BM’den ‘İklim Değişikliğine Yeniden Öncelik Verin’ Çağrısı

İklim değişikliğini arka plana atmak gibi bir eğilimin olduğunu belirten Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres, ülkelerin iklim değişikliğine yeniden öncelik vermesi gerektiğini, aksi takdirde dünyanın bir felaketle karşı karşıya kalacağını söyledi.

BM Genel Sekreteri Guterres, 6 Kasım’da Mısır’da başlayacak COP27 İklim Zirvesi öncesinde New York’ta BBC İklim Editörü Justin Rowlatt’a verdiği röportajda, “Bunu tersine çeviremezsek, kötü sonla karşılaşacağız” dedi.

COP27, ülkeleri ikim değişikliği ile mücadele etme yollarını tartışmak üzere bir araya getiriyor. Zirve bu yıl 6-18 Kasım tarihleri arasında Şarm El-Şeyh’te yapılacak.

Enflasyon, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, enerji ve gıda fiyatlarındaki artış gibi küresel problemlerin hükümetlerin kafalarını başka yönlere doğru çevrilmesine neden olduğunu vurgulayan Guterres, “İklim değişikliğini uluslararası tartışmanın merkezine geri getirin” diye konuştu.

BM Genel Sekreteri, ülke liderlerinden iklim değişikliğinin en kötü sonuçlarından kaçınmak üzere küresel sıcaklık artışını 1.5C’de tutmak da dahil, hayati hedeflerden vazgeçmemelerini istedi.

Guterres, ABD ve Çin’i konferansta birlikte çalışmaya davet etti, dünyanın onların liderliğine güvendiğini söyledi. Pekin yönetimi Ağustos ayında, ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi’nin Tayvan’a gerçekleştirdiği ziyaret sonrasında iklim değişikliği konusunda ABD ile işbirliğini sonlandırdığını açıklamıştı.

Zamanımızı tanımlayan sorunun bu olduğunu dile getiren Guterres, “Hiç kimsenin herhangi bir nedenle iklim değişikliği konusunda yapılacak uluslararası eylemleri feda etmeye hakkı yok”  dedi ve şöyle devam etti:

“Gerçeği söylemek zorundayız. Gerçek şu ki, iklim değişikliğinin dünyadaki birçok ülke üzerindeki etkisi şimdiden yıkıcı.”

Guterres, hükümetlerin gelişmekte olan ülkelere taahhüt edilen 100 milyar dolarlık finansmanı sağlamaları konusundaki ısrarını da yineledi ve fosil yakıt enerji kârları üzerinden alınabilecek aşırı kazanç vergilerinin, bu parayı sağlayabileceğinden bahsetti.

Guterres’in öne çıkan mesajları şöyle:

  • Ülkeleri daha fazla fosil yakıta yatırım yapmamaya, bunun yerine yenilenebilir enerjiyi desteklemeye çağırdı: “En aptalca şey, bizi bu felakete neyin götürdüğü üzerine bahse girmek.”
  • İklim protestolarına kendisinin de katılıp katılmayacağı sorulan Guterres, gençken eylemlere katıldığını ama artık işinin “barikatlardan barikatlara koşmak” olmadığını söyledi. Bunun yerine görebinin hükümetlere değişim için baskı uygulamak olduğunu belirtti.
  • COP27’ye katılmayacağını açıklayan genç iklim aktivisti Greta Thunberg’in orada olmasının “oldukça güzel olacağını” ifade etti. Gençlerin iklim meseleleri üzerinde dikkat çekici çabalarından ise övgüyle söz etti.

Öte yandan Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) tarafından yayımlanan bir rapor, üç ana sera gazı olan karbondioksit, metan ve azotoksidin atmosferik seviyelerinin 2021 yılında rekor seviyelere ulaştığını gösterdi.

(Kaynak: BBC Türkçe)

Paylaşın

DMÖ’den ‘Üç Ana Sera Gazı Salınımı Rekor Seviyeye Ulaştı’ Uyarısı

Birleşmiş Milletler (BM) bünyesinde faaliyet gösteren Dünya Meteoroloji Örgütü (DMÖ), atmosfere yayılan üç ana sera gazı karbon dioksit, metan ve azot oksit miktarının geçen yıl rekor seviyelere ulaştığı uyarısında bulundu.

DMÖ düzenli yayımlanan Sera Gazı Bülteni son sayısında özellikle atmosfere yayılan metan miktarındaki önemli artışa dikkat çekti.

Mısır’ın Şarm El-Şeyh kentinde düzenlenecek olan COP27 toplantısı öncesinde yapılan açıklamada, son gelişmelerin küresel ısınma için ciddi tehdit oluşturduğu uyarısında bulunuldu.

Açıklamada, DMÖ Genel Sekreteri General Petteri Taalas’ın, “metan seviyelerindeki rekor yükseliş dahil, ana ısı tutucu gazların konsantrasyonlarında devam eden artış, bize yanlış yöne gittiğimizi gösteriyor.” şeklindeki açıklamasına yer verildi.

Metan, ısıyı yakalamada karbondioksitten daha güçlü bir gaz olarak biliniyor. Bununla birlikte atmosferde karbondioksit kadar uzun süre kalamıyor. Havada metandan 200 kat daha fazla karbondioksit bulunuyor.

