Dünyanın En Romantik Ve Sıra Dışı Adaları!

Dünya, hala el değmemiş ve keşfedilmemiş sayısız güzel ve romantik destinasyonla dolu. Sıra dışı ve romantik noktalar arayanlar için, kelimelerin ötesinde güzel olan inanılmaz adalar var.

Haber Merkezi / Bu adalar, güzelliğin gerçek tanımıdır ve romantik olmayan insanları bile romantik haline getirme güzelliğine sahiptir!

Yasawas (Fiji)

Yasawas, kristal mavi lagünler ve volkanik manzaralarla tanınan 20 antik adadan oluşmaktadır. Ada kesinlikle romantik ve eterik kumsallarıyla dikkat çekiyor! Çiftler burada yüzmenin ve dalışın keyfini çıkarabilir.

Tahiti (Fransız Polinezyası)

Fransız Polinezyası’ndaki en büyük ada olan Tahiti, tam bir doğa hazinesidir; mavi lagünler, volkanik zirveler ve yumuşak plajlar. Doğal güzelliği göz önüne alındığında, harika bir balayı destinasyonu.

Saint Lucia (Karayipler)

Saint Lucia, gemi yolculuğu ile ulaşılabilen pastoral bir sahil destinasyonudur. Tropikal yağmur ormanları ve volkanik dağların hoş bir karışımı olan bu yer, romantik bir kaçamak için mükemmeldir. Adanın biyolojik çeşitliliği oldukça şaşırtıcı. Ziyaret edilmesi gereken yerler arasında kükürt kaynakları, botanik bahçeleri ve milli park yer almaktadır.

Mnemba Adası (Tanzanya)

Tanzanya’daki Zanzibar Takımadaları’nda bulunan Mnemba Adası, Deniz Koruma alanıdır. Bu küçük ada, tüplü dalış noktasıdır. Ayrıca yeşil deniz kaplumbağalarına ve yunuslara ev sahipliği yapar. Unutulmaz bir balayı veya romantik bir mola için mükemmel bir yer.

Koh Lipe (Tayland)

Tayland’da gizli bir mücevher olan Koh Lipe, egzotik bir destinasyondur. Ada, muhteşem deniz yaşamı, mercanları ve turkuaz rengi suyuyla dikkat çekiyor. Tayland’ın Maldivleri olarak kabul edilen ada, Tayland’daki en küçük adasıdır. Üç ana plaj vardır ve hepsi gün doğumu ve gün batımı manzaraları ile dikkat çekmektedir.

Kauai (Havai)

Kauai, Hawaii’nin en güzel ve az keşfedilmiş adalarından biridir. Ada, çarpıcı şelalelere, dağlara ve lüks tatil yerlerine ev sahipliği yapar. İnanılmaz plajlardan bahsetmiyorum bile. Ada, yeni evliler veya romantik adalar arayan çiftler için mükemmel bir mekandır.

Harbour Adası (Bahamalar)

Dünyanın en romantik adaları arasında sayılan Harbour Adası, balayı çiftleri ve yalnızlık arayanlar için ideal bir seçim. Ada, muhteşem görünen inanılmaz pembe kumlu plajlarla dolu.

Anguilla

Karayip Denizi’ndeki muhteşem bir ada olan Anguilla’nın çekiciliği, tamamen beyaz kumlar ve turkuaz rengi sularla ilgilidir. Burası, huzur arayan aşıklar ve doğanın ortasında biraz yalnız zaman arayanlar için bir cennetten daha az değildir.

Paylaşın

Antarktika’da Deniz Buzu Oranı Yüzde 26 Azaldı

Antarktika, mart ayında alışılmadık bir sıcak hava dalgasına maruz kaldı. Son Copernicus İklim Değişikliği Servisi verileri, Antarktika deniz buzu miktarının geçen ay ortalamanın yüzde 26 altında olduğunu gösteriyor. Bu, ölçülen en düşük 2. seviye.

Euronews’tan Gizem Sade’nin haberine göre, Mart ayında Antarktika kıtasını daha sıcak bir hava kütlesi etkisi altına aldı ve Concordia araştırma istasyonunda ölçülen sıcaklıkları, alışıldık -55 dereceden, yeni bir rekor olan -11,5 derece seviyelerine çıkardı.

Fransa’nın Grenoble Alpes Üniversitesi’nden iklimbilimci Jonathan Wille, kıtada yaşanan iklim olaylarını şöyle açıklıyor: “Antarktika iklimine dair bilgimiz dahilinde, evet, bu tamamen emsali olmayan bir durum. Antarktika’ya ilişkin kayıtlarımız tabii ki dünyanın geri kalanı kadar eski değil ancak bu, Haziran 2021’de Kuzeybatı Pasifik’te gördüğümüz sıcak hava dalgasına benzer bir olay. İklim sistemine dair bildiklerimizi yeniden düşündüren türde bir gelişme.”

Corcordia İstasyonu’nda mart ayında neler yaşandı?

Concordia araştırma istisyonu yüksekte ve kuru bir havaya sahip. Kıyıdan bin kilometre uzakta ve rakımı üç bin metreden fazla. Burası normalde derinden donmuş bir çöl. Ancak mart ayı ortalarında, bölgede sıcaklıklar eksi 11,5 dereceye kadar yükseldi.

Fransız Kutup Enstitüsü’nden (Institut Polaire Français) buzbilimci Julien Witwicky konuya ilişkin, “Kar, 10 cm birikti. Genelde bir yılda yağan kardan daha fazla. Birkaç gün boyunca, sert bir karın üzerinde yürümek yerine, yumuşak bir kara bata çıka yürüdük. Antarktika’dan çok Fransız Alplerine benzer bir tabloydu.” değerlendirmesinde bulundu.

Concordia’daki alışılmadık kar yağışı daha geniş bir eğilimin bir parçası olabilir. Yine yüksekte ve iç kesimlerde bulunan Alman Kohnen istasyonu, kar yağışının son yirmi yılda yüzde 20 oranında arttığını bildirdi.

Geçtiğimiz yıl Almanya’ın denizel Neumayer istasyonu ortalamadan yüzde 50 daha fazla kar ölçtü.

Alfred Wegener Enstitüsü’nden Profesör Olaf Eisen bu durumu şöyle açıklıyor: “Bu küresel ısınmanın bir parçası olarak tahmin edilen bir şey. Atmosfer ısındığında dafa fazla nem tutabilir ve daha fazla nem daha fazla kar yağışı anlamına gelir.”

‘Antarktika buz kaybetmeye devam edecek’

Kimileri şu soruyu soruyor: Fazladan kar yağışı, okyanuslarda yok olan buzulların, küçük bir kısmını dahi olsa telafi edebilir mi?

Geçtiğimiz ay, Roma şehri kadar bir alan kaplayan Conger buz sahanlığı, yıllar süren dengesizliğin ardından çöktü.

Daha sıcak okyanuslar ve daha sıcak havanın, buz sahanlıklarını inceltterek onları daha da dengesiz hala getirmesinden yola çıkarak, genel kanı, Antarktika’nın buz kütlesi kaybetmeye devam edeceği yönünde.

International Polar Foundation Başkanı Alain Hubert, “Sahada çalışan ve burayı 15 seneden fazla süredir izleyen biri olarak şunu söyleyebilirim ki, kıta buzulundan oluşan ve okyanus seviyesine doğrudan etkisi olan tüm bu buz sahanlıkları, artarak devam edecek. Kesin diyorum çünkü su ısınıyor ve önümüzdeki 10 yılda bu değişmeyecek.” şeklinde konuşuyor.

