Yönetmen ve oyuncu Yılmaz Güney, Avrupa’da sürgünde olduğu yıllarda, Alfreda Benge’nin Türkiye’deki politik duruma, sinemaya ve kariyerine ilişkin sorularını yanıtladı. Sürgünde olduğu Paris’te gizli bir yerde 9 Ağustos 1984’te gerçekleştiği belirtilen röportajdan bir ay sonra Güney aramızdan ayrıldı.
Nurdan Şarman tarafından ilk kez Türkçe’ye çevrilen röportaj Kürt Araştırmaları dergisinin internet sayfasında yayınlandı. Benge, filmlerde de çalışmış bir sanatçı ve serbest gazetecidir. Benge’nin önüne ve sonuna Güney ve Türkiye hakkında görüşlerini ilave ettiği ve ilk olarak 1985’te Race&Class dergisinde “Güney, Türkiye ve Batı: Bir görüşme” başlığıyla yayınlanan metnin röportaj kısmı şöyle:
Alfreda Benge: Ana akım Türk sineması nedir? İdeolojik mesajı nedir?
Yılmaz Güney: Türk sineması doğuşundan itibaren, teknolojisini yurt dışından alıp yabancı filmleri taklit etmiş ve bu yabancı etkiye dayanmıştır. Bu sinema, yerli deneyime dayanan ulusal, geleneksel bir karaktere sahip değildi. Bu tür bir özgünlüğe hiçbir zaman sahip olmadı. Uzun bir süre Amerikan, İtalyan, Arap ve hatta Fransız sinemasının başat etkisi altında olmuş ve bunları taklit ederek ilerlemiştir. Bugün de onun karakterine damgasını vuran şeyin özü bu taklittir.
Bugün Türkiye’de çekilen film türleri arasında kovboy filmleri, westernler, gangster filmleri, ‘Tarzan” filmleri, hatta uzay hikâyeleri ve bunlara paralel olarak “arabesk filmler” yuvarlak pop yıldızları etrafında yapılan müzikaller, karşılıksız aşk ve özlem filmleri vb. var. Türkiye, sinema seyircisinin büyüklüğü açısından dünyanın önde gelen ülkelerinden biridir. Ve insanlar az önce bahsettiğim film türlerinden gerçekten etkileniyorlar. Özellikle “arabesk” türün şimdi büyük etkisi var. Bu filmlerin ana ideolojisi “Yarını unut, bugün için yaşa. Gerçeği unut, hayallere bak. Dünyayı unutun” şeklinde. Yani insanları yaşadıkları zorluklardan uzaklaştıran, sorunları çözmeye cesaretlendirmeyen bir tür ideoloji işte. İnsanları kandıran, uyuşturucu etkisine sahip ideolojik saçmalık için bir makine. Bunlar Türkiye’de film endüstrisinin üstlendiği işlevlerdir ve halk üzerinde çok önemli bir etkisinin olduğunu söylemek gerekir.
Ana akımın dışında, Türkiye’de her zaman ulusal geleneklere ve deneyime dayalı farklı bir sinema yaratmaya çalışan bir avuç insan olmuştur. Bu filmlerden ilki, Birinci Dünya Savaşı sonrasında müttefik kuvvetlerin işgali sırasında çekilen bir belgeseldi. İngiliz birliklerine karşı bir gösteri hakkındaydı söz konusu film. Yani bu, devam eden, ancak her zaman bir azınlık formu olarak kalan başka bir gelenekti. Bu tür film yapımcıları yabancı biçimlerin taklidine karşıydılar ve filmlerini her zaman ulusal deneyime dayandırmaya çalıştılar. 1950’lerden sonra bu ikinci eğilim daha belirgin ve güçlü hale geldi. Bir anlamda sinemayı ulusal gerçekliğe dayandırmak isteyen bu ikinci geleneğin sürekliliği içinde yer aldığımı söyleyebilirim.
AB: Ünlü biri olarak hangi geleneğe dâhilsiniz?
