Japonya’nın Kökenine Büyüleyici Bir Bakış: Kojiki

MS 712 yılında derlenen ve Japonya’nın mitlerine, efsanelerine ve erken tarihine bir pencere sunan Kojiki, İmparatoriçe Genmei’nin emriyle Ō no Yasumaro tarafından yazıldı.

Haber Merkezi / Kojiki, Japon kültürünün ve dininin temellerini şekillendiren anlatıların bir hazinesidir. Japon adalarının ilahi yaratılışından imparatorların efsanevi hikayelerine kadar, Kojiki Japonya’nın manevi ve politik kökenlerine büyüleyici bir bakış sağlar.

Kojiki gibi eski bir metin söz konusu olduğunda, neyin gerçek neyin kurgu olduğunu bilmek zor olabilir. Metnin önsözüne göre, Kojiki, İmparatoriçe Genmei’nin sarayın gücünü pekiştirmeye ve birleşik bir ulusal kimlik oluşturmaya çalıştığı bir dönemde sipariş edilmiştir. Eğer doğruysa, bu Kojiki’yi Japonya’daki en eski mevcut edebi eser yapar.

Kojiki’nin MS 711 ile 712 yılları arasında, hem Çin hem de Japon geleneklerinde bilgin olan Ō no Yasumaro tarafından yazıldığı varsayılmaktadır. Bu, metnin neden Çince karakterler ve fonetik antik Japoncanın benzersiz bir karışımıyla yazıldığını açıklamaya yardımcı olacaktır.

Bu dil karışımı, erken Japonya’yı şekillendiren kültürel etkileri vurgular; Çince karakterler anlamları için kullanılırken, Japon fonetiği yerel kelimelerin seslerini yakalamak için kullanılır.

Kojiki, Japon adalarının ve imparatorluk ailesinin ilahi kökenlerini, iktidardaki Yamato klanının otoritesini ve meşruiyetini güçlendirme çabasıyla yazılmıştır.

Bir çok kültürde olduğu gibi Kojiki, mitolojiyi tarihsel anlatı ile iç içe geçirerek güçlü bir ulusal kimlik yaratmak suretiyle imparatorların ilahi hükmetme hakkını sağlamlaştırmak için tasarlanmış bir araçtı.

Nispeten basit bir yapıya sahip olan Kojiki, bir önsöz ve üç kitaptan oluşur. Her kitabın kendine özgü bir odak noktası vardır ve yaratılış mitlerinden ve efsanevi hikayelerden imparatorların ve soyluların soyağacı gibi biraz daha kuru konulara kadar her şeyi kapsar.

Kojiki, bir bütün olarak ele alındığında, okuyucuya, dünyanın ve tanrıların doğuşundan Japon imparatorluk soyunun kuruluşuna kadar bir yolculuk yapmasına olanak tanır.

Ō no Yasumaro tarafından yazılan önsöz, İmparatoriçe’ye bir hitap biçimini alır. Önsöz, eserin özeti işlevi gören bir şiirle başlar.

Yasumaro daha sonra kaynaklarını açıklayarak, İmparator Tenmu’nun başlangıçta Hieda no Are’ye dahil edilen soyağaçlarını ezberlemesini nasıl emrettiğini ve bunları Kojiki’yi oluşturmak için nasıl kullandığını belirtir. Önsöz, kullandığı Çince karakterlerin kısa bir açıklaması ve eserin üç cilde nasıl bölündüğüyle sona erer.

Cilt 1, Kamitsumaki: Yaratılış Mitleri ve Tanrılar

Kojiki’nin birinci cildi mitoloji meraklıları için en ilgi çekici olanıdır. Tanrıların ve kozmosun kökenlerini ve Dünya’nın yaratılışını ele alır. İlkel tanrılarla başlar ve tanrıların ilk neslini anlatır.

Bu yaratılış mitlerinin merkezinde, Japon adalarını yaratmaktan sorumlu tanrılar olan Izanagi ve Izanami’nin hikayesi yer alır. Hikayeler, Cennetin Yüzen Köprüsü’nde durup mücevherli bir mızrakla denizi karıştırmalarıyla başlar. Okyanusa geri düşen damlalardan, Japonya adaları doğmuştur.

Ayrıca güneş tanrıçası Amaterasu, ay tanrısı Tsukuyomi ve fırtına tanrısı Susanoo dahil olmak üzere çeşitli tanrılar yarattıkları da söylenir. Birinci cilt, Japonya’nın yaratılışı ve ilahi soyunun mitolojik temelini belirlerken aynı zamanda Şinto’nun bazı arınma ritüellerinin kökenlerini de ortaya koyar.

2. Cilt, Nakatsumaki: Güneş Tanrıçası Amaterasu

2. Cilt, imparatorluk hattının kuruluşunun ilahi kökeniyle daha çok ilgilidir. Göklerden inen Amaterasu’nun torunu Ninigi’nin hikayesine odaklanır. Bu cilt ayrıca, tanrıların ve efsanevi imparatorlarla olan ailevi ilişkilerinin derinlemesine soyağaçlarını da içerir. Bu, Japonya’nın ilahi kökenlerini tarihi figürlerle ilişkilendirmeye yarar.

Basitçe söylemek gerekirse, 2. cilt, efsanevi çağı erken efsanevi imparatorlarla birleştirerek ilahi hükmetme hakkını vurgulamakla ilgilidir.

3. Cilt, Shimotsumakie: İmparator Jimmu ve Soykütükleri

Üçüncü cilt, erken dönem imparatorlarının soyağaçlarını ortaya koyma işini sürdürüyor ve tarihi olayları genişletiyor. İlk insan imparatoru olan İmparator Jimmu ve sonraki yöneticiler de dahil olmak üzere erken dönem imparatorlarının hayatlarını ve eylemlerini ele alıyor.