Copernicus İklim Değişikliği Servisi verilerine göre, dünya genelinde 2022 yılı Mart ayı, 1991-2020 Mart ayı ortalamasından 0,39 derece daha sıcaktı. Bu da geçtiğimiz ayın ölçülen en sıcak 5. Mart ayı olduğu anlamına geliyor.

Avrupa’da 2022 yılı Mart ayı sıcaklık ortalaması ise 1991-2020 ortalamasından 0,43 derece daha düşük. Copernicus 2022 Mart’ının son 10 yılın 3. en soğuk mart ayı olduğunu belirtiyor.

Paylaşın

Türkiye’nin Yeni Çevre Sorunu: Geri Dönüşüm

“Türkiye Avrupa’nın plastik çöplüğü değil” eleştirisi, Türkiye’de son zamanlarda sık sık duyuluyor. Nedeni ise Türkiye’ye Avrupa’dan her yıl binlerce ton plastik atık ithal edilmesi.

Avrupa İstatistik Kurumu (Eurostat) verilerine göre Türkiye 2019’da 580 bin ton, 2020’de 660 bin ton, 2021’de 580 bin ton Avrupa’dan atık ithal etti. Bu rakamlar Avrupa’nın atık ihracatının yaklaşık yüzde 30’larına denk geliyor.

Türkiye, atık ithalatında üç yıldır üst üste birinci sırada yer alırken geri dönüşüm konusunda ise Avrupa’da son sıralarda. Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) rakamlarına göre Türkiye’nin geri dönüşüm oranı sadece yüzde 12.

Peki Türkiye geri dönüşümde geride olmasına rağmen neden bu kadar çok atık ithal ediyor?

Türkiye neden plastik atık ithal etmeye başladı?

Plastik atık ithalatı, Türkiye’nin gündemine Çin’in 2017’de ithalat yasağı kararı almasının ardından girdi. Bu tarihe kadar tüm dünyadaki plastik atıkların yüzde 80’ini ithal eden Çin, ithalatını önemli ölçüde kısıtlama kararı aldı. Çin hükümetinin bu kararı almasının başlıca nedeni, atık plastikten elde edilen geri dönüşüm malzemesinin kalitesiz olmasıydı.

“Kalitesiz ürün” imajından kurtulmak isteyen Çin, atıkların kontrolünü tam olarak sağlayamıyor, ayrıca merdivenaltı üretimlerle çevre kirliliği oluşuyordu. Nihayetinde getirilen yasaklar 2018’de uygulamaya konuldu.

Atıklar daha sonra Hindistan ve Endonezya gibi diğer Asya ülkelerine kaydı. Ancak bu ülkeler de bir süre sonra plastik atık ithalatına yasaklar koydu. Sonrasında ise atıklar büyük oranda Türkiye ve Vietnam gibi ülkelere gönderilmeye başlandı.

Ucuz hammadde temin edilmesi

Türkiye’de de atık ithalatıyla birlikte plastikten ucuz hammadde temini için geri dönüşüm konusunda bir sektör oluşmaya başladı.

Sayıştay’ın Ocak 2022 tarihli Plastik Atık Yönetimi raporuna göre Türkiye’nin son yıllardaki plastik atık ithalatındaki artış trendi de lisanslı atık işleme tesislerinin sayısındaki artış ve ucuz hammadde temin etme imkânının ortaya çıkmasından kaynaklanıyor.

Türkiye, plastik hammaddesinde dışa bağımlı. Çukurova Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Sedat Gündoğdu’nun verdiği bilgilere göre, Türkiye her yıl 8 milyon ton plastik hammaddesi ithal ediyor. Bu oranın yüzde 9’u ise artık ithal edilen atıklarla karşılanıyor.

Çöpler Türkiye’de kaynağından ayrıştırılmıyor

Çevre ve Orman Bakanlığı’nın çevreden sorumlu eski müsteşarı ve Çevre Mühendisi Prof. Dr. Mustafa Öztürk, görevde olduğu 2004-2007 yılları arasında yaptıkları araştırmaya göre Türkiye’deki tüm çöplerin toplamının 34 milyon ton civarında olduğuna dikkat çekiyor.

Bunların yaklaşık 4,5- 5 milyon tonunu da plastik oluşturuyor. Ancak bu çöplerin kaynağından ayrıştırılmaması sebebiyle geri dönüştürmenin zor olduğuna dikkat çeken Prof. Öztürk, Türkiye’deki geri dönüşüm sektörünün neden ithal plastik atığa yöneldiğini şöyle özetliyor:

“Kağıt, cam, plastik, organik atıklar birlikte atılıyor. Sonradan ayrıştırılan plastiğin içinde de yüzde 30’lara varan fireler veriliyor. Yani sadece geri dönüşebilir plastik olmuyor bu atıkların içinde. Geri dönüşemeyen ambalaj atıkları gibi plastikler de oluyor. Bunları tek tek insan gücüyle ayrıştırmak gerekiyor. Bu da çok maliyetli. O yüzden kaynağından ayrışarak Türkiye’ye ithal edilen plastikler daha değerli geri dönüşümcüler için.”

Çok sayıda Avrupa ülkesinde çöpler çoğunlukla kaynağından ayrıştırılıyor. Atıklar çöp kutusuna giderken plastik, cam ve kağıt olarak ayrılıyor. Türkiye’de ise kaynağından ayrıştırma işi belediyelere bırakılmış durumda. Belediyeler de çöp ayrıştırma işlemine yeterli kaynak ayırmıyor.

Doç. Dr. Gündoğdu’ya göre, belediyelerin kaynağından ayrıştırmaya ayırdığı bütçe sadece yüzde 2. Gündoğdu bunun nedenini şöyle yanıtlıyor: “Çöp altyapısına yatırım yapmak görünür değil. Bunun yerine asfalta yatırım yapmak daha görünür. Bu konuda sorun ulusal bir sistemin olmaması. Belediyeler bağımsız hareket ediyor. Kimi yapıyor, kimi yapmıyor.”

Bu yüzden Türkiye’ye Avrupa ülkelerinden gelen gelen atıklar hammaddeye dönüştürmesi daha kolay olduğu için “değerli” bulunuyor.

Greenpeace’in açıkladığı verilere göre Türkiye, 2019 ve 2020 yıllarında sırasıyla en fazla İngiltere’den (yaklaşık 360 bin ton), ikinci sıra Belçika’dan (yaklaşık 220 bin ton), üçüncü sırada Almanya’dan (yaklaşık 200 bin ton), dördüncü sırada İtalya’dan (yaklaşık 100 bin ton), beşinci sırada ise Hollanda’dan (yaklaşık 80 bin ton) plastik atık ithal etti.

İthal atıkların tamamı dönüştürülüyor mu?

Doç. Dr Gündoğdu’nun verdiği bilgilere göre, Türkiye’de şu anda yaklaşık 5 bin geri dönüşüm tesisi bulunuyor. Bu tesisler ithal edilen atıklardan dolaylı ve dolaysız kâr elde ediyor. Öncelikle geri dönüşüm şirketlerine devlet önemli miktarda teşvik ödüyor. Ticaret Bakanlığı’nın verilerine göre, sadece 2021 yılında geri dönüşüm işi yapan şirketlere toplamda 69 milyon TL teşvik verildi.

Geri dönüştürülen plastiğin ihraç edilmesi durumunda da KDV iadesi yapılıyor. Bankalar da geri dönüşüm şirketlerine düşük faizli kredi imkanları sunuyor. Ancak Türkiye’ye gelen atıkların tamamı geri dönüşemiyor.

