En Yaşanabilir Yer Bir Kez Daha Viyana Oldu

Ekonomist İstihbarat Birimi (EIU) adlı organizasyon bu hafta, 2022’de dünyada yaşanabilecek en iyi 10 ve en kötü 10 yerin ‘Küresel Yaşanabilirlik Endeksi’ sıralamasını yayınladı. Endeks beş kategoride 172 şehri değerlendirdi: Kültür, sağlık, eğitim, altyapı ve eğlence.

İskandinavya’daki şehirler, bölgedeki istikrar ve iyi altyapı sayesinde ‘En Yaşanabilir Şehirler’ listesinde uzun süredir önemli bir yer kaplıyor. Endekse göre, bu şehirlerin sakinleri iyi sağlık hizmetleri ve sayısız kültür ve eğlence fırsatları ile oldukça iyi bir yaşam kalitesine sahip.

Avusturya ve İsviçre’deki şehirler de iyi gelişmiş sosyal piyasa ekonomileri sayesinde her yıl yaşam kalitesi listelerinde üst sıralarda yer alıyorlar. En iyi 10 yer listesinin birinci sırasında da Avusturya’nın başkenti Viyana bulunuyor.

Bununla birlikte en yaşanmaz olarak görülen yer ise Suriye’nin başkenti Şam. Bu iki listede 18 farklı ülke temsil edilse de, örneğin ABD, Çin ve Rusya gibi en büyük dünya güçleri her ikisinde de yok. Bununla birlikte Türkiye’nin de herhangi bir şehri ilk 10 veya son 10 listelerinde yer almıyor.

Avusturya değerlendirmesi

  • Genel değerlendirme: 95.1/100
  • Kararlılık: 95
  • Sağlık: 83.3
  • Kültür ve çevre: 98.6
  • Eğitim: 100
  • Altyapı: 100

Avusturya’nın başkenti Viyana, dünyada yaşanacak en iyi yer olarak ilk sırada yer aldı. 2018 ve 2019’da da bu pozisyon yine Viyana’nın olmuştu. Ancak 2021’de 12. sıraya düşmüştü. Bunda Covid salgını nedeniyle alınan önlemlerin etkisi olduğu düşünülüyor.

Yaşamak için en iyi 10 yer listesi

  • Viyana, Avusturya
  • Kopenhag, Danimarka
  • Zürih, İsviçre
  • Calgary, Kanada
  • Vancouver, Kanada
  • Cenevre, İsviçre
  • Frankfurt, Almanya
  • Toronto Kanada
  • Amsterdam, Hollanda
  • Osaka, Japonya ve Melbourne, Avustralya (eşit skor)

Şam değerlendirmesi

  • Genel puan: 172
  • Kararlılık: 20
  • Sağlık: 29.2
  • Kültür ve çevre: 40.5
  • Eğitim: 33.3
  • Altyapı: 32.1

Yaşanacak en kötü 10 yer listesi

  • Tahran, İran
  • Douala, Kamerun
  • Harare, Zimbabve
  • Dhaka, Bangladeş
  • Port Moresby, PNG
  • Karaçi, Pakistan
  • Cezayir, Cezayir
  • Trablus, Libya
  • Lagos, Nijerya
  • Şam, Suriye

En kötü listedeki şehirlerin hepsinin ortak noktası, bazı ciddi sosyal sorunlar ve güvenlik endişeleridir. Örneğin endeks, Şam’ın listedeki yerinin muhtemelen Suriye şehrini etkileyen sosyal huzursuzluk, terör ve çatışmanın bir sonucu olduğunu belirtti.

Nijerya’nın kültür başkenti olan Lagos, ABD Dışişleri Bakanlığı’na göre suç, terör, sivil huzursuzluk, adam kaçırma ve deniz suçlarıyla tanındığı için listeye girdi.

Paylaşın

1700 Yıllık Oyma Taştan Penis Resmi Ve Küfür Çıktı

Ünlü Hadrian Duvarı’nın yakınında taşa oyulmuş antik Roma grafitilerini deşifre eden tarihçiler gördükleri karşısında şaşkınlığa uğradı. 1700 yıl önce oyulan bir taşta penis resmi ve bir Roma askerini hedef alan aşağılayıcı sözler tespit edildi.

Roma Duvarı diye de bilinen Hadrian Duvarı, İngiltere’yi doğu-batı doğrultusunda ikiye ayıran, Roma İmparatorluğu zamanında taştan yapılmış bir set.

Söz konusu oyma taş İngiltere’nin kuzeyindeki Northumberland bölgesinde biyokimyager Dylan Herbert tarafından keşfedildi. 40 cm genişliğinde ve 15 cm yüksekliğindeki taşa çizilen penis resmi ilk bakışta göze çarpıyor.

Uzmanlar Roma döneminde bu sembolün genellikle iyi şans veya doğurganlığın sembolü olarak kullanıldığını ifade ediyor. Hadrian Duvarı’nda penis resimlerine daha önce de rastlanmıştı. Arkeolojik alanda şimdiye dek bu türden 13 sembol gün yüzüne çıkarılmıştı.

Öte yandan yeni keşfedilen taştaki çizimin hemen yanında Secundinus adlı bir askere yönelik hakaret içerikli bir yazı yer alıyor. Tarihçiler yazıyı, “g*t Secundinus” diye deşifre etti.

Araştırmacılara göre bu durum, taşı oyan kişinin penis sembolünü “kendi amaçları doğrultusunda” kullandığını gösteriyor.

19 Mayıs’ta başlayan kazılara gönüllü katılan Herbert , “Bütün hafta boyunca çok fazla moloz kaldırıyordum ve doğrusu bu taş hep yoluma çıkıyordu” diye konuştu.

“Taşın arka yüzü, tıpkı diğerleri gibi görünüyordu. Çok sıradan bir taş sandım. Ama ters çevirdiğimde bazı harfler görünce irkildim” diyen Herbert, sözlerine şöyle devam etti: Çamurları temizledikten sonra, ortaya çıkardığım şeyin değerini anladım ve kesinlikle çok memnun oldum.

Saha çalışmasını yürüten Vindolanda Trust’ın kazı müdürü ve CEO’su Dr. Andrew Birley de, “Yazarın Secundinus’la büyük bir sorunu olduğu açıktı ve düşüncelerini bir taş üzerinde herkese açıklayacak kadar kendinden emindi” yorumunda bulundu: Hiç şüphem yok, 1700 yıl önce Secundinus bölgede dolaşırken bunu görünce bu kadar eğlenmemiştir.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

75. Cannes Film Festivali’nde Ödüller Sahiplerini Buldu

Fransa’nın Cannes kentinde gerçekleştirilen, en önemli uluslararası film festivallerinden biri olan Cannes Film Festivali, 12 günlük maratonun ardından dün düzenlenen ödül töreni ile sona erdi.

17 Mayıs’ta başlayan ve bu yıl 75’incisi düzenlenen festival boyunca dünyanın farklı ülkelerinden filmler gösterildi. İsveçli yönetmen Ruben Östlund’un “Triangle of Sadness (Hüzün Üçgeni)” filmi, büyük ödül Altın Palmiye’nin sahibi oldu. TRT ortak yapımı olan bu filmde, sınıf çatışması keskin bir hiciv ile sergileniyor.

Filmde geçen kusma ve ishal sahneleri, geçen hafta yapılan prömiyerin ardından festivalde en çok konuşulan sahnelerden olmuştu. Östlund, ödülünü aldıktan sonra filme ilişkin, “Gösterimden sonra hep birlikte dışarı çıkıp üzerine konuşmak istedik” dedi. İsveçli yönetmen, 2017’de “The Square (Meydan)” filmiyle de Altın Palmiye ödülüne layık görülmüştü.

En iyi yönetmen ödülünü “Decision to Leave (Ayrılma kararı)” filmiyle Chan Wook Park kazandı. İkincilik anlamına gelen Grand Prix ödülü ise Lukas Dhont’un “Close (Yakın)” ve Claire Denis’in “Stars at Noon (Öğlen Yıldızları)” filmleri arasında paylaşıldı. Close, iki gencin yeni gelişmekte olan cinsellikleri esnasında uğradıkları zorbalıkları konu alıyor. Starts at Noon ise, Orta Amerika’daki politik gerginliklere karşı olarak konumlanmış bir aşk hikayesi sunuyor.

En iyi senaryo “Boy from Heaven (Cennetten gelen çocuk)” filmilyle İsveçli Tarik Saleh’in olurken, en iyi kadın oyuncu “Holy Spider (Kutsal örümcek)” filmiyle Zar Amir Ebrahimi’nin oldu. Ebrahimi bu filmde, İran’da seks işçilerini öldüren bir seri katilin peşine düşen bir gazeteciyi canlandırıyor. Film, İranlı yetkililerin çekime izin vermemesi nedeniyle Ürdün’de çekildi.