YG: Benim ‘hayat hikâyemi’ üç aşamada düşünmek gerekir. İlki, sinemaya oyuncu, senarist ve asistan olarak adım attığım 1958 ile 1961 yılları arasındaydı. İthal formları otantik olanlarla karşı karşıya getirmek suretiyle geleneklerimizi ve gerçekliğimizi kullanmaya çalışan küçük akımın bir parçasıydım. Ancak genel izleyici kitlesi üzerinde fazla bir etkimiz olmadı. Yeni bir ana akım yaratmak için çok çalıştık lakin çok etkili olamadık. 1961’den 1963’e kadar hapis yattım ve dışarı çıktığımda iki şeyi birleştirmeye karar verdim. Birincisi, bu direniş geleneği ve ikincisi film yapımına popüler yaklaşım. Bir sentez denedim. Yani bir yandan seyircinin bilincine ve beklentilerine hitap ettim, bir yandan da seyirciye kendi gerçekliklerini aktarmaya çalıştım. Ancak sonuçların bir kısmı o kadar karışıktı ki, çöküş olarak tanımlamak mümkün. Tanınır biri haline geldiğimde ve izleyicilerimle güçlü bağlar kurduğumda, daha da ileri gittim. Yeniliğe hasret olan yetenekli genç insanlarla ve aynı zamanda “işsiz” kalan yaşlılarla işbirliği yapmaya başladım. Daha önce başa çıkmanın imkânsız olduğu hikâyeleri görünür kıldım. Ancak tüm bunları demokrasinin ve sansürün hâkim koşulları bağlamında ele almanız gerekiyor. Hiçbir zaman, sanatsal üretime olanak sağlayan özgür bir ortamda çalışmadık.
AB: Filmlerinizde yeni olan neydi?
YG: Köylüler, topraksız köylüler ve iş aramak için şehirlere akan göçmenler. Filmlerime özellikle lümpenleşmiş insanlar girdi. Lümpenleşmiş ve çaresiz hale gelen insanlar. Başka bir deyişle, hızla dönüşen toplumumuz tarafından marjinalleştirilen insanlar. Dışlanan insanlar filmlerimde görünür hale geldi. İnsanlar, toplumun ve hukukun sınırlarının dışına itildiler. Sınırlarda kaçakçıya dönüşen köylüler geçimlerini sağlamak için ölümcül tehlikeler altında. Çaresizlikten cinayet işleyen insanlar. Bu insanların gerçekte ne hissettikleri, kişisel olarak nasıl yaşadıkları sinemamızda işlendi.
AB: Kahramanlarınızı işlev açısından farklı kılan neydi?
YG: Klasik kahraman kavramını reddettim ve yeni bir kahraman tipi ortaya çıktı. Bu yeni tip kahraman adaletsizliğe karşı çıkan, zavallıdan ve mazlumdan yana olan, baskılara direnmeye başlayan ve bir sembol haline gelen tiptir. Başlangıç noktası olarak bu tipi seçtim, ancak bu yeni tipler yenildiler. İzole oldukları için mağlup oldular. Filmlerimde tasvir edilen kahraman tipi asla kazanamaz. Bu kişi örgütlü olmadığı için direnişinden dolayı cezalandırılır ve bertaraf edilir. Bu kişi bireysel çözümler bulmaya yönlendirilmiştir ve bu nedenle insanlarla hiçbir bağı yoktur. İşte bu yüzden filmlerimde kınadığım şeylerden biri de bireysel isyan/kurtuluş kavramıdır. Bir slogan şeklinde söyleyecek olursam, “Bireysel kurtuluş yoktur, bireysel kurtuluş yolu çıkmaza sürükler.”
AB: Sansürle nasıl sınırlandırıldınız? Sınırlamaları nasıl aştınız? Kürt deneyimini açıkça anlatabilir misiniz?
YG: Türkiye’de çektiğim tüm filmlerde, tek bir düşüncemi bile istediğim şekilde ifade edemedim. Bırakın Kürt sorunu gibi, işçi sınıfı gibi önemli bir meseleyi, toplumumuzda var olan temel adalet ve adaletsizlik sorunları bile ancak kısmen ve dolaylı olarak ele alınabilirdi.
