Mühendislik Harikaları: En Etkileyici 10 Antik Su Kemeri

Su kemeri (aqueduct) kelimesi, Latince su anlamına gelen “aqua” ve yönlendirmek anlamına gelen “ducere” kelimelerinden türemiştir. Su kemeri, bir yerden başka bir yere su taşımak için kullanılan bir kanal, tünel veya hendek gibi yapay bir yapı olarak tanımlanabilir.

Haber Merkezi / Su kemerleri sadece antik su kanallarından ibaret değildir; insan yaratıcılığının, dayanıklılığının ve ilerlemesinin kalıcı sembolleridir. Su kemerleri ayrıca, yapıldıkları dönemin teknolojik ilerlemelerini ve mimari parlaklığını vurgular.

Bu listede yer alan her su kemeri, onları inşa eden medeniyetlerin kültürel, ekonomik ve mühendislik başarılarını yansıtır:

Pont du Gard (Fransa): MS 1. yüzyılda inşa edilen Pont du Gard, Güney Fransa’da Gardon Nehri’nin üzerinde yer almaktadır. 49 metre yüksekliğinde ve 275 metre uzunluğunda olan bu su kemeri, Roma kolonisi Nemausus’a (günümüzde Nîmes) su sağlayan üç katlı bir yapıdır. Harç kullanılmadan yapılan yapı, Roma mühendislerinin kullandığı gelişmiş teknikleri göstermektedir.

Segovia Su Kemeri (İspanya): Segovia Su Kemeri, Roma mühendisliğinin bir diğer dikkat çekici örneğidir. MS 1. yüzyıl civarında inşa edilen kemer, Frio Nehri’nden Segovia şehrine su getirmek için inşaa edilmiştir. En etkileyici bölümü olan iki katlı kemerli köprü, 167 kemerden oluşur ve 28 metre yüksekliğe ulaşır. Su kemeri, granit blokların hassas bir şekilde kesilmesi ve yerleştirilmesine dayanarak harç kullanılmadan inşaa edilmiştir.

Aqua Claudia (İtalya): Anio Novus gibi, yapımına MS 38’de İmparator Caligula döneminde başlanmış ve MS 52’de İmparator Claudius döneminde tamamlanmıştır. Aqua Anio Vetus; Aqua Anio Novus ve Aqua Marcia ile birlikte Roma’nın dört büyük su kemerinden biri olarak kabul edilir.

Valens Su kemeri (İstanbul): Bozdoğan Kemeri ya da başka adı ile Valens Su kemeri, Romalılar tarafından İstanbul’da yaptırılan su kemeri. Roma imparatoru Valens tarafından 4. yüzyılın sonlarında tamamlandı. Farklı dönemlerde Osmanlı Sultanları tarafından restore ettirilen su kemeri, şehrin önemli tarihî eserlerinden birisidir. Orta Çağ’da, kentin su ihtiyacını karşılayan su kemerlerinin en önemlilerindendir.

Padre Tambleque Su Kemeri (Meksika): Padre Tembleque Su Kemeri veya Zempoala Su Kemeri, Meksika Eyaleti’ndeki Zempoala, Hidalgo ve Otumba kasabaları arasında yer alan bir Meksika su kemeridir.

İlk olarak 1553 ve 1570 yılları arasında Zempoala’nın hemen doğusunda bulunan Tecajete yanardağından başlayıp Otumba’da sona eren 45 km uzunluğu ile inşa edilmişti. Çoğunlukla yer seviyesinden geçen su sistemi, bazı noktalarda vadi üzerindeki su kemerlerinden, bazı noktalarda da tünellerden oluşmaktadır. Su taşıma sisteminde üç su kemeri bulunur: birincisi 46 kemerli, ikincisi 13 kemerli ve üçüncüsü ise 67 kemerlidir.

Pontcysyllte Su Kemeri (Galler): Pontcysyllte Su kemeri, Galler’in kuzey doğu kesiminde bulunan Wrexham vilayetindeki Dee Nehri’nin üzerinden Llangollen Canal’ını taşıyan gezilebilir bir kemerdir.

Yapımı 1805 yılında tamamlanan kemer, Birleşik Krallık’ın en uzun ve en yüksek su kemeri olmakla beraber yine Birleşik Krallık’ın Tarihi Mekanlar sıralamasında 1. Sınıf[1]’ta yer alır. Ayrıca UNESCO Dünya Mirası listesi listesinde de yer almaktadır.

Galermi Su Kemeri (İtalya): Galermi Su Kemeri, İtalya’nın Sicilya kentinde bulunan antik bir harikadır. MÖ beşinci yüzyılda Yunanlılar tarafından inşa edilen bu kemer, hala var olan bilinen en eski su kemerlerinden biridir. Su kemeri, yakındaki dağlardan antik Siraküza şehrine su sağlamak için inşa edilmiştir.

Galermi Su Kemeri, yaklaşık 40 kilometre uzunluğundadır ve tüneller ile açık kanalların bir kombinasyonunu içerir.

Les Ferreres Su Kemeri (İspanya): Pont del Diable (Şeytan Köprüsü) olarak da bilinen Les Ferreres Su Kemeri, İspanya’daki Roma mühendisliğinin bir diğer olağanüstü örneğidir. MS 1. yüzyılda inşa edilen kemer, antik Tarraco şehrine (günümüzde Tarragona) su sağlamıştır. Su kemeri 217 metre uzunluğundadır ve 27 metre yüksekliğindedir ve iki sıra kemere sahiptir.

