Financial Times’dan Dikkat Çeken “Türkiye Ekonomisi” Analizi

Mehmet Şimşek’in ekonomi politikalarını değerlendiren Financial Times yazarı Gustavo Medeiros, “Şu anda, reformların uzun vadeli yapısal büyümeye yol açıp açmayacağını söylemek için henüz çok erken. Ancak işaretler olumlu ve Ashmore gibi yükselen piyasa yatırımcıları için geri dönmek güzel” dedi ve ekledi:

“Erdoğan’ın yabancı yatırımcıları Türkiye’nin yeniden çekici bir yatırım fırsatı olduğuna ikna etmesi, iyi bir yol olacaktır. AB ile ilişkileri normalleştirmek için adımlar atmak, hukukun üstünlüğünü uygulamak ve kurumları güçlendirmek bu konuda yardımcı olacaktır. Son zamanlarda, Türkiye, Merkez Bankası’na mevduatlarını artıran ve diğer destek kaynaklarını sağlayan Körfez yatırımcıları ile bağlantısını güçlendirdi.”

Birleşik Krallık merkezli uluslararası ekonomi gazetesi Financial Times’da, varlık yönetim şirketi Ashmore Group’un küresel araştırma başkanı Gustavo Medeiros tarafından kaleme alınan Türkiye ekonomisine ilişkin yeni bir analiz yayımlandı.

“Türkiye, yükselen piyasa yatırımcıları için geri döndü. Ankara’dan ekonomik yönetim konusunda belirgin bir sinyal değişimi oldu” denilen analizde, son yıllarda yüksek enflasyon ve kırılgan liraya yol açan düşük faiz ve devlet destekli kredi genişlemesini merkeze alan heterodoks politikalardan geri dönüldüğü ifade edildi. Bu politikalar nedeniyle Türk yerel varlıklarının, yükselen piyasa yatırımcıları için yapısal olarak düşük ağırlıklı bir pozisyon haline geldiği belirtildi.

CNBC-E’nin aktardığı habere göre, yeni politika anlayışı ve reformların “Türkiye’yi yeniden yerel para birimi varlıklarıyla yatırım yapılabilir ülkeler arasına yerleştirdi” yorumu yapıldı.

Bunu sağlayan şartların 2023 seçimlerinin ardından Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın radikal politika duruşunun değişmesinin yanısıra Merkez bankasını yönetmek için teknokratların ve Mehmet Şimşek’in maliye bakanı olarak getirilmesi, para ve maliye politikasında ihtiyaç duyulan ortodoksluğa dönüşle oluştuğu ifade edildi.

‘Ekonomi politikasında atılan adımların arasında TL’nin Mart – Temmuz 2023 arasında yüzde 38 değer kaybetmesi, Merkez Bankası’nın politika faizini kademeli olarak yüzde 8,5’dan yüzde 50’ye yükseltmesi ve kredi sıkılaşması için uygulanan makro ihtiyati politikalar gösterildi.

Bu politikaların sonucunda enflasyonda gerilemenin görülmeye başlandığına değinildi ve haziran 2024 enflasyonunun aylık bazda yüzde 1,6 olarak açıklandığı ifade edildi. Bunun yıllıklandırıldığı zaman yüzde 21,6’ya eşdeğer olduğu vurgulandı. Medeiros, “Bu da bizim görüşümüze göre yeni normal haline gelebilir. Enflasyonun bu seviyelerde istikrarlı hale gelmesi, Türk reel faiz oranını yüzde 20 civarına getirecektir. Daha istikrarlı fiyatlar, lirayı istikrara kavuşturmak, yerel halkın dolarizasyonunu azaltmak ve yabancı yatırımcılardan gelen girişleri teşvik etmek için önemlidir” yorumunu yaptı.

TL’deki değer kaybının ve yüksek faiz oranlarının, 2023’ün ilk çeyreğinde GSYİH’nin yüzde 5,5’inden bu yıl aynı dönemde yüzde 2,8’e düşen cari açığı şimdiden azalttığı ifade edilirken turizm gelirlerinin de yaz boyunca ek bir destek sağlayacağı vurgulandı.