Ebrahimi, yaptığı konuşmada filme ilişkin, “Bu film kadınlar hakkında, bedenleri hakkında. Film yüzleriyle, saçlarıyla, elleriyle, ayaklarıyla, göğüsleriyle ve seksle dolu. Bunları İran’da göstermek imkansız” dedi.

En iyi erkek oyuncu ise “Broker” filmindeki performansıyla Song Kang Ho’ya gitti. Kore sinemasının yıldızı Song, üç yıl önce “Parazit” filmiyle de ödüle layık görülmüştü. Ödül konuşmasında “Kore sinemasını takdir eden herkese teşekkür ederim” ifadelerini kullandı.

Cannes Festivali’nde neler yaşandı?

Festivale Rusya – Ukrayna savaşı damgasını vurdu. Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy, açılış törenine online olarak katıldı ve sinemacılara, gazetecilere seslendi: “Sinema sessiz olmamalı, Ukrayna bu savaşı kazanacak” dedi. Pek çok Ukraynalı film özel gösterim hakkı kazanırken, Rus yönetmen Kiril Serebrennikov’un filminin ana yarışmada yer alması, savaşı kınamış olmasına rağmen, tepki topladı.

Türkiye’den Emin Alper’in Kurak Günler’i yarıştı

Türkiye’den yönetmen Emin Alper’in “Kurak Günler” filmi Un Certain Regard (Belirli Bir Bakış) bölümünde yarıştı. Film, dünya prömiyerinin ardından yaklaşık 10 dakika boyunca salonda alkışlandı. Başrollerinde Selahattin Paşalı ve Ekin Koç’un yer aldığı Kurak Günler, kuraklıkla mücadele eden bir kasabaya atanan savcı, belediye başkanı ve bir gazeteci arasındaki ilişki ve çekişmeleri anlatıyor.

Emin Alper’in filmin gösterimi sonrasında filmin yardımcı yapımcılarından olan ve Gezi Davası’nda 18 yıl hapse mahkum edilen Çiğdem Mater için yaptığı konuşma festivale damgasını vurmuştu. Alper, konuşmasında, “Şu an bizimle değil, çünkü kendisi komik bir dava sonucu hapse atıldı. Bizimle olmasa da aklımız ve kalbimiz onun yanında” demiş, Alper’in konuşması, salondan büyük alkış almıştı.

Paylaşın

“Demirtaş’ın Beyaz Sandalyesi”

Zınar Karavil, “Demirtaş’ın Beyaz Sandalyesi” kitabında, Edirne F Tipi Cezaevinde tutulan Halkların Demokratik Partisi (HDP) önceki dönem Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ı anlattı.

Zınar Karavil’in, Selahattin Demirtaş’ın tutuklanmasından bugüne kadar gelen süreci anlattığı kitap 21 Mayıs’ta Dipnot Yayınları etiketiyle okurla buluşacak.

Karavil, Demirtaş’ın cezaevine konulduğundan beri geçen süre boyunca yaşanan siyasi ve toplumsal gelişmeleri de kitapta derliyor.

Arkadaşlarının, avukatlarının, kardeşlerinin, eşinin, hücre arkadaşının ve bizzat kendisinin anlattığı ve okurun şimdiye dek bilmediği pek çok konu kitapta yer alıyor.

Kitabın yanıt aradığı bazı sorular şunlar:

Cezaevine girmesine yol açan süreçte neler yaşandı?
İçeride günleri nasıl geçiyor?
Neler yaşıyor, nasıl hissediyor?
Dışarıda yaşanan gelişmelere nasıl bakıyor?
Cezaevi görevlileriyle ilişkisi nasıl?
Bayıldığı gece neler oldu?
Ailesinin geçirdiği trafik kazasını duyduğunda ilk tepkisi ne oldu?
Hangi haberi duyduğunda çok üzüldü?
Neden covid aşısı olmak istemedi?
Kelepçe takılmak istenmesine nasıl karşı koydu?
Ne zaman çıkacağını düşünüyor?

“Plastik sandalyeden başka makamı yok”

Kitapta Önsöz’ü kaleme alan Sırrı Süreyya Önder şöyle diyor:

“Bin türlü gölge ve riyayla örtülmeye çalışılan günlerin çetelesini tutup unutturmayanlar var. İşte bu kitabın emeği, böylesine aziz bir yerdedir. Ekmek gibi, su gibi aziz bir emeğin ürünü olan bu kitap, beyaz bir plastik sandalyeden başka koltuğu da makamı da olmayan, yüreği halkla, halkın yüreği de kendisiyle atan bir siyasetçiyi, kardaşım Selahattin’in cezaevi dönemi hikayesini anlatıyor.”

Kitaptan tadımlık…

Demir kapıların biri açılıyor, biri kapanıyor. Göz taraması, xray cihazı… Bir bölümden bir başkasına geçiyorum. Onu görecek olmanın verdiği mutluluk ve heyecan… Onu cezaevinde görecek olmanın verdiği üzüntü ve ıstırap… Tarifi imkansız duygular içindeyim, Edirne’deyim.

Birazdan kardeşi ve avukatı Aygül Demirtaş’ın savcıdan aldığı özel izinle, Selahattin Demirtaş’la yarım saat görüşeceğim.

Demirtaş’la ilk kez 2011 yılının yaz aylarında, İstanbul Florya’daki TBMM misafirhanesinin kafe bölümünde görüşmüştük. Onu ileride, hükümette bir görevde göreceğimi düşünmüştüm. Oysa şimdi…

Peki, neler olmuştu da Demirtaş ülke yönetimi yerine şimdi evine çok uzak bir cezaevinde, Edirne F Tipi Yüksek Güvenlikli Ceza İnfaz Kurumundaydı? Onu ve arkadaşlarını cezaevine götüren süreçte neler yaşandı? O içerideyken yaşanan gelişmeler nelerdi? İçeride neler yapıyor, dışarıda olan bitenlere nasıl bakıyordu? Neler yaşıyor, nasıl hissediyordu?

Tarihe derli toplu kaydolması için arşiv taraması yaparak önemli olayları, Demirtaş’ın röportajlarında, yazılarında, savunmalarında öne çıkan noktaları derledim.

Arkadaşlarıyla, avukatlarıyla görüştüm. Kardeşleri Aygül Demirtaş, Süleyman Demirtaş ve eşi Başak Demirtaş ile konuştum. Bunun yanı sıra Abdullah Zeydan’a ve tabii Demirtaş’ın kendisine avukatları aracılığıyla ilettiğim sorulara gelen yanıtlardan yararlandım.

Bu kitapta daha önce hiç duymadığınız, hiçbir yerde karşılaşmadığınız pek çok bilgiyi ve anekdotu bulacaksınız. İçeriden dışarıya Demirtaş’ı okuyacaksınız.

(Kaynak: Bianet)

Paylaşın

Ukrayna ‘Eurovision’u Üçüncü Kez Kazandı

İtalya’nın Torino kentinde düzenlenen 66. Eurovision Şarkı Yarışması’nı Ukrayna’yı temsil eden “Kaluş Orkestra” grubu “Stefania” adlı şarkısıyla toplamda 631 puan alarak birinci seçildi. İngiltere’nin temsilcisi Sam Ryders’ın seslendirdiği “Space Man” şarkısı 466 puanla ikinci olurken, üçüncülüğü ise 459 puanla İspanya’nın temsilcisi Chanel’in seslendirdiği “SloMo” şarkısı elde etti.

Yarışmanın finalinde jüri oylarında İngiltere önde çıkmasına karşın, Ukrayna’nın kazanmasında jüri oylarına ek olarak halk oylarından gelen 439 puan belirleyici oldu. Bu sonuçla Ukrayna, 2004 ve 2016’nın ardından Eurovision Şarkı Yarışması’nı 3. kez kazanmayı başardı.

“Stefania” şarkısı aslında grubun solisti Oleh Psiuk’un annesi için yazıldı. Ancak işgalin başlamasının ardından yeniden tasarlandı. Savage, şarkıyı “eski Ukrayna halk melodileri ve geleneksel flütün çağdaş hip-hop ritimleriyle benzersiz bir kombinasyonu” olarak tanımlarken, şarkıdaki “harap olmuş yollar” ve “griye dönen tarlalar” gibi sözlerin ise ülkenin içinde bulunduğu durum göz önüne bulundurulduğunda ileri görüşlü bir tavır olarak öne çıktığını söyledi.

Birincilik kupasını kaldıran Psiuk, Ukrayna’ya verilen destek nedeniyle teşekkür etti ve zaferin her Ukraynalıya ait olduğunu dile getirdi. Sahne arkası röportajında ise Psiuk, 2023 yılında yarışmanın Ukrayna’da düzenlenmesini umut ettiğini ifade etti.