Efes Su Kemeri (İzmir): Roma İmparatorluğu’nun en önemli şehirlerinden biri olan antik Efes şehrine, karmaşık bir su kemerleri sistemiyle su sağlanıyordu. Bunlardan en dikkat çekeni, MS 1. yüzyılda inşa edilen su kemeridir.

Luynes Su Kemeri (Fransa): Fransa’nın Loire Vadisi’nde yer alan ve Roma döneminde inşa edilen Luynes Su Kemeri, gözden kaçan bir mücevherdir. Antik Luynes şehrine (eskiden Lugdunum olarak bilinir) su sağlamak için inşa edilen su kemeri, Roma’nın hidrolik mühendisliğindeki ustalığını yansıtan bir dizi kemere sahiptir.

Paylaşın

“Yeraltı Dünyası” Efsanelerini Keşfetmek: Agartha

Uzun zamandır kayıp şehirler ve gelişmiş gizli medeniyetler fikrine takıntılı durumdayız. Bunun klasik bir örneği de, Dünya yüzeyinin altında saklı olduğu varsayılan efsanevi şehir Agartha’dır.

Haber Merkezi / Genellikle “İçi Boş Dünya” teorisiyle ilişkilendirilen Agartha, derin bilgeliğe sahip gelişmiş varlıkların yaşadığı gizli bir yer olarak tanımlanır. Antik Budist mitolojisiyle ilişkili olan Agartha’yı 19. yüzyıl okültistlerinden, Nazilere ve hatta hippilere kadar herkes aramış, ama bulamamıştır.

Dünya genelindeki birçok kültür, Dünya’nın altında farklı bir dünyanın olduğu fikrini benimseyen mitolojik anlatılara sahiptir. Antik Yunan mitolojisinde Hades’in yeraltı dünyasına atıfta bulunulurken, Hindu metinlerinde Nagalar olarak bilinen yılan benzeri varlıkların yaşadığı Patala’dan bolca bahsedilir. Hatta bazı Hristiyanlar, Cehennem’in ayaklarının altındaki bir yer olduğuna inanırlar.

Agartha ise, 19. yüzyılda öne sürülen “İçi Boş Dünya (Hollow Earth)” teorisi sayesinde öne çıkmıştır. Bu teori, Dünya’nın içinin ya tamamen boş olduğunu ya da gelişmiş medeniyetleri gizleyen geniş iç mekanlara sahip olduğunu öne sürüyordu.

John Cleves Symmes Jr. ve Cyrus Teed gibi bu teorinin ilk savunucuları, bu iç dünyalara girişlerin kutuplarda bulunabileceğini ifade ediyorlardı.

Agartha efsanesi üzerinde en büyük etki ise, 19. yüzyılın sonlarında Helena Blavatsky tarafından kurulan ve bir spiritüel hareket olan Teozofi’den geldi. Blavatsky yazılarında sık sık, Dünya yüzeyinin altındaki mistik şehirlerden bahsediyordu ve bu şehirleri kadim bilgelik ve spiritüel güç merkezleri olarak tanımlıyordu.

Helena Blavatsky ve William Scott – Elliot gibileri, Agartha’yı aydınlanmış varlıklar tarafından yönetilen ve yönlendirilen ütopik bir toplum olarak tasvir ediyorlardı.

Agartha’nın var olduğuna dair sağlam bir kanıt yok, (çünkü olmayan bir şeyin kanıtı da olmaz). Agartha hakkında sahip olunan bilgilerin neredeyse tamamı, oraya gittiklerini veya gitmiş biriyle tanıştığını iddia eden kaşiflerin ve mistiklerin anlatımlarından ibaret.

Agartha, ilk olarak Louis Jacolliot’un 1873 tarihli Les Fils du Dieu (Tanrıların Oğulları) kitabında yer almaktadır. Louis Jacolliot, kitapta Hindistan’ın Chandernagore kentindeki Brahminlerin kendisine “Asgartha” hikayesini anlattığını iddia etmiştir. Brahminlere göre Agartha, Kali Yuga’dan (Hinduizm’in Yuga döngüsündeki Yugaların dördüncüsü, en kısası ve en kötüsü) hemen önce, yaklaşık 5.000 yıl önce, yıkılmış antik bir şehirdi.

Agartha’nın Avrupalıların dikkatini tekrar çekmesi epey zaman almıştır. 1910 yılında Fransız okültist Gerard Encausse, 19. yüzyılın ünlü Fransız okültisti Alexandre Saint Yves d’Alverdre’nin 1886 tarihli bir metnini düzenleyip yeniden yayınlamıştır. Saint Yves, Haji Sharif adlı birinden Sanskritçe öğrenirken Agartha’yı öğrendiğini iddia etmiştir.

Saint Yves kitabında, hala orada yaşayanlardan telepatik iletişimler aldığını ve hatta astral projeksiyon yoluyla ziyaret ettiğini öne sürmüştür. Saint Yves, Agartha’nın derin ruhsal ve bilimsel bilgiye sahip ileri varlıklar tarafından yönetilen ütopik bir toplum olduğunu yazmıştır. Saint Yves’e göre, Agartha, yüzey dünyasının kaosu ve çatışmasıyla keskin bir tezat oluşturan bir uyum ve aydınlanma yeridir.

Kısa bir süre sonra, Ferdinand Ossendowski adlı Polonyalı bir yazar ve maceracı, 1922 tarihli Beasts, Men, and Gods adlı kitabıyla bu tartışmaya katılmıştır. Ossendowski kitapta, Moğolistan’daki seyahatlerini ve Agartha adlı gizli bir krallıktan bahseden lamalarla karşılaşmalarını anlatmıştır.