Normalde yasa gereği bu atıkların yüzde 99’unun geri dönüşmesi gerekiyor. Geri dönüşüm konusunda çalışmalar yapan akademisyen Doç. Dr. Gündoğdu’ya göre, gerçekler yasalarla pek örtüşmüyor: İthal edilen plastik atıkların geri dönüştürülemeyen kısımları yakmaya gönderiliyor, bir kısmı da ormanların arasında gömülmüş ya da gelişigüzel sağa sola atılmış atılmış olarak karşımıza çıkıyor. Ne kadarının bu şekilde yakılıp ya da atıldığı ise tam olarak bilinmiyor.

Atılan plastik atıklar ıskartaya çıkanlar

Yaşanan bu sorunlar nedeniyle Türkiye’de Temmuz 2021’de kamuoyunun da baskısıyla plastik atık ithalatına yasak getirilmiş, geri dönüşüm sektörünün itirazları ve hammadde talepleri sonrası ise yasak kısmen kaldırılmıştı.

Öte yandan yasak gevşetilirken atıkların geri dönüşebilirlik oranına yüzde 99 olma şartı getirildi. Ayrıca geri dönüşüm şirketlerine kota, toplam kapasitenin yüzde 50’sine de ithal plastikten, yüzde 50’sine de yerli atıktan dönüştürme koşulu konuldu.

Prof. Mustafa Öztürk, yakılan ya da ormana ve boş araziye atılarak, gömülerek “vahşi depolanan” ithal plastiklerin ıskartaya çıkan kirli plastikler, geri dönüştürülemeyen ambalaj atığı gibi plastikler olduğunu belirtiyor. Prof. Öztürk, “İnceleme yaptım. Bu atıkların yüzde 80’i ıskarta malzeme. İthal ettikleri plastiği çöpe atmak geri dönüşüm tesislerinin de işine gelmez. Bundan para kazanıyorlar. Ancak ıskartaya çıkan ve vahşi depolanan kısım da önemli bir hacimde” diyor.

Veriler açıklanmıyor

Geri dönüşümle ilgili bir sorun da verilerin tam olarak açıklanması. Hangi şirketin ne kadar atık ithal ettiği, kotalara uygun davranılıp davranılmadığı, fire oranının ne olduğu gibi sorular yanıtsız.

Doç. Dr. Sedat Gündoğdu, bu soruların muhataplarının “verileri toplayıp açıklamayan Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, bilgi edinme kapsamında verileri açıklamayan geri dönüşüm şirketleri ve bu konularda hiçbir istatistik açıklamayan TÜİK” olduğunu belirtiyor.

Prof. Dr. Gündoğdu’ya göre dillendirilen “sıfır atık” vizyonu ise yanlış anlamlandırılıyor: Sıfır atık vizyonu atığın sıfırlanması değil, atıkların kaynağından ayrıştırılması demektir. Atık demektir. Türkiye’de şu anda sadece poşetler ücretli satılıyor. Onun dışında cam şişeler için bir makine getirildi. O da pilot olarak Çevre Bakanlığı’nın binasında deneme aşamasında. Başka da bir uygulama yok.

Atık ithalatı yasaklanmalı

Prof. Dr. Gündoğdu, tüm mevzuatın doğru, şeffaf bir şekilde uygulanması durumunda dahi atık plastik ithalatının yapılmaması gerekiyor.

Greenpeace Biyoçeşitlilik Proje Sorumlusu Nihan Temiz de “Türkiye’nin sıfır atık vizyonu var ancak atık ithalatı olduğu sürece bunu başarmak mümkün değil” diyor. Temiz’e göre, sıfır atık ithalatı eylem planı hazırlanmalı ve yıl yıl atıkların nasıl ithal edileceği ile ilgili bir hedef koyulmalı. Sonunda da atık ithalatı sıfırlanmalı.

Türkiye’deki geri dönüşüm merkezlerinde Prof. Dr. Mustafa Öztürk’ün tahminlerine göre 1 milyon tondan fazla plastik atık geri dönüştürülüyor.

Ancak bu yapılırken Türkiye’nin suyu, havası, toprağı en önemlisi de insanı kirleniyor. “Bu tesislerde çalışan insanların ciğerlerinden mikroplastikler birikiyor” diyen Öztürk de bir an önce plastik atık ithalatından vazgeçilmesi konusunda da uyarıda bulunuyor.

(Kaynak: DW Türkçe)

Paylaşın

Türkiye, Avrupa’nın Çöpünü Almada Birinci Sırada

Türkiye’nin plastik atık ithalatı sorunu tüm çabalara rağmen kangrene dönüşerek topraklarımızı geri dönüşü olmaz şekilde zehirliyor. İktidarın yasak yerine “denetim” yaklaşımının sonuç vermediği, 2021’de de Türkiye’nin plastik çöp atık ithalatında birinci olması ile ortaya çıktı.

Sözcü’den Özlem Ermiş Beyhan’ın haberine göre, Greenpeace raporu Türkiye’nin 2021 yılında sadece Avrupa’dan 518 bin 80 ton plastik atık ithal ederek bu sene de Avrupa’nın çöpünü almada birinci olduğunu ortaya koydu.

Bu rakamlara göre Avrupa plastik çöpünün üçte birinden fazlasını bu sene de Türkiye aldı. Bu çöpler, Türkiye’nin topraklarını kanserojen maddelerle zehirlerken, Çevre Bakanlığı’nın detaylarını vermediği ve şifahen “Adana’nın toprağında zehir yok” dediği açıklamanın aksine Greenpeace raporu, alınan toprak ve kül örneklerinde, kanser gibi ciddi sağlık problemlerine yol açtığı bilinen dioksin ve furanlara rastlandığını bilimsel olarak ortaya koyuyor. Türkiye’de yetkililer sıkı denetimler yoluyla plastik atık ithalatında önemli gelişme kaydettiklerini söylese de Eurostat ve UK Trade Info 2021 verileri ise tam tersini söylüyor.

400 bin katı

Greenpeace’in 2022 raporuna göre de Adana’da tespit edilen dioksin furan miktarı, kirletilmemiş toprak numunesinin 400 bin katı ve şimdiye kadar Türkiye’de toprakta rapor edilen en yüksek toksik düzey. Greenpeace Türkiye ve diğer sivil toplum örgütleri, bu sorunun çözümünün çöp ithalatının yasaklanmasında olduğunu vurguluyor.

29 Mart’ta gazeteci Kit Chellel’in Londra’daki 3 TESCO geri dönüşüm kutusuna 3 adet GPS cihazı yerleştirerek başlattığı araştırmanın sonunda bu plastik atık kutularından birinin Adana’ya geldiği haberi, tartışma yarattı.

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından görüntülerin eski olduğu ve yaptıkları araştırmalarda çevre ve insan sağlığını tehdit eden herhangi bir unsura rastlanmadığı bildirildi. Oysa Greenpeace’in 2022 Şubat’ta yayınladığı “Atık Oyunları Raporu”nda Adana’da çöplerin döküldüğü alanlarda toprakta dioksin ve furanlara rastlandığı ortaya çıktı. Bakanlık ise araştırmasının bilimsel sonuçlarını henüz kamuoyu ile paylaşmadı.