Getirilen ek kamu vergilerinin geçen yıl enflasyonu yükselttiği ve yeni önlemlerin doğrudan vergilere odaklandığı aktarıldı. Bu vergilerin genellikle dezenflasyonist olduğunu ifade eden Medeiros, “Açığın azaltılması, önümüzdeki yıllarda kamu görevlisi maaşlarının dondurulması gibi bazı zorlu önlemleri de içerecektir” dedi.

“Ortodoks politikalardan geri adım atılacak mı?”

Gustavo Medeiros yeni politika yönetiminin halen bir güven sorunu yaşadığını vurgulayarak, “Geçmişteki birçok başarısız başlangıçtan sonra, Erdoğan’ın bu ortodoks politikalardan geri adım atıp atmayacağı sorusu devam ediyor. Ancak bu sefer, reformlar sağlam temellere dayanıyor gibi görünüyor. Bizim görüşümüze göre, Erdoğan, lira istikrarının artık popülaritesi ile bağlantılı olduğunu anlamış durumda. Önceki heterodoks duruşuna rağmen, Cumhurbaşkanı Erdoğan ortodoksluğun GSYİH üzerindeki olumlu etkisine yabancı değil” ifadelerini kullandı.

AK Parti’nin ilk dönemlerine atıfta bulunularak “Erdoğan’ın iktidardaki ilk on yılı, akılcı para ve maliye politikası, yabancı yatırımlarda büyük bir artışı destekledi. Bu dönemde, ekonomi reel olarak yüzde 64 oranında büyüdü ve kişi başına düşen GSYİH yüzde 43 arttı. Bu tarih, ileriye dönük yol hakkında ipuçları sunabilir. 2002-12 büyüme patlaması, 1999 IMF liderliğindeki reformların ardından Türk ekonomisinde yapılan yapısal değişikliklerden sonra gerçekleşti. Reformlar başlangıçta başarılı oldu ve iyi bir ticaret fırsatı sundu.

Ancak dotcom balonu sırasında yükselen piyasalardan sermaye çıkışları, yerel siyasi istikrarsızlık ile birleşince, reformların tam olarak uygulanacağına olan güveni azalttı. Gerçek dönüm noktası, Türkiye’nin IMF programının genişlemesi yatırımcı güvenini artırdıktan sonra, 2001 sonunda gerçekleşti. Bu, dotcom balonunun söndüğü döneme denk geldi ve sermayeyi ABD’den uzaklaştırarak Türkiye de dahil olmak üzere yükselen piyasalara yönlendirdi.” yorumu yapıldı.

Yazar Türkiye’nin makroekonomik sorunlarının 1999 dönemine göre daha az şok yarattığını ifade etti. Bütçe açığının o dönem bütçe açığının GSYİH’nın yüzde 12’sine ulaştığı ve para birimi değer kaybının, büyük miktarda kısa vadeli dolar borcuyla birlikte ilerlediği vurgulandı. Bugün ise bütçe açığının daha yönetilebilir olduğu ve kamu borcunun çoğunun da lira cinsinden olduğu vurgulandı.

Yazar, “Şu anda, reformların uzun vadeli yapısal büyümeye yol açıp açmayacağını söylemek için henüz çok erken. Ancak işaretler olumlu ve Ashmore gibi yükselen piyasa yatırımcıları için geri dönmek güzel” yorumunu yaparken “Erdoğan’ın yabancı yatırımcıları Türkiye’nin yeniden çekici bir yatırım fırsatı olduğuna ikna etmesi, iyi bir yol olacaktır. AB ile ilişkileri normalleştirmek için adımlar atmak, hukukun üstünlüğünü uygulamak ve kurumları güçlendirmek bu konuda yardımcı olacaktır. Son zamanlarda, Türkiye, Merkez Bankası’na mevduatlarını artıran ve diğer destek kaynaklarını sağlayan Körfez yatırımcıları ile bağlantısını güçlendirdi” tespitlerinde bulundu.

Paylaşın

Zam Furyası Sürüyor: YHT Bilet Fiyatlarına Yüzde 25 Zam

31 Mart’ta yapılan yerel seçimlerin ardından başlayan zam furyası hız kesmeden devam ediyor. Son olarak Yüksek Hızlı Tren (YHT) bilet fiyatlarına yüzde 25 zam yapıldı.