Bu cilt, politik ve sosyal gelişmeleri, savaşları ve ittifakları ayrıntılı olarak açıklayan bir mit ve tarih karışımı sunuyor. Bu cilt, mitolojik geçmişi o zamanki çağdaş imparatorluk soyuna bağlayan ve yönetici aileyi meşrulaştırma işini tamamlayan tarihi bir kayıt görevi görmesi için tasarlanmıştır.

Tarihi, Kültürel ve Dini Önemi

Kojiki, Japonya’nın Şinto inançları ve ritüelleri için bir temel taşı görevi görür ve Japonya’nın en eski kroniği olarak, Japon maneviyatının temelini oluşturan mitlerin ve efsanelerin kapsamlı bir kaydını sunar.

Erken Japon Kültürü ve Değerlerinin Yansıması

Kojiki’deki bilgiler erken Japonya’nın değerleri ve toplumsal normlarına dair önemli bir bakış açısı sağlar. Sadakat, cesaret ve ilahi lütfun önemi gibi temalar metin boyunca yaygındır. Örneğin, İmparator Jimmu’nun yönetimini kurmak için yaptığı yolculuğun hikayesi, Japon kültüründe çok değer verilen azim ve ilahi rehberlik erdemlerini yansıtır.

Kojiki, Japon sanatı, edebiyatı ve folkloru üzerinde de kalıcı bir etki bırakmıştır. Hikayeleri, klasik resimlerden modern manga ve animelere kadar sayısız sanat eserine ilham kaynağı olmuştur. Japonya’nın en eski şiir antolojisi olan Manyoshu gibi edebi eserler de Kojiki’deki temalardan ve karakterlerden yararlanır.

Nesiller boyunca aktarılan halk hikayeleri genellikle Kojiki’de kaydedilen mitleri yansıtır ve Kojiki’nin hikayelerinin Japonya’nın kültürel mirasının önemli bir parçası olarak kalmasını sağlar.

Emperyal Sistemin Meşrulaştırılmasındaki Rolü

Japonya, dünyanın en eski sürekli monarşisine sahiptir. Monarşinin kökenleri MÖ 660’a dayanan İmparator Jimmu’ya kadar uzanır. Kojiki, bu imparatorluk sistemini meşrulaştırmada önemli bir rol oynamıştır. İmparator Jimmu’yu Amaterasu’nun doğrudan soyundan gelen biri olarak tasvir eden, bu, İngiltere kralını İncil’e koymak gibidir.

Sonraki Kronikler Üzerindeki Etkisi

Kojiki, MS 720’de tamamlanan Nihon Shoki (Japonya Kronikleri) gibi sonraki tarihsel kronikler için bir emsal oluşturdu. Nihon Shoki, Kojiki’de kaydedilen mitleri ve tarihleri ​​daha da ayrıntılı hale getirerek Japonya’nın erken tarihinin daha ayrıntılı ve kronolojik anlatımını sağladı.

Her iki metin de Japonya’nın tarihsel ve kültürel kimliğini şekillendirmede etkili oldu ve imparatorluk ailesinin ilahi ve tarihsel meşruiyetini güçlendirdi.

Kojiki yalnızca tarihi bir belge değildir. Amaterasu gibi tanrıların yaratılış mitleri ve efsanelerinden imparatorların ilahi soyuna kadar her şeyi belgeleyen, antik Japon tarihinin bir kroniğidir. Dahası, erken Japon değerlerini yansıtan Şinto inançlarının temeli olarak hizmet eder ve sanatı, edebiyatı ve ulusal kimliği derinden etkilemiştir.

Tarihsel olarak, Yamato hükümdarlarının ve Japonya monarşisinin ilahi hakkını meşrulaştırmıştır. Kojiki, Japonya’nın geçmişine bir bağdır ve modern Japon toplumunun sayısız yönünü etkilemeye devam etmektedir.

Paylaşın

İndus Vadisi Uygarlığına Ne Oldu?

MÖ 3. ve 2. binyıllar arasında, bugünkü Hindistan ve Pakistan’ın bulunduğu bölgede geliştiğine inanılan İndus Vadisi Uygarlığı, en gizemli antik kültürlerden biri olmaya devam ediyor.

Haber Merkezi / İndus Vadisi Uygarlığı yaklaşık 1.210.000 km2’lik bir alanı kaplıyordu. Karşılaştırma yapmak gerekirse, MÖ 3. binyılda Dicle ve Fırat arasında Mezopotamya uygarlığının işgal ettiği alan yaklaşık 65.000 km2 iken, eski Mısır uygarlığının ekili alanları, yani Nil Vadisi, yalnızca 34.440 km2’ydi.

1921 yılında Pakistan’ın Pencap eyaletinde Harappa ve 1922 yılında Sind eyaletindeki Mohenco-daro antik yerleşimlerinde bulunmuştur.

Bu iki kentin dışında yüzün üstünde kent, kasaba ve köyde hüküm sürdüğü bilinen İndus Uygarlığı’nın 250-500 kadar karakterden oluştuğu sanılan yazı dili henüz çözülememiştir.

İndus Irmağı’nın verimli ovalarında taşkınları önleyecek, daha verimli tarım yapılmasını sağlayacak teknikleri geliştiren uygarlık, İndus Vadisi boyunca yayılmıştır. Ağırlıklı olarak buğday, arpa, bezelye, pamuk ve susam tarımı yapılmaktadır ve kedi, köpek, sığır, kümes hayvanları, manda, domuz ve deve evcilleştirilmiştir. Fildişi takılardan, filin de evcilleştirilmiş olduğu anlaşılmaktadır.

Arkeolojik bulguların büyük bir bölümü, ince işlemeli mühürlerdir. Mühürlerde insan, hayvan ve Şiva figürleri kullanılmıştır. Bulgular, Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarıyla ticari ilişkilerde bulunulduğunu göstermektedir.