Film yapımcılığımızın ilk adımından itibaren temel kaygımız yeni ifade biçimleri, yeni bir dil bulmaktı. Bunu seyircimizle bir ilişkimiz olduğu gerçeği üzerine inşa etmemiz gerekiyordu -popüler bir oyuncu olmam bu bağlantıyı yarattı. Yüzümle, gözlerimdeki ifadeyle, hatta diyalogları atlayarak, kelimeleri dışarıda bırakarak kendimi ifade etmenin gizli yollarını bulmalıydım. Kısacası ben ve dinleyicilerim arasında, açıkça bir şey söylemesem bile ne demek istediğimi anlayacakları şekilde ortak bir dil oluştu. Bu, benim kendimi koruma yöntemimdi. Filmlerimde Ezop dilini kullandım. Müsaadenizle bu iletişim tarzıma dair bir örnek vereyim. 1971’de bir önceki faşist askeri yönetimi devralmamızdan sonra yapılan bir filmde, halkımıza yapılan baskılara karşı duygularımı şu şekilde ifade etmeye çalıştım: Kör bir adam silah kullanmayı öğrenir; etrafına bir sürü çan koyarak ateş etmek için kendi kendini eğitir ve bu çanların sesinden hedefini belirleyip ateş etmeyi başarır. Kör bir adam direnmeyi böyle öğrenir. Halkım bu sahneden şunu anladı, “Yılmaz Güney bize bütün imkânlarımızın boşa çıkabileceğini, tüm silahlarımızın elimizden alınabileceğini ama yine de her zaman direnmek için yeni yollar bulmanın mümkün olduğunu söylüyor. Yeni çözümler asla tükenmez, her zaman bir yol olmalı.” Ve mesaj hedefine ulaştı. Dışarıdan bakıldığında ise film, western’i andıran mütevazı bir eser.
AB: Kapitalizm, filmlerinizde küçük sinematik fırça darbeleriyle görülüyor. Feodalizmin olumsuz değerleri ve mirası ise doğrudan ele alınmaktadır. Kapitalizmin olumsuz etkilerini anlatmaktan sizi alıkoyan şey sanatsal özgürlüğün olmaması mıydı, yoksa feodalizmin olumsuz mirasını açığa çıkarmak daha mı acil bir meseleydi?
YG: Özellikle 1950’lerden sonra Türkiye’de feodal yapı çözülmeye başlamıştır. Bu çözülme ile birlikte bu toplumun insanî dramları daha fazla aşikâr oldu. Yeni arayışlar, yönelimler, acılar görünür hale geldi. Bu, bir film yapımcısının yakalaması gereken, görmezden gelemeyeceği bir şeydi. Eski düzen dağılırken ortaya çıkan yeni düzenin bu insanlara yeni çözümler getirmediğini ve eski toplumsal yapının dağılmasının yarattığı sorunları çözmediğini de eklemeliyim. Yeni düzen insanların ilerlemesi için gerekli koşulları yaratmadı. Kapitalizm feodal düzene göre ne kadar gelişmiş olursa olsun mutluluk yaratmadı. İçinde bulunduğumuz çağda, kapitalizmin mutluluk yaratma kapasitesi yok.
Her toplumda, toplumsal karışıklığın sanatsal üretim üzerinde derin bir etkisi olmuştur. Örneğin Batı’da burjuva demokratik devrim döneminde sanat ve edebiyatta yaşanan gelişmeler… Rus devriminden hemen önce ve sonra Rus edebiyatını veya kriz esnasındaki Amerikan edebiyatını düşünün. Biz de kontrolümüz dışındaki nesnel koşullar nedeniyle böyle bir sürece sürüklendik. Hayatın kendisi bizi buna itti. Ama ciddi bir dezavantajımız vardı, toplumsal çalkantımızın unsurlarını sanatsal özgürlük ortamında birleştiremedik. Bu yüzden ürünümüz her zaman eksikti, bitmemişti. Bu nedenle bazı sorunlara üstünkörü bir şekilde değinilmiştir. İster istemez hep devlet ve sansürle karşı karşıya kaldık. Bugün burada olmamın sebebi mesleğime duyduğum saygı ve bu mesleğe karşı sorumluluğumu yerine getirmek için verdiğim mücadele ve devlet tarafından karşı karşıya bırakıldığım gerçeklerdir.
AB: Kürt olmak sizi nasıl etkiledi?