Zamla birlikte Ankara – İstanbul bilet fiyatı 430 liradan 540 liraya, Ankara – Konya bilet fiyatı 200 liradan 250 liraya, Ankara – Eskişehir hattındaki bilet fiyatı 225 liradan 280 liraya yükseldi.

Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları (TCDD), Yüksek Hızlı Tren (YHT) bilet fiyatlarına yüzde 25 zam yaptı.

Zamla birlikte Ankara – İstanbul bilet fiyatı 430 liradan 540 liraya çıkarıldı. Ankara – Konya bilet fiyatı 200 liradan 250 liraya, Ankara – Eskişehir hattındaki bilet fiyatı 225 liradan 280 liraya yükseltildi.

Öte yandan, Konya – İstanbul bilet fiyatı 630 liradan 790 liraya, Konya – Eskişehir bilet fiyatı 290 liradan 390 liraya, Konya – Sivas bilet fiyatı 675 liradan 800 liraya, Konya – Karaman bilet fiyatı 110 liradan 175 liraya, Konya-İzmit hızlı tren bileti de 600 liradan 750 liraya çıkarıldı.

TCDD Taşımacılık hızlı tren fiyatlarına 2022 yılında 5 kez, 2023 yılında ise 3 kez zam yapmıştı. YHT bilet fiyatları son olarak geçtiğimiz yılın eylül ayında artış göstermişti.

Paylaşın

TESK Başkanı Palandöken’den “Yeni Yapılandırma” Çağrısı

TESK Genel Başkanı Bendevi Palandöken, yüksek enflasyon nedeniyle esnaf ve sanatkârların zor günler geçirdiğini ve yeni bir yapılandırmaya ihtiyaç olduğunu söyledi. Palandöken, esnaf ve sanatkarın düzlüğe çıkabilmesi için uzun vadeli bir yapılandırmanın şart olduğunu dile getirdi.

Haber Merkezi / Türkiye Esnaf ve Sanatkarları Konfederasyonu (TESK) Genel Başkanı Bendevi Palandöken, esnafın içinde bulunduğu ekonomik zorluklara ilişkin yazılı bir açıklama yaptı. Palandöken, açıklamasında, yüksek enflasyon nedeniyle esnaf ve sanatkârların zor günler geçirdiğini ve yeni bir yapılandırmaya ihtiyaç olduğunu hatırlatarak şu ifadeleri kullandı:

“Bilindiği üzere yüksek enflasyon gerçekten piyasaların dengesini bozdu. Bir taraftan girdi maliyetleri, iş yeri kiraları ve artan fiyatlar karşısında azalan müşteri sayısı ve bununla birlikte de tabi ki insanların ihtiyaçlarının giderilmesi, ekonominin canlanması hem de devletin gelirini artırması için geçtiğimiz dönemlerdeki gibi biraz daha uzun vadeli, insanların ödeyebileceği şekilde yeni bir yapılandırma gerekli.”

Esnaf ve sanatkarın düzlüğe çıkabilmesi için uzun vadeli bir yapılandırmanın şart olduğunu dile getiren Bendevi Palandöken, “Esnafımızın düzlüğe çıkması için daha önce olduğu gibi vergi, trafik, SGK prim borçları gibi devlete olan borçlarda kapsamlı ve uzun vadeli bir yapılandırma şart. Ama tam tersine insanların hesaplarına bloke koyuluyor. Zaten borçlarını ödemek için paraya gittikleri zaman mutlak ve mutlak üzerlerindeki bu blokenin kaldırılması için tamamen borçlarının ödenmesi lazım diyor.

Halbuki tamamen bir taksitlendirme vs. olsa insanlar rahat edecek, adlıkları parayla borçlarını ödeyecekler ancak bloke olunca hiç hareketsiz kalıyor ve ekonomide de bir tıkanma oluyor. Rekabet edemiyor, girdi maliyetlerinden kiradan vs. esnaf iş yapamaz hale geliyor. Esnafın ayakta kalabilmesi için, hem istihdam açısından hem devlete vergi geliri açısından bu çok önemli. Blokeler zaman kaybedilmeden kaldırılmalı” dedi.