Küresel ısınma konusunda düzenlenen hükümetlerarası bir panelde, atmosfere yayılan metandaki hızlı artışa işaret edilerek, 20 yıllık bir zaman dilimi içinde bir metan molekülünün, bir karbondioksit molekülüne oranla yaklaşık 81 kat daha fazla ısı yakalayacağı ancak, bir yüzyıldan fazla bir süre sonra, molekül başına karbondioksitten 28 kat daha fazla ısıyı hapsedeceği uyarısında bulunulmuştu.

DMÖ verilerine göre, 1750 olarak bilinen sanayi dönemi öncesi zamandan bu yana havadaki karbondioksit konsantrasyonlarının yaklaşık yüzde 50 artarak, milyonda 415,7 parçaya yükseldi.

Metan salınımının yüzde 162 artarak milyarda 1.908 parçaya yükseldiğine dikkat çeken DMÖ, endüstriyel işlemler, gübre kullanımı ile insan yapımı kaynakları ile biokütle yakma sonucu atmosfere yayılan azot oksit miktarının yaklaşık dörtte bir artarak milyonda 334,5 parçaya yükseldiğini aktardı.

Atmosfere yayılan emisyonların önemli bir bölümünden ABD, Çin ve Avrupa’nın sorumlu olduğu biliniyor.

Sera gazı salınımı düşmediği takdirde ne olacak?

Bu arada Dünya Kaynakları Enstitüsü tarafından BM adına hazırlanan ve sabah saatlerinde açıklanan raporda, sera gazı emisyonunda büyük kesintiler yapılmazsa, gezegenimizin sanayi öncesi dönemle karşılaştırıldığında 2100 yılında ortalama 2,1 ila 2,8 derece ısınacağı uyarısında bulunulmuştu.

Bu sıcaklık, 2015 Paris Anlaşması’nda kabul edilen mevcut 1,5 derecelik artışın çok çok üzerinde ve bilim insanlarının yıkıcı iklim etkileri ihtimalini belirgin şekilde yükselten eşiği de aşıyor.

Dünya Kaynakları Enstitüsü’nün 2022 İklim Eylem Durumu adlı raporu, ulusların mevcut taahhütlerinin küresel sera gazı emisyonunu 2019 seviyesinden yüzde 7 düşürülmesini sağlayabileceğini kaydetti.

Küresel ısınma sınırının 1,5 derece ile sınırlı kalması için ise sera gazı emisyonu bu oranın altı katı daha fazla yani yüzde 43 oranında azaltılması gerekiyor.

(Kaynak: VOA Türkçe)

Paylaşın

2050’ye Kadar Tarım Alanlarının Yüzde 90’ı Tahrip Olabilir

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), dünyada toprağın yüzde 33’ünün tahrip olduğunu, 2050 yılına kadar bunun yüzde 90’a yükselebileceğini aktarıyor. FAO’ya göre sadece 2-3 santimetrelik sağlıklı toprağı oluşturmak 1000 yıl sürebiliyor.

Çiftçiler eskiden toprağın kalitesini ölçmek için toprağa donlarını gömüp ne kadar hızlı çürüdüğünü izlerdi. Toprakta ne kadar çok sağlıklı bakteri ve mantar gibi mikroorganizmalar bulunursa kumaş o kadar hızlı bir şekilde yok olurdu.

Ancak bu yöntem bugünlerde denendiğinde toprağa gömülen kumaş parçası, bir yıl sonra bile hiç hasar görmeden aynı şekilde çıkartılabiliyor.

Uzmanlar, dünyada tarımda kullanılan toprağın yarısından fazlasının bozulduğunu aktarıyor.

Son dönemde tarımda büyük zorluklarla mücadele eden ve her gün neredeyse 30 kişinin intihar ettiği söylenen Hindistan’da çiftçiler borçlanmanın yanı sıra toprak bozulmasının en büyük etkenlerden biri olduğunu paylaşıyor.

Hindistan’daki bu duruma çare bulmak isteyen Sadhguru adlı ünlü guru, SaveSoil (Toprağı Kurtar) adlı küresel bir kampanya başlattı.

Sadhguru, toprak sağlığını iyileştirmeyi hedefleyen kampanya kapsamında çiftçilere topraklarındaki organik maddeyi korumak ve en az yüzde 3 oranında tutmak üzere çeşitli teşvikler sağlanmasını talep ediyor.

Sadhguru, “Eğer bunu da yok edersek toprak kuma dönüşür ve iş burada biter. Eğer toprak sorunuyla baş edemezsek bir çölün içinde yaşamak zorunda kalacağız” diyor.

İnsanlar kalitesiz toprakla tarihte sık sık mücadele etti.

Washington Üniversitesi’nde Jeomorfoloji Profesörü olan David Montgomery, “1930’larda Kuzey Amerika’da görülen dev toz bulutu hatırlarsınız, herkesi çok şaşırtmıştı” diyor ve devam ediyor:

“Eğer toprağa iyileşme fırsatı vermezseniz ve sürekli tahrip ederseniz o toprakta tarımsal üretim yapılamaz hale gelir. Toprağın en verimli kısmı üst katmanıdır. Bu verimlilik yıllarca ve yüzyıllarca devam eden tarımsal aktivite yüzünden yok ediliyor. Böylece gıda yetiştirmek de giderek zorlaşıyor.”

Tarımda toprak neden bozuluyor?

Toprak bozulmasının birçok sebebi var. Aşırı otlatma, devamlı tek tip bitki yetiştirme ve ilaç kullanımı bunlardan birkaç tanesi.