Paylaşın

2021’de Metan Emisyonları Zirve Yaptı

ABD’de bulunan Ulusal Okyanus ve Atmosfer İdaresi (NOAA), insan kaynaklı iklim değişikliğinin karbondioksitten (CO2) sonra 2. en büyük kaynağı olan metan gazında ölçümlerin başladığı son 40 yıldan beri üst üste ikinci yıl en yüksek seviyeye ulaştığını açıkladı.

NOAA’nın bildirdiğine göre, 2021’de, atmosferdeki metan gazı miktarı milyarda 17 birim (ppb) yükseldi. 2020’de ise bu artış 15 ppb olarak kaydedildi. NOAA, karbondioksit miktarının ise şu anda milyonda 415 birim (ppm) olduğunu ve yükselmeye devam ettiğini bildirdi. Bu, karbondioksitin milyonda 2 birimden fazla arttığı arka arkaya 10. yıl oldu.

“Daha fazla çaba gerekiyor”

NOAA’nın Küresel İzleme Laboratuvarı’nda çalışan Xin Lan metan gazındaki artışa ilişkin şu değerlendirmeleri yaptı: Metan gazı, atmosferde binlerce yıl kalan karbondioksitten biraz farklı, bu yüzden azaltmayı yapmak için daha fazla çaba harcamak gerekiyor. Ancak, karbondioksit çok uzun bir ömre sahip olduğu için, atmosfere bir kez salındığında, etkisi uzun sürüyor.

IPCC en yüksek seviye demişti

Birleşmiş Milletler (BM) bünyesindeki Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) III. Çalışma Grubu’nun AR6 adlı son raporunda, atmosferdeki metan gazı yoğunluğunun, en az 800 bin yıldan beri görülen en yüksek seviyede olduğunu açıklamıştı.

Emisyonları azaltmak için merkez kuruldu

Öte yandan, önde gelen bilim insanlarının, tehlikeli ısınma seviyelerini sınırlamak için kısa ömürlü gazı azaltmayı tavsiye etmeleri üzerine, metan emisyonlarını azaltacak küresel bir merkez kuruldu. Şili’nin eski çevre bakanı ve Pontificia Universidad Católica de Valparaíso’daki İklim Eylem Merkezi direktörü Marcelo Mena, merkezi yönetecek.

340 milyon dolarlık hayırsever fonla kurulan Global Methane Hub, Global Metan Taahhüdünü uygulamak için hibeler ve teknik destek sunacak. İlk 10 milyon dolarlık fon, 2030 hedefine ulaşmak için önümüzdeki üç yıl boyunca planlar oluşturmak adına 30 gelişmiş ve gelişmekte olan ülke ile birlikte çalışacak olan BM İklim ve Temiz Hava Koalisyonu (CCAC) için ayrıldı.

Metan gazı hakkında ne biliyoruz?

Doğalgazın ana bileşenlerinden biri olan metan gazı, petrol ve gaz sondajlarından ve fosil yakıtları taşıyan boru hatlarından sızabiliyor, çöpler ve tarımsal uygulamaların yanı sıra ineklerden de kaynaklanabiliyor. Metan, küresel ısıtmaya da önemli ölçüde katkıda bulunuyor. Atmosferde yalnızca yaklaşık dokuz yıl kalmasına rağmen, 20 yıllık bir süre içinde CO2’nin 84 katı bir ısınma etkisine sahip.

Geçen yıl yayımlanan bir makale, metan emisyonlarını azaltmak için kapsamlı ve hızlı bir çabanın, mevcut ısınma oranını yüzde 30 yavaşlatabileceğini ve yüzyılın sonuna kadar 0,5°C’lik ısınmayı önleyebileceğini buldu.

Uluslararası Enerji Ajansı’na göre, petrol ve gaz endüstrisi mevcut teknolojiyi kullanarak 2030 yılına kadar metan emisyonlarında yüzde 75’lik bir azalma sağlayabilir. Ve pahalı olması da gerekmiyor: IPCC, fosil yakıt operasyonlarından kaynaklanan metan emisyonlarının yüzde 50-80’inin, 1 ton CO2 eşdeğeri başına 50 dolardan daha düşük bir maliyet ile azaltılabileceğini tahmin ediyor.

Neredeyse yüzde 40’tan sorumlu olan diğer büyük metan emisyonu kaynağı ise çiftçilik. Bir inek, otları sindirmesi sonucu günde ortalama 250-500 litre metan üretiyor. IPCC raporu, et tüketimini azaltmak ve bitki bazlı diyetlere geçiş gibi davranış ve yaşam tarzı değişikliklerinin çözümün önemli bir parçası olduğunu söylüyor.

Kasım 2021’de İskoçya’nın Glasgow kentinde gerçekleşen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 26’ncı Taraflar Konferansında (COP26) AB ve ABD, metan salımını 2030 itibariyle azaltmak için küresel bir ortaklık duyurusu yaptı. Bugüne kadar 110 ülke, metan emisyonlarını 2020 ile 2030 arasında yüzde 30 oranında azaltma taahhüdünde bulunan bu ortaklığa imza attı.

Paylaşın

Dünyanın Yüzde 99’u Sağlıksız Hava Soluyor

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), dünya nüfusunun neredeyse tamamının insan sağlığını tehdit eder nitelikte hava soluduğunu açıkladı. Örgütün 7 Nisan Dünya Sağlık Günü öncesi yayımladığı raporda, 117 ülke ve 6 binin üzerinde şehirde hava kalitesine dair veriler ve bulgular paylaşıldı.

Bianet’te yer alan habere göre; Raporda dünya nüfusunun yüzde 99’unun, DSÖ’nün kaliteli hava standartlarının gerisinde ve insan sağlığını tehdit edici hava şartlarında yaşadığı vurgulandı.

İncelenen ülke ve şehirlerin hepsinde havanın, vücuda zarar verici oranda ince parçacıklı madde ve azot dioksit içerdiği, bu elementlerin en fazla orta ve düşük gelirli ülkelerdeki havada bulunduğu bilgisi paylaşıldı.

Önlenebilir çevre sorunlarının dünyada yılda 13 milyondan fazla kişinin ölümüne yol açtığı verisi paylaşılarak, 7 Nisan Dünya Sağlık Günü öncesinde uluslararası camiaya “insanların ve evrenin sağlığını koruma” çağrısı yapıldı.

Fosil yakıt kullanımının etkisi

Dünya Sağlık Örgütü’nün güncellenen hava kalitesi veri tabanı, havadaki zararlı partikül madde miktarını gösteren PM2,5 ve PM10 ölçümlerini de içeriyor ve veri tabanının 2011’de yayınlanmasından bu yana yaklaşık iki bin şehirde neredeyse 6 kat bir artışa işaret ediyor.

Partikül madde, özellikle PM2.5, akciğerlerin derinliklerine nüfuz edebiliyor ve kan dolaşımına girerek kardiyovasküler, serebrovasküler (felç) ve solunumsal etkilere neden olabiliyor. DSÖ ayrıca söz konusu partikül maddenin diğer organları etkilediğine ve başka hastalıklara da neden olduğuna dair kanıtların da olduğunu kaydediyor.

Rapor bulgularını işaret eden DSÖ fosil yakıt kullanımını kısıtlamanın ve hava kirliliği seviyesini azaltmak için somut adımlar atmanın önemini vurguladı.

“Fosil yakıtlara daha az bağımlı dünya”

Dünya Sağlık Örgütü, hava kalite yönergesini geçen yıl güncelleyerek ülkelerin hava kalitelerinde değerlendirme yapmaları için yönergeleri daha katı hale getirmişti.