“Finansmana ulaşmak daha da zorlaştı”

Ülke ekonomisine büyük katkı sağlayan esnafın borcunu ödeyemediğinde sağlık hizmetlerinden faydalanamadığını hatırlatan Palandöken, açıklamasının devamında şu ifadelere yer verdi:

“Prim borcunuzu ödeyemediğiniz takdirde gidip muayene oluyorsunuz ama ilaç alamıyorsunuz. Esnafın bunun gibi mağduriyetlerinin giderilmesi kredilerle süspanse ediliyordu. Devlet gerçekten de maliyetinin altında kredi veriyordu. Tabi bu kredi imkanları da esnafa can suyu oluyordu. Onu alıyordu diğer borçlarını yatırmaya destek oluyordu, devlete olan borçlarını yatırabiliyordu.

Ancak finansmana ulaşmak daha da zorlaştı. Gelirin ve yeniden yapılandırmanın devlete de önemli katkısı olacak. Mutlak ve mutlak mali açıdan tekrar gündeme getirilip hem insanların borçtan kurtulması hem istihdamın hareketlenmesini sağlayacak önemli bir şey. Bir yapılandırma ile ve bunun ödenebilir miktarlarda olmasının sağlanması suretiyle geçtiğimiz 2023 yılındaki 156 milyarın çok daha üstünde bir gelir sağlanmış olacak. Esnafın da mağduriyeti önlenecek.”

Paylaşın

Şimşek’ten “Cari Açık” Açıklaması: Sorun Olmaktan Çıkıyor

Cari açık verilerine ilişkin değerlendirmede bulunan Mehmet Şimşek, “İstikrar, güven ve dayanıklılık artıyor, cari açık önemli bir sorun olmaktan çıkıyor. Dış borcun milli gelire oranı düşüyor ve rezerv birikimi hızlanıyor” dedi ve ekledi:

Haber Merkezi / “Cari açığın milli gelire oranının ikinci çeyrekte yüzde 2,5’in altına gerilemesini bekliyoruz. Yapısal reformlarla ekonomik dönüşümü gerçekleştirerek sürdürülebilir cari açığa ulaşacağız. Böylece ülkemizin dış finansman ihtiyacını kalıcı olarak düşüreceğiz.”

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, sosyal medya hesabından cari açık verilerine ilişkin değerlendirmede bulundu. Şimşek, paylaşımında şu ifadelere yer verdi:

“İstikrar, güven ve dayanıklılık artıyor, cari açık önemli bir sorun olmaktan çıkıyor. Dış borcun milli gelire oranı düşüyor ve rezerv birikimi hızlanıyor. Yıllık cari açık mayısta 25,2 milyar dolarla 2022 yılı Haziran ayından sonraki en düşük seviyesine geriledi.

Cari açıktaki düşüşün yanı sıra olumlu dış finansman görünümü devam ediyor. Yılın ilk beş ayında portföy girişi 19,1 milyar dolara ulaştı. Bankacılık ve reel sektörün uzun dönem dış borç çevirme oranları geçen sene ocak-mayıs dönemindeki yüzde 97 ve yüzde 73 seviyesinden bu yılın aynı döneminde sırasıyla yüzde 160 ve yüzde 123’e yükseldi.

Cari açığın milli gelire oranının ikinci çeyrekte yüzde 2,5’in altına gerilemesini bekliyoruz. Yapısal reformlarla ekonomik dönüşümü gerçekleştirerek sürdürülebilir cari açığa ulaşacağız. Böylece ülkemizin dış finansman ihtiyacını kalıcı olarak düşüreceğiz.”

Cari açık, 25,2 milyar dolara geriledi

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın (TCMB) verilerine göre, Mayıs ayında cari denge 1,24 milyar dolar açık verdi. Geçen ay cari açık 5,29 milyar dolar olarak kaydedilmişti. Geçen yılın Mayıs ayında ise cari açık 7,8 milyar dolar olmuştu.

Mayıs ayı itibariyle 12 aylık cari açık 25,2 milyar dolar düzeyine geriledi. Bir önceki ay 12 aylık cari açık 31,7 milyar dolar olarak kaydedilmişti. Çekirdek denge olarak bilinen altın ve enerji hariç cari işlemler hesabı ise Mayıs ayında 3,3 milyar dolar fazla verdi.