Toprağı olumsuz etkileyen bir diğer faktör ise çifçilikte devrim yaratan ve tarlayı ekmeden önce toprağı havalandırmakta kullanılan saban teknolojisi.

Eski bir teknoloji olan saban kullanımı, tarımın vazgeçilemez bir parçası haline geldi.

Modern tarımda yabani otlardan kurtulmak için toprak döndürülür ancak bunu yaparken toprağın altında, sağlığı için hayati önem taşıyan mikroplar açığa çıkarılyor.

Güneş ışığına maruz kalan bu mikroplar ölüyor ve toprak verimliliğini kaybediyor.

Ancak biçerdöver gibi diğer tarım aletlerinin yanı sıra saban, çiftçiliğin ölçeğini, hızını ve üretkenliğini genişleterek daha fazla arazinin daha verimli ekilmesine yol açtığı için hala tercih ediliyor.

İngiltere’de bulunan Toprak Derneği’nde (Soil Association) Tarımsal Ormancılık ve Bahçecilik Başkanı Ben Raskin, tarımda teknolojinin rolünün yeniden değerlendirilmesi gerektiğini söylüyor.

Raskin, “Teknolojide öncelik toprak ve bitki sağlığı olmalı” diyor.

Bazı şirketler de bu doğrultuda toprakta en az hasara neden olacak yeni teknolojiler geliştiriyor.

Örneğin toprağı derinden kazan aletlerin yerine ufak delikler açıp içine tohum bırakan tohum ekiciler ve günümüzde kullanılan aletlerin sert müdahalelerine alternatif olarak çok daha yumuşak bir şekilde tohum eken ve yabani otları temizleyen robotlar geliştiriliyor.

Diğer taraftan toprağın çıplak kalmasını engellemek için örtü olarak kullanılan bitkilerin de önemli olduğu belirtiliyor.

Raskin, şimdiye kadar kullanılan teknolojilerin toprağın sadece yüzeyini incelediğini, artık çok daha derine inip toprağın biyolojisinin düşünülmesi gerektiğini paylaşıyor.

Bilim insanlarının toprağın içindeki yaşamın yalnızca yüzde 10’unu tespit ettiği sanılıyor.

Montgomery, uzun yıllardır “yer altındaki dünyanın bilim için görünmez olduğunu, toprağın bilim dünyasında aşılması gereken son büyük sınır olduğunu” aktarıyor.

Toprağın yapısını anlamanın yepyeni endüstrilerin oluşmasına da yol açacağı öne sürülüyor.

Buna örnek olarak çiftçilere toprakları için en iyi besin malzemelerini sağlamak için topraktaki mikropları dizileyen gen teknolojisi gösteriliyor.

Öte yandan çok daha basit ve eskiden kullanılan yöntemlerin de ilginç ve radikal fikirlere yol açacağı ifade ediliyor.

Toprak Birliği’nin Yenilikçi Çiftçiler programı kapsamında yapılan bir deneyde yabani otları ve hastalıkları bastırmak için ağaçların etrafına söğüt talaşı malçı döküldü.

Malçın içindeki asidin ağaçlarda bağışıklık reaksiyonu uyardığı tespit edildi.

Toprak kalitesini ölçmek kolaylaşıyor

Toprağın aynı zamanda tıpta ilaç alanında çok büyük yeniliklere yol açacağı düşünülüyor.

Kimya Dünyası adlı bilimsel dergide yer alan bir makaleye göre toprağın mikrobiyomundaki doğal malzemeler ilaç içeriği için çok faydalı olabilir.

30 yıllık bir aranın ardından geliştirilen ilk yeni antibiyotik sınıfında kullanılanabilecek olan teixobaktin adlı toxin, toprak örneklerine bakarak keşfedildi.

Ancak toprağı analiz etmek çok pahalı olabiliyor ve uzun sürebiliyor.

Uzmanlar bu işlemi artık telefonlarımızla yapmanın yöntemlerini araştırıyor.

İngiltere’de Harvest Agri adlı şirketin yöneticisi Jack Ingle, mikrobiyometre toprak testi adlı bir cihaz satıyor.

Tarımda çalışanlar topraklarından bir örnek alıp onu özel bir solüsyon içeren test tüpüne döküyor ve daha sonra kağıda aktarıyor.

Daha sonra Android ve Iphone’larda bulunan ücretsiz bir uygulamayla toprak örneği taranıp içindeki mikroplar inceleniyor.

Öte yandan bir grup bilim insanı, dünya genelindeki toprak sağlığı ölçümlerinden oluşan SoilHealthDB adlı bir veri tabanı oluşturdu.

Geçen yıl Avrupa Birliği (AB) de, toprak verilerini toplamak ve izlemek ve toprak araştırmalarını ve politika geliştirmeyi desteklemek için AB Toprak Gözlemevi’ni kurdu.

Montgomery, tarım teknolojilerinin geleceğinde geçmişe bakılması gerektiğini söylüyor.

Montgomery, “Mahsul rotasyonu ve mahsulleri örtmek gibi eski bilgileri alıp bunları modern teknolojiyle birleştirebiliriz” diyor.

(Kaynak: BBC Türkçe)

Paylaşın

Dikkat Çeken Rapor: Latin Amerika’da Haftada 3 Çevreci Öldürülüyor

Çevreciler ve yaşam alanlarını savunan yerli halklar için dünyanın en tehlikeli bölge konumundaki Latin Amerika’da 2021 yılında aralarında yaşam alanlarını savunan yerliler ve çevre örgütleri üyelerinin de bulunduğu 150’den fazla çevre savunucusu öldürüldü.