İndus Vadisi Uygarlığı’nın çöküşüne ilişkin farklı fikirler öne sürülüyor. Bazı tarihçiler istilaları öne sürerken, savaşa dair sınırlı kanıtlar, uygarlığın çöküşüne ilişkin aşırı nüfus ve iklim değişikliği ile kaynakların tükenmesi fikrini öne çıkarıyor. İklim değişikliği, yerleşim yerlerini harap etmiş, açlığa, hastalığa ve hata siyasi istikrarsızlığa yol açmıştır.

İndus Vadisi Uygarlığı’nın çöküşüne neyin veya nelerin sebep olduğu hala spekülasyon ve konuya ilişkin araştırmalar devam ediyor.

Paylaşın

Minimalist Mimari Nedir? Dört Temel Özelliği

Minimalist mimari, faydayı önceliklendiren bir yapı tasarımı biçimidir. Bu ekolün mimarları, hemen hemen her tür süslemenin bir tür aşırılık olduğunu düşünürler.

Haber Merkezi / Bu ekolün mimarları, sadelik temelinde aile evleri, müzeler, gökdelenler ve diğer bina türlerini tasarlamak için çabalarlar.

Minimalist mimari, geleneksel mimariden olduğu kadar modern mimariden de çok şeyalır.

Minimalist mimarinin özellikleri:

Faydaya vurgu: Minimalist yapı tasarımı, belirli bir amaç olmaksızın her şeyi kaldırabilecek yapı fikirleri etrafında döner. Bu nedenle, minimalist mimarinin her bir öğesi genellikle faydacı bir işlevi veya amacı yerine getirir.

Süsleme eksikliği: Minimalist yapıların dış cepheleri genellikle düzdür ve az sayıda farklı malzeme kullanılır. Minimalist yapıların iç tasarım öğeleri de seyrektir. Minimalist yapılar bazı iç dekorasyon öğelerine sahip olsalar da, bunlar genellikle yapının genel mimarisi kadar basittir.

Açık alan: Minimalist mimarlar, yapılarda mümkün olduğunca boş alanı ön plana çıkarırlar. Bu, aynı zamanda orta çağ modern mimarisinin bazı temel özellikleriyle de ilgilidir.

Basit geometrik formlar: Minimalist mimari neredeyse hem içeride hem dışarıda her cephede temiz çizgilere sahiptir. Çatılar genellikle düzdür, iç mekanlar basit geometrik formlara odaklanır ve düz çizgiler tasarımın hemen hemen her diğer öğesinin temelini oluşturur.

Minimalist mimarinin 5 önemli örneği:

Barselona Pavyon: İspanya’nın başkenti Madrid’de yer alan Barselona Pavyonu, açık alan iç mekanı, düz çatıyı ve uzun pencereleri bir araya getiren minimalist bir şaheser. Yapının mimarı Ludwig Mies van der Rohe’nin “daha azı daha fazladır” ifadesi, onlarca yıldır minimalist mimarlara ilham veriyor.

Barragan Evi: Mexico City’nin batısında yer alan Barragan Evi, 1948 yılında inşa edilmiştir. Mimarı Luis Barragan’ın bu dönemdeki tasarım stilini yansıtır ve Barragan ölümüne kadar burada ikamet etmiştir. 1994 yılında Barragan’ın evi, Jalisco yönetimi ve Arquitectura Tapatía Luis Barragan Vakfı tarafından işletilen bir müzeye dönüştürülmüştür.

Modern Meksika mimarisinin en etkili ve temsilci örneklerinden biri olduğu için 2004 yılında UNESCO tarafından Dünya Mirası olarak belirlenmiştir.

Chichu Sanat Müzesi: Japonya’nın Kagawa Eyaletindeki Naoshima adasının güney kısmına doğrudan inşa edilen Chichu Sanat Müzesi, minimalizmi daha da üst bir seviyeye taşıyor. Mimar Tadao Ando tarafından tasarlanmış ve 18 Temmuz 2004’te halka açılmıştır.

Küçük Ev: Japonya’nın Tokyo kentinde yer alan “Küçük Ev” minimalist tasarımın tüm öğelerini içeriyor.

St. Moritz Kilisesi: Almanya’nın Augsburg kentinde yer alan St. Moritz Kilisesi, mimar John Pawson tarafından minimalist mimari çizgileri kullanılarak yeniden dekore edildi.

Paylaşın

Sürdürülebilir Turizm Nedir? Duyarlı Gezgin Olmanın Beş Yolu

Sürdürülebilir turizm, doğal yaşam alanlarını, kültürel mirası ve yerel gelenekleri gelecek nesiller için korumayı amaçlayan bir turizm biçimidir. Sürdürülebilir turizm, turizm faaliyetlerinin olumsuz etkilerini en aza indirmeyi amaçlayan bir turizm biçimidir.

Haber Merkezi / İşte, bilinçli bir turist veya gezgin olmanın beş yolu:

Çevre dostu konaklama yerlerini seçin: Sürdürülebilirlik çabaları için sertifikalandırılmış otelleri, tatil köylerini veya pansiyonları tercih edin. Yenilenebilir enerji kaynakları kullanan, su tasarrufu uygulayan ve geri dönüşüm ve atıkları azaltan konaklama yerleri arayın.

Karbon ayak izinizi azaltın: Tren veya otobüsle seyahat edin. Uçmak kaçınılmaz olduğunda, uçuşunuzun çevresel etkisini azaltmak için karbon dengelemeleri satın almayı düşünün. Varış noktanıza vardığınızda, taksi yerine toplu taşımayı kullanın, yürüyün veya bisiklet kiralayın.

Yerel kültürlere saygı gösterin: Yerel kültürle saygılı olun. Yerel zanaatkarlardan mal satın alın, yerel restoranlarda yemek yiyin ve yerel kültürel faaliyetlere katılın.

Plastik kullanımını en aza indirin: Tek kullanımlık plastiklere olan bağımlılığınızı azaltmak için yeniden kullanılabilir bir su şişesi edinin ve aşırı ambalajlı ürünlerden kaçının.