I. Dünya Savaşı’nın ardından, Ossendowski gibi yazarlardan etkilenen Alman okültist grupları Agartha’ya aramaya başlamışlardır. II. Dünya Savaşı sırasında Nazi okültistleri Agartha’ya ilgi göstermeye başlayınca işler daha da karmaşık bir hal almıştır. Bu dönemde, Aryan mitolojisine ve okülte derin ilgi duyan Thule Derneği, Agartha’nın var olduğunu savunuyordu.

Naziler, Agartha’yı asla bulamadılar ancak sonraki dönemde de Agartha’ya olan ilgi tamamen ortadan kalkmadı. Efsane, Vajrayana Budizmi ve Tibet Kalachakra öğretilerindeki efsanevi Budist ruhani krallığı Shambhala ile karıştırılması nedeniyle ilgi görmeye devam etmiştir.

Agartha’nın Batı’daki Shambhala ile modern ilişkisi ise Teosofi Cemiyeti’nin kurucularından Madam Blavatsky’ye dayanmaktadır. Bu cemiyet, Agartha’nın Tibet’in altında bulunan ve asuralar adı verilen yarı tanrıların yaşadığı devasa bir mağara ağı olduğunu öne sürmüştür.

Helena ve Nicholas Roerich tarafından kurulan Teosofi Cemiyeti’nin bir kolu da, Agarth’nın hem ruhsal hem de fiziksel bir yer olduğunu iddia etmiştir. Roerich’ler, bu mistik alemlere ruhsal yollarla ulaşılabileceğini öne sürerek Agarth’a efsanesini daha da popüler hale getirmiştir.

Günümüzde Agartha, bilgeliğin, aydınlanmanın ve ütopik ideallerin gizemli bir sembolü olarak tasvir edilmekte. Agartha’nın kendisi var olmasa da, bilgelik ve aydınlanmayı aramanın hiçbir sakıncası yok, ancak zamanı efsanevi bir ütopyayı aramak yerine bir ütopya inşa etmeye harcamak daha iyi olmaz mı?

Paylaşın

Wabi Sabi Tasarım Nasıl Oluşturulur? Dört İpucu

Wabi sabi, hayatın geçici ve kusurlu özünü takdir eden, sadelik ve dinginliği vurgulayan eski bir Japon düşüncesidir. Daha basit ifadeyle, wabi sabi mükemmelliği reddeden bir yaşam biçimidir.

Haber Merkezi / Bu düşünce ayrıca, varoluşun sürekli akışına ve geçiciliğin kaçınılmazlığına değer verdiği için doğal dünyayla bir bağlantı anlamına gelir.

Wabi sabi kavramı dokuzuncu yüzyıl Japonya’sına veya muhtemelen daha öncesine dayanır. Her kelimenin kendine özgü bir anlamı ve tarihi bağlamı vardır. “Wabi” kelimesi yalnızlık ve toplumdan ayrılma ile ilgilidir, “sabi” ise yaşın hayatın her alanında güzelliği büyüttüğü çağrışımıyla zamanın hareketiyle ilgilidir.

Wabi sabi, farkındalığı ve kusurların kabulünü teşvik eden kapsamlı bir düşünce modelidir.

Evinizde wabi sabi tasarımı nasıl oluşturabilirsiniz?

Kararlarınızda dikkatli olun: Wabi sabi kavramı farkındalığı vurgular. Evinizi düzenlerken ve dekore ederken, seçimleriniz hakkında ayrıntılı bir şekilde düşünün. Kendinizi çevrelemek için seçtiğiniz nesneler ve onları nasıl yerleştirdiğiniz günlük hayatınızı etkiler. Size huzur getiren parçaları seçin.

Gereksiz eşyalarınızı ayıklayın: Bir evde fazla eşya olması bunaltıcı hissettirebilir. Huzurlu bir ortam oluşturmak için gereksiz eşyaları ayıklayın ve bağışlayın. Bu süreç ayrıca size gerçekten huzur getiren nesnelere odaklanmanıza ve maddiyatçı bir hissin oluşmasını engellemenize yardımcı olacaktır.

Doğal ifadeleri dahil edin: Wabi sabinin önemli bir unsuru doğayla bağlantıdır. Bitki ve çiçek düzenlemeleri, doğal bir asimetri ve güzellik durumuna sahip oldukları için wabi sabiyi yansıtır. Japon çiçek düzenleme uygulaması olan ikebana bunun bir örneğidir.

Eski veya kırık nesneleri onarın: Kırık veya yıpranmış eşyaları, nesneleri atmak yerine, yeniden kullanın. El yapımı veya yontulmuş çanak çömlek parçaları, wabi sabi ev dekorasyonunda gösterişli parçalar olarak hizmet eder.

Paylaşın

Antik Roma’da Barlar Ve Restoranlar

Milattan Önce (MÖ) 9. yüzyılda İtalya Yarımadası’nda kurulan ve zamanla tüm Akdeniz’i çevreleyen Antik Roma Uygarlığında, vatandaşların yemek yeme alışkanlıkları da sosyal sınıflara göre büyük farklılıklar gösteriyordu.

Haber Merkezi / Toplumun çok az bir bölümünü oluşturan aristokratlar ve soylular (zenginler), evlerinde lüks bir ortamda yemek yerken, toplumun büyük bir bölümünü oluşturan plepler (avam halkı / fakirler) ise genellikle evlerinde temel yemek pişirme olanaklarından yoksundu.

Bu nedenle plepler, günümüzde bar ve restoran olarak bilinen tabernae, popinae, cauponae ve thermopolia adlı mekanları sık sık ziyaret ediyorlardı. Bu yerler, pleplerin sıcak yemek ve dönemin en önemli içeceği şaraba erişebilmesi için temel mekanlar olarak hizmet veriyorlardı.