Meksika, Kolombiya ve Brezilya’da doğanın tahribatına karşı çıktığı için öldürülenlerin sayısı, dünyadaki toplam çevreci cinayetlerinin yarısından daha fazlasına denk geliyor.

Doğal kaynaklarla bağlantılı çatışmaları, yolsuzluğu ve buna bağlantılı olarak insan hakları ihlallerini araştıran Global Witness’in raporuna göre 2021 yılında Latin Amerika’da aralarında yaşam alanlarını savunan yerliler ve çevre örgütleri üyelerinin de bulunduğu 150’den fazla çevre savunucusu öldürüldü.

Son 10 yılda doğal yaşam alanlarının ekolojik yıkımına karşı mücadele eden 1200’e yakın kişinin öldürüldüğü Latin Amerika, çevreciler ve yaşam alanlarını savunan yerli halklar için dünyanın en tehlikeli bölgesi konumunda.

Yirmi milyon kilometre kareye yakın yüzölçümüyle zengin yer altı ve yer üstü kaynaklarına sahip Latin Amerika’da ağaç kesimi, tarım ve madencilik gibi yasal ya da yasadışı faaliyetlere karşı doğal yaşam alanlarını savunduklarından dolayı haftada yaklaşık üç kişi öldürülüyor.

Rapora göre organize şiddet, rüşvet, yargı sisteminde yaşanan aksaklıklar, otorite boşluğu ve yetersiz çevre politikaları gibi sorunların yaşandığı Meksika, Kolombiya ve Brezilya’da doğanın tahribatına karşı çıktığı için öldürülenlerin sayısı, dünyadaki toplam çevreci cinayetlerinin yarısından daha fazlasına denk geliyor.

Rapora göre geçen yıl yarısı yerli halklar olmak üzere toplamda 54 kişinin öldürüldüğü Meksika, en çok çevreci cinayetinin işlendiği ülke olmasıyla dikkat çekiyor.

“Doğal kaynaklar azaldıkça çevrecilere yönelik şiddet artıyor”

VOA Türkçe’ye konuşan Greenpeace Meksika Direktörü Gustavo Ampugnani, çevreci cinayetlerinin bölgede bu kadar yüksek olmasının en önemli nedeninin suçluların cezalandırılamaması olduğunu, örneğin Meksika’da işlenen cinayetlerin yüzde 95’inin faili meçhul olduğunu söylüyor.

Greenpeace yetkilisi “Latin Amerika’da birçok ülke ekonomik kalkınma için doğal kaynakların sınırsız bir şekilde kullanılabileceğini düşünürken; doğal alanlarda yaşayan yerlilerse kendi yaşam alanlarında yapılmak istenen (ağaç kesimi, tarım ve madencilik gibi) faaliyetlere karşı çıkıyor. Çatışmanın temel nedeni de bu” diyor.

Dünyada doğal kaynaklar azaldıkça doğal yaşam alanlarını savunan kişi ve gruplara yönelik şiddetin arttığına dikkat çeken direktör, cinayet mahallerinin çoğu zaman şehre uzak, iletişim ve ulaşım sorunları yaşanan ve devlet otoritesinin zafiyet gösterdiği küçük yerleşim birimlerinde olmasının saldırıların daha da pervasızlaşmasına yol açtığını söylüyor.

Cinayet vakalarının olası faillerinin çoğu zaman bölgede faaliyet gösteren yasadışı çetelerle doğrudan ya da dolaylı olarak ilişkili olduklarını belirten Ampugnani, “Şiddetin dozu arttıkça ekolojik yıkıma karşı biyoçeşitliliği, doğayı ve yaşam alanlarını savunan kişiler daha savunmasız hale geliyor” diyor.

Rapor, hükümetleri çevre savunucularının yaşamlarını güvence altına almaya, şirketlerin yasal hesap verebilirliğini teşvik etmeye ve çevreci cinayetlerini aydınlatmaya çağırıyor.

(Kaynak: VOA Türkçe)

Paylaşın

Yaban Hayatı Popülasyonu 1970’ten Bu Yana Yüzde 70 Azaldı

5 bin farklı türü kapsayan 32 bin yaban hayat popülasyonuna ait dikkat çeken bir rapor yayınlandı. Yayınlanan raporda, yaban hayatı popülasyonunun yılda ortalama yüzde 2,5’lik bir hızla azaldığına dikkat çekildi.

Raporda ormansızlaşma, insanları doğayı istismarı, kirlilik ve iklim değişikliği bu düşüşün en büyük sebepleri olarak ifade edildi. Yaban hayatı popülasyonları en büyük düşüşü Latin Amerika ve Karayip’lerde görüldü. Bu coğrafyalarda son beş yılda yüzde 94’lük bir kayıp yaşandı.

Dünya Doğal Hayatı Koruma Vakfı’nın (WWF) son yayınladığı rapor, 1970’lerden bu yana ormansızlaşma ve okyanuslardaki kirlilik gibi nedenlerle yaban hayatı nüfusunun üçte ikisinin kaybedildiğini ortaya koydu.

Londra Zoolojik Toplumu’nun (ZSL) 5 bin farklı türü kapsayan 32 bin yaban hayat popülasyonuna ait durumu değerlendiren 2018 yılı verilerine dayanarak hazırlanan rapora göre, popülasyon boyutunda ortalama yüzde 69’luk küçülme yaşandı.