Halk oylaması sonucu verilen puanlardan sonra ülkeler

1- Ukrayna 631
2- Birleşik Krallık 466
3- İspanya 459
4-İsveç 438
5-Sırbistan 312
6-İtalya 268
7-Moldova 253
8-Yunanistan 215
9-Portekiz 207
10-Norveç 182
11-Hollanda 171
12- Polonya 151
13- Estonya 141
14-Litvanya 128
15-Avustralya 125
16-Azerbaycan 106
17-İsviçre 78
18-Romanya 65
19-Belçika 64
20-Ermenistan 61
21-Finlandiya 38
22-Çekya 38
23-İzlanda 20
24-Fransa 17
25-Almanya 6

Ülkeler tarafından verilen puanlar sonucu ilk 5 ülke

1- Birleşik Krallık- 283
2- İsveç – 258
3- İspanya – 231
4- Ukrayna – 192
5- Portekiz – 171

Yarışmaya bu sene 41 ülke katılıyor. 17 ülke birinci yarı finalde, 18 ülke ise ikinci yarı finalde yarışacak. “Büyük Beşler” olarak bilinen İtalya, Fransa, Almanya, İngiltere ve İspanya büyük finale doğrudan katıldığı için yarı finalde yarışmadı.

Eurovision 1. Yarı Final sonuçlarına göre İsviçre, Norveç, Ermenistan, Yunanistan, İzlanda, Ukrayna, Litvanya, Moldova, Portekiz ve Hollanda finale kalan ülkeler oldu.

Eurovision 2. Yarı Final sonuçlarına göre Belçika, Çekya, Azerbaycan, Polonya, Finlandiya, Estonya, Avustralya, İsveç, Romanya ve Sırbistan finale kalan ülkeler oldu.

Şubat ayında Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesiyle, Avrupa Yayın Birliği – EBU üyesi ülkelerin baskısı sonucu Rusya yarışmadan diskalifiye edildi.

Paylaşın

Urfa’da Demir Çağı’ndan Kalma Yer Altı Odası Keşfedildi

Arkeologlar Urfa’nın Başbük ilçesinde Demir Çağı’ndan kalma bir yer altı yapısı keşfetti. MÖ ilk bin yıllık dönemde kullanıldığı düşünülen komplekste Asur üslubunda tanrı tasvirlerini içeren bir duvar resmi tespit edildi.

Hakemli bilimsel dergi Antiquity’de yayımlanan araştırmada, resmin yerel halk tarafından çizildiği ifade edildi.

Keşif, Mezopotamya’dan gelen ve daha sonra Anadolu’ya yayılan Yeni Asur İmparatorluğu kültürünün yerel halka güçlü bir şekilde nüfuz ettiğini gösteriyor. Bu imparatorluk, MÖ 600 ve 900 arasında bugünkü Türkiye topraklarının çoğunu kapsamıştı.

Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi’nden Doç. Dr. Selim Ferruh Adalı, “Bulgular, bölgede Asur hegemonyasının henüz erken evrelerde hayata geçirildiğine tanıklık ediyor” dedi ve ekledi: Duvar levhası; Yeni Asur, Arami ve Suriye-Anadolu kültürünün tanrısal ikonografisini birleştiriyor.

Adalı’ya göre komplekste bulunan levhadaki duvar resminde, Aramice yazılar yer alıyor ve dinsel bir geçit töreni tasvir ediliyor.

Geçit töreninde Arami kültüründen tanrı ve tanrıçalar yer alıyor. Figürlerden en büyüğü yaklaşık 1,1 metre boyunda. Araştırmacılara göre bu arkeolojik eser, Asur sanatının köylerde Arami tarzına nasıl uyarlandığını gözler önüne seriyor.

Resimde tasvir edilen 8 tanrıdan 4’ü tanımlanamadı. Diğer tanrılarsa Aramice yazılarla açıklanmıştı: Fırtına, yağmur ve gök gürültüsü tanrısı Hadad; bereket ve koruma tanrıçası Atargatis; Ay tanrısı Sîn ve Güneş tanrısı Šamaš.

Araştırmacılar, Atargatis çiziminin bu bölgede Suriye kültürüne ait başlıca tanrıçalardan olan Atargatis’in bilinen en eski tasviri olduğunu belirtti.

Adalı, “Suriye-Anadolu dinsel temalarının dahil edilmesi, Yeni-Asur unsurlarının daha önceki buluntulardan beklenmeyecek şekilde uyarlandığını gösteriyor” dedi ve ekledi: Yerel unsurların daha çok vurgulandığı bölgedeki Asur varlığının daha erken bir aşamasını yansıtıyorlar.

Arkeolojik alanın keşfi, başarısız bir yağma ve hırsızlık girişimiyle ilk olarak 2017’de mümkün oldu. Yetkililer yağmacıların ilçedeki bir evin altında bulunan hazineleri çalmak istediğini aktardı.

Edinilen bilgiye göre polis yağmacıları engelledi ve açılan soruşturmada Başbük’teki iki katlı evin zemininde bir geçit keşfedildi.

Bunun ardından arkeologlara haber verildi ve araştırmacılar 2,2 x 1,5 metre boyutlarındaki geçidi inceledi. Böylelikle yer altındaki kompleks açığa çıktı.

2018 sonbaharında arkeolog ekibi, erozyon alana daha fazla zarar vermeden önce eserleri inceleyebilmek için kısa bir kurtarma kazısı yaptı. İncelemeler, yeraltı kompleksinin Yeni Asur dönemine (MÖ 9. yüzyıl civarı) tarihlendiğini ortaya koydu.

Araştırmacılara göre bulgular, kompleksin Yeni-Asur döneminin ilk otoritelerinin kontrolündeki ritüellerin ve çeşitli kültürlerden tanrıların temsil ettiği bir doğurganlık kültünün sergilendiği yer olduğunu gösteriyor.

Bu otoritelerden birinin, Asur kralı III. Adad-nirari (MÖ 811 – MÖ 783) döneminde yaşamış, Yeni Asurlu Mukīn-abūa olduğu düşünülüyor. Zira arkeolojik alanda Mukīn-abūa’ya atıfta bulunduğu düşünülen bir yazıt da tespit edildi.

Araştırmacılar, Mukīn-abūa’nın bölgenin kontrolünü ele geçirdikten sonra bu kompleksi yerel halkla bütünleşmek ve onları kazanmak için kullandığını tahmin ediyor.

Adalı, “Asurlu valiler güçlerini Asur saray tarzını yansıtan sanat yoluyla ifade etti” diye konuştu.

Öte yandan sanat eserinin tamamlanmamış olması da dikkat çekiyor. Bu da inşaatçıların ve sanatçıların onu bitirmeden bırakmasına neden olan, belki de bir isyan çıkmış olabileceğini düşündürüyor.

Adalı, eserin “siyasi-askeri bir çatışma nedeniyle bırakılmış olabileceğini” söyledi.

Arkeologlar, daha fazla kazı çalışmasıyla bu yeraltı kompleksine ait yeni alanların ortaya çıkacağını ifade ediyor. Böylelikle daha fazla sanat eseri örneği de keşfedilebilir.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Hayalet Şehir: Bhangarh

Bhangarh, Hindistan’ın Rajasthan Eyaleti, Rajgarh Alwar’da yer alan tarihi bir yerleşim yeridir. Hindistan’ın başkenti Delhi’den yaklaşık 300 km uzaklıktadır. Tarihi yer lanetli olmasıyla ünlüdür.

Haber Merkezi / Bu yerleşim yeri 1631’de, Babür generali Amber’li Man Singh’in oğlu Madho Singh tarafından kurulmuştur. Efsaneye göre, burası Guru Balu Nath adlı biri tarafından lanetlenmiştir.

Bu tarihi yerde yaşayanlar, Guru Balu Nath’ın lanetinin nedeninin krallığın kraliçesi Ratnavati’ye olan karşılıksız aşkı olduğuna inanıyorlar.

Lanetli olduğu söylendiği için gün batımı ve gün doğumu arasında Bhangarh’a izinsiz girmek yasaktır.

Burada yaşayanlara göre, ruhlar gün batımından sonra buraya giriyor ve bu nedenle bu süre zarfında kimsenin Bhangarh sınırlarına girmesine izin verilmiyor.

Paylaşın

64. Grammy Müzik Ödülleri Sahiplerini Buldu

Müzik dünyasının “Oscarları” olarak tanımlanan Grammy Ödülleri’nin 64’üncüsü Kovid 19 salgın nedeniyle iki kez ertelenmesinin ardından Las Vegas’taki MGM Grand Garden Arena’da düzenlenen ve Trevor Noah’ın sunuculuğunu üstlendiği törenle sahiplerini buldu. 