TCMB verilerine göre, ödemeler dengesi tanımlı dış ticaret açığı Mayıs’ta 4,2 milyar dolar olarak gerçekleşti. Hizmetler dengesi kaynaklı net girişler 4,7 milyar dolar olurken bu kalem altında seyahat kaleminden kaynaklanan net gelirler 3,9 milyar dolar olarak kaydedildi.

TCMB verilerine göre Mayıs ayında doğrudan yatırımlardan kaynaklanan net girişler 361 milyon dolar olarak kaydedildi.

Aynı dönemde portföy yatırımları 5,6 milyar doları tutarında net giriş gösterdi. Alt kalemler itibarıyla incelendiğinde, yurt dışı yerleşiklerin hisse senedi piyasasında 529 milyon ABD doları net satış ve devlet iç borçlanma senetleri piyasasında 6,1 milyar dolar net alış yaptığı görüldü.

Mayıs ayında resmi rezervlerde bu ay 17,6 milyar dolar net artış oldu. Net hata noksan tarafında ise Mayıs ayında beş aydır görülen çıkış ivmesi güçlü bir şekilde tersine döndü. Mayıs ayında net hata noksan fazlası 4,5 milyar dolar oldu. Net hata noksanda Mayıs ayından önceki beş ayda 18,9 milyar dolarlık çıkış görülmüştü.

Paylaşın

Patronlardan İktidara Tam Destek!

TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Orhan Turan, “Ülkemizin yeniden şekillenmekte olan küresel değer zincirlerindeki konumunun güçlenmesi mümkün. Fakat bunun bazı koşulları olacak. Bu koşulların en başında ekonomik istikrar geliyor. Enflasyonla mücadele sürecini destekliyoruz. Bu konudaki çalışmaların, doğru yönde atılmış önemli adımlar olduğunu düşünüyoruz” dedi ve ekledi:

“Para politikasının mali disiplin ile de desteklenmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bu çerçevede geçtiğimiz günlerde açıklanan kamuda tasarruf ve verimlilik paketini kamu harcamalarının denetlenmesi ve kısıtlanması doğrultusunda atılmış bir adım olarak görüyoruz. Bu adımın önümüzdeki dönemde kamu ihale reformu, vergide adalet ve etkinlik, kayıt dışılıkla mücadele gibi alanlardaki çalışmalarla desteklenmesini bekliyoruz.”

Orhan Turan, “Enflasyonla mücadelenin başarılı olabilmesi için, toplumun tüm kesimlerinde bu konuda bir mutabakat olması gerekiyor. Bu süreç reel kesim üzerinde de maliyetler oluşturacaktır. İş dünyası da Türkiye ekonomisinin bir süredir devam eden sorunlarını çözmesi ve daha dengeli, sürdürülebilir bir büyüme patikasına girmesi için, oluşacak maliyetin kendi üzerine düşen kısmını üstlenmelidir. Bu noktada kuruluşundan bu yana TÜSİAD’ın ülke çıkarlarını, hep en öne koymuş olduğunu hatırlatmak isterim. Biz, enflasyonla mücadelenin yükünü üstlenmeyelim; başkaları üstlensin demeyiz” ifadelerini kullandı.

Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği (TÜSİAD) Yüksek İstişare Konseyi toplantısı, Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in de katılımıyla gerçekleşti. Açılış konuşması yapan TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Orhan Turan, “Yerel bilgi ve tecrübeyi harekete geçirmek Türkiye’yi bölmez. Aşırı merkezi ve hiyerarşik bir yönetim anlayışı, iyi ve yenilikçi fikirlerin ortaya çıkışını zorlaştırır. Milletin oyuyla seçilmesi gereken pozisyonlara atama yoluyla görevlendirme yapılması, ya da seçilmiş vekillerin Meclis’te yer almaması ile milli irade korunmaz” dedi.