ZSL koruma ve politikalar direktörü Andrew Terry, “Bu ciddi bir düşüş bize doğanın çökmeye başladığını ve doğal hayatın boşaldığını anlatıyor” değerlendirmesinde bulundu.

Yaban hayatı popülasyonunun yılda ortalama yüzde 2,5’lik bir hızla azaldığına dikkat çeken Terry, bu bulguların WWF’in 2020’de yayımladığı son değerlendirmenin bulguları ile örtüştüğünü belirtti.

WWF İngiltere’nin bilim direktörü Mark Wright da “Savaş kesinlikle kaybedildi” diyerek doğanın hala çok zor durumda olduğunu belirtti.

En büyük düşüş Latin Amerika ve Karayiplerde

Raporda ormansızlaşma, insanları doğayı istismarı, kirlilik ve iklim değişikliği bu düşüşün en büyük sebepleri olarak ifade edildi. Yaban hayatı popülasyonları en büyük düşüşü Latin Amerika ve Karayip’lerde görüldü. Bu coğrafyalarda son beş yılda yüzde 94’lük bir kayıp yaşandı.

Örneğin, Brezilya’daki Amazonlarda yaşayan pembe yunus popülasyonu 1994 ve 2016 yılları arasında yüzde 65 azaldı.

Ancak rapora göre umut verici gelişmeler de yaşanıyor. Her ne kadar Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ndeki Kahuzi-Biega Milli Parkı’ndaki doğu ova goril nüfusu 1994-2019 arasında yüzde 80 kayba uğrasa da,Virunga Milli Parkı’ndaki dağ goril nüfusu 2010-2018 arası 400’den 600’e yükseldi.

Yine de genel düşüş doğaya verilen desteğin arttırılarak hayvan ve bitkilerin koruma altına alınması için yeni küresel stratejilerin geliştirilmesini gerektiriyor.

WWF yetkilileri zengin uluslara doğal hayatın korunmasında mali destek sağlamaları için çağrıda bulunuyor.

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

Hava Kirliliğinden Erken Ölüm Riski; Cinayetle Öldürülme Riskinden 24 Kat Daha Fazla

Türkiye’de PM 2.5 kaynaklı hava kirliliğine bağlı erken ölüm riski; cinayetle öldürülme riskinden 24 kat, trafik kazaları nedeniyle ölüm riskinden ise yedi kat daha fazla. Partikül madde (PM), atmosferde asılı duran küçük sıvı veya katı parçacık formundaki kirlilik.

Greenpeace Akdeniz, yeni yayımladığı “Türkiye’de Hava Kirliliği Yükü” başlıklı raporuyla hava kirliliğinin ulaştığı boyutu gözler önüne serdi. Rapor, PM 2.5 kirleticisine uzun süre maruz kalmanın Türkiye’de yalnızca 2021 yılında 34 bin erken ölüme neden olduğunu ortaya koydu.

İstanbul ve Ankara dahil olmak üzere Türkiye nüfusunun yüzde 60’ından fazlasını kapsayan 38 ilde, 2021 yılı boyunca yapılan hava ölçümleriyle elde edilen verilere göre, maruz kalınan PM 2.5 kirliliği ortalama 20.7 mikrogram. Bu miktar Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) belirlediği yıllık limit değerin dört katından fazla.

Cinayetle ölümden 24 kat fazla

Rapora dahil edilen kentlerde her 100 bin erken ölümden 64’ünün havadaki PM 2.5 kirliliğine maruz kalmaktan kaynaklandığı tahmin ediliyor.

PM 2.5 kirliliğinden kaynaklı hava kirliliğine bağlı erken ölümler, cinayet sayıları ve trafik kazalarının neden olduğu ölüm karşılaştırıldığında ise tablonun vahameti daha açık bir şekilde ortaya çıkıyor.

Türkiye’de PM 2.5 kaynaklı hava kirliliğine bağlı erken ölüm riski; cinayetle öldürülme riskinden 24 kat, trafik kazaları nedeniyle ölüm riskinden ise yedi kat daha fazla.

Söz konusu kentlerde PM 2.5 miktarı DSÖ limitlerini karşılıyor olsaydı PM 2.5 kirliliğine atfedilen erken ölümlerin sayısı yüzde 75 oranında azaltılabilir ve böylece her yıl tahminen 26 bin insanın hayatı kurtulabilirdi.

En fazla erken ölüm İstanbul’da

2021’de ölçüm yapılabilen kentler arasında yüzde 49’la Iğdır, artan erken ölüm riski açısından ilk sırada yer alıyor.

İstanbul ise 8 bin 895 ölümle, PM 2.5 kirliliğine bağlı en fazla erken ölümün olduğu kent. 2021’de New York’ta ölçülen PM2.5 konsantrasyonları (10 mg/m3) ve erken ölüm riski (yüzde 6) İstanbul’a göre daha düşük.

İstanbul’da PM2.5 konsantrasyon oranı 18 mg/m3, erken ölüm riski oranı ise yüzde 12.

Ne yapılmalı?

Raporun bulguları halk sağlığını korumak için Türkiye’deki PM 2.5 kirliliği sorunuyla ilgili acilen harekete geçilmesi gerektiğini gösteriyor.

Greenpeace Akdeniz, hava kirliliğine bağlı erken ölümlerin önüne geçecek ulusal limit değerlerinin belirlenmesinin ardından, standartların ihlal edildiği bölgelerin “Koruma Bölgesi” ilân edilmesini talep ediyor.