Rapor sonuçlarını değerlendiren DSÖ Genel Direktörü Dr. Tedros Adhanom Ghebreyesus, “Mevcut enerji endişeleri, daha temiz, daha sağlıklı enerji sistemlerine geçişi hızlandırmanın önemini vurguluyor” dedi.

Ghebreyesus, iklim değişikliği ve hava kirliliği gibi sorunların fosil yakıtlara çok daha az bağımlı bir dünyaya doğru daha hızlı ilerleme ihtiyacının altını çizdiğini ifade etti.

Ülkelerin gelirlerine göre hava kaliteleri

DSÖ verilerine göre; hava kalitesini izleyen 117 ülke içerisinde, yüksek gelirli ülkelerdeki şehirlerin yüzde 17’sindeki hava kalitesi, DSÖ’nün PM2.5 veya PM 10 için Hava Kalite Yönergesinin altında kaldı.

Öte yandan düşük ve orta gelirli ülkelerde, şehirlerin yüzde 1’inden daha azında hava kalitesi DSÖ tarafından önerilen eşik değerlere uygun bulundu.

74 ülkedeki yaklaşık dört bin şehirde ise zemin seviyesinde azot dioksit verisi toplanıyor. Bu verilere göre; bu yerlerdeki insanların yalnızca yüzde 23’ü, DSÖ’nün Hava Kalite Yönergesinin güncellenen versiyonundaki seviyeleri karşılayan yıllık ortalama azot dioksit konsantrasyonlarını soluyor.

DSÖ’den hükümetlere hava kalitesi önerileri

Hükümetlerin hava kalitesini ve sağlığını iyileştirmek için atabileceği adımlara da değinen DSÖ hükümetlere çağrıda bulunarak şu maddeleri sıraladı:

  • En son DSÖ Hava Kalite Yönergesi’ne göre ulusal hava kalitesi standartlarını kabul edin veya gözden geçirin ve uygulayın
  • Hava kalitesini izleyin ve hava kirliliği kaynaklarını belirleyin
  • Pişirme, ısıtma ve aydınlatma alanlarında kullanılan eve ait temiz enerjinin özel kullanımına geçişi destekleyin
  • Güvenli ve uygun fiyatlı toplu taşıma sistemleri ile yaya ve bisiklet dostu ağlar oluşturun
  • Daha katı araç emisyonları ve verimlilik standartları uygulayın ve araç için zorunlu denetimi ve bakım uygulayın
  • Enerji tasarruflu konut ve elektrik üretimine yatırım yapın
  • Sanayi ve belediye atık yönetimini geliştirin
  • Tarımsal atıkların yakılmasını, orman yangınlarını ve belirli tarımsal ormancılık faaliyetlerini azaltın
  • Sağlık profesyonellerinin müfredatlarına hava kirliliğini dahil edin ve sağlık sektörünün katılımı için araçlar sağlayın.

Hava kirliliği ve dünya

Çapı 2,5 mikrometreden küçük olan (PM2.5) ince parçacıklar akciğerlere derinlemesine nüfuz ederek zamanından erken ölüme sebep oluyor. Ayrıca arabalardan, kamyonlardan ve kömür santrallerinden yayılan nitrojen dioksit ve yeryüzündeki ozon seviyesi de hava kirliliğine bağlı erken ölümlere sebep oluyor.

Birleşmiş Milletler verilerine göre dünya çapında hava kirliğinden dolayı yılda yedi milyon kişi hayatını kaybediyor. Bu rakam sigara ve zayıf beslenme alışkanlıkları nedeniyle hayatını kaybedenlerle aynı düzeyde.

Ayrıca dünya nüfusunun yüzde 91’i hava kalitesinin DSÖ’nün belirlediği sınırların üzerindeki yerlerde yaşıyor. DSÖ, her yıl dünya genelinde dış ortam hava kirliliği nedeniyle 4,2 milyon ölüm yaşandığını söylüyor. 3,8 milyon ölüm, evlerde kullanılan ve kirli yakıtlarla çalışan ocaklara maruz kalmasından kaynaklanıyor.

Temiz Hava Fonu’nun (CAF) bir analizine göre, hava kirliliğine küresel kalkınma yardımlarının yalnızca yüzde 1’i ayrılıyor. Dünyanın dört bir yanından hükümetler, 2019 ve 2020’de denizaşırı fosil yakıt projesi fonlarına, neden oldukları hava kirliliğini azaltma projelerine kıyasla yüzde 20 daha fazla kaynak sağladı.

Raporda, hava kirliliğinin HIV/AIDS, sıtma ve tüberkülozun toplamından daha fazla insanı öldürdüğü, ancak bu tür sağlık sorunlarının çok daha fazla fon aldığı tespit edildi.

Hava kalitesi projeleri için finansman yoğunluklu olarak orta gelirli Asya ülkelerine yönelikken Afrika ve Latin Amerika ülkeleri, çok sayıda yoğun kirli şehre sahip olmalarına rağmen toplam fonun sadece yüzde 15’ini alıyor.

Örneğin, 2019’da hava kirliliği ile ilgili tahmini 2260 kaybı olan Moğolistan, 2015-2020 yılları arasında 437 milyon dolar alırken, hava kirliliği nedeniyle 70 bin 150 erken ölüm yaşayan Nijerya sadece 250 bin dolar aldı.

Paylaşın

Küresel Isınmayı Durdurmak ‘Ya Şimdi Ya Asla’

Birleşmiş Milletler (BM) bünyesinde Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) üç çalışma grubuna ayrılan 6. Değerlendirme Raporu’nun son bölümü yayımlandı. Hükümetlerin ve insanların iklim krizinin en kötü etkilerini nasıl engelleyebileceğine odaklanan İklim Değişikliğinin Azaltılması başlıklı rapor, dün 195 üye ülke tarafından onaylandı.

Raporun bulguları, iklim krizinin en kötü etkilerinden kaçınmamız için küresel sera gazı emisyonlarının önümüzdeki üç yıl içinde zirveye ulaşması ve sonrasında hızlı bir düşüşe geçmesi gerektiğine işaret ediyor. Rapor, böyle bir noktaya ulaşmamız durumunda bile 2050 yılına kadar atmosferden karbon çekebilecek teknolojiye ihtiyacımız olacağını söylüyor.

Bilim insanları ve hükümet yetkililerinin dikkatle incelediği ve dünyanın çok tehlikeli bir geleceği önlemesine kılavuzluk edecek rapor, tüm hükümetlerin karbondioksit salımlarını kesmek için tasarlamış olduğu planları yürürlüğe koyması durumunda bile dünyanın bu yüzyılın sonuna kadar yaklaşık 3,2 derece ısınacağını ortaya koyuyor.

Pazartesi günü düzenlenen basın toplantısında konuşan BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, “Bazı hükümetler ve büyük şirketlerin söyledikleriyle yaptıkları arasında büyük farklılıklar var. Açıkça söylemek gerekirse yalan söylüyorlar ve bunun sonuçları korkunç olacak” diye konuştu.

Araştırmacılar, hava sıcaklıklarının bu seviyelere yükselmesinin dünyada “benzeri görülmemiş sıcak hava dalgaları, korkunç fırtınalar ve yaygın su kıtlıklarına” neden olacağını, bu tür aşırı hava olayları ve felaketlerden uzak durmamız için sıcaklık artışını 1,5 derecede sınırlandırmamız gerektiğini ifade ediyor.