Orhan Turan’ın açıklamalarından bazı başlıklar şöyle: “Son yılların arka arkaya gelen zor gündemi, hepimizi yormuş, moralimizi bozmuştu. Pandemi, savaşlar, depremler, gibi felaketler arka arkaya gelmişti. Ekonomide de, çok zor bir dönem geçirmiştik. Siyasi kamplaşma ve gerilimler geçirmiş olduğumuz seçimlere damgasını vurmuştu. Yeni normallerimiz bunlar olmuştu. Oysa, Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılına girerken bu durum bize hiç yakışmazdı.

Nihayet bu günleri geride bırakma ihtimali belirdi. Tabi ki temkinliyiz, tabi ki adımlarımızı atarken kılı kırk yarıyoruz, her ihtimali ölçüp biçiyoruz.

Hepimiz iş dünyasının içindeyiz. TÜSİAD üyelerinin temsil ettiği şirketlerin, ekonomik, finansal ve ticari alanlarda dünya ile yakın işbirlikleri mevcut. Bu şirketler, yaptıkları ihracat, yarattıkları katma değer, istihdam ettikleri insan kaynakları, ödedikleri vergi itibariyle, Türkiye ekonomisinde önemli bir ağırlığa sahip. Ekonomiyi doğrudan, ya da dolaylı olarak etkileyen her konu bu nedenle TÜSİAD’ın ilgi alanına giriyor.

Türkiye enflasyonla mücadele konusunda, çok tecrübeli bir ülke. Çünkü çok uzun bir enflasyonist geçmişi var. Yıllık enflasyon 1990’lar boyunca yüzde 60’ın altında inmemişti. Ama 2002 yılının başında yüzde 70’lerde olan enflasyonu yıl sonunda yüzde 30’un altına geriletebildik. Enflasyon bir yıl sonra yüzde 20’nin, bir sonraki yıl ise, yüzde 10’un altına indi. 2011 yılında yüzde 4’ün bile altına indiğini görmüştük. Fakat 2016 sonrası dönemde uyguladığımız hatalı politikalar sonucunda, enflasyon performansı kötüleşti. Bu olumsuz süreç, 2021 sonrası dönemde daha da hız kazandı. Son bir yıldır yeniden doğru para politikasına dönmüş olmamızı çok önemsiyoruz. Enflasyonu yıl sonunda yüzde 40’ın altına çekebilmeyi umuyoruz. Enflasyonu, arzu ettiğimiz noktalara düşürene kadar, kararlılıkla bu sürece devam etmeliyiz.

Dış kırılganlıklarımız ise, takip ettiğimiz bir diğer önemli konu. Cari açık yıllardır mücadele ettiğimiz bir süreç. Bu sene bu oranın yüzde 2.5’lara kadar gerileme ihtimali umut veriyor. Yine de düşük cari açık rakamlarını sürdürebilmemiz için, yapısal değişimlere ihtiyacımız var. Fakat bunun ötesinde en önemli dış kırılganlıklarımızdan biri haline gelen ve TÜSİAD olarak son yıllarda özellikle altını çizdiğimiz, zayıf Merkez Bankası döviz rezervlerinin, son dönemde yeniden güçlü seviyelere geliyor olması, çok memnuniyet verici. En önemli dış kırılganlıklarımızdan birini geride bırakıyoruz. Yılın geri kalanında da rezervlerdeki bu olumlu performansın devam edeceği inancındayız.

Son 10 yılda fakirleştik: 2001 yılında merkezi bütçe açığının GSYH’ya oranı yüzde 11.9 idi. 2005’te bu oranı yüzde 1’e indirdik. Bu, 2000’li yıllardaki ekonomik istikrar hikayemizin müthiş bir ayağını oluşturur. İzleyen yıllarda da olağanüstü koşullar haricinde yüzde 1’ler seviyesinde tutabildik. Bu sene OVP’ye göre yüzde 6.4 tahmin ediliyor. Maliye politikasında son dönemde attığımız ve atmayı planladığımız adımlarla, gerçekleşmenin, bunun çok daha altında olma ihtimali var. 2025 yılı hedefi ise yüzde 3.4. Ve tabii kişi başı milli gelir rakamları. 2013’te kişi başı milli gelir 12,582 dolardı. Sonra geriledi. Son 10 yılda fakirleştik. 2023 sonunda yeniden 13,000 dolar seviyesine geldik.