YG: Kökenlerimi anlatarak başlayayım. Annem de babam da Kürt ve ben doğmadan önce anavatanları Kürdistan’dan Adana civarına taşınmışlar. Daha spesifik olarak, annemin ailesi Birinci Dünya Savaşı sırasında doğu topraklarının Rus işgali nedeniyle Kürdistan’dan Anadolu’nun bu bölgesine taşındı ve babamın ailesi de bir kan davası nedeniyle güneybatıya taşındı. Yani göçmenlerdi, ancak yabancı değillerdi. Bir bölgeden diğerine geçen iç göçmenlerdi. Orada Kürt bir anne babanın çocuğu olarak doğdum ama Kürtçe konuşamadım. Kürtçe bilmiyordum, çünkü onu öğrenmek ya da konuşmak yasaktı. Kendi kültürünüze sahip çıkmak yasaktı. Herhangi bir kimliğe sahip olmak bile yasaktı. Tüm bu engellerin içinde kimliğimi ve kökenlerimi keşfetmem gerekti. Resmi ideoloji bana “Sen Türksün” diyordu ve evde annemle babam Kürtçe konuşsa da “bir Türk” olduğumu öğrenmem gerekiyordu. Bunun farkına vardığımda 15 yaşındaydım henüz. Ama sonra, 15 yaşımda, kökenimin bilincine vardığımda milliyetçi bir tavrım yoktu. Milliyetçi değilim, çünkü sosyalist fikirleri çoktan keşfetmişim. Bu sosyal sınıf temeli anlamında, yani belirli bir ulustan değil, tüm insanların birliğinden yanayım. Öte yandan sorunuza cevaben, Kürt olmanın büyük bir etkisi olduğunu hissediyorum ve bu bendeki birçok karakteristiği ve özelliği açıklıyor.
Kürtler topraksız ve yoksul oldukları için iş bulabilecekleri bölgelere taşınmak zorunda kaldılar. Orada çalışmak zorunda kaldılar. Bu daha çok bir iç göç gibi ve Avrupa’daki göçmen işçiler gibi… En zor ve en kötü işlere sahipler ve toplumun en alt tabakasında oldukları için hiç önemsenmiyorlar. Örneğin İstanbul’da son derece ağır yük taşıyan hamalların, sokak temizlikçilerinin ve umumi tuvaletleri temizleyenlerin yüzde doksanı Kürt’tür. En pis işleri yapanlar Kürtlerdir. En zor işlere, en kötü işlere sahip olup dikkate alınmazlar, küçük düşürülürler. Öyle bir aşağılama ki, “Kürt” kelimesi Türk dilinde hakarettir. Kürtler Türkiye’de çok uzun olan askerlik hizmetine gittiklerinde, orada da yine en kötü işleri yaparlar, kendilerine güvenilmez. Bu yüzden her fırsatta ayaklanacakları bahanesiyle silahları ellerinden alınır ve soğan kesmeye gönderilirler. Dolayısıyla bu, elbette, Kürt kökenli her insanı etkilemektedir. Ama dürüst olmak gerekirse, toplumda son derece yüksek mevkilere sahip, devlet aygıtının en üst kademelerinde yer alan Kürtler de var. Ama bunun nedeni asla “Ben Kürt’üm” dememeleri, Kürtlüklerini saklamaları. Kürt olduğunu kabul etmezsen iyi yerlere gelebilirsin. Bakan, milletvekili, parlamento üyesi olabilirsin. Ama Kürtlüğünü bir kez itiraf ettin mi, bu kadar yüksek bir rütben olsa bile yine de hapse girersin. Sırf “Kürt’üm” dedikleri için şimdi cezaevinde olan milletvekilleri var. Bu yüzden Kürt olarak vekil seçilmedikleri için onlara Kürt vekiller denemez. Kürt olduklarını kimsenin kabul edemediği bir ülkede yaşayan Türkler olarak seçiliyorlar.
Şu anda Türkiye’de on iki milyon Kürt var ve Kürt nüfusu ülkenin dört bir yanına dağılmış durumda. Sadece iş aramak için batıya taşınmak zorunda kalmadılar, aynı zamanda Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra zorunlu göçler de oldu. Bütün köyleri ve bütün bölgelerden insanları alıp Türkiye’nin başka bir yerine taşıdılar. Türkiye’nin en batı sınırında bile Kürt yerleşimlerine rastlayabilirsiniz. Ülkenin diğer bölgelerine sürgüne gönderildiler. Buna iç sürgün diyebilirsiniz. İş bulmak için mücbir göçe paralel olarak gerçekleşen zorunlu göçler.