Çeşitli isimlerine ve işlevlerindeki ufak farklılıklara rağmen, bu yerler hem yiyecek hem de içecek sunan ve bazen han veya genelev olarak da işlev gören dönemin sosyal aktivite merkezleriydi.

Antik Roma’nın önemli yerleşim yerlerinden Pompeii, Herculaneum ve Ostia’da yapılan kazılarda bu yapılar hakkında önemli bilgiler ortaya çıkarılmıştır. Sadece Pompeii’de yapılan kazılarda o dönemde 160’tan fazla tabernae olduğu kayıtlara geçmiştir. Pompeii’nin o dönemdeki nüfusu göz önüne alındığında, ortalama 160 kişiye bir tabernae düşmektedir.

Pompei’deki tabernaların neredeyse tamamı sokağa açılan, ağır ahşaptan, genellikle L veya U şeklinde yapılmıştır. Bu mekanların geceleri kapatılabilen kepenkleri, içeride bel hizasında bir servis tezgahı vardı, tezgahın önü, daha fazla görünür kılmak için, genellikle mermer veya sıva ile kaplanmıştır.

Aristokratlar ve soylular arasında, başka seçeneği olmayan plepler için bir buluşma yeri olan bu mekanlar, pis yerler olarak tanımlanıyordu, ve buralarda çalışan kadınlar da genellikle ahlaksız olarak kabul ediliyordu.

“Yergiler” adlı yapıtı ile bilinen ve Latin edebiyatının gümüş çağının önemli isimlerinden biri olan şair Juvenal, Ostia’daki bir barı şöyle tanımlamıştır: Hırsızlar, kaçak köleler, hadımlar ve cenaze levazımatçıların birlikte içki içtikleri yerler.

Antik Roma’nın barları ve restoranları, gidebilecek başka yerleri olmayan yüz binler için bir sığınaktı. Her bar ve restoran farklıydı, ancak herkes kendine ait bir şeyler bulurdu bu mekanlarda. Tivoli’de bu mekanlardan birine sahip bir kadının mezar taşında şöyle yazar: Uzaklardan ve her yerden ziyaretçileri barının cennetine çekti.

Paylaşın

Tarihin En Korkunç İnfaz Yöntemlerinden “Lingchi”

Tarihin en korkunç infaz yöntemlerinden biri olan lingchi, 10. yüzyıldan 1905’e kadar, vatana ihanet veya baba katili gibi ağır suçlar için Çin İmparatorluğu’nda uygulandı.

Haber Merkezi / Sadece bir cezalandırma değil, aynı zamanda başkaları için bir mesajda içeren lingchi, suçlunun bedeninin yavaşça parçalanması ile uygulanan, acımasız bir infaz yöntemiydi.

İnfazı uygulayan kişi veya cellat, suçluyu halka açık bir yerde tahta bir direğe bağlar ve ardından ölene kadar suçlunun bedenini kesmeye başlardı. Cellat, isterse suçlu öldükten sonra da kesmeye devam ederdi.

Kesme işlemi genellikle göğüste başlar, daha sonra kollara ve bacaklara geçilirdi. Kesme işlemi genellikle başın kesilmesi veya kalbe bıçak saplanmasıyla sonlanırdı.

Lingchi’nin kökeni Tang Hanedanlığı (MS 618-907) dönemine kadar gidiyor, ancak Song (960-1279), Ming (1368-1644) ve Qing (1644-1912) hanedanlıkları döneminde çok tercih edilen bir ceza yöntemi değildi.

Lingchi, vatana ihanet, toplu cinayet, baba katli, kardeş katli veya bir efendinin veya işverenin öldürülmesi gibi en iğrenç suçları işlediği düşünülen suçlular için uygulanıyordu.

Örneğin: Kayıtlar, 182 kadına saldıran bir seri tecavüzcünün, imparatoru öldürme planı ortaya çıkan kraliyet sarayındaki 16 hizmetçinin Lingchi’ye mahkum edildiğini gösteriyor.

Lingchi, aynı zamanda politik bir araç olarak da kullanıldı. Örneğin; Geç Ming ve erken Qing hanedanlıkları döneminde ünlü bir bilgin ve bilim insanı olan Fang Yizhi, yöneticileri eleştirdiği için, 1665 yılında Lingchi cezasına çarptırıldı.

Lingchi’nin son olarak 1905 yılında uygulandı. Efendisini öldürdüğü iddia edilen Fu Zhuli, lingchi cezasına mahkûm edildi.

Fu Zhuli’nin fotoğraflarının Batı medyasına yer alması uluslararası bir krize neden oldu. O dönemde, Çin’i yöneten Qing hanedanı uygulamayı kaldırdı ve Lingchi bir daha uygulanmadı.

Paylaşın

Dansı Keşfetmek: Tarihi Ve Unsurları

Kişinin kendisini, müzik veya ritimle fiziksel olarak ifade etme yeteneği olarak tanımlayabileceğimiz dans, birçok açıdan mutluluğun kişileştirilmiş halidir, solo veya bir grubun parçası olarak icra edilen bir beceridir (veya en azından yaratıcılıktır).

Kurtuluş Aladağ / Antik ritüellerden modern koreografiye kadar dans, değişen zamanları ve icra edildiği toplumları yansıtacak şekilde değişime uğramıştır ve uğramaya da devam ediyor.

Arkeolojik kazılar ile ortaya çıkarılan kanıtlar, dansın antik toplumlarda, tanrıları onurlandırmak, zaferleri kutlamak ve önemli olayları işaretlemek için kullanıldığını göstermektedir.