Koruma çabalarını destekleyin: Doğal yaşam alanlarının ve biyolojik çeşitliliğin korunmasına katkıda bulunan ulusal parkları, yaban hayatı rezervlerini ve korunan alanları ziyaret edin. Koruma çalışmalarını desteklemek için bağışta bulunun. Çevre koruma ve toplum gelişimine odaklanan eko – turlara ve gönüllü programlara katılın.

Paylaşın

850 Bin Yıllık “Arkaik İnsan” Kalıntıları Bulundu

Kuzey İspanya’nın Burgos eyaletindeki Atapuerca (Sierra de Atapuerca) arkeolojik alanında yapılan son kazılarda, Homo Antecessor olarak bilinen arkaik insan türüne ait bir bireyin iskelet kalıntıları ortaya çıkarıldı.

Haber Merkezi / Katalan İnsan Paleoekolojisi ve Sosyal Evrim Enstitüsü’nden (IPHES) araştırmacılar, arkeolojik alanda birden fazla kafatası parçası, alt çene kemiğinden 2 parça, birkaç omur, bilekten bir kemik ve tek bir kesici diş çıkardılar.

Araştırmacılar, çıkarılan parçaların yaklaşık 25 yaşında dişi bir Homo Antecessor’a ait olduğunu belirlediler. Yapılan tarihleme çalışmaları, kadının yaklaşık 850 bin yıl önce, Erken Pleyistosen döneminde yaşadığını ortaya koydu.

Latincede “öncü insan” anlamına gelen Homo Antecessor, ilk olarak 1991 yılında İspanyol paleoantropologlar Jose Maria Bermudez de Castro, Eudald Carbonell ve Juan Luis Arsuaga tarafından keşfedilmişti.

Homo Antecessor’un 800 bin ila 1,2 milyon yıl önce Avrupa’nın her tarafında yaşadığına inanılıyor, ancak şimdiye kadar 1994 yılında ve 30 yıl sonra 2024 yılında Atapuerca’da bulunan iskelet parçaları bu arkaik homininin tek doğrulanmış kalıntıları.

Sierra de Atapuerca, insanlığın zaman içindeki uzun ve destansı yolculuğunun hikayesi hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyen bilim insanları tarafından yoğun bir incelemeye tabi tutulmakta.

Bu alanda yapılan her yeni keşif, arkaik insan eserleri veya iskelet kalıntıları, bu bilgi arayışını daha da ileriye taşımaya yardımcı olmakta. Bu nedenle Atapuerca (Sierra de Atapuerca) arkeolojik alanındaki ikinci Homo Antecessor’un keşfi olağanüstü önemli bir gelişme olarak görülmekte.

Paylaşın

Rusya’da Ziyaret Edilebilecek 5 Muhteşem Yer

Coğrafi alan olarak dünyanın en büyük ülkesi olan Rusya, zengin kültürel değerler, çarpıcı mimari eserler ve nefes kesen manzaraların ülkesi. Hareketli şehirlerden dingin kırsal kesimlere kadar, bu ülkede her gezgin için bir şeyler var.

Haber Merkezi / Rusya’ya bir seyahat planlıyorsanız, bu 5 muhteşem yeri seyahat programınıza dahil ettiğinizden emin olun.

Kızıl Meydan (Moskova): Moskova’daki Kızıl Meydan’ı ziyaret etmeden Rusya’ya yapılan hiçbir gezi tamamlanmış sayılmaz. Bu tarihi meydan şehrin kalbidir ve UNESCO Dünya Mirası Alanıdır. Meydan, renkli Aziz Vasil Katedrali, görkemli Kremlin kompleksi ve Devlet Tarih Müzesi gibi simgesel yapılarla çevrilidir. Kızıl Meydan ayrıca Rus liderinin mumyalanmış bedenini görebileceğiniz ünlü Lenin Mozolesi’ne de ev sahipliği yapmaktadır.

Ermitaj Müzesi (St. Petersburg): St. Petersburg’daki Hermitage Müzesi, 3 milyondan fazla sanat eserine ev sahipliği yapan dünyanın en büyük ve en eski müzelerinden biridir. İlk olarak 1764’te Büyük Katerina tarafından kurulmuş ve o zamandan beri altı binadan oluşan geniş bir komplekse dönüşmüştür. Müzenin koleksiyonunda Leonardo da Vinci, Rembrandt ve Van Gogh gibi ünlü sanatçıların şaheserleri yer almaktadır.

Baykal Gölü: Sibirya’da bulunan Baykal Gölü, dünyanın en derin ve en eski gölüdür ve dünyanın tatlı suyunun yaklaşık yüzde 20’sini barındırır. Aynı zamanda UNESCO Dünya Mirası Alanıdır ve eşsiz florası ve faunasıyla popüler bir turizm merkezidir. Gölün berrak suları, endemik Baykal foku da dahil olmak üzere 3 binden fazla bitki ve hayvan türüne ev sahipliği yapmaktadır. Ziyaretçiler gölde tekne turu yapabilir veya çevredeki dağların muhteşem manzaralarına tanık olmak için kıyılarında yürüyüşe çıkabilirler.

Kazan: Tataristan Cumhuriyeti’nin başkenti Kazan, mimarisinde, mutfağında ve geleneklerinde Rus ve Tatar etkilerinin belirgin olduğu bir kültürler karışımıdır. Şehrin en ünlü simgesi, UNESCO Dünya Mirası Alanı olan ve güzel bir cami ve katedrale ev sahipliği yapan Kazan Kremlin’dir. Ayrıca, geleneksel Tatar yemekleri sunan restoranlarıyla canlı yemek sahnesiyle de bilinir. Şehrin tiyatrolarından birinde geleneksel Tatar müziği ve dansı performansını izleme şansını kaçırmayın.

Trans – Sibirya Demiryolu: Rusya seyahatinizde yeterli zamanınız varsa, ikonik Trans – Sibirya Demiryolu’nda bir yolculuk yapmayı düşünün. Bu efsanevi tren rotası Moskova’dan Vladivostok’a 9 bin 289 kilometrelik bir mesafeyi kapsıyor ve tamamlanması yaklaşık 7 gün sürüyor. Yol boyunca, farklı manzaralardan geçerken ve çeşitli şehirlerde dururken Rusya’nın enginliğini deneyimleyeceksiniz.