Haber Merkezi / 86 kategoride yapılan değerlendirmede “We are” adlı çalışması Yılın Albümü seçilen Jon Batiste toplam beş ödülün sahibi oldu. 70’lerin funk tarzı müzik yapan Silk Sonic “Leave The Door Open” ile Yılın Kaydı ve aynı adlı şarısıyla da Yılın Şarkısı ödülünü kazandı. Yılın En İyi Sanatçısı ödülü ise genç şarkıcı Olivia Rodrigo’nun oldu.

19 yaşındaki müzisyen ve söz yazarı Olivia Rodrigo Yılın En İyi Sanatçısı ödülünü kazanarak Carly Simon, Crosby, Stills & Nash, Tom Jones, Beatles ve Billie Eilish gibi isimler arasında adını yazdırdı.

En İyi Rap Performansı dalında ödülü “Family Ties” adlı şarkılarıyla Baby Keem ve Kendrick Lamar aldı. Bu ödül Lamar’ın 14üncü ancak Keem’in ilk Grammy’si oldu.

En İyi Solo Country Performansı ödülünü ise üçüncü kez Chris Stapleton kazandı. Tony Bennett, Lady Gaga ile düet albümündeki “Love for Sale” adlı şarkısı ile En İyi Geleneksel Vokal Pop Albümü ödülünü kazanarak koleksiyonundaki 14 Grammy ödülüne bir yenisini daha ekledi.

Kazananlar;

  • Yılın albümü; Jon Batiste – We Are
  • Yılın şarkısı; Silk Sonic – Leave the Door Open
  • En iyi pop/duo grup performansı; Doja Cat featuring SZA – Kiss Me More
  • En iyi pop vokal albümü; Olivia Rodrigo
  • En iyi R&B albümü; Jazmine Sullivan – Heaux Tales
  • En iyi rap performansı; Baby Keem featuring Kendrick Lamar – Family Ties
  • En iyi yeni sanatçı; Olivia Rodrigo
  • En iyi country albümü; Chris Stapleton – Starting Over
  • En iyi pop solo performansı; Olivia Rodrigo – Drivers License
  • En iyi dans/elektronik kayıt; Rüfüs Du Sol – Alive
  • En iyi dans/elektronik albüm; Black Coffee – Subconsciously
  • En iyi rock performansı; Foo Fighters – Making a Fire
  • En iyi metal performansı; Dream Theater – The Alien
  • En iyi rock şarkısı; Foo Fighters – Waiting on a War
  • En iyi rock albümü; Foo Fighters – Medicine at Midnight
  • En iyi alternatif müzik albümü; St Vincent – Daddy’s Home
  • En iyi R&B şarkısı; Silk Sonic – Leave the Door Open
  • En iyi rap albümü; Tyler, the Creator – Call Me If You Get Lost
  • En iyi rap şarkısı; Kanye West featuring Jay-Z – Jail
  • En iyi Latin pop albümü; Alex Cuba – Mendó

Adaylar;

Yılın Kaydı

ABBA – I Still Have Faith in You
Jon Batiste – Freedom
Tony Bennett & Lady Gaga – I Get a Kick Out of You
Justin Bieber Featuring Daniel Cesar & Giveon – Peaches
Brandi Carlile – Right on Time
Doja Cat Featuring SZA – Kiss Me More
Billie Eilish – Happier Than Ever
Lil Nas X – Montero (Call Me by Your Name)
Olivia Rodrigo – Drivers License
Silk Sonic – Leave the Door Open

Yılın Albümü

We Are – Jon Batiste
Tony Bennett & Lady Gaga – Love for Sale
Justin Bieber – Justice (Triple Chucks Deluxe)
Doja Cat – Planet Her (Deluxe)
Billie Eilish – Happier Than Ever
H.E.R. – Back of My Mind
Lil Nas X – Montero
Olivia Rodrigo – Sour
Taylor Swift – Evermore
Kanye West – Donda

Yılın Şarkısı

Ed Sheeran – Bad Habits
Alicia Keys & Brandi Carlile – A Beautiful Noise
Olivia Rodrigo – Drivers License
H.E.R. – Fight for You
Billie Eilish – Happier Than Ever
Doja Cat Featuring SZA – Kiss Me More
Silk Sonic – Leave the Door Open
Lil Nas X – Montero (Call Me by Your Name)
Justin Bieber Featuring Daniel Cesar & Giveon – Peaches
Brandi Carlile – Right on Time

Yılın En İyi Yeni Sanatçısı

Arooj Aftab
Jimmie Allen
Baby Keem
Finneas
Glass Animals
Japanese Breakfast
The Kid Laroi
Arlo Parks
Olivia Rodrigo
Saweetie

En İyi Solo Performans

Justin Bieber – Anyone
Brandi Carlile – Right on Time
Billie Eilish – Happier Than Ever
Ariana Grande – Positions
Olivia Rodrigo – Drivers License

En İyi Pop İkili Performansı

Tony Bennett & Lady Gaga – I Get a Kick Out of You
Justin Bieber & Benny Blanco – Lonely
BTS – Butter
Coldplay – Higher Power
Doja Cat Featuring SZA – Kiss Me More

En İyi Pop Vokal Albümü

Justin Bieber – Justice (Triple Chucks Deluxe)
Doja Cat – Planet Her (Deluxe)
Billie Eilish – Happier Than Ever
Ariana Grande – Positions
Olivia Rodrigo – Sour

En İyi Dans/Elektronik Kayıt

Afrojack & David Guetta – Hero
Ólafur Arnalds Featuring Bonobo – Loom
James Blake – Before
Bonobo & Totally Enormous Extinct Dinosaurs – Heartbreak
Caribou – You Can Do It
Rüfüs Du Sol – Alive
Tiësto – The Business

En İyi Dans/Elektronik Albüm

Black Coffee – Subconsciously
Illenium – Fallen Embers
Major Lazer – Music Is the Weapon (Reloaded)
Marshmello – Shockwave
Sylvan Esso – Free Love
Ten City – Judgement

En İyi Alternatif Müzik Albümü

Fleet Foxes – Shore
Halsey – If I Can’t Have Love, I Want Power
Japanese Breakfast – Jubilee
Arlo Parks – Collapsed in Sunbeams
St. Vincent – Daddy’s Home

En İyi Rock Performansı

AC/DC – Shot in the Dark
Black Pumas – Know You Better (Live From Capitol Studio A)
Chris Cornell – Nothing Compares 2 U
Deftones – Ohms
Foo Fighters – Making a Fire

En İyi Rock Şarkısı

Weezer – All My Favorite Songs
Kings of Leon – The Bandit
Mammoth WVH – Distance
Paul McCartney – Find My Way
Foo Fighters – Waiting on a War

En İyi R&B Performansı

Snoh Aalegra – Lost You
Justin Bieber Featuring Daniel Cesar & Giveon – Peaches
H.E.R. – Damage
Silk Sonic – Leave the Door Open
Jazmine Sullivan – Pick Up Your Feelings

En İyi Geleneksel R&B Performansı

Jon Batiste – I Need You
BJ the Chicago Kid, PJ Morton & Kenyon Dixon Featuring Charlie Bereal – Bring It on Home to Me
Leon Bridges, Robert Glasper – Born Again
H.E.R. – Fight for You
Lucky Daye Featuring Yebba – How Much Can a Heart Take

En İyi R&B Şarkısı

H.E.R. – Damage
SZA – Good Days
Giveon – Heartbreak Anniversary
Silk Sonic – Leave the Door Open
Jazmine Sullivan – Pick Up Your Feelings

En İyi Progressive R&B Albümü

Eric Bellinger – New Light
Cory Henry – Something to Say
Hiatus Kaiyote – Mood Valiant
Lucky Daye – Table for Two
Terrace Martin, Robert Glasper, 9th Wonder & Kamasi Washington – Dinner Party: Desert
Masego – Studying Abroad: Extended Stay

En İyi R&B Albümü

Snoh Aalegra – Temporary Highs in the Violet Skies
Jon Batiste – We Are
Leon Bridges – Gold-Diggers Sound
H.E.R. – Back of My Mind
Jazmine Sullivan – Heaux Tales

En İyi Rap Performansı

Baby Keem Featuring Kendrick Lamar – Family Ties
Cardi B – Up
J. Cole Featuring 21 Savage & Morray – My Life
Drake, Featuring Future & Young Thug – Way Too Sexy
Megan Thee Stallion – Thot Shit

En İyi Melodik Rap Performansı

Cole Featuring Lil Baby – Pride Is the Devil
Doja Cat – Need to Know
Lil Nas X Featuring Jack Harlow – Industry Baby
Tyler, the Creator Featuring YoungBoy Never Broke Again, Ty Dolla $ign – WusYaName
Kanye West Featuring The Weekend & Lil Baby – Hurricane