Greenpeace’in diğer talepleri ise şöyle:

  • Türkiye’de PM 2.5 kirliliği için yıllık ve 24 saatlik ortalama limit değerleri bir an önce tanımlanmalıdır.
  • Ulusal limit değerler, asgari olarak, AB tarafından kabul edilen seviyelerle uyumlu olmalıdır.
  • Uzun vadede, DSÖ limitleriyle uyumlu bir yönetmelik çıkarılmalıdır.

“Limit değer belirlenmeli”

Greenpeace Akdeniz İklim ve Enerji Proje Sorumlusu Gökhan Ersoy, limit değerlerin belirlenmesinin erken ölümlerin engellenmesine katkı sağlayacağını şöyle dedi:

“Havamızı kirleten failleri aslında hepimiz biliyoruz, ancak olağan şüpheliler ile olağan yöntemler mücadele etmekte yetersiz kalıyor.

Bugün gezegenin en tehlikeli kirleticisi PM 2.5 için bir limit değer belirleyerek, kirliliğin kronikleştiği yerler için yönetmeliğimizde yer alan koruma bölgesini hayata geçirebilir ve kirli endüstriler karşısında insanlarımıza temiz bir nefes alacak ve ortalama yaşam süresini uzatacak mavi gökyüzü fırsatını sunabiliriz.”

(Kaynak: Bianet)

Paylaşın

Hava Kirliliği OECD’de Azaldı, Türkiye’de Arttı

Küçük partiküllerden kaynaklanan hava kirliliğine maruz kalanların oranı Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ülkeleri arasında önemli oranda düşerken Türkiye’de az da olsa artış gösterdi.

Türkiye, OECD üyeleri arasında 2.5PM olarak adlandırılan küçük partikül kaynaklı hava kirliliğine en fazla maruz kalan ikinci ülke. Türkiye’de halkın yüzde 27’si hava kirliliğine maruz kalırken bu oran OECD ülkelerinde yüzde 14.

OECD’nin 2019 yılı verilerine göre hava kirliliğine en fazla maruz kalan ülke yüzde 27 ile Güney Kore. Türkiye de aynı oranla ikinci durumda. Finlandiya, İsveç, Estonya, Yeni Zelanda ve İzlanda yüzde 6 ile en iyi durumda bulunan ülkeler.

2019 yılında “2.5PM” olarak adlandırılan küçük partikül kaynaklı hava kirliliğine maruz kalanların oranı diğer bazı ülkelerde şöyle: İsrail yüzde 19, İtalya yüzde 16, Yunanistan yüzde 14, Almanya yüzde 12. İngiltere yüzde 10 ve ABD yüzde 8.

38 ülkeden 4’ünde kirlilik arttı; birisi Türkiye

Hava kirliliğine maruz kalanların oranı nasıl değişiyor? Azalıyor mu yoksa artıyor mu? 1990 ile 2019 yılları arasındaki değişime bakıldığında OECD listesindeki 38 ülkeden 33 tanesinde hava kirliliği oranı düştü. Bu düşüş bazı ülkelerde yüzde 40’ları aştı. Türkiye’de ise yüzde 1’lik bir artış söz konusu. OECD ortalamasında hava kirliliğine maruz kalanların oranı bu 39 yılda yüzde 28 düşüş gösterdi.

En fazla azalma yüzde 45 ile İsviçre’de. Bu ülkede 1990 yılında hava kirliliğine maruz kalanların oranı yüzde 18,3 iken 2019’da yüzde 10’a geriledi. En fazla artış yüzde 9 ile Güney Kore’da yaşandı. OECD ortalaması 1990’da yüzde 19,4 iken 2019’da yüzde 13,9’a düştü. Aynı dönemde Türkiye’deki oran yüzde 26,7’den yüzde 26,9’a yükseldi.

Küçük partikül kaynaklı hava kirliliğine maruz kalanların oranı diğer ülkelerde 1990-2019 arası şu kadar düştü: Almanya yüzde 43, İngiltere yüzde 41, Fransa yüzde 37, Yunanistan yüzde 27 ve İsrail yüzde 8.

Türkiye’de ‘dalgalı seyir’

Son 39 yılda Türkiye’deki değişime yakından bakıldığında hava kirliliği oranının yükselip düştüğü gözlemleniyor. 2019 yılındaki oran 1990 yılından daha yüksek. 2005’te yüzde 26,7 olan hava kirliliğine maruz kalanların oranı 2010’da yüzde 30’a kadar tırmandı.

PM2.5 nedir, ne kadar zararlı?

Avrupa Çevre Ajansı’nın sitesine göre partikül madde, katı ve sıvı damlacıkların karışımından oluşuyor. Bazı partikül maddeler doğrudan yayılırken bazıları da çeşitli kaynaklardan yayılan kirleticilerin atmosferde reaksiyona girmesiyle meydana geliyor.

Partikül madde, kalp veya akciğer rahatsızlığından kaynaklanan hastalıklar ve ölümlerle ilişkilendirilmiştir. Dünya Sağlık Örgütü, partikül madde kapsamında en zararlı maruz kalma durumunun ince partiküllere (PM2.5) uzun süreli maruz kalma olduğunu gösterebilecek yeterli bilimsel kanıt toplamıştır.

Sağlık Bakanlığı’na göre de havadaki partikül madde insan sağlığını etkileyen en önemli kirleticilerden biri. Partikül boyutu ile sağlık üzerindeki olumsuz etkisi doğrusal olarak bağlantılı.