Paylaşın

Julius Caesar: Generallikten Diktatörlüğe

Roma’nın cumhuriyetten imparatorluğa geçişinde önemli bir rol oynayan Gaius Julius Sezar (M.Ö. Temmuz 100 – Mart 44) kadar hakkında tartışılan çok az tarihi figür var.

Mükemmel bir general ve politikacı olan Julius Sezar, saygın bir aristokrat ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Roma topraklarını önemli ölçüde genişleten askeri seferlere liderlik eden Sezar, Galya’yı fethetti, Britanya’ya ayak bastı ve Rubicon’u geçerek iç savaşta Pompey’e karşı zafer kazandı.

Julius Sezar, gücü merkezileştirdi ve kapsamlı reformlar yürürlüğe koydu; ancak mutlakıyetçi eğilimleri Senato’yu alarma geçirdi. Bu korku, M.Ö. 44 yılının Mart ayının ortalarında Sezar’ın suikasta uğraması sonucu ölmesiyle doruğa ulaştı. Ancak Sezar’ın etkisi günümüze kadar siyasi ve askeri düşünceyi şekillendirerek devam etti.

Tanrıça Venüs ile evli olan Aeneas’ın babası Anchises’in soyundan geldiğini iddia eden Julius Sezar, Venüs’ün sembollerinden biri olan boğayı lejyonlarından birinin sembolü olarak kullandı. M.Ö. 46 yılında Julius Sezar, Roma Forumu’nda bir Venüs Genetrix Tapınağı yaptırdı ve ilahi kökenini güçlendirdi.

Julius Sezar, M.Ö. 81 yılında Midilli Kuşatması’ndaki cesareti nedeniyle prestijli belediye tacını (corona civica) kazanarak parlak bir lider olarak ortaya çıktı. M.Ö. 74 yılında Sezar, Pontus kralı Mithridates VI Eupator’a karşı savaşırken kendini bir kez daha kanıtladı. Kendi kuvvetlerini toplayan Sezar, Mithridates birliklerini yendi ve bir askeri lider olarak ününü daha da sağlamlaştırdı.

Askeri başarılarının ötesinde usta bir hatip ve kurnaz bir politikacı olan Sezar, askeri tribün olarak seçildi ve siyasi basamaklarda istikrarlı tırmanışına başladı. M.Ö. 69 yılında quaestor olarak görevlendirilen Julius Sezar, ardından Roma devlet dininin baş rahibi olan pontifex maximus görevine getirildi. M.Ö. 63 yılında, Roma Senatosu’nu sarsan Catilina komplosu sonrasında Julius Sezar, praetor oldu, bu da Hispania valiliğine ve son olarak M.Ö. 59 yılında ilk konsüllüğün yolunu açtı. Sezar artık cumhuriyetteki en güçlü adamlardan biriydi.

Kayda değer başarılarına rağmen, kendisini potansiyel bir tehdit olarak gören senatonun direnişiyle karşılaşan Sezar, senatoyu hiç sevmiyordu. Roma, Pön Savaşları’nın ardından Akdeniz’de egemen güç haline geldi ve etki alanını hızla genişletti. Roma’nın bu genişlemesine, yönetici seçkinler arasında artan bir yolsuzluk eşlik etti.

M.Ö. 63 yılında senatörler Catilina, cumhuriyet üzerinde kontrolü ele geçirmeye çalıştı ancak başarısız oldu. Julius Sezar, ölüm cezası alma pahasına Catilina’yı savundu, ancak rakiplerinden Cato’nun yaptığı bir konuşma, mahkemeyi ikna etti ve Catilina idam cezasına çarptırıldı.

Yolsuzluğu ortadan kaldırmaya ve hükümeti yeniden düzenlemeye kararlı olan Sezar, senato tarafından dışlanan iki güçlü adamla ittifak kurdu (Birinci Üçlü Yönetim): başarılı bir general olan Büyük Pompey ve cumhuriyetin en zengin adamı Marcus Licinius Crassus. Bu üç güçlü adam, dönemin Roma’daki en etkili siyasetçi ve askeri liderleriydi ve her birinin destekçi ordusu ve kendilerine hayran kitleleri vardı.

Julius Sezar, M.Ö. 58 yılında hem Cisalpine Galya hem de Transalpine Galya valiliğini güvence altına almak için Üçlü Yönetim’i kullandı. Bu bölgeler, Roma’nın kuzeybatı sınırlarının ötesine genişlemek için bir sıçrama tahtası görevi gördükleri için çok önemliydi.

M.Ö. 58 yılından 50 yılına kadar Sezar, Galyalı kabilelere karşı amansız bir sefer yönetti ve Roma’nın sınırlarını İngiliz Kanalı’na ve Ren Nehri’ne kadar genişletti. Galya’nın fethi, Roma için yalnızca toprak genişlemesi değil, aynı zamanda Sezar’ın otoritesini pekiştiren bir olaydı.

Galya zaferi, Sezar’ın M.Ö. 46 yılındaki dört zaferinden ilkine neden oldu; eski Galya kralı Vercingetorix, zincirlerle Roma sokaklarında gezdirildi ve ardından idam edildi. Sezar, Galya’da durmadı, Britanya ve Germania’ya yaptığı akınlarla gücünü daha da artırdı; bu aynı zamanda, Sezar’ın senatoya karşı bir güç gösterisiydi.

Üçlü Yönetim, Crassus’un M.Ö. 53 yılında Part seferi sırasında ani ölümünün ardından dağıldı. Sezar’ın zaferlerinden korkan Pompey taraf değiştirdi ve senato ile ittifak kurdu. Senatonun birliklerini dağıtıp Roma’ya dönmesini emrettiği Sezar, kaderini belirleyen kararı aldı ve birlikleriyle İtalya’ya gitti.