En İyi Metal Performans

Deftones – Genesis
Dream Theater – The Alien
Gojira – Amazonia
Mastodon – Pushing the Tides
Rob Zombie – The Triumph of King Freak (A Crypt of Preservation and Superstition)

En İyi Rock Şarkısı

Weezer – All My Favorite Songs
Kings of Leon – The Bandit
Mammoth WVH – Distance
Paul McCartney – Find My Way
Foo Fighters – Waiting on a War

En İyi Rock Albümü

AC/DC – Power Up
Black Pumas – Capitol Cuts – Live From Studio A
Chris Cornell – No One Sings Like You Anymore Vol. 1
Foo Fighters – Medicine at Midnight
Paul McCartney – McCartney III

En İyi Rap Albümü

Cole – The Off-Season
Drake – Certified Lover Boy
Nas – King’s Disease II
Tyler, the Creator – Call Me If You Get Lost
Kanye West – Donda

En İyi Country Solo Performansı

Forever After All, Luke Combs
Remember Her Name, Mickey Guyton
All I Do Is Drive, Jason Isbell
Camera Roll, Kacey Musgraves
You Should Probably Leave, Chris Stapleton

En İyi Country Şarkısı

Better Than We Found It, Maren Morris
Camera Roll, Kacey Musgraves
Cold, Chris Stapleton
Country Again, Thomas Rhett
Fancy Like, Walker Hayes
Remember Her Name, Mickey Guyton

En İyi Country Albümü

Skeletons, Brothers Osborne
Remember Her Name, Mickey Guyton
The Marfa Tapes, Miranda Lambert, Jon Randall and Jack Ingram
The Ballad of Dood & Juanita, Sturgill Simpson
Starting Over, Chris Stapleton

En İyi Reggae Albümü

Pamoja, Etana
Positive Vibration, Gramps Morgan
Live N Livin, Sean Paul
Royal, Jesse Royal
Beauty in the Silence, Soja
10, Spice

En İyi Küresel Müzik Performansı

Mohabbat, Arooj Aftab
Do Yourself, Angelique Kidjo and Burna Boy
Pà Pá Pà, Femi Kuti
Blewu, Yo-Yo Ma and Angelique Kidjo
Essence, Wizkid featuring Tems

En İyi Küresel Müzik Albümü

Voice of Bunbon, Vol. 1, Rocky Dawuni
East West Players Presents: Daniel Ho and Friends Live in Concert, Daniel Ho and Friends
Mother Nature, Angelique Kidjo
Legacy +, Femi Kuti and Made Kuti
Made In Lagos: Deluxe Edition, Wizkid

En İyi Latin Pop Albümü

Vértigo, Pablo Alborán
Mis Amores, Paula Arenas
Hecho a la Antigua, Ricardo Arjona
Mis Manos, Camilo
Mendó, Alex Cuba
Revelación, Selena Gomez

Paylaşın

Yılmaz Güney’in Ölümünden Bir Ay Önce Yaptığı Röportaj Türkçe’ye Çevrildi

Yönetmen ve oyuncu Yılmaz Güney, Avrupa’da sürgünde olduğu yıllarda, Alfreda Benge’nin Türkiye’deki politik duruma, sinemaya ve kariyerine ilişkin sorularını yanıtladı. Sürgünde olduğu Paris’te gizli bir yerde 9 Ağustos 1984’te gerçekleştiği belirtilen röportajdan bir ay sonra Güney aramızdan ayrıldı.

Nurdan Şarman tarafından ilk kez Türkçe’ye çevrilen röportaj Kürt Araştırmaları dergisinin internet sayfasında yayınlandı. Benge, filmlerde de çalışmış bir sanatçı ve serbest gazetecidir. Benge’nin önüne ve sonuna Güney ve Türkiye hakkında görüşlerini ilave ettiği ve ilk olarak 1985’te Race&Class dergisinde “Güney, Türkiye ve Batı: Bir görüşme” başlığıyla yayınlanan metnin röportaj kısmı şöyle:

Alfreda Benge: Ana akım Türk sineması nedir? İdeolojik mesajı nedir?

Yılmaz Güney: Türk sineması doğuşundan itibaren, teknolojisini yurt dışından alıp yabancı filmleri taklit etmiş ve bu yabancı etkiye dayanmıştır. Bu sinema, yerli deneyime dayanan ulusal, geleneksel bir karaktere sahip değildi. Bu tür bir özgünlüğe hiçbir zaman sahip olmadı. Uzun bir süre Amerikan, İtalyan, Arap ve hatta Fransız sinemasının başat etkisi altında olmuş ve bunları taklit ederek ilerlemiştir. Bugün de onun karakterine damgasını vuran şeyin özü bu taklittir.

Bugün Türkiye’de çekilen film türleri arasında kovboy filmleri, westernler, gangster filmleri, ‘Tarzan” filmleri, hatta uzay hikâyeleri ve bunlara paralel olarak “arabesk filmler” yuvarlak pop yıldızları etrafında yapılan müzikaller, karşılıksız aşk ve özlem filmleri vb. var. Türkiye, sinema seyircisinin büyüklüğü açısından dünyanın önde gelen ülkelerinden biridir. Ve insanlar az önce bahsettiğim film türlerinden gerçekten etkileniyorlar. Özellikle “arabesk” türün şimdi büyük etkisi var. Bu filmlerin ana ideolojisi “Yarını unut, bugün için yaşa. Gerçeği unut, hayallere bak. Dünyayı unutun” şeklinde. Yani insanları yaşadıkları zorluklardan uzaklaştıran, sorunları çözmeye cesaretlendirmeyen bir tür ideoloji işte. İnsanları kandıran, uyuşturucu etkisine sahip ideolojik saçmalık için bir makine. Bunlar Türkiye’de film endüstrisinin üstlendiği işlevlerdir ve halk üzerinde çok önemli bir etkisinin olduğunu söylemek gerekir.

Ana akımın dışında, Türkiye’de her zaman ulusal geleneklere ve deneyime dayalı farklı bir sinema yaratmaya çalışan bir avuç insan olmuştur. Bu filmlerden ilki, Birinci Dünya Savaşı sonrasında müttefik kuvvetlerin işgali sırasında çekilen bir belgeseldi. İngiliz birliklerine karşı bir gösteri hakkındaydı söz konusu film. Yani bu, devam eden, ancak her zaman bir azınlık formu olarak kalan başka bir gelenekti. Bu tür film yapımcıları yabancı biçimlerin taklidine karşıydılar ve filmlerini her zaman ulusal deneyime dayandırmaya çalıştılar. 1950’lerden sonra bu ikinci eğilim daha belirgin ve güçlü hale geldi. Bir anlamda sinemayı ulusal gerçekliğe dayandırmak isteyen bu ikinci geleneğin sürekliliği içinde yer aldığımı söyleyebilirim.

AB: Ünlü biri olarak hangi geleneğe dâhilsiniz?

YG: Benim ‘hayat hikâyemi’ üç aşamada düşünmek gerekir. İlki, sinemaya oyuncu, senarist ve asistan olarak adım attığım 1958 ile 1961 yılları arasındaydı. İthal formları otantik olanlarla karşı karşıya getirmek suretiyle geleneklerimizi ve gerçekliğimizi kullanmaya çalışan küçük akımın bir parçasıydım. Ancak genel izleyici kitlesi üzerinde fazla bir etkimiz olmadı. Yeni bir ana akım yaratmak için çok çalıştık lakin çok etkili olamadık. 1961’den 1963’e kadar hapis yattım ve dışarı çıktığımda iki şeyi birleştirmeye karar verdim. Birincisi, bu direniş geleneği ve ikincisi film yapımına popüler yaklaşım. Bir sentez denedim. Yani bir yandan seyircinin bilincine ve beklentilerine hitap ettim, bir yandan da seyirciye kendi gerçekliklerini aktarmaya çalıştım. Ancak sonuçların bir kısmı o kadar karışıktı ki, çöküş olarak tanımlamak mümkün. Tanınır biri haline geldiğimde  ve izleyicilerimle güçlü bağlar kurduğumda, daha da ileri gittim. Yeniliğe hasret olan yetenekli genç insanlarla ve aynı zamanda “işsiz” kalan yaşlılarla işbirliği yapmaya başladım. Daha önce başa çıkmanın imkânsız olduğu hikâyeleri görünür kıldım. Ancak tüm bunları demokrasinin ve sansürün hâkim koşulları bağlamında ele almanız gerekiyor. Hiçbir zaman, sanatsal üretime olanak sağlayan özgür bir ortamda çalışmadık.

AB: Filmlerinizde yeni olan neydi?