AB: Şimdi sürgündesiniz, istediğiniz her şeyi söyleyebilirsiniz ama izleyicilerinizden uzak düştünüz. Kitleniz şimdi kimlerden oluşuyor ?
YG: Bu benim trajedim ve benim gibilerin trajedisi. Sanatımın hamuru, halkımın imgelerinden, deneyim ve duygularından, vatanımın ve onun toprağının birikmiş deneyiminden oluşuyordu. Bugün nispeten özgürüm; fakat ilişki kurabileceğim bir halk yok, tarif etmek istediğim karakterler yok. Yani elinizde özgürlük silahı var, ama nakledecek cephaneniz yok. İşte bizim trajedimiz burada başlıyor. Yeni bir yol bulmalıyım, yeni bir izleyici kitlesi yaratmalıyım. Ama bu seyirci, Türkiye’de şekillenmesi yıllarımızı alan seyirci gibi olamaz. İçinde bulunduğumuz durum budur. Bugün Türkiye’yle ilgili film yapmak maddi olarak imkânsız. Türkiye’yi yurt dışında bir araya getiremezsiniz, yurt dışından Türkiye’yi anlatan filmler çekemezsiniz. “Duvar” farklı bir konuydu, o mümkündü. Yurtdışında belki Türk göçmenlerin, yabancı misafir işçilerin hayatını anlatabilirim. Ama Fransız veya İngiliz toplumunu tanımlamayı üzerime alamam, bu çok saçma olur. Yine de bu toplumda bir yabancı olarak karşı çıkılabilecek birkaç gözlemim olduğunu da eklemek isterim.
AB: Türk izleyicilerinizle bir suç ortaklığı ilişkiniz vardı… Batı’da kimleri etkileyebilirsiniz?
YG: Yeni filmim “Duvar” ile hapishane hayatını gerçeklerden daha yumuşak anlatsam da Batılı aydınlar anlatılanla empati kuramadılar. Kendilerini uzak tuttular. Bazı önemli Batılı gazeteler, bunun Türk gerçeğinin önemli bir parçası olmadığına dair aptalca yorumlar yaptı. Kendi gerçekliğimizi bize dışarıdan empoze etmeye çalıştılar. Adaletsizlik kavramı, onu yaşayanlar için daha şeffaftır. Batılı izleyici için anlaşılmazdı… Neyin doğru neyin yanlış olduğuna dair değer yargıları tamamen farklı olabilir. Burada üretilen filmlerde farklı kriterleri göz önünde bulundurmak zorunda kalabiliriz. Farklı bir yaklaşım. Bence insanlar çağa ve topluma karşı kendisini sorumlu, hatta suçlu hissedebilmelidir. İnsanlarda suçluluk duygusu uyandırmak, kayıtsızlıklarını ve gerçeklikten kaçmayı kırmak için bazı şeyler yapılabilir. Bunlar yüzeye çıkarılabilirse, yeni dinamik ifade biçimlerinin açılabileceğini düşünüyorum.
Faşizmin İkinci Dünya Savaşı sırasında yaptıklarından dersimizi hâlâ almış değiliz. Bugün faşizm Üçüncü Dünya’nın tepesinde bir balyoz gibi sallanıyor ve insanlar kayıtsız… Şu anda benim asıl endişem bu, çünkü yakın geleceği özellikle demokrasi açısından pek parlak görmüyorum. Gerici güçlerin yoğunlaştığını görüyorum. Savaşın yaklaştığını hissediyorum. Bu yakın tehlikeler karşısında birçok insan aklını başına devşirmelidir. Artık üretilebilecek olanın, davranışları bu yönde değiştiren mesajlar içeren çalışmalar olduğunu düşünüyorum. Bunlar yapabileceğimi düşündüğüm türden filmler.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan filmlere baktığımda, savaşın sadece Naziler ve Yahudi halkı arasındaki bir mücadele olarak yorumlandığını görüyorum. Ancak faşizm sadece Yahudilere karşı olma sorunu değildir, tüm insanlığa karşı olan bir olgudur -yani, tüm sorun belirli toplama kampları açısından ve bir ırk savaşı olarak görülürse, o zaman fenomenin gerçek anlamı kaybolur. Bugün İsrail Filistinli Araplara karşı aynı şekilde davranıyor, kitlesel imha var. Gelecekte daha kötü şeyler olacak. İngiltere’de, Almanya’da, Fransa’da tepkiler Avrupa’yı rahatsız ediyor. Dünyanın her köşesinde faşist diktatörler var. Tüm insanî değerlere ve insanlığa yönelik topyekün bir saldırının olduğu bir durumla karşı karşıyayız.