Görüşmeler başarısızlıkla sonuçlanınca Pompey, senatörlerin çoğuyla birlikte İtalya’dan kaçtı. Sezar ve Pompey, İspanya, Yunanistan ve Kuzey Afrika’da iki yıl süren savaşa girdiler. Sezar, M.Ö. 48 yılında Yunanistan’ın Farsalus kentinde Pompey’ye kesin bir mağlubiyet yaşattı. Müttefiki Firavun XIII. Ptolemaios’a sığınmak üzere İskenderiye’ye kaçan Pompey, karaya çıkmadan Ptolemaios’un emriyle öldürüldü.

Roma’nın Efendisi

Roma’ya dönen Sezar, M.Ö. 46 yılında kendisini on yıllığına diktatör ilan etti. Artık kapsamlı reformlar yapabilirdi; gazilere mülk vermek, fakirlere toprak dağıtmak, borçları iptal etmek ve yabancılara vatandaşlık vermek gibi. Bu reformlar Sezar’ı askerler ve kitleler arasında inanılmaz derecede popüler yaptı ancak diktatörün mutlak gücünden korkan seçkinleri kızdırdı.

Sezar’ın bir kişilik kültü yaratması da kendisine yardımcı olmadı: Kendi resmini madeni paraya koydu (yaşayan bir Romalı için ilk), doğum gününü resmi tatil yaptı, kraliyet cübbesi giydi ve senato toplantılarına özel altın sandalyede başkanlık etti. Sezar, ayrıca, heykellerini tapınaklara koydu ve doğduğu ay olan Quintilis’in adını Julius (Temmuz) olarak değiştirdi. Son olarak, Kleopatra’yı ve oğulları Caesarion’u (potansiyel bir mirasçı) konuk olarak Roma’ya getirtti.

Sezar’ın Pompey’in oğullarını yendiği M.Ö. 45 yılındaki Munda Muharebesi, onun son zaferiydi. Julius Sezar, bu zaferden bir yıl sonra kendisini “ömür boyu diktatör” ilan ettiğinde, düşmanları saldırmaya karar verdi. Düşmanlarının çoğu Pompey’in eski destekçileri olsa da, Sezar’ın en yakın müttefiklerinden ikisini, Marcus Junius Brutus ve Cassius Longinus, kendi taraflarına çekmeyi başardılar.

M.Ö. 44 yılının 15 Mart’ında Sezar, karısı Calpurnia ve en yakın arkadaşı general Mark Antony’nin tavsiyelerine rağmen senatoya geldi. Sezar’ın düşmanları hançerlerini çektikçe bir kan banyosu yaşandı. Suetonius’a göre, ilk darbeyi indirdi Brutus ve Sezar’ın meşhur sözlerine neden oldu: Kai su teknon? (Sen de mi, evlat?). Yirmi üç yaradan sonra, ömür boyu diktatör ölü yatıyordu.

Paylaşın

İskender İle Darius’un İlk Kez Karşılaştığı Savaş: İssos Muharebesi

Büyük İskender’in ordusu Anadolu ile Suriye arasındaki sınıra yaklaştığında tarih M.Ö. 333 Kasım’ıydı. İskender, Ahameniş kralı III. Darius’un Suriye’nin Sochoi kasabası yakınlarında bir ordu topladığına dair bilgiler almaya başladı.

Haber Merkezi / Büyük İskender, buna karşılık Suriye’ye giden en kolay yol olan İssos’taki kıyı geçidini güvence altına almak için Parmenion komutasında bir kuvvet gönderdi. III. Darius ise, bir ikilemle karşı karşıyaydı. Suriye ovasındaki konumu, ona daha fazla manevra alanı sağlıyordu, ancak, bu büyük orduyu bir arada tutmak pahalıydı ve kış da yaklaşıyordu.

III. Darius için Parmenion’un kuvvetlerine doğrudan saldırmak zordu, çünkü arazi Parmenion’un savunma yapmasına daha elverişliydi. Bu yüzden III. Darius, ordusunu daha dolaylı bir yol üzerinden Parmenion ve İskender’in etrafından yürütmeyi seçti. III. Darius, İskender’in izcileri tarafından görülmesine rağmen yürüyüşü başarılı bir şekilde tamamladı ve ordusunu İskender ve Parmenion’un kuvvetleri arasına yerleştirmeyi başardı.

İssos Muharebesi’nde Büyük İskender’in ordusunun 40 binden fazla olmadığı düşünülüyor, ancak çoğu tahmin 35 bin ile 37 bin arasında. III. Darius’un ordusunun ise 100 bin civarında olduğu tahmin ediliyor.

Her iki ordunun da bir tarafını Issos Körfezi, diğer tarafını ise dağ etekleri koruyordu. Ordular, Pinarus (Deliçay) Nehri tarafından ayrılmıştı. Savaş III. Darius’un hücumuyla başladı, Büyük İskender’in zaferiyle sona erdi. III. Darius’un ordusunun 20 bin ile 40 bin arasında bir kayıp verdiği, buna karşılık Büyük İskender’in ordusunun 5 binin hemen altında bir kayıp verdiği tahmin ediliyor.

III. Darius’un yenilmesiyle birlikte Büyük İskender’in imparatorluğu genişledi ve Doğu Medeniyeti ile Batı Medeniyeti, karşılaşma imkânı elde etti ve medeniyetler tanıştı. Tarihten gelen Doğu – Batı ayrımının temelleri bu savaşa dayanır.

Paylaşın

Britanya’nın Efsanevi Savaş Kraliçesi: Boudica

M.S. 61 yılında Romalıların Büyük Britanya’daki işgalci güçlerine karşı bir isyan başlatan Boudica, gizemli kalmaya devam eden tarihi bir figürdür. Romalılara karşı isyanındaki rolü dışında kendisi hakkında pek bir şey bilinmiyor.