IPCC raporu, bunun ancak küresel enerji üretimimizi, endüstrilerimizi, ulaşım yöntemlerimizi, tüketim alışkanlıklarımızı ve doğa ile ilişkimizi tamamen değiştirdiğimiz takdirde mümkün olduğunu söylüyor.

Rapora göre eşik olarak belirlenen bu seviye ile sınırlı kalmamız için yaşamımızı sağlamak üzere ürettiğimiz ve tükettiğimiz her şeyden ortaya çıkan karbon salımlarının 2025 yılına kadar zirveye ulaşması, ardından hızla düşüşe geçmesi ve dünyanın 2050 yılına kadar net sıfır hedefine ulaşması çok önemli.

Başka bir deyişle, 1,5 dereceyle sınırlı kalmamız için son 10 yılda neden olduğumuz karbondioksit salımından fazlasını bir daha hiç üretmemeliyiz.

IPCC raporunun baş yazarı ve Eindhoven Teknik Üniversitesi’nde Sosyo-Teknik İnovasyon ve İklim Değişikliği profesörü Heleen De Coninck, “Rapor, küresel ısınmayı 1,5 derece ile sınırlı tutmamız için artık kritik noktada olduğumuzu gösteriyor” diyor ve devam ediyor:

“Sera gazı emisyonlarımızın 2025 yılına kadar pik seviyeye ulaşması ve ardından hızla azalması gerekiyor. 2050’den hemen sonra ise atmosferden karbondioksit yakalamamız gerekecek.”

Yenilenebilir enerji

Araştırmacılar önümüzdeki birkaç yılın kritik olduğunu, 2030 yılına kadar karbon salımlarının azaltılmadığı takdirde ısınmanın tehlikeli seviyelere ulaşmasının engellenemeyeceğini söylüyor.
Kısa vadede enerji üretim yöntemlerimiz bu süreçte çok önemli olacak.

Şanslıyız ki dünyada güneş enerjisi panelleri ve rüzgar türbinleri fiyatlarında son 10 yıl içinde neredeyse yüzde 85 oranında düşüş oldu.

Çevre örgütü Greenpeace’ten Kaisa Kosonen, “Dünyada hem savaşları hem de iklim krizini sürdüren fosil yakıt endüstrisinin sonu geldi. Artık yeni fosil yakıt yatırımlarının yapılmaması, var olan kömür ve doğalgaz santrallerinin de hızla kapatılması gerekiyor” diyor.

Hükümetlerin düşük karbonlu ulaşım için çalışması gerekecek

Öte yandan IPCC raporu, insanların yaşam ve gıda tüketim alışkanlıklarının da değişmesi gerektiğini öne sürüyor.

IPCC Eş Başkanı Priyadarshi Shukla, “Alışkanlıklarımızı ve davranışlarımızı değiştirmemize yardımcı olacak doğru strateji, altyapı ve teknoloji ile 2050 yılına kadar sera gazı salımlarında yüzde 40 ila 70 arasında azalma elde etmemiz mümkün. Yaşam alışkanlıklarımızdaki bu değişikliklerin aynı zamanda bizim için daha sağlıklı olduğu da kanıtlandı” diye anlatıyor.

Bunun için hükümetlerin insanları yürümeye, sağlıklı beslenmeye, daha az et tüketmeye teşvik etmesi gerekiyor, elektrikli araçlar için gerekli altyapıyı sağlaması gerekiyor.

Güneş enerji panellerinin fiyatları son yıllarda önemli ölçüde düştü

Ancak rapor, küresel ısınmayı 1,5 derece eşiğinin altında tutmamız için yalnızca ağaç dikiminin yeterli olmayacağını söylüyor, karbondioksidin yeni teknolojiler aracılığıyla atmosferden doğrudan yakalanması ve çekilmesi gerektiğini ifade ediyor.

Ancak bu teknolojiler şimdilik çok masraflı ve IPCC üyelerinin bazıları böyle bir yaklaşımın işe yarayacağından şüpheli.

UCL Üniversitesi’nde profesör olan Arthur Petersen, “Bu rapor hayallerle dolu. Özellikle atmosferden hızlıca ve büyük miktarda karbonun çekilmesi düşüncesi çok endişe verici” diyor ve ekliyor: Bu raporda çok fazla boş hayal var.

(Kaynak: BBC Türkçe)

Paylaşın

Afrika, Su Krizi Tehdidiyle Karşı Karşıya

Küresel iklim değişikliği ve nüfus artışı nedeniyle su ihtiyacı artan Afrika kıtası, temiz su ihtiyacına çözüm arıyor. Birlemiş Milletler (BM), yayımladığı yeni raporunda, kıtada sadece 13 ülkenin makul seviyede su güvenliğine sahip olduğunu belirtirken, su ihtiyacının aratacağı uyarısında bulundu.

Halihazırda 1,3 milyar nüfuslu kıtada 350 milyon kişinin temiz suya erişimi bulunmazken, bu rakamın yeterli yatırım yapılmaması halinde artacağından endişe ediliyor.

Afrika’da 2015’te şehirlerde yaşayan 560 milyonluk nüfusun 2050’ye gelindiğinde 1,1 milyara çıkması bekleniyor. Artan nüfusun şehirlerde altyapı imkanlarının gelişmemesi halinde su sorununu da büyütmesi bekleniyor.

Kuraklığın yanı sıra sık sık sel felaketlerinin görüldüğü Afrika şehirlerinde bu sorun için de önerilen başlıca çözüm altyapının geliştirilmesi.

Kanallar ve barajlar inşa etmek için milyarca dolar harcaması gereken Afrika ülkeleri, dünyanın geri kalanının aksine altyapı yetersizliğinden ötürü kullanılmış suları ise dönüştüremiyor.

Kaynaklarının bolluğuna rağmen kuraklık ve susuzluk çeken Afrika ülkelerinde, yeterli yatırımların yapılmaması halinde şu anda Doğu Afrika’da olduğu gibi susuzluk nedeniyle yüz binlerce kişinin evini terk etme riski bulunuyor.

Afrika’da su güvenliği

Birleşmiş Milletlerin (BM) kıta ülkelerinin suya erişimini mercek altına aldığı raporunda, 54 Afrika ülkesinden sadece 13’ünün makul seviyede su güvenliğine sahip olduğu ifade edildi.

Mısır, Botsvana, Gabon, Morityus, Tunus ve Güney Afrika gibi ülkeler su güvenliği endeksinde en üst sırada yer alırken, 100 üzerinden 70 puana ulaşabilen tek ülke Mısır oldu.

Suya erişimin yanı sıra su altyapısı, suyun verimli kullanımı ve atık su yönetimi gibi farklı başlıkların da değerlendirildiği endekste, kıta nüfusunun yüzde 29’unun, yaklaşık 353 milyon kişinin temel içme suyu hizmetine erişimi olmadığı kaydedildi.

Endekste en alt sırada yer alan ülkeler ise Eritre, Sudan, Gine Bissau, Somali, Çad ve Nijer oldu.

Yer altı suları 5 yıllık ihtiyacı karşılayabilir

Su ihtiyacının giderilmesi için önerilen bir diğer çözüm ise kuyular vasıtasıyla kırsalda yaygın olarak kullanılan yeraltı suları.

WaterAid ve İngiliz Jeolojik Araştırmaları (BGS), yaptığı son araştırmada, yeraltı sularının birçok Afrika ülkesinin en az 5 yıllık temiz su ihtiyacını karşılayabileceği belirtildi.

WaterAid Başkanı Tim Wainwright, “Bulgularımız, Afrika’nın suyunun bittiği efsanesini çürütüyor. Buna karşın kıtada milyonlarca kişinin hala temiz içme suyu bulamaması bir trajedi” dedi.