Hindistan, Çin, Mısır, Yunanistan ve Roma gibi antik uygarlıklarda dans, dini törenlerin, sosyal toplantıların ve eğlencenin önemli bir parçasıydı.

Örneğin; Rönesans dönemi Avrupa’sında dans, büyük bir dönüşüm geçirdi ve pavane, galliard gibi saray dansları popüler hale geldi. 17. yüzyılda kendine özgü teknik ve gelenekleri belirgin olan bale, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında, balenin biçimselliğini ve katılığını reddeden modern dans ortaya çıktı. 20. yüzyılda caz, hip-hop ve breakdance gibi dans stillerinin yükselişiyle dans, popüler kültürün ayrılmaz bir parçası haline geldi.

Dansın, herhangi bir dilin veya dinin kadar köklü bir geçmişi vardır. Ancak, arkasında tanımlanabilir fiziksel eserler bırakmadığı için, dansın ne zaman başladığına dair net bir tarih belirlemek neredeyse imkansız. Buna rağmen, dansın en eski uygarlıklardan beri törenlerin, ritüellerin ve kutlamaların önemli bir parçası olduğu bilinmektedir.

Arkeolojik keşifler dansın kökenlerini tarih öncesi Hindistan’a kadar götürüyor, Orta Hindistan’daki 10 bin yıllık Bhimbetka kaya sığınaklarında bulunan tasvirler dansa ilişkin ilk kanıtlar olarak ifade ediliyor.

Hindistan’ın yanı sıra, tarih öncesi dönemde dansa dair en ikna edici kanıtlardan bazıları da İran’da bulunmuştur. Siyalk Tepesi, Hissar Tepesi ve Chogha Mish gibi tarihi yerlerdeki kazılarda, dans sahnelerini tasvir eden ve tarihi MÖ altıncı binyıla kadar uzanan çok sayıda eser ortaya çıkarılmıştır. Bunlar arasında, çanak çömlek parçaları, mühürler ve figürinler yer almaktadır.

Çin’de Neolitik dönemden kalma çanak çömleklerde, el ele tutuşarak sıra halinde dans eden insan grupları tasvir edilmiştir. Çok eski olmasa da, MÖ 3 bine dayanan antik Mısır’da dansın yapıldığına dair sağlam kanıtlar vardır.

Dansın, müzik, sanat ve moda ile bağlantısı: Dansın tarihi, müzik, sanat ve moda ile tarihiyle derinden bağlantılıdır, ki bu bağlantılın etkileri, dans kostümlerinde ve üniformalarında görülebilir.

Klasik Roma kıyafetleri, on altıncı yüzyılda dans kostümlerini derinden etkilemiştir. On yedinci yüzyılda, karakter veya mesleği belirtmek için kostümlere saten, ipek ve değerli taşlar eklenmiştir, bu yüzden dans kostümleri çok süslüdür. Yunan geleneksel dansları da, yirminci yüzyılın başlarında danslara kadınsılığı katmıştır.

Dansın bir meydan okuma geçmişi vardır: Dansın toplumsal normlara, hatta otoriteye meydan okumak gibi bir geçmişi vardır. Bu meydan okumaları ve etkilerini anlamak, dansla daha derin bağlantı kurulmasını sağlar.

Danslar toplumlara kimlik verir: Dansların toplumlara ve toplumu oluşturan bireylere, kimlik sağlamak gibi bir özelliği de vardır. Bir toplumda öne çıkan dansın geçmişine giderek, o toplumun karşılaştığı sorunları ve bunlara nasıl tepki verdiği öğrenilebilir.

Dansların 5 küresel unsuru:

Vücut: Vücut dansın birincil enstrümanıdır. Dansçılar tüm vücutlarını kullanabilir veya hareketi belirli vücut parçalarıyla sınırlayabilirler.
Hareket: Hareket, dansçının dans ederken yaptığı şeyleri ifade eder; tek bir noktada sabit kalması ya da yerde ve havada hareket etmesi gibi.
Hava: Dansçılar, dansın biçimi ne olursa olsun, hareket ederken seviyelerini, yönlerini ve yollarını değiştirerek havada mümkün olan her şekilde hareket ederler.
Zaman: Zaman, hareketlerin ritmiyle ilgili olduğu için dansın temel unsurlarından biridir.
Enerji: Dansın son unsuru olan enerji, dansçıların hava ve zamanda nasıl hareket ettiğini anlatır.

Dans, zamana uyum sağlamaya ve gelişmeye devam ediyor. İster sanatsal bir ifadenin biçimi, ister bir hikayeyi anlatma aracı, isterse sadece hareket etmenin neşeli bir yolu olsun, dans kültürel mirasın ayrılmaz bir parçası olmaya devam ediyor.

Paylaşın

Kötü Adam Monologu Nasıl Yazılır? Üç İpucu

Kötü adam monologu, bir senaryodaki, antagonist, anti – kahraman veya “kötü adam” tarafından yapılan uzun konuşmadır. Monologlar, sahnedeki diğer karakterlere hitap edebilir veya bir karakterin kendi kendine veya izleyiciyle konuşması olabilir.

Haber Merkezi / Monologlar hikaye anlatımında izleyiciye bir karakter veya olay örgüsü hakkında daha fazla ayrıntı vermek gibi belirli bir amaca hizmet eder.

Monologlar, dikkatli kullanıldığında, bir karakterin iç düşüncelerini veya hikayenin arka planını veya hikaye hakkında daha belirli ayrıntılar vermenin harika bir yoludur.

Kötü adam monologları nasıl yazılır?

Monologun amacını tanımlayın: Monologunuzun nasıl işlediğini ve senaryonuzun mimarisine uygun olup olmadığını anlayın.