AB: Türkiye’de neler oluyor?
YG: Neler olduğunu anlamak için önce iki süper güç arasındaki genel çelişkileri ve rekabeti göz önünde bulundurmalısınız. Güncel Türk yönetimi elbette ABD’ye -Amerikan emperyalizmine ve onun yerel işbirlikçilerine, sermayeyle birlikte burjuvaziye bağlıdır. İktidar koalisyonu, ordu ve bürokratlar; asker ve yüksek memurlardan oluşuyor. Cumhurbaşkanı Evren orduyu, Başbakan Özal ise teknokratları temsil ediyor. Amaçları ülkeyi bir yağma cennetine dönüştürmek ve bunu da başardılar. Ayrıca Amerikan emperyalizminin sadece ülke içinde değil, tüm bölge içindeki konumunu pekiştiriyorlar. Her gün bir avuç insan daha da zenginleşirken, diğer herkesin durumu ise her gün daha da kötüleşiyor. Muhalefet -işçiler, köylüler ve aydınlar- susturuldu ve bastırıldı. Tüm bilgiler üzerinde tamamen tek taraflı tam bir tekel söz konusu. Binlerce kişinin siyasi nedenlerle hapse atıldığı Türk cezaevlerinde siyasi durum, ekonomik durum ve olup bitenler hakkında hiçbir bilgiye izin verilmiyor.
Batı kamuoyunda Polonya, Afganistan, Doğu Almanya ve benzerlerinde neler olup bittiği hakkında çok şey duyacaksınız. ABD emperyalizmi belirli alternatifleri engellemek istiyor. ABD, Doğu Bloku’nun başına geçtiğini söylüyor, böylece Türkiye’nin de başında olması “normal.” Doğru demokratik tutum, dünyanın neresinde olursa olsun demokrasiye yönelik her türlü saldırıya karşı çıkmaktır. Batılı aydınların, halkın ve görünüşte demokratik devletlerin ve yöneticilerin demokratik gibi göründüklerini, ancak faşist rejimlere göz yumduklarını ve bu nedenle suç ortağı olduklarını vurgulamak gerekir. Bunu söylemekten korkmuyorum. Örneğin Thatcher hükümeti kendi ülkesinde demokrasiden bahsedip yurtdışında Türkiye’yi destekliyor. Polonya’da ne zaman ‘Solidarity’ (Dayanışma) liderlerine zulmedilse, Batı dünyası durumu takip ediyor ve öfkesini dile getiriyor. Türkiye’de yüzlerce işçi lideri sermaye ücretleri hakkında suçlamalarla yargılanıyor. Türkiye’de yazarlar, sanatçılar, aydınlar, en basit demokratik hakları arayan insanlar hapiste ya da sanık sandalyesinde. Türkiye’de Barış Derneği üyeleri beş yıldan on yıla kadar hapis cezasına çarptırıldı. Türkiye’de on binlerce Kürt, Kürt halkı için demokratik ve insan hakları talep ettikleri için ya da sadece ‘Kürt’üm’ dediği için hapiste. Türkiye’de binlerce kişi yargılanıyor, idamla tehdit ediliyor. Yarın büyük ihtimalle bu davalar sonucunda bu idamlar nedeniyle toplu infazlar gündeme gelecek. Sesler yükselmiyor, sessizlik var. Bunun demokratik geleneğe uymadığına inanıyoruz. Daha da kötüsü, Türkiye’de parlamento olduğu için demokrasi var diyorlar. Bu çok garip bir parlamento türüdür. Çoğu parti seçimlerden dışlandı. Sadece işçi partileri, sosyalist parti ve komünist parti değil -çünkü hepsi zaten engellendiler- orduyla en ufak bir anlaşmazlığı olan merkez partilerin bile parlamentoya katılması yasaklandı. Demokrasi var diyen yorumcular, bu meclisin temelinin bu olduğunu görmezden geliyorlar. Kimin ayakta kalacağına cunta karar verdi ve ayrıca resmi muhalefeti de o atadı.