Hastalık riski artıyor

Temiz suya erişim sıkıntısı en büyük tehdidi sağlığa yöneltiyor. Kıtada her saat başı yaklaşık 115 kişi hijyen, yetersiz temizlik ve kirli suların yol açtığı hastalıklardan hayatını kaybediyor.

Madenler ve sanayi alanlarından çıkan atık suların arıtılmadan doğaya bırakılması temiz suların kirlenmesine ve hastalıkların da yayılmasına yol açıyor.

Afrika’da atık suların sadece yüzde 16’sının artıma işleminden geçtiği belirtiliyor.

1980’lerden bu yana görülen en şiddetli kuraklık

Afrika kıtasının doğusunda 1980’lerden bu yana görülen en şiddetli kuraklık dalgası, yaklaşık 13 milyon kişiyi şiddetli açlığa mahkum etti.

BM, bölgede son 40 yılın en kurak döneminin yaşandığını, besi hayvanlarının ölmeye başladığını, susuzluk ve gıda sorunu nedeniyle ailelerin evlerini terk ettiğini açıkladı.

Susuzluk göçle birlikte salgın hastalıkların yayılmasını da tetikledi.

(Kaynak: Bianet)

Paylaşın

BM’den İklim Krizine Karşı Erken Uyarı Sistemi Girişimi

Birleşmiş Milletler (BM), iklim krizinin artan etkileri nedeniyle dünyanın tüm ülkelerinde hava muhalefetine ilişkin erken uyarı sistemlerinin hayata geçirilmesini amaçlıyor.

BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, doğal afetlere karşı geliştirilen beş yıllık erken uyarı sisteminin yeryüzünün tamamında hayata geçirilmesine yönelik projeyi duyurdu.

Cenevre merkezli Dünya Meteoroloji Örgütü’yle (WMO) birlikte yürütülecek projenin varlıklı ülkelerde halihazırda var olan sistemlerin gelişmekte olan ülkelerde de hayata geçirilmesinin amaçlandığını belirten Guterres, ağırlıklı olarak gelişmekte olan ülkelerde olmak üzere dünya nüfusunun üçte birinin, bu sistemlerden yararlanamadığına dikkat çekti.

Guterres, “Afrika’da durum daha da kötü, halkın yüzde 60’ı bu korumadan mahrum” diye konuştu. İklim krizinin giderek kötüleşen etkileri göz önünde bulundurulduğunda bunun kabul edilemez olduğunu belirten BM Genel Sekreteri, hava muhalefeti tahmin sisteminin herkes için geliştirilmesi gerektiğini ifade etti.

Erken uyarı sistemleri, karadaki ya da sudaki gerçek zamanlı atmosfer koşullarını gözlemleyerek şehirlerde, kırsal alanlarda, dağ ya da kıyı bölgelerinde yaklaşan hava muhalefetini tahmin etmeyi sağlıyor.

Bu sistemlerin kullanım alanının genişletilmesi, insanlara iklim değişikliğiyle artan olası ölümcül felaketlere hazırlıklı olmaları için daha fazla zaman kazandırması açısından giderek daha da elzem hale geliyor.

Günde ortalama 115 can kaybı

WMO’nun geçen yıl doğal afetlere ilişkin yayımladığı bir rapor, geçen yarım yüzyıl boyunca iklim ve su kaynaklı felaketlerin günde ortalama 115 kişinin hayatını kaybetmesine ve yine günlük ortalama 202 milyon dolar maddi zarara yol açtığını ortaya koydu.

BM, ortakları ve birçok hükümet, kürüsel ısınmayı 1,5 dereceyle sınırlandırma hedefine ulaşmak için çeşitli projeler hayata geçiriyor. BM Genel Başkanı, WMO ve BM meteoroloji ajansını gelecek Kasım ayında Mısır’da düzenlenmesi planlanan iklim konferansına kadar erken uyarı sistemlerine yönelik bir eylem planını geliştirmeleri için görevlendirdi.

WMO’nun mevcut tropikal kasırga, sel, tufan gibi afetlere karşı çoklu uyarı sisteminin geliştirilmesinin yanı sıra, kimi felaketler açısından en fazla risk altında olan insanları korumaya yönelik erken uyarı sistemleri üzerinde çalıştığı belirtiliyor.

Paylaşın

2021 Dünya Hava Kirliliği Raporu: Türkiye 46. Sırada

Her yıl İsviçre merkezli hava kalitesi teknolojisi şirketi IqAir tarafından yayımlanan 2021 Dünya Hava Kirliliği raporuna göre Türkiye 2020 yılındaki gibi dünyanın en kirli havasına sahip 46. ülkesi oldu. 

Rapora göre Ankara dünyanın en kirli 54. başkenti olurken Iğdır, Avrupa’nın hava kirliliği en yoğun şehri olarak belirtildi. Avrupa’nın en kirli şehirleri sıralamasında Iğdır’ı Rusya’daki Krasnoyarsk ve Sırbistan’daki Novi Pazar izledi. Düzce ise Avrupa’nın en kirli beşinci şehri olarak listede yer aldı.

2021 Dünya Hava kirliliği raporu dünyadaki şehirlerin yüzde 97’sinin Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) belirlediği hava kalitesi standartlarını karşılamadığını ortaya koydu.

Rapordan notlar

2021’in en kirli 5 ülkesi

  • Bangladeş
  • Çad
  • Pakistan
  • Tacikistan
  • Hindistan

Bölge bölge kirlilik

  • Hindistan’ın başkenti Yeni Delhi art arda dördüncü kez dünyanın en kirli başkenti oldu. Onu Bangladeş’in başkenti Dakka, Çad’daki N’Djamena, Tacikistan’ın başkenti Duşanbe ve Umman’ın başkenti Maskat takip ediyor.
  • 2021’de hiçbir ülke PM2.5 için Dünya Sağlık Örgütü’nün belirlediği hava kalitesi standartlarını karşılayamadı.
  • Raporda yer alan 6475 şehirden yalnızca 222’si DSÖ’nun PM2.5 standartlarını karşıladı.
  • 174 Latin Amerika ve Karayip kentinden yalnızca 12’si DSÖ PM2.5 standartlarını karşıladı.
  • 65 Afrika şehrinden yalnızca biri DSÖ PM2.5 standartlarını karşıladı.
  • 1887 Asya kentinden yalnızca dördü DSÖ PM2.5 standartlarını karşıladı.
  • Avrupa’daki 1588 şehirde yalnızca 55’i DSÖ PM2.5 standartlarını karşıladı.
  • ABD’nin büyük şehirlerinden en kirli olanı Los Angeles oldu. Ancak şehirde 2020’ye göre hava kirliliğinde 2020’ye kıyasla yüzde 6’lık düşüş görüldü.
  • Çin’de 2021’de hava kalitesi önceki yıllara oranla iyileşti. Rapora göre Çin’deki şehirlerin yarısından fazlasında hava kirliliği geçen yıla oranla daha düşük ölçüldü. Emisyon kontrolü ve kömür santrali faaliyetinin ve diğer yüksek emisyonlu endüstrilerin azaltılmasının sayesinde son 5 yıldır hava kirliliğindeki azaltma trendi bu yıl da sürdü.
  • Orta ve Güney Asya 2021’de dünyanın en kötü hava kalitesine sahipti ve dünyanın en kirli 50 şehrinden 46’sına ev sahipliği yaptı. Bölgede DSÖ PM2.5 standartlarını karşılayan sadece Kazakistan’ın iki şehri olan şehir Zhezqazghan ve Chu oldu.