YG: Köylüler, topraksız köylüler ve iş aramak için şehirlere akan göçmenler. Filmlerime özellikle lümpenleşmiş insanlar girdi. Lümpenleşmiş ve çaresiz hale gelen insanlar. Başka bir deyişle, hızla dönüşen toplumumuz tarafından marjinalleştirilen insanlar. Dışlanan insanlar filmlerimde görünür hale geldi. İnsanlar, toplumun ve hukukun sınırlarının dışına itildiler. Sınırlarda kaçakçıya dönüşen köylüler geçimlerini sağlamak için ölümcül tehlikeler altında. Çaresizlikten cinayet işleyen insanlar. Bu insanların gerçekte ne hissettikleri, kişisel olarak nasıl yaşadıkları sinemamızda işlendi.

AB: Kahramanlarınızı işlev açısından farklı kılan neydi?

YG: Klasik kahraman kavramını reddettim ve yeni bir kahraman tipi ortaya çıktı. Bu yeni tip kahraman adaletsizliğe karşı çıkan, zavallıdan ve mazlumdan yana olan, baskılara direnmeye başlayan ve bir sembol haline gelen tiptir. Başlangıç noktası olarak bu tipi seçtim, ancak bu yeni tipler yenildiler. İzole oldukları için mağlup oldular. Filmlerimde tasvir edilen kahraman tipi asla kazanamaz. Bu kişi örgütlü olmadığı için direnişinden dolayı cezalandırılır ve bertaraf edilir. Bu kişi bireysel çözümler bulmaya yönlendirilmiştir ve bu nedenle insanlarla hiçbir bağı yoktur. İşte bu yüzden filmlerimde kınadığım şeylerden biri de bireysel isyan/kurtuluş kavramıdır. Bir slogan şeklinde söyleyecek olursam, “Bireysel kurtuluş yoktur, bireysel kurtuluş yolu çıkmaza sürükler.”

AB: Sansürle nasıl sınırlandırıldınız? Sınırlamaları nasıl aştınız? Kürt deneyimini açıkça anlatabilir misiniz?

YG: Türkiye’de çektiğim tüm filmlerde, tek bir düşüncemi bile istediğim şekilde ifade edemedim. Bırakın Kürt sorunu gibi, işçi sınıfı gibi önemli bir meseleyi, toplumumuzda var olan temel adalet ve adaletsizlik sorunları bile ancak kısmen ve dolaylı olarak ele alınabilirdi.

Film yapımcılığımızın ilk adımından itibaren temel kaygımız yeni ifade biçimleri, yeni bir dil bulmaktı. Bunu seyircimizle bir ilişkimiz olduğu gerçeği üzerine inşa etmemiz gerekiyordu -popüler bir oyuncu olmam bu bağlantıyı yarattı. Yüzümle, gözlerimdeki ifadeyle, hatta diyalogları atlayarak, kelimeleri dışarıda bırakarak kendimi ifade etmenin gizli yollarını bulmalıydım. Kısacası ben ve dinleyicilerim arasında, açıkça bir şey söylemesem bile ne demek istediğimi anlayacakları şekilde ortak bir dil oluştu. Bu, benim kendimi koruma yöntemimdi. Filmlerimde Ezop dilini kullandım. Müsaadenizle bu iletişim tarzıma dair bir örnek vereyim. 1971’de bir önceki faşist askeri yönetimi devralmamızdan sonra yapılan bir filmde, halkımıza yapılan baskılara karşı duygularımı şu şekilde ifade etmeye çalıştım: Kör bir adam silah kullanmayı öğrenir; etrafına bir sürü çan koyarak ateş etmek için kendi kendini eğitir ve bu çanların sesinden hedefini belirleyip ateş etmeyi başarır. Kör bir adam direnmeyi böyle öğrenir. Halkım bu sahneden şunu anladı, “Yılmaz Güney bize bütün imkânlarımızın boşa çıkabileceğini, tüm silahlarımızın elimizden alınabileceğini ama yine de her zaman direnmek için yeni yollar bulmanın mümkün olduğunu söylüyor. Yeni çözümler asla tükenmez, her zaman bir yol olmalı.” Ve mesaj hedefine ulaştı. Dışarıdan bakıldığında ise film, western’i andıran mütevazı bir eser.

AB: Kapitalizm, filmlerinizde küçük sinematik fırça darbeleriyle görülüyor. Feodalizmin olumsuz değerleri ve mirası ise doğrudan ele alınmaktadır. Kapitalizmin olumsuz etkilerini anlatmaktan sizi alıkoyan şey sanatsal özgürlüğün olmaması mıydı, yoksa feodalizmin olumsuz mirasını açığa çıkarmak daha mı acil bir meseleydi?

YG: Özellikle 1950’lerden sonra Türkiye’de feodal yapı çözülmeye başlamıştır. Bu çözülme ile birlikte bu toplumun insanî dramları daha fazla aşikâr oldu. Yeni arayışlar, yönelimler, acılar görünür hale geldi. Bu, bir film yapımcısının yakalaması gereken, görmezden gelemeyeceği bir şeydi. Eski düzen dağılırken ortaya çıkan yeni düzenin bu insanlara yeni çözümler getirmediğini ve eski toplumsal yapının dağılmasının yarattığı sorunları çözmediğini de eklemeliyim. Yeni düzen insanların ilerlemesi için gerekli koşulları yaratmadı. Kapitalizm feodal düzene göre ne kadar gelişmiş olursa olsun mutluluk yaratmadı. İçinde bulunduğumuz çağda, kapitalizmin mutluluk yaratma kapasitesi yok.

Her toplumda, toplumsal karışıklığın sanatsal üretim üzerinde derin bir etkisi olmuştur. Örneğin Batı’da burjuva demokratik devrim döneminde sanat ve edebiyatta yaşanan gelişmeler… Rus devriminden hemen önce ve sonra Rus edebiyatını veya kriz esnasındaki Amerikan edebiyatını düşünün. Biz de kontrolümüz dışındaki nesnel koşullar nedeniyle böyle bir sürece sürüklendik. Hayatın kendisi bizi buna itti. Ama ciddi bir dezavantajımız vardı, toplumsal çalkantımızın unsurlarını sanatsal özgürlük ortamında birleştiremedik. Bu yüzden ürünümüz her zaman eksikti, bitmemişti. Bu nedenle bazı sorunlara üstünkörü bir şekilde değinilmiştir. İster istemez hep devlet ve sansürle karşı karşıya kaldık. Bugün burada olmamın sebebi mesleğime duyduğum saygı ve bu mesleğe karşı sorumluluğumu yerine getirmek için verdiğim mücadele ve devlet tarafından karşı karşıya bırakıldığım gerçeklerdir.

AB: Kürt olmak sizi nasıl etkiledi?

YG: Kökenlerimi anlatarak başlayayım. Annem de babam da Kürt ve ben doğmadan önce anavatanları Kürdistan’dan Adana civarına taşınmışlar. Daha spesifik olarak, annemin ailesi Birinci Dünya Savaşı sırasında doğu topraklarının Rus işgali nedeniyle Kürdistan’dan Anadolu’nun bu bölgesine taşındı ve babamın ailesi de bir kan davası nedeniyle güneybatıya taşındı. Yani göçmenlerdi, ancak yabancı değillerdi. Bir bölgeden diğerine geçen iç göçmenlerdi. Orada Kürt bir anne babanın çocuğu olarak doğdum ama Kürtçe konuşamadım. Kürtçe bilmiyordum, çünkü onu öğrenmek ya da konuşmak yasaktı. Kendi kültürünüze sahip çıkmak yasaktı. Herhangi bir kimliğe sahip olmak bile yasaktı. Tüm bu engellerin içinde kimliğimi ve kökenlerimi keşfetmem gerekti. Resmi ideoloji bana “Sen Türksün” diyordu ve evde annemle babam Kürtçe konuşsa da “bir Türk” olduğumu öğrenmem gerekiyordu. Bunun farkına vardığımda 15 yaşındaydım henüz. Ama sonra, 15 yaşımda, kökenimin bilincine vardığımda milliyetçi bir tavrım yoktu. Milliyetçi değilim, çünkü sosyalist fikirleri çoktan keşfetmişim. Bu sosyal sınıf temeli anlamında, yani belirli bir ulustan değil, tüm insanların birliğinden yanayım. Öte yandan sorunuza cevaben, Kürt olmanın büyük bir etkisi olduğunu hissediyorum ve bu bendeki birçok karakteristiği ve özelliği açıklıyor.

