiyoruz. Bugün İstanbul Adliyesinden Türkiye’nin geleceği belirlenmeye çalışılıyor, İstanbul Adliyesinde Türkiye demokrasisine pusu kuruluyor.

İstanbul Adliyesinden bütün ülkeye yayılacak bir antidemokratik rejim kalıcılaştırılmak isteniyor. Bu ülkenin geleceğini belirleyen Meclis olmalı ama ne yazık ki Saray’dan talimatla bir başsavcı her şeyi belirlemeye ve yönetmeye çalışıyor. Ülkenin demokrasisine ve barışına dinamit koyuyor. Bunu tarihe not düşelim. 19 Mart’tan başlayan bu sürecin gelişmesi ve derinleşmesi Türkiye’ye ve demokrasisine kaybettirir.

Bu sürecin karşısında da demokrasiden, eşitlikten ve özgürlükten yana tutumumuzu sürdürüyoruz. Sokağa çıkan milyonların haykırdığı demokrasi talebinin yanındayız. Hiç kimsenin ama hiç kimsenin umutsuzluğa kapılmaması gerekiyor. Türkiye’nin dört bir yanında üniversiteler demokrasi için alanlara çıkmışsa umudumuz büyüktür. Demokratik bir Türkiye’yi ve cumhuriyeti elbette inşa edeceğiz. Bütün bu süreci zehirleyen antidemokratik uygulamalara rağmen biz barış ve çözüm ısrarımızı sürdürmeye devam edeceğiz.”

Paylaşın