Hava kirliliği bir yandan kalp ve akciğer hastalıklarına bağlı ölüm oranını artırırken, diğer yandan bu hastalıklara bağlı hastane başvurularını arttırıyor. Bunların yanında hava kirliliği özellikle çocukların akciğer gelişimini olumsuz etkilemekte ve kirliliğin yoğun olduğu bölgelerde astım ve kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) gibi kronik hava yolu hastalıkların prevalansını artırmakta.

(Kaynak: Euronews Türkçe)
Paylaşın

Türkiye, Görülmemiş Sıcaklarla Kavrulacak

Almanya merkezli Max Planck Ensititüsü ve Kıbrıs Enstitüsü’nün ortak araştırmasına göre, Doğu Akdeniz ve Orta Doğu’da hava sıcaklığı yakın zamanda benzeri görülmemiş bir şekilde artacak.

Max Planck Ensititüsü’nün bilim dergisi Reviews of Geophysics’de yayımlanan rapora göre; Türkiye dahil bölgedeki ülkelerin gelecek yıllarda sıcak hava dalgaları, kuraklık, toz fırtınaları, aşırı yağış gibi krizler yaşayacağına dikkat çekildi.

Araştırmada, gereken önlemler derhal alınmazsa Doğu Akdeniz ve Orta Doğu’nun çok ciddi bir iklim krizinin etkisi altına gireceği belirtildi. Bölgenin “iklim değişikliğinin merkezi” olarak tanımlandığı raporda, bölgede sıcaklık artış hızının küresel ortalamanın neredeyse iki katı olduğu vurgulandı.

Su ve gıda krizi yaşanacak

Bu yüzyılın sonuna kadar bölgede sıcaklıkların 5 dereceye kadar artacağı, özellikle yaz aylarında benzeri görülmemiş kavurucu sıcaklar yaşanacağı tahmin ediliyor.

Rapora göre yağış miktarının da azalmasıyla bölge çok ciddi bir su ve gıda krizi yaşayacak, tüm ekonomik sektörler krizden etkilenecek.

Tarım alanları yok olmanın eşiğinde

Bölgede yaşayan 400 milyon kişi çok yıkıcı etkilerle karşı karşıya kalacak. Su seviyelerinin yükselmesiyle birçok yerde kıyı bölgeler ve tarım alanları yok olmanın eşiğine gelecek.

Raporda, iklim krizinin vuracağı ülkeler arasında Türkiye’nin yanı sıra Yunanistan, Katar, Suriye ve Suudi Arabistan da yer aldı. Ayrıca siyasi krizlerin ve çatışmaların yaşandığı bölgede ülkelerin iklim kriziyle mücadele için bir araya gelmesinin zor olduğu da kaydedildi.

(Kaynak: Bianet)

Paylaşın

Algler, İklim Krizini Çözebilir Mi?

Algler, sera gazları ve küresel iklim krizi ile ilişkili atmosferdeki karbondioksit konsantrasyonunu azaltma stratejisinin bir parçası olarak kullanılabilir. Algleri bu kadar özel yapan şey, küresel iklim krizini ve alglerin küresel ısınmanın etkileriyle mücadeleye yardımcı olmada oynayabileceği rolü.

Haber Merkezi / Algler, çoğunlukla sulu ortamlarda bulunan plat benzeri özelliklere sahip fotosentetik organizmalardır.

Pigmentasyon türüne ve besin rezervlerine göre sınıflandırılan yedi tür alg vardır: Yeşil algler (Chlorophyta), euglenoidler (Euglenophyta), altın-kahverengi algler ve diatomlar (Chrysophyta), ateş algleri (Pyrrophyta), kırmızı algler (Rhodophyta), sarı -yeşil algler (Xanthophyta) ve kahverengi algler (Paeophyta).

Algler, dünyadaki oksijenin büyük bir miktarını (yaklaşık yarısı olduğu düşünülür) üretmektedir. Bu mucizevi bir durumdur. Dünya genelindeki bitki popülasyonu bunun sadece 1/10’e ulaşmaktadır.

Alglerin ana bileşimi karbonhidratlar, lipidler, proteinler, lutein, astaksantin ve fukoksantin gibi karotenoidler ve nükleik asitler içerir.  Spesifik bileşim alg türüne bağlıdır ve ayrıca geliştirme yönteminden de etkilenmektedir.

Alglerin büyüyebilmesi için karbon tutması, bu organizmaları sera gazlarının ve iklim değişikliğinin önemli bir nedeni olan karbonun azaltılmasında paha biçilmez bir varlık haline getiriyor.

İklim değişikliği sorunu

İklim değişikliği, atmosferindeki sera gazlarındaki artış nedeniyle zaman içinde ortalama sıcaklık ve hava düzenlerinde meydana gelen değişiklikleri ifade eder.

Sanayileşme, okyanus asitlenmesi, toprak erozyonu ve ormansızlaşmanın yanı sıra sera gazı emisyonlarının tümü iklim değişikliği sürecinde yer almaktadır. CO2 seviyelerindeki eş zamanlı artış, ısınma potansiyelinin yarısından fazlasını oluşturur.

Atmosferdeki karbondioksit konsantrasyonunun azaltılması iklim krizi için bir önemli bir çözümdür. Bu çözüm, fiziksel ve biyolojik olarak ikiye ayrılmaktadır.