Monologunuzun yüksek sesle okunmasını dinleyin: Monologunuzu hazırladığınızda, yüksek sesle okuyun ve ardından yüksek sesle okumasını dinleyin. Konuşmanın ne kadar doğal olduğunu değerlendirin ve kendinize kötü adamınızın bu monologu konuşup konuşmayacağını sorun.

Kötü adamınıza gerçeği aşılayın: Karakteriniz kurgusal olsa da, gerçekliğe dayandırın. Kötü adamların üç boyutlu kişilikleri olmalıdır.

Farklı biçimlerle oynayın: Kötü adam monologları birçok farklı türde gelir. Hikayenin kökeni (bir karakterin neden böyle davrandığını açıkladığı), şiddet (kötü adamın uygulayacağını şiddeti söylediği) ve sempati (kötü adamın yanlışlarından dolayı pişmanlık duyduğunu ifade ettiği) vardır.

Monologunuzu gözden geçirin: Monologunuzu taslak haline getirip dinledikten sonra, uygun gördüğünüz şekilde yeniden düzenleyin.

Kötü adam monologları yazmak için 3 ipucu:

Kahramanınızın özelliklerini veya konuşma kalıplarını karşılayın: Kahramanınız neşeli ve hızlı konuşuyorsa, kötü adamınıza karanlık, ölçülü bir ritim verin. Kötü adamlar, ana karakterlerinizin engelleyici karakterleri olabilir ve monologlar bu karşıtlığı gösterebilir.

Kötü adam monologunuzu anlatının sonuna doğru konumlandırın: Bazı hikayelerde, ancak hepsinde değil, kötü adam yardımcı karakterdir, kahraman değildir. Bu nedenle, izleyicilere veya okuyuculara karakteri tanımaları için zaman vermelisiniz.

Ancak bir noktadan sonra ve genellikle son yüzleşme sırasında, kötü adamınız izleyicilerin fikrini değiştirmek veya karakter hakkındaki fikirlerini doğrulama anı elde etmelidir.

Kötü karakterinize bir slogan vermeyi deneyin: Kötü karakterinizin bir sloganı varsa, bunu başlangıçta, yükselen harekette ve doruk noktasında söylemesine izin verin.

Paylaşın

Freytag Piramidi Nedir? Öğeleri Ve Örnek

Freytag’ın üçgeni olarak da bilinen Freytag’ın Piramidi, bir dramanın hikaye örgüsünü beş ayrı bölüme ayıran bir anlatı yapısıdır. Freytag’ın Piramidi,, hikaye anlatıcılarının yüzyıllardır kullandığı beş perdelik yapının bir çeşididir.

Haber Merkezi / Freytag Piramidi’nin yapısı antik dünyanın iki eserinden ödünç alınmıştır; Yunan filozofu Aristoteles’in Poetikası ve şair Horace’ın “Ars Poetica”sı.

Alman oyun ve roman yazarı Gustav Freytag, Freytag Piramidi’ni, on dokuzuncu yüzyılda yazılmış beş perdelik olay örgüsünün genel bir bakışını sunan Die Technik des Dramas (Drama Tekniği) adlı eserinde tanımladı.

Freytag, bir dramanın veya dramatik eserin yükselen ve alçalan aksiyonunu, Aristoteles’in üçgenine benzer bir piramit yapısı içinde, ancak iki ek olay örgüsü öğesi ile tamamladı.

Freytag’ın Piramidi’ndeki beş perde, açıklama (serim), yükselen hareket, doruk noktası, düşen hareket, sonuç veya çözümdür. Senaryo yazarları, romancılar ve oyun yazarları bugün hala Freytag’ın Piramidi’ni bir plan olarak kullanıyorlar.

Freytag Piramidi’nin konu öğeleri:

Açıklama: Giriş veya Perde I olarak da bilinen açıklama, hikayenin ortamını, zamanını ve yerini, ayrıca ana karakterleri ve hikayenin atmosferini belirler. Açıklama ayrıca okuyucuya veya izleyiciye her karakterin arka planı ve birbirleriyle nasıl ilişki kurdukları hakkında bilgi verir.

Bu ilk perdenin en önemli unsuru, heyecan verici veya ilgi çekici bir olay aracılığıyla hikayenin birincil çatışmasının önerilmesidir. Freytag’ın Piramidi’nde açıklama, yapının soldaki en alt kısmıdır.

Yükselen hareket: Freytag’ın Piramidi’ndeki II. Perde’de, “yükselen hareket” olarak adlandırdığı hikaye, kahramanların hedeflerine doğru ilerler.

Hareket, yeni karakterlerin tanıtılmasıyla daha da yükselir; birincil düşman ve diğer karakterler için işleri daha da karmaşık hale getiren diğer düşmanlar. Yükselenhareket, piramidin orta sol kısmıdır, açıklamanın hemen üzerindedir.

Doruk noktası: Freytag’ın Piramidi’ndeki üçüncü perde, bir dönüm noktasını işaret eden ve olay örgüsü yapısındaki en yüksek noktayı işgal eden hikayenin parçasıdır. Doruk noktası, ana karakterin kaderini belirleyecek olaylar dizisini önceden haber verir.

Hikayenin ikinci yarısını oluşturan bu olaylar dizisi, karşı oyun olarak da bilinir ve ana karakterin seçimlerinin yarattığı ve hikayenin geri kalanında onları etkileyen dış faktörleri temsil eder.