Kürtler topraksız ve yoksul oldukları için iş bulabilecekleri bölgelere taşınmak zorunda kaldılar. Orada çalışmak zorunda kaldılar. Bu daha çok bir iç göç gibi ve Avrupa’daki göçmen işçiler gibi… En zor ve en kötü işlere sahipler ve toplumun en alt tabakasında oldukları için hiç önemsenmiyorlar. Örneğin İstanbul’da son derece ağır yük taşıyan hamalların, sokak temizlikçilerinin ve umumi tuvaletleri temizleyenlerin yüzde doksanı Kürt’tür. En pis işleri yapanlar Kürtlerdir. En zor işlere, en kötü işlere sahip olup dikkate alınmazlar, küçük düşürülürler. Öyle bir aşağılama ki, “Kürt” kelimesi Türk dilinde hakarettir. Kürtler Türkiye’de çok uzun olan askerlik hizmetine gittiklerinde, orada da yine en kötü işleri yaparlar, kendilerine güvenilmez. Bu yüzden her fırsatta ayaklanacakları bahanesiyle silahları ellerinden alınır ve soğan kesmeye gönderilirler. Dolayısıyla bu, elbette, Kürt kökenli her insanı etkilemektedir. Ama dürüst olmak gerekirse, toplumda son derece yüksek mevkilere sahip, devlet aygıtının en üst kademelerinde yer alan Kürtler de var. Ama bunun nedeni asla “Ben Kürt’üm” dememeleri, Kürtlüklerini saklamaları. Kürt olduğunu kabul etmezsen iyi yerlere gelebilirsin. Bakan, milletvekili, parlamento üyesi olabilirsin. Ama Kürtlüğünü bir kez itiraf ettin mi, bu kadar yüksek bir rütben olsa bile yine de hapse girersin. Sırf “Kürt’üm” dedikleri için şimdi cezaevinde olan milletvekilleri var. Bu yüzden Kürt olarak vekil seçilmedikleri için onlara Kürt vekiller denemez. Kürt olduklarını kimsenin kabul edemediği bir ülkede yaşayan Türkler olarak seçiliyorlar.

Şu anda Türkiye’de on iki milyon Kürt var ve Kürt nüfusu ülkenin dört bir yanına dağılmış durumda. Sadece iş aramak için batıya taşınmak zorunda kalmadılar, aynı zamanda Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra zorunlu göçler de oldu. Bütün köyleri ve bütün bölgelerden insanları alıp Türkiye’nin başka bir yerine taşıdılar. Türkiye’nin en batı sınırında bile Kürt yerleşimlerine rastlayabilirsiniz. Ülkenin diğer bölgelerine sürgüne gönderildiler. Buna iç sürgün diyebilirsiniz. İş bulmak için mücbir göçe paralel olarak gerçekleşen zorunlu göçler.

AB: Şimdi sürgündesiniz, istediğiniz her şeyi söyleyebilirsiniz ama izleyicilerinizden uzak düştünüz. Kitleniz şimdi kimlerden oluşuyor ?

YG: Bu benim trajedim ve benim gibilerin trajedisi. Sanatımın hamuru, halkımın imgelerinden, deneyim ve duygularından, vatanımın ve onun toprağının birikmiş deneyiminden oluşuyordu. Bugün nispeten özgürüm; fakat ilişki kurabileceğim bir halk yok, tarif etmek istediğim karakterler yok. Yani elinizde özgürlük silahı var, ama nakledecek cephaneniz yok. İşte bizim trajedimiz burada başlıyor. Yeni bir yol bulmalıyım, yeni bir izleyici kitlesi yaratmalıyım. Ama bu seyirci, Türkiye’de şekillenmesi yıllarımızı alan seyirci gibi olamaz. İçinde bulunduğumuz durum budur. Bugün Türkiye’yle ilgili film yapmak maddi olarak imkânsız. Türkiye’yi yurt dışında bir araya getiremezsiniz, yurt dışından Türkiye’yi anlatan filmler çekemezsiniz. “Duvar” farklı bir konuydu, o mümkündü. Yurtdışında belki Türk göçmenlerin, yabancı misafir işçilerin hayatını anlatabilirim. Ama Fransız veya İngiliz toplumunu tanımlamayı üzerime alamam, bu çok saçma olur. Yine de bu toplumda bir yabancı olarak karşı çıkılabilecek birkaç gözlemim olduğunu da eklemek isterim.

AB: Türk izleyicilerinizle bir suç ortaklığı ilişkiniz vardı… Batı’da kimleri etkileyebilirsiniz?

YG: Yeni filmim “Duvar” ile hapishane hayatını gerçeklerden daha yumuşak anlatsam da Batılı aydınlar anlatılanla empati kuramadılar. Kendilerini uzak tuttular. Bazı önemli Batılı gazeteler, bunun Türk gerçeğinin önemli bir parçası olmadığına dair aptalca yorumlar yaptı. Kendi gerçekliğimizi bize dışarıdan empoze etmeye çalıştılar. Adaletsizlik kavramı, onu yaşayanlar için daha şeffaftır. Batılı izleyici için anlaşılmazdı… Neyin doğru neyin yanlış olduğuna dair değer yargıları tamamen farklı olabilir. Burada üretilen filmlerde farklı kriterleri göz önünde bulundurmak zorunda kalabiliriz. Farklı bir yaklaşım. Bence insanlar çağa ve topluma karşı kendisini sorumlu, hatta suçlu hissedebilmelidir. İnsanlarda suçluluk duygusu uyandırmak, kayıtsızlıklarını ve gerçeklikten kaçmayı kırmak için bazı şeyler yapılabilir. Bunlar yüzeye çıkarılabilirse, yeni dinamik ifade biçimlerinin açılabileceğini düşünüyorum.

Faşizmin İkinci Dünya Savaşı sırasında yaptıklarından dersimizi hâlâ almış değiliz. Bugün faşizm Üçüncü Dünya’nın tepesinde bir balyoz gibi sallanıyor ve insanlar kayıtsız… Şu anda benim asıl endişem bu, çünkü yakın geleceği özellikle demokrasi açısından pek parlak görmüyorum. Gerici güçlerin yoğunlaştığını görüyorum. Savaşın yaklaştığını hissediyorum. Bu yakın tehlikeler karşısında birçok insan aklını başına devşirmelidir. Artık üretilebilecek olanın, davranışları bu yönde değiştiren mesajlar içeren çalışmalar olduğunu düşünüyorum. Bunlar yapabileceğimi düşündüğüm türden filmler.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan filmlere baktığımda, savaşın sadece Naziler ve Yahudi halkı arasındaki bir mücadele olarak yorumlandığını görüyorum. Ancak faşizm sadece Yahudilere karşı olma sorunu değildir, tüm insanlığa karşı olan bir olgudur -yani, tüm sorun belirli toplama kampları açısından ve bir ırk savaşı olarak görülürse, o zaman fenomenin gerçek anlamı kaybolur. Bugün İsrail Filistinli Araplara karşı aynı şekilde davranıyor, kitlesel imha var. Gelecekte daha kötü şeyler olacak. İngiltere’de, Almanya’da, Fransa’da tepkiler Avrupa’yı rahatsız ediyor. Dünyanın her köşesinde faşist diktatörler var. Tüm insanî değerlere ve insanlığa yönelik topyekün bir saldırının olduğu bir durumla karşı karşıyayız.

AB: Türkiye’de neler oluyor?

YG: Neler olduğunu anlamak için önce iki süper güç arasındaki genel çelişkileri ve rekabeti göz önünde bulundurmalısınız. Güncel Türk yönetimi elbette ABD’ye -Amerikan emperyalizmine ve onun yerel işbirlikçilerine, sermayeyle birlikte burjuvaziye bağlıdır. İktidar koalisyonu, ordu ve bürokratlar; asker ve yüksek memurlardan oluşuyor. Cumhurbaşkanı Evren orduyu, Başbakan Özal ise teknokratları temsil ediyor. Amaçları ülkeyi bir yağma cennetine dönüştürmek ve bunu da başardılar. Ayrıca Amerikan emperyalizminin sadece ülke içinde değil, tüm bölge içindeki konumunu pekiştiriyorlar. Her gün bir avuç insan daha da zenginleşirken, diğer herkesin durumu ise her gün daha da kötüleşiyor. Muhalefet -işçiler, köylüler ve aydınlar- susturuldu ve bastırıldı. Tüm bilgiler üzerinde tamamen tek taraflı tam bir tekel söz konusu. Binlerce kişinin siyasi nedenlerle hapse atıldığı Türk cezaevlerinde siyasi durum, ekonomik durum ve olup bitenler hakkında hiçbir bilgiye izin verilmiyor.