AB: Türkiye’de ilerici değişimi kim, nasıl yapacak?
YG: Gelelim asıl istediğimiz şeye. Demokratik bir cumhuriyet talep ediyoruz. Demokratik cumhuriyetten kastımız ABD’den ve Sovyetler Birliği’nden bağımsız bir cumhuriyettir. Hiçbir askeri kampta olmayacak, emperyalist herhangi bir ulustan bağımsız olacak ve ulus içindeki tüm siyasi hareketlere özgürlük tanıyacak ve kendi bünyesindeki tüm uluslara ulusal ve demokratik haklar tanıyacak, gerçek bir demokrasi. Demokratik bir cumhuriyet için, bu talepler için mücadele ediyoruz.
Bugün Türkiye’de sosyalist devrim için gerekli şartlara sahip değiliz. Şimdilik ileriye doğru adım yalnızca demokratik bir cumhuriyet için mücadeledir ve tüm sorunu bu temelde ele almalıyız. Türkiye’de gerçek bir sosyal demokrat parti yok. Parlamentodaki popülist parti faşist anayasa çerçevesinde faaliyet göstermektedir. Şu anda yasal olarak var olan, ancak mecliste olmayan Sosyal Demokrat Parti, SODEP, hiçbir şeyi değiştirmeyecek. Kürt halkının durumu değişmeyecek, halkın genel durumu değişmeyecek, devlet yapısı değişmeyecek, siyasette ve insan haklarında bir değişiklik olmayacak. Belki bazı küçük oynamalar olacak ama öz aynı kalacak. Gerçek bir demokratik cumhuriyetin yaratılması için, işçi sınıfını bu amaçlar doğrultusunda eğitmek gerekecektir. Bu bir gecede olamaz.
Bugün Türkiye büyük bir hapishanedir ve bu hapishanenin özgürlüğe açılması, bu duvarların yıkılıp gerçek demokrasiye dönebilmesi için sorumluluk, devrimci demokratlara aittir. İnsanlarımızla yakın bağlar kurabilirsek, bu görevde gerçekten başarılı olabiliriz. Aksi takdirde, bitmek tükenmek bilmeyen umut şarkıları söylemekle yetineceğiz. Şu anda yeterince hazır olmadığımızı kabul etmeliyiz. Şimdi Türkiye’de ne oluyor, insanların özlemleri ve beklentileri var ve bazen kavga ediyorlar -ama ne için? Farklı bir hapishane, daha iyi bir hapishane. Doğrudan askeri yönetim olduğunda Evren, halka yeni bir askeri parlamenter rejim sunacağını vadetti . Bu başka bir hapishaneydi. İnsanlar, “Belki daha iyi olabilir” dediler. Bu yüzden ona oy verdiler. “Duvar”ın hikâyesi buydu. Filmdeki çocuklar korkunç bir hapishanedeydi. İsyan ettiklerinde özgürlüğü, kurtuluşu düşünmediler bile, sadece daha iyi bir hapishanenin hayalini kurdular. “Belki”, her zaman “belki”. “Belki bu daha iyi olur” ve sonucu görüyoruz. Bunun üzerine Türk halkı “Belki sivil yönetim daha iyi olur” dedi ve şimdi başka bir “belki” arıyorlar. “Belki SODEP daha iyi olur.” Ama bu “belki” ile hiçbir yere varamayacağız, asla özgürlüğümüze kavuşamayacağız.
Türkiye’de olup bitenlere, cezaevlerindeki işkencelere ve infazlara daha fazla duyarlılık göstermeleri, genel af talebini desteklemeleri, hapishaneye atılmış Türk aydınlarına daha fazla hassasiyet göstermeleri hem ulusal hem de sınıfsal baskı altındaki Kürtlere özel ilgi göstermeleri için Türkiye’deki dostlarım ve demokratlar adına İngiliz kamuoyuna ve aydınlarına sesleniyorum. Türkiye’deki baskı sadece Türkiye’nin sorunu değildir. Genel olarak demokrasiye karşı bir baskıdır bu. Bu sorumluluğu ortaklaşa üstlenmeliyiz.