Düşen hareket: Freytag’ın Pyramid’deki IV. Perde, hikayenin sonucunu önceden haber verir. Kahramanlar ve düşmanlar arasındaki çatışma yakında bir sonuca ulaşacaktır, ancak Freytag ayrıca başarılı bir dramanın aynı zamanda bir “son gerilim” duygusuna sahip olacağını da belirtir: sonucun beklendiği gibi bitmeme olasılığı.

Freytag’ın Pyramid’de düşen hareket, önceki üç perdeden ayrı bir yaydır.

Sonuç: Beşinci ve son perde olan sonuç, aynı zamanda çözüm, sonuç veya felaket anı olarak da bilinir, hikayenin sonudur. Ya mutlu bir sondur, kahraman amacına ulaşır, ya da trajik bir sondur.

Yazarlar sonuç bölümünde başıboş uçları bir araya getirir ve izleyicilere bir katarsis anı sunar: Hikayenin geriliminin dağılmasına izin veren bir dizi olay. Piramidin en alt sağ tarafı, düşen hareket yayının hemen altında, sonuç bölümünün yeridir.

Freytag’ın Piramidi örneği

William Shakespeare’in Romeo ve Juliet’i, Freytag Piramidi’nin bir hikaye yapısına uygulanmasının ders kitabı örneğidir.

Açıklama: Girişte izleyiciler, Romeo ve Juliet’in merkezindeki İtalya’nın Verona kentinden iki aile olan Montague’ler ve Capulet’lerle tanışır. Ayrıca iki aile arasındaki uzun süredir devam eden kan davasını da öğrenirler.

Yükselen hareket: Aşıklar tanışır ve çılgınca aşık olurlar. Arkadaşlarının ve ailelerinin itirazlarına rağmen Romeo ve Juliet evlenir ve bu da hikayenin aksiyonunu doruk noktasına doğru iter.

Doruk noktası: Bir çift cinayet, aşıkların mutluluğunun dağılmasına neden olur. Juliet’in kuzeni Tybalt, Romeo’nun arkadaşı olan Mercutio’yu öldürür. Romeo da Tybalt’ı öldürür. Suçlar, çifti ayrılmaya ve umutsuz bir plan yapmaya zorlar.

Düşen eylem: Juliet, babasının ayarladığı bir evliliğe boyun eğmek yerine sahte bir ölüm planlar; ölüm benzeri bir duruma sokan bir iksir içer. Ayrıca planını Romeo’ya gönderdiği mektupta ana hatlarıyla anlatır.

Sonuç: Ancak mektup Romeo’ya ulaşmaz ve Romeo Juliet’in cesedini bulur. Juliet’in öldüğüne inanarak zehri içer. Juliet uyandığında Romeo’nun öldüğünü görür ve bir hançerle kendi canına kıyar.

Paylaşın

Çözülemeyen Tarihi Gizem: Sibirya’daki “Çin Sarayı”

Arkeologlar, 1940’lı yıllarda, Sibirya’nın güneyinde yer alan görkemli Altay – Sayan Dağları’nda bulunan ve tarihi binlerce yıl öncesine dayanan Abakan şehri yakınlarında beklenmedik bir şey buldular: Çin’deki Han Hanedanlığına özgü 2 bin yıllık bir Çin sarayının kalıntıları.

Haber Merkezi / Bu keşfin dışı yanı, sarayın sadece Han İmparatorluğu’nun yüzlerce kilometre uzakta olması değil, aynı zamanda Han İmparatorluğu’nun baş düşmanları olan Hun İmparatorluğu ait topraklarda yer almasıydı. Hun İmparatorluğu, MÖ 3. yüzyıldan MS 2. yüzyıla  kadar Orta Asya’nın büyük bir bölümüne hakim olan göçebe bir halktı.

Saray, ilk olarak 1941 yılında Abakan’da bir yol inşaatı sırasında inşaat işçileri tarafından bulundu. Ardından sarayın kalıntıları arkeologlar tarafından ortaya çıkarıldı. Sarayın uzunluğu 45 metre, genişliği ise 35 metre idi. Sarayın merkezinde 12 x 12 metre boyutlarında büyük bir kare oda bulunuyordu.

Saray yirmi oda ve bir salondan oluşuyordu. Sarayın zemini ve duvarları çamurdan yapılmıştı. Orta kısımda duvarlar 2,2 metreye kadar kalınlığa ulaşırken, yan odaların duvarları biraz daha inceydi. Binanın bir diğer özelliği de odaların zemininin altında bulunan ısıtma sistemiydi.

Sarayda yapılan kazılarda yeşim vazo parçaları, altın küpeler, bronz eşyalar, çanak çömlek, bıçaklar, kemer tokaları, saban ipleri, fil ve hayvan başlarının taş oymaları ve yapımında kullanılmış olabilecek bir dizi alet bulundu. Bu eserlerin şu anda nerede olduğu ise bilinmiyor.

Sarayın keşfi, tarihsel bir tartışmayı da beraberinde getirdi. SV Kiselev ve LR Kyzlasov gibi Rus bilginler, sarayın Hun İmparatorluğu tarafından yenilmiş ve muhtemelen bunun sonucunda onlara sığınmış olan Çin Generali Li Ling’e ait olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Li Ling, MÖ 99’da Hun İmparatorluğu akıncılarına karşı 30 bin Han savaşçısından oluşan bir kuvvete liderlik etmiş ve ordusunun tamamen yok olmasına yol açmıştır. Li Ling’in ordusundan sadece 400’ü Han topraklarına sağ salim dönebilmiştir.