Batı kamuoyunda Polonya, Afganistan, Doğu Almanya ve benzerlerinde neler olup bittiği hakkında çok şey duyacaksınız. ABD emperyalizmi belirli alternatifleri engellemek istiyor. ABD, Doğu Bloku’nun başına geçtiğini söylüyor, böylece Türkiye’nin de başında olması “normal.” Doğru demokratik tutum, dünyanın neresinde olursa olsun demokrasiye yönelik her türlü saldırıya karşı çıkmaktır. Batılı aydınların, halkın ve görünüşte demokratik devletlerin ve yöneticilerin demokratik gibi göründüklerini, ancak faşist rejimlere göz yumduklarını ve bu nedenle suç ortağı olduklarını vurgulamak gerekir. Bunu söylemekten korkmuyorum. Örneğin Thatcher hükümeti kendi ülkesinde demokrasiden bahsedip yurtdışında Türkiye’yi destekliyor. Polonya’da ne zaman ‘Solidarity’ (Dayanışma) liderlerine zulmedilse, Batı dünyası durumu takip ediyor ve öfkesini dile getiriyor. Türkiye’de yüzlerce işçi lideri sermaye ücretleri hakkında suçlamalarla yargılanıyor. Türkiye’de yazarlar, sanatçılar, aydınlar, en basit demokratik hakları arayan insanlar hapiste ya da sanık sandalyesinde. Türkiye’de Barış Derneği üyeleri beş yıldan on yıla kadar hapis cezasına çarptırıldı. Türkiye’de on binlerce Kürt, Kürt halkı için demokratik ve insan hakları talep ettikleri için ya da sadece ‘Kürt’üm’ dediği için hapiste. Türkiye’de binlerce kişi yargılanıyor, idamla tehdit ediliyor. Yarın büyük ihtimalle bu davalar sonucunda bu idamlar nedeniyle toplu infazlar gündeme gelecek. Sesler yükselmiyor, sessizlik var. Bunun demokratik geleneğe uymadığına inanıyoruz. Daha da kötüsü, Türkiye’de parlamento olduğu için demokrasi var diyorlar. Bu çok garip bir parlamento türüdür. Çoğu parti seçimlerden dışlandı. Sadece işçi partileri, sosyalist parti ve komünist parti değil -çünkü hepsi zaten engellendiler- orduyla en ufak bir anlaşmazlığı olan merkez partilerin bile parlamentoya katılması yasaklandı. Demokrasi var diyen yorumcular, bu meclisin temelinin bu olduğunu görmezden geliyorlar. Kimin ayakta kalacağına cunta karar verdi ve ayrıca resmi muhalefeti de o atadı.

AB: Türkiye’de ilerici değişimi kim, nasıl yapacak?

YG: Gelelim asıl istediğimiz şeye. Demokratik bir cumhuriyet talep ediyoruz. Demokratik cumhuriyetten kastımız ABD’den ve Sovyetler Birliği’nden bağımsız bir cumhuriyettir. Hiçbir askeri kampta olmayacak, emperyalist herhangi bir ulustan bağımsız olacak ve ulus içindeki tüm siyasi hareketlere özgürlük tanıyacak ve kendi bünyesindeki tüm uluslara ulusal ve demokratik haklar tanıyacak, gerçek bir demokrasi. Demokratik bir cumhuriyet için, bu talepler için mücadele ediyoruz.

Bugün Türkiye’de sosyalist devrim için gerekli şartlara sahip değiliz. Şimdilik ileriye doğru adım yalnızca demokratik bir cumhuriyet için mücadeledir ve tüm sorunu bu temelde ele almalıyız. Türkiye’de gerçek bir sosyal demokrat parti yok. Parlamentodaki popülist parti faşist anayasa çerçevesinde faaliyet göstermektedir. Şu anda yasal olarak var olan, ancak mecliste olmayan Sosyal Demokrat Parti, SODEP, hiçbir şeyi değiştirmeyecek. Kürt halkının durumu değişmeyecek, halkın genel durumu değişmeyecek, devlet yapısı değişmeyecek, siyasette ve insan haklarında bir değişiklik olmayacak. Belki bazı küçük oynamalar olacak ama öz aynı kalacak. Gerçek bir demokratik cumhuriyetin yaratılması için, işçi sınıfını bu amaçlar doğrultusunda eğitmek gerekecektir. Bu bir gecede olamaz.

Bugün Türkiye büyük bir hapishanedir ve bu hapishanenin özgürlüğe açılması, bu duvarların yıkılıp gerçek demokrasiye dönebilmesi için sorumluluk, devrimci demokratlara aittir. İnsanlarımızla yakın bağlar kurabilirsek, bu görevde gerçekten başarılı olabiliriz. Aksi takdirde, bitmek tükenmek bilmeyen umut şarkıları söylemekle yetineceğiz. Şu anda yeterince hazır olmadığımızı kabul etmeliyiz. Şimdi Türkiye’de ne oluyor, insanların özlemleri ve beklentileri var ve bazen kavga ediyorlar -ama ne için? Farklı bir hapishane, daha iyi bir hapishane. Doğrudan askeri yönetim olduğunda Evren, halka yeni bir askeri parlamenter rejim sunacağını vadetti . Bu başka bir hapishaneydi. İnsanlar, “Belki daha iyi olabilir” dediler. Bu yüzden ona oy verdiler. “Duvar”ın hikâyesi buydu. Filmdeki çocuklar korkunç bir hapishanedeydi. İsyan ettiklerinde özgürlüğü, kurtuluşu düşünmediler bile, sadece daha iyi bir hapishanenin hayalini kurdular. “Belki”, her zaman “belki”. “Belki bu daha iyi olur” ve sonucu görüyoruz. Bunun üzerine Türk halkı “Belki sivil yönetim daha iyi olur” dedi ve şimdi başka bir “belki” arıyorlar. “Belki SODEP daha iyi olur.” Ama bu “belki” ile hiçbir yere varamayacağız, asla özgürlüğümüze kavuşamayacağız.

Türkiye’de olup bitenlere, cezaevlerindeki işkencelere ve infazlara daha fazla duyarlılık göstermeleri, genel af talebini desteklemeleri, hapishaneye atılmış Türk aydınlarına daha fazla hassasiyet göstermeleri hem ulusal hem de sınıfsal baskı altındaki Kürtlere özel ilgi göstermeleri için Türkiye’deki dostlarım ve demokratlar adına İngiliz kamuoyuna ve aydınlarına sesleniyorum. Türkiye’deki baskı sadece Türkiye’nin sorunu değildir. Genel olarak demokrasiye karşı bir baskıdır bu. Bu sorumluluğu ortaklaşa üstlenmeliyiz.

Paylaşın

’94. Oscar Ödülleri’ Sahiplerini Buldu

Los Angeles’ta gerçekleştirilen 94. Oscar Ödülleri’nde, En İyi Film Ödülü “Coda”nın olurken, Will 0Smith “King Richard” filmindeki rolüyle En İyi Erkek Oyuncu ödülünü aldı. En İyi Kadın Oyuncu Ödülü “The Eyes of Tammy Faye” filmindeki rolüyle Jessica Chastain’in oldu.

Will Smith’in ilk Oscar odülünü almadan önce komedyen Chris Rock’a sahnede vurması da gecenin en akılda kalan olayı oldu. Rock, Smith’in saçkıran hastalığı geçiren eşi Jada Pinkett Smith’in saçıyla ilgili şaka yapınca, Smith sahneye doğru yürüdü ve Rock’a tokat attı.

Başta önceden yazılmış bir parodi gibi görünen olayın hemen ardından Smith’in “Eşimin adını lanet ağzına alma” diye bağırmasıyla ortam gerildi. Smith daha sonra ödül konuşmasında olay nedeniyle özür diledi.

En İyi Yönetmen Ödülü, “The Power of the Dog”un yönetmeni Jane Campion’a verildi. Yeni Zelandalı Yönetmen, Kathryn Bigelow ve Chloe Zhao’dan sonra bu ödülü alan üçüncü kadın oldu.

ABD’li aktör Troy Kotsur, “Coda” filmindeki rolüyle En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünü alan ilk işitme engelli aktör oldu.

Ariana DeBose, Steven Spielberg’ün klasik müzikal “West Side Story – Batı Yakası’nın Hikayesi” filmindeki performansıyla En iyi Yardımcı Kadın oyuncu ödülünü aldı.

Sir Kenneth Branagh otobiyografik hikayesi, “Belfast” ile En iyi Orijinal Senaryo ödülünü alırken, “Coda” da En İyi Uyarlama Senaryo dalında Oscar ödülüne layık görüldü.

Japon Filmi “Drive My Car” da En İyi Uluslararası Film Ödülünü aldı. En iyi Animasyon Ödülü “Encanto”nun olurken, “Dune” beklendiği gibi En İyi Görsel Efekt dalında ödül aldı. “Dune” ayrıca En İyi Müzik, Sinematografi, Ses, Montaj ve Prodüksiyon Tasarımı dalları da dahil, şu ana dek toplamda 6 ödüle layık görüldü.

En Orijinal Müzik Ödülü Billie Eilish ve erkek kardeşi Finneas O’Connell’a James Bond filmi “No Time To Die” için verilirken, En iyi Belgesel Ödülü de “Summer of Soul”un oldu.

Paylaşın