Haber Merkezi / Ancak, tarihin en güçlü kadınlarından biri olarak tanımlanan Boudica, Britanya’da ulusal mirasın bir simgesi olarak kabul edilmektedir. Peki, Boudica kimdi?

Boudica’nın adı tarih boyunca farklı şekillerde yazılmıştır. “Boudica” en yaygın yazım şekli olsa da, Boudicca, Boadicea, Boudicea ve Buddug olarak da yazılmıştır. İlk iki yazım şekli Brythonic boudi (zafer, kazanmak) ve ka (sahip olmak) kelimelerinden gelir ve bu da isminin “Muzaffer Kadın” anlamına geldiğini gösterir. Boadicea ve Boudicea isimleri onun hakkında Latince anlatılanlardan gelir ve Buddug isminin Galce karşılığıdır. Galce “boudeg” kelimesi de zafer anlamına gelir.

Boudica’nın Camulodunum’da (şimdiki Colchester) seçkin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldiği ve bir savaşçı olarak eğitildiğine inanılıyor. Camulodunum, Roma tarafından işgal edildikten sonra Roma Britanya’sının ilk başkentiydi.

Boudica, 18 yaşına geldiğinde Kuzey Britanya’nın Norfolk bölgesinde yaşayan Iceni kabilesinin kralı Prasutagus ile evlendi ve Boudica’nın bu evlilikten iki kızı oldu. Boudica’nın kocası ve varlıklı bir ön-Romalı olan Iceni kralı Prasutagus ölünce, İmparatorluğa bağlı müvekkil krallıkların yaptığı gibi krallığını Roma’ya bırakmak yerine kızları ve Roma imparatoruna ortaklaşa olarak miras bıraktı.

Roma kanunlarına göre kadınlar varis olamadığından İmparatorluk bu kararı reddetti ve procurator Catus Decianus tüm mülkünü haczettirdi. Krallık fethedilmiş varsayılarak İmparatorluğa katıldı. Prasutagus’un dulu Boudica kırbaçlatıldı, kızlarına tecavüz edildi. Icenialıların tüm ileri gelenleri aile mülklerinden mahrum bırakıldı ve kralın akrabaları köle olarak muamele gördü. Bu olaylar doğrudan M.S. 60/61 ayaklanmasına yol açtı.

M.S. 60/61 Ayaklanması

60 ya da 61 yılında Roma eyalet valisi Gaius Suetonius Paulinus’un Gallere doğru bir sefere çıkmasını fırsat bilen Iceni, Trinovanteler ve diğerlerini Boudica liderliğinde ayaklandılar. Vali Suetonius Paulinus ve Lejyonları tarafından kesin olarak yenilgiye uğratılmadan önce, Camulodunum (Colchester), Londinium (Londra) ve Verulamium (St Albans) şehirlerini yıkıp, talan ettiler. (Yıkılıp talan edilen üç şehirde ölenlerin toplamı aşağı yukarı 70.000-80.000 kişi arasındadır.)

Britonlar sayıca Romalılardan fazla olduğu halde, Roma lejyonlarının mükemmel disiplin ve taktiği onlara mutlak bir zafer kazandırdı. Roma İmparatoru Nero’nun ortaya çıkan bu kriz karşısında adada bulunan tüm birlikleri geri çekmeyi tasarladığı sırada gelen Suetonius’un bu zaferi, adadaki Roma varlığını sağlamlaştırmıştır.

Bu olayların kayıtları, tarihçiler Tacitus[1] ve Cassius Dio’nun,[2] eserlerinden Rönesans döneminde yeniden öğrenildi ve Victoria devrinde, Kraliçe I. Victoria tarafından adaşı olarak ilan edilmesiyle birlikte Boudica’nın efsanevi ünü ortaya çıktı. Boudica, bu dönemden sonra Birleşik Krallık’ta önemli bir kültürel sembol olarak kalmıştır.

Romalı tarihçiler Claudius Cassius Dio ve Gaius Cornelius Tacitus, Boudica’nın nasıl öldüğüne dair anlatımları farklılık gösterir: Cassius Dio, Boudica’nın hastalandığını ve savaştan sonra öldüğünü öne sürerken, Tacitus ise Boudica’nın kendini zehirlediğini öne sürmüştür.

Cassius Dio’nun “Roma Tarihi” adlı eseridir şöyle yazmıştır: “Yerlileri uyandırmada ve onları Romalılara karşı savaşmaya ikna etmede başlıca etkili olan, onların lideri olmaya layık görülen ve tüm savaşı yöneten kişi, kraliyet ailesinden gelen ve kadınlara ait olandan daha fazla zekaya sahip olan Buduica adlı bir Britanyalı kadındı.

Boyu çok uzundu, görünüşü çok korkutucuydu, bakışları çok sertti ve sesi sertti; kalçalarına kadar uzanan koyu kahverengi saçlardan oluşan büyük bir kütle vardı; boynunda büyük bir altın kolye vardı; üzerinde kalın bir manto ve bir broşla tutturulmuş çeşitli renklerde bir tunik giyiyordu. Bu onun değişmez kıyafetiydi.”

Dio’nun Boudica’yı tasviri, bugün Boudica hakkında bilinen bilgilerin çoğunu sağlar. Dio ayrıca, Boudica’nın kızıl saçlı ve torc takan birçok tasvirine yol açan kahverengimsi turuncu bir renk olan “sarı” saçlara sahip olduğunu belirtir.

Tacitus’un Yıllıkları’nda Boudica’nın Britanyalıları savaşa teşvik etmek için yaptığı konuşma şöyle anlatılır: Biz İngilizler savaşta kadın komutanlara alışkınız. Güçlü insanlardan geliyorum! Ama şimdi krallığım ve servetim için savaşmıyorum. Kaybettiğim özgürlüğüm, yaralı bedenim ve istismara uğrayan kızlarım için sıradan bir insan gibi savaşıyorum.

Popüler kültürde: Boudica

Günümüzde nispeten popüler bir figür olmaya devam eden Boudica, özellikle antik tarihten gelen güçlü, kudretli bir kadın olarak konumlanıyor.