Teoriye göre; Başlangıçta Li Ling’in savaş meydanında öldüğüne inanılıyordu, ancak daha sonra Li Ling’in Hun İmparatorluğu’na teslim olduğu ortaya çıktı. Bu iddiayı destekleyecek çok az tarihsel kanıt var. Li Ling’in yaşadığı ve Hun İmparatorluğu’na teslim olduğu bilgisi Han Hanedanlığı İmparatoru Wu’ya ulaştığında, İmparator, Li ailesinin ağır şekilde cezalandırılmasını istedi.

Ailesine yönelik sert muamele haberi hapse atılan Li Ling’e ulaştığında, o da İmparator’a karşı bir intikam olarak Hun İmparatorluğu savaşçılarına Han savaş teknikleri konusunda eğitim vermeye başladı. Muhtemelen, Li Ling sonunda Hun İmparatorluğu yönetimi tarafından kabul edildi ve sarayını inşa etmesine izin verildi.

Bu görüş popülerliğini korurken, saraya ilişkin başka görüşler de dile getirilmekte. Örneğin, AA Kovalyov, sarayın MS 1. yüzyılda Guangwu döneminde Han tahtına talip olan Lu Fang’ın ikametgahı olduğunu iddia etmiştir. Kayıtlara göre; Han İmparatoru’nun soyundan geldiğini iddia eden Lu Fang, imparator olmak için isyan etti, ancak başarılı olamadı. Lu Fang, isyandan sonra Hun İmparatorluğu’na sığındı.

Fan Ye (MS 5. yüzyıl) tarafından derlenen Geç Han Hanedanlığının resmi kayıtları olan Hou Han Shu’da, Lu Fang’ın ölümüne kadar ailesiyle birlikte Hun İmparatorluğu’nda yaşadı ifade edilmekte. Bu teori, Çinli bilgin Chen Zhi tarafından da desteklenmekte.

Her iki teori de oldukça makul görünse de, Çin mimarisiyle yapılmış sarayının kime ait olduğu ve Hun İmparatorluğu topraklarında ne işe yaradığı hala gizemini koruyor.

Paylaşın

İngiltere’deki Dev Tebeşir Figürlerinin Gizemi

İngiltere’de tebeşir zemin üzerine figürler oluşturma geleneği tarih öncesi zamanlara kadar dayanır ve Uffington Beyaz Atı, bu tebeşir figürlerinin en eski ve ikonik örneklerden biridir.

Haber Merkezi / Oxfordshire’da bulunan 110 metre uzunluğundaki bu figürün MÖ 1000 civarında Geç Tunç Çağı veya Erken Demir Çağı’nda yapıldığına inanılıyor. Uffington Beyaz Atı’nın kökeni ve amacı gizemini korusa da, genellikle yerel mitler ve efsaneler ile ilişkilendirilir. Bazı teoriler, kabile sembolü, dini bir ikon veya bir bölge işareti olabileceğini de öne sürüyor.

Dorset’teki Cerne Abbas Devi adlı tebeşir figüri ise önemli bir diğer tebeşir figürü, elinde sopa tutan çıplak bir erkeği tasvir eder. 55 metre uzunluğunda olan bu figür, İngiltere’deki tebeşir zemin üzerine yapılmış en büyük figürlerden biridir. Yaşı tarihçiler ve arkeologlar arasında tartışma konusu olsa da, tahminler Roma’nın İngiltere’yi işgalinden erken ortaçağ dönemine kadar uzanmaktadır. Figür, genellikle doğurganlıkla ilişkilendirilir. Bazı tarihçiler ise figürün Herkül’ü tasvir ettiğini öne sürmektedir.

Doğu Sussex’teki Wilmington’daki iki asa tutan Uzun Adam figürü de, 70 metre boyundadır. Cerne Abbas Devi’nin aksine, tarihsel dönemi daha az tartışmalıdır. Kanıtlar, figürün 16. veya 17. yüzyılda yapıldığını göstermektedir. Ancak figürün neyi sembolize ettiği hala tarihçiler ve arkeologlar arasında spekülasyon konusudur. 

Tebeşir figürleri, yapıldıkları ilk günden günümüze kadar çeşitli kültürel ve dini anlama sahip olmuşlardır. Bu yapılar, antik çağlarda, yerel tanrılar, mitler ve efsanelerle ilişkilendirilmişlerdir. Örneğin, Uffington Beyaz Atı, atların koruyucusu olarak saygı duyulan Kelt at tanrıçası Epona ile ilişkilendirilir. Figür, tanrıçayla ilgili ritüeller ve törenler için kutsal bir yer olarak hizmet etmiş olabilir.

Cerne Abbas Devi de benzer şekilde folklorik olarak zengindir, figürün doğurganlık ve erkekliğin sembolü olduğuna inanılır. Figür ayrıca şifa ve denizle ilişkilendirilen bir tanrı olan Kelt tanrısı Nodens ile de ilişkilendirilmiştir.

Yakın dönem

Tebeşir figürleri oluşturma geleneği, modern çağda da devam etti. Örneğin, Wiltshire’daki Fovant Rozetleri, I. Dünya Savaşı sırasında askerler tarafından alaylarını anmak için yapılmıştır. Bir diğer dikkat çekici bir örnek de, 1933 yılında Bedfordshire’daki Whipsnade Hayvanat Bahçesi’ni tanıtmak için yapılan Whipsnade Aslanı’dır. 147 metre uzunluğunda olan bu figür, İngiltere’deki en büyük tebeşir figürlerinden biridir.

Birçok tebeşir figürünün yaşı ve kökeni tarihçiler ve arkeologlar arasında tartışma konusu olmaya devam etmekte. Uffington Beyaz Atı gibi bazı figürlerin nispeten iyi belirlenmiş tarihleri ​​olsa da, Cerne Abbas Devi gibi diğerleri tartışılmaya devam ediyor.

Paylaşın