Türkiye’de durum ne?

Türkiye’de hava kirliliği ile ilgili çalışmalar yürüten Temiz Hava Hakkı Platformu yıllardır çalışmalarında PM2.5 limit değerinin belirlenmesi gerektiğini vurguluyor. Bununla ilgili halk sağlığını esas alan bilimsel çalışmalar yapıyor. Her yıl açıkladıkları “Kara Rapor”da Türkiye’deki hava kirliliği durumunu ve halk sağlığına olan etkilerini açıklıyor.

Platform bileşenlerinden Greenpeace geçtiğimiz yıl “Havada Kalmasın” kampanyasında PM2.5 için yönetmeliklerde limit değer belirlenmesi çağrısında bulunmuştu. Bu yıl ise “Havanı Koru” kampanyasıyla yetkililere hava kirliliği limitlerinin aşıldığı bölgelerde koruma bölgesi ilan edilmesi çağrısında bulunan Greenpeace Akdeniz, Türkiye’deki temiz hava eylem planlarının yeterli olmadığını belirtiyor.

Uzmanlar ne diyor?

Greenpeace Akdeniz İklim ve Enerji Proje Sorumlusu Gökhan Ersoy:

“Geçtiğimiz yıl 91 bin kişi temiz hava kampanyamıza destek verdi ve birlikte partikül maddeler ‘havada kalmasın’, limit değerler belirlensin talebiyle bakanlığı harekete geçmeye davet ettik. IqAir raporunda Avrupa’nın en kirli kentlerine ev sahipliği yaptığımızı gösteren bulgular da bu talebi doğrular nitelikte. Bakanlığın bu talebe kayıtsız kalmaması olumlu bir gelişme olsa da bugünün ihtiyaçlarını tam anlamıyla karşılamıyor.

DSÖ limitleri ile karşılaştırdığımızda aradaki fark çok yüksek olduğu gibi 2020 itibari ile yıllık 20 mikrogram limit değere göre politikalarını düzenleyen AB standartları ile de uyumlu değil. Yönetmelik yürürlüğe girmeden PM 2.5 için geçiş takvimindeki hedef limit değerleri güncellemeliyiz. Böylece düzenli limit aşımlarının yıllardır gerçekleştiği ilçelerde koruma bölgesi ilan etmek için evrensel standartları referans alacak bir kıstasa sahip olabilir ve havamızı koruyabiliriz.

Temiz Hava Hakkı Platformu Koordinatörü Deniz Gümüşel:

PM2.5, yani 2.5 mikrondan küçük ince toz parçacıkları hava kirliliğinin en sinsi bileşenlerinden, insanda kansere neden olan birinci grup etmen olarak tanımlanmış durumda. Dünya Sağlık Örgütü, 2021 yılında güncellediği hava kalitesi kılavuzunda, PM2.5 için çok daha sıkı sınır değerler belirledi. DSÖ’ye göre nihai olarak ulaşılması gereken yıllık ortalama kılavuz değer 5 µg/m3 iken, Türkiye, 2022 yılı içinde yayınlamayı planladığı Dış Ortam Hava Kalitesinin Yönetimi Yönetmeliği taslağında 2029 yılı sonrasında bile bu değerin tam 5 katı bir limit değer, 25 µg/m3 belirliyor.

Yani halkımız, bundan sonraki yıllarda da insan sağlığı için tehdit oluşturan miktarın -en iyi ihtimalle- 5 katı daha fazla ince toz soluyacak. Platform üyelerimiz Yönetmelik taslağına görüşlerini bildirdi. Yeni yönetmeliğin, hava kalitesi yöntemine halk sağlığını gözetecek düzenlemeler getirmesi için süreci takip etmeye ve yetkilileri bu konuda uyarmaya devam edeceğiz.”

Temiz Hava Hakkı Platformu’ndan Halk Sağlığı Uzmanı Prof. Dr. Gamze Varol:

“Dış ortamdaki hava kirleticileri özellikle PM2.5 bebek ve çocuklar başta olmak üzere herkesin sağlığını olumsuz etkiliyor, yaşamlarını tehdit ediyor. 2021 yılında dünyada ilk kez bir çocuğun ölüm nedenleri arasında hava kirliliğinin olduğu açıklandı. Güvenilir, kamuoyunun paylaşımına açık çevre ve sağlık verilerine erişim, hava kirliliğine karşı politika araçlarını geliştirmek için önemli. Türkiye’de kanserojen olduğu kanıtlanmış PM 2.5 ölçümleri çok kısıtlı, evrensel standartları karşılayan bir limit değere sahip mevzuat henüz yürürlükte değil.

IqAir raporundaki veriler ise hava kirliliğinin kronikleştiği kentlerimizin Avrupa’nın en kirlisi olduğunu gösteriyor. Buralarda yaşayan insanların sağlık riski katsayısı oldukça yüksek. Bilim insanları bu kirliliğin sebep olduğu sağlık sorunlarının Türkiye’deki boyutunu, ölüm ve kronik hastalık verilerine erişimde sorunlar olması nedeniyle kamuoyu ile paylaşamıyor; hava kirliliğine bağlı hastalık yükü, önlenebilir erken ölüm hesaplamalarını artık yapamıyor. Hava kirliliği ile mücadele etmek hükümetlerin başlıca sorumluluğudur. Yapısal önlemlerin ivedilikle alınabilmesi için evrensel standartları karşılayan bir limit değer yürürlüğe girmeli, hava kirliliğinin halk sağlığı üzerindeki etkilerini ortaya koyacak bilimsel çalışmaların yapılması desteklenmelidir.”

Temiz Hava Hakkı Platformu’ndan Halk Sağlığı Uzmanı Dr. Melike Yavuz:

“Hava kirliliği günümüzün en önemli halk sağlığı sorunlarından biridir. Solunum, kalp hastalıkları ve kanser gibi kronik hastalıkların yanı sıra COVID-19, grip gibi solunum yolu ile bulaşan enfeksiyon hastalıkları açısından da önemli bir tehdittir.

Bilimsel kanıtlar, PM2,5’in SARS-CoV-2 için bir taşıyıcı görevi gördüğüne ve PM2,5 seviyesi arttıkça virüsün üreme katsayısının artığına işaret etmektedir. Hava kirliliğine uzun süreli maruz kalan kişi ve topluluklar COVID-19’a karşı daha hassas hale gelmektedir.”

IqAir hakkında

İsviçre merkezli bir hava kalitesi teknolojisi şirketi olan IqAir, kişilerin, kuruluşların ve toplulukların daha temiz havaya ulaşması için çalışıyor. Rapor, 117 ülkede 6476 şehirdeki hava kalitesi izleme istasyonlarından alınan metreküp başına düşen ince parçacıklı madde (PM 2,5) yoğunluğu ölçümlerine dayanıyor.

PM2.5 olarak ifade edilen havanın içerisinde bulunan ince parçacıklı madde kirliliği astım, felç, kalp ve akciğer hastalıklarına sebep oluyor. PM2.5 her yıl milyonlarca insanın erken ölmesine sebep oluyor. Rapora dahil edilen hava kalitesi izleme istasyonlarının yüzde 44’ü devlet kurumları tarafından işletilirken geri kalanı bilim insanları, kar amacı gütmeyen kuruluşlar ve şirketler tarafından yönetiliyor.

(Kaynak: bianet)

Paylaşın