Biyolojik açıdan, bitkiler ve algler tarafından gerçekleştirilen CO2 sekestrasyonunu içeren fotosentez, açık ara en çevre dostu ve sürdürülebilir çözümdür. Bu süreç, ağaçlandırma, okyanus gübrelemesi ve mikroalg ekimi gibi  iyileştirmelerle desteklenmektedir.

Mavi karbon

Mavi Karbon, okyanus ve kıyı ekosistemleri tarafından tutulan karbonu ifade eder. Mavi karbon; tuz bataklıkları, deniz otu çayırları veya mangrov ormanları ve tüm dünyadaki okyanusları içeren kıyı ekosistemleri tarafından tutulan karbondur.

Mavi karbon habitatları, karbon yakalamada karasal ormanlardan bile daha etkilidir. Bu nedenle, bu ortamlar, atmosferik karbondioksitin azaltılmasına yardımcı olmak için doğal ve yapay karbon bataklıkları arayışında kilit alanlar halindedir ve dünyanın her yerinde bulunmaktadırlar.

Bu ekosistemler, atmosferde mevcut olan karbon dioksitten tuttukları büyük karbon rezervlerini yakalar ve daha sonra karbonu çökeltilerde biriktirirler.

Biyoenerji rezervi mi?

Algler aynı zamanda sürdürülebilir enerji kaynağıdır. Biyoenerji, biyolojik kaynaklardan elde edilen malzemelerden sağlanan yenilenebilir enerjidir. Biyokütle, güneş ışığını kimyasal enerji şeklinde depolayan herhangi bir organik malzemedir.

Paylaşın

İklim Krizi Bal Arılarının Ömrünü Kısaltıyor

Kahverengi ve kırmızımsı renkte bir parazit türü olan varroa akarı, arılarda aynı adı taşıyan bir hastalığa neden oluyor. Türkiye’de arıcılığı tehdit eden hastalıklar arasında yer alan varroa, arıların sağlığını etkilediği gibi arıcılık sektörüne de büyük zarar veriyor.

Arılarda verim düşüklüğüne ve sektörde ekonomik zararlara neden olan varroa hastalığı, son olarak 2022 Haziranı’nda Avustralya’da çok sayıda kolonide tespit edildi. Hastalık nedeniyle ülkede biyogüvenlik önlemleri alındı.

Varroa akarlarının arılar üzerindeki etkisi hakkında Anadolu Ajansı’na konuşan Dr. Öğretim Üyesi Devrim Oskay, dünya üzerinde arı koloni varlığı ve genetik çeşitlilik açısından Türkiye’nin önemli bir kaynak olduğunu belirtti.

Türkiye’de görülmesi

Dünya genelinde 30 bal arısı ırkı bulunduğu ve bunların beşinin Türkiye’de yaşadığını söyleyen Oskay, “Ülkemiz yaklaşık sekiz milyon bal arısı kolonisine ev sahipliği yapıyor. Dünyada koloni başına düşen bal verimi ortalaması 24 kilogram. Bal arısı koloni varlığı ve genetik çeşitlilik bakımından ülkemiz dünyada ön sıralardayken, koloni başına ortalama 15 kilogram bal verimi nedeniyle alt sıralara düşüyoruz,” dedi.

Olumsuz iklim koşulları, hastalık ve zararlılar nedeniyle Türkiye’de yaklaşık her yıl yüzde 10-40 koloni kaybı yaşandığını ifade eden Oskay, varroanın ilk olarak 1963’te Avrupa’daki bal arılarında tespit edildiğini, Türkiye’de ise 1970’li yılların başından itibaren görüldüğünü söyledi.

Hastalıkla mücadele

Varroanın, bugün dünyanın her ülkesinde bal arılarını tehdit ettiğini aktaran Oskay şöyle devam etti:

“Varroa akarları yetişkin bal arıları üzerinde beslenip yaşayabildikleri gibi gelişmekte olan kuluçkadaki larva ve pupalar üzerinde beslenip çoğalarak bal arılarının zayıf düşmesine, yaşam sürelerinin azalmasına, arı kolonisinde deforme kanat gibi virüslerin yayılmasına ve belli bir süre sonra kolonilerin çökmesine neden olabiliyor. Bugün varroa, dünyada arıcılık sektörünün en büyük problemi olarak görülüyor.”

Hastalıkla mücadelede karantina veya koloni imhasına başvurulamayacağını söyleyen Oskay, “Varroa ile mücadelede doğa dostu telli dip tahtası, pudra şekeri, organik asitler, aromatik, tıbbi bitki özleri ve yağları, kuluçkaya yüksek sıcaklık uygulaması, ıslah ve bunun gibi uygulamalar sentetik kimyasal kalıntı sorununun çözümü olarak görülüyor,” dedi.

Varroa nedir?

Kahverengi ve kırmızımsı renkteki bir parazit türü olan varroa akarı, arılarda aynı adı taşıyan bir hastalığa yol açıyor. Varroa, dünya arıcılık sisteminin en önemli problemleri arasında görülüyor.

Araştırmalar, iklim krizinin bal arısı kolonileri üzerinde stres yarattığını ve buna bağlı olarak da varroa akarının etkisini yükselttiğini ortaya koyuyor.

İklim krizine bağlı olarak bitki türlerinin yok olması, bitkilerin nektar ve polen salgılamalarının azalması, bal arılarının açlıkla veya yetersiz beslenmeyle karşı karşıya kalabileceğini gösteriyor.

(Kaynak: Bianet)

Paylaşın