Paylaşın

Jaxartes Savaşı, Büyük İskender’in En İyi Savaşı Mı?

M.Ö. 329 yılında Jaxartes olarak bilinen Siri Derya (Seyhun) nehrinde yapılan Jaxartes Savaşı, Büyük İskender’in stratejik zekasını ve ordusunu rakiplerine karşı yönetme yeteneğini gösteren en iyi savaşlardan biri.

Jaxartes Savaşı, sadece İskender’in Orta Asya üzerindeki kontrolünü sağlamlaştırmakla kalmadı, aynı zamanda Büyük İskender’in tarihin en büyük askeri beyinlerinden ve en büyük askeri liderlerinden biri olduğunu da ortaya koydu.

Yükselişte olan İskender, Ahameniş İmparatorluğu’nu ortadan kaldırmaya kararlıydı. Büyük İskender, Granicus, Issus ve Gaugamela savaşlarıyla Ahameniş İmparatoru’na üç ölümcül darbe indirmiş ve imparator Darius III’ün iktidarını önemli ölçüde sarsmıştı.

Büyük İskender’in şimdi yapması gereken tek şey doğuya doğru daha fazla genişletmek ve imparatorluğun kuzey sınırlarını güvence altına almak, bu bölgelerde dolaşan göçebe kabilelerden gelebilecek tehditleri önlemek. Bu da Sakalar gibi savaşçı kabileler anlamına geliyordu.

Büyük İskit konfederasyonunun bir parçası olan Sakalar, hareketli ve atlı okçuluktaki uzmanlıklarıyla ünlü, zorlu bir rakipti. Sakalar, Büyük İskender’in tüm Orta Asya’yı ele geçirme hedefine önemli bir tehdit oluşturuyordu.

Savaşa hazırlık: M.Ö. 329 yazında Sakaların, Jaxartes olarak bilinen Dyr Darya Nehri’n yakınlarında topladığına dair bilgi alan İskender, Sakalarla doğrudan savaşmak için karar verdi ve ordusuyla birlikte bölgeye hareket etti.

Ordusunu yaklaşan savaşa iyi hazırlandığından emin olmak isteyen İskender, nehrin güney kıyısında müstahkem bir üs kurdu ve nehri hızlı geçmek için bir köprü inşa ettirdi.

Büyük İskender ve ordusunun nehrin kenarında üs kurduğu bilgisini alan Sakalar, bir dizi baskınla Büyük İskender’in planlarını bozmaya çalıştı. Ancak, Büyük İskender’in stratejik konumu ve birliklerinin disiplini, bu baskınları etkili bir şekilde püskürtmesine olanak sağladı.

Savaş: Savaş, Sakalar için kötü başladı ve kötü gitti. Sakalar, İskender’in askerlerinin nehri geçip karaya çıktıklarında yok edebileceklerine inanarak Jaxartes’in kuzey kıyısına yerleşmişlerdi. Bu savaşın gidişatını etkileyebilecek büyük bir yanlış hesaplamaydı.

Sakalar, hareketli ve atlı okçuluktaki uzmanlıklarıyla ünlüydüler, ancak İskender’in daha uzun menzilli savaş araçları vardı: Mancınıklar ve kuşatma yayları. İskender tüm birliklerini aynı anda nehrin karşısına çıkma emrini veri, bu Saka okçuları için vurabileceklerinden daha fazla hedef anlamına geliyordu.

Aynı zamanda mancınık ve kuşatma yayları gibi uzun menzilli silahlarda, Sakaları nehrin kıyısından uzaklaştırdı ve Büyük İskender’in birliklerinin nehri geçmesini kolaylaştırdı. Sakalar ağır kayıplar vermişlerdi, ancak Büyük İskender bu özel düşmanı tamamen ortadan kaldırmaya kararlıydı.

Sakaların geri çekilmeye başladığını gören Büyük İskender, bir tabur atlı mızrakçı askerini Sakalara yem olarak sundu. Atlı mızrakçı askerler Saka atlı okçular için kolay bir hedefti ve Sakalar İskender’in büyük bir hata yaptığını düşündüler. Saka kültüründe hiçbir askeri lider sadece ana kuvvetine yardım etmek için askerlerini feda etmeye cesaret edemezdi. Bu, ölen askerlerinin ailelerinin bir kan davası başlatmasına yol açardı.

Ancak İskender askerleri krallarına güveniyordu. İskender’in onları gerçekten feda etmeyeceğini biliyorlardı ve bu yüzden emirlerini yerine getirdiler. Saka atlı okçuları tuzağa düştüler ve İskender’in görünüşte savunmasız öncü birliklerini kuşattılar. İki güç savaşa girdiği anda İskender, kuşatma için piyadelerini ve okçularını gönderdi.

Sakalar kendilerini bir yanda atlı mızrakçılar, diğer yanda piyadeler arasında sıkışmış buldular. Sıkışmış haldeki Sakalar okçular tarafından avlandılar. Kaçmaya çalışan Sakalarda piyadeleri tarafından yok edildi.

Savaş sonrası: Savaş sona erdiğinde, Sakalar, komutanları Satraces de dahil olmak üzere yaklaşık bin 200 ölü verdi. 150’den fazla Saka da esir alındı, bunlar daha sonra İskender tarafından serbest bırakıldı.

Sakalara karşı kazanılan zafer, diğer göçebe kabilelere de İskender’in ordusuna direnmenin boşuna olduğu konusunda net bir mesaj gönderdi. Bu da imparatorluğun kuzey sınırlarını güvence altına alınmasına olanak sağladı.

Savaşın ardından İskender, zaferinin yaşandığı yerin yakınında “En Uzak İskenderiye” anlamına gelen İskender Eschate  (bugünkü Tacikistan’ın güneybatı ucu)  şehrini kurdu. Bu şehir daha sonraki seferler için stratejik bir nokta işlevi gördü.

Paylaşın