Biliyoruz ki geride bıraktığımız 10 yılı kaybetmemiş olsaydık, bugün çok farklı bir tabloyu konuşabilirdik. Düşük enflasyon, bütçe disiplini, hiç sorunsuz finanse edilebilen bir cari açık ve stabil TL, çok daha yüksek kişi başı gelir anlamına gelecekti. Ne gelir dağılımı böylesine bozulmuş olacaktı, ne emeklinin satın alma gücü bu kadar düşmüş, ne de gençler geleceklerini yurtdışında arar hale gelmiş olacaktı. Vakit kaybettik. Vakit kaybetmenin bedeli ağır oldu. Şimdi ise yeniden doğru adımlar atmaya başladık. Öte yandan, vakit kaybettiğimiz bu süreç, bize, sıkı sıkıya sarılmamız gerekenleri de tekrar hatırlattı:

Kurumlarımızın bağımsızlığını korumanın, hukukun üstünlüğüne gölge düşürmemenin, yönetişim kalitemizin gerilemesine rıza göstermemenin, özgürlüklerden, çoğulculuktan ödün vermemenin ve genel kabul görmüş, veriyle doğrulanmış politikalardan uzaklaşmamanın ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gördük. Bütün bu ilkelere sıkı sıkıya bağlı kalarak bugün çok daha iyi bir yerde olmamız mümkündü.

Normalleşme: Kaybettiğimiz vakti geri kazanabilmemiz mümkün. Bunun için öncelikle enerjimizi tüketen kısır çekişmeleri bir kenara bırakmak gerekiyor. Kamplaşmanın, kutuplaşmanın kimseye faydası olmuyor. Siyasette normalleşme adımları hepimizi umutlandırıyor. Zamanımızı ve enerjimizi neyi, hangi önceliklendirme ile nasıl yapmalıyız sorularına ayıralım. Ülkemizi ileri götürmek için tüm fikirlere açık olalım, özgürce tartışalım. Ama siyasette de, ekonomide olduğu gibi bir zamanlar sahip olduğumuz ve sonradan yitirdiğimiz standartları geri kazanmaya çalıştığımızı da unutmayalım. Bunun için, siyasetçiler arasında, toplumda, hatta iş dünyasında bile yaygın olan bazı temelsiz kabulleri artık geride bırakıp, yerine veriye ve bilime dayalı politikaları uygulayalım.

İzninizle birkaç örnek vereyim: Enflasyonla mücadele uzun vadede işsizliğe yol açmaz; büyümeyi düşürmez. Türkiye örneği yeterlidir. Yüksek enflasyondan hiçbir ülke yarar görmedi. Yüksek enflasyon ekonomiyi de siyaseti de, toplumu da yorar, bozar; yozlaştırır. İhracat artışı için TL’nin değer kaybetmesi gerekmez. Düşük verimlilikle, yüksek maliyetle yapılan üretimle rekabet gücü kazanılmaz. Dünya pazarlarında rağbet görmeyen ürünlerle ihracat artırılmaz.

Kayıt dışı ile mücadele etmek KOBİ’lerimizi zora sokmaz. Kayıt dışılık, finansmanı pahalı ve erişilemez hale getirir. Kayıt dışı çalışan bir firmanın modern teknolojilerden yararlanması, yetkin çalışanlar istihdam etmesi zordur. Kayıt dışı haksız rekabet yaratır, vergi tabanını daraltır, kayıtlı işletmeler üzerindeki vergi yükünü artırır.

Yerel bilgi ve tecrübeyi harekete geçirmek Türkiye’yi bölmez. Aşırı merkezi ve hiyerarşik bir yönetim anlayışı, iyi ve yenilikçi fikirlerin ortaya çıkışını zorlaştırır. Milletin oyuyla seçilmesi gereken pozisyonlara atama yoluyla görevlendirme yapılması, ya da seçilmiş vekillerin Meclis’te yer almaması ile milli irade korunmaz.

İfade özgürlüğü siyaseti kaosa sürüklemez. Farklı fikirler ayrılık değil, zenginlik getirir. Türkiye demokratik rüştünü ispat etmiş bir ülkedir. Özellikle son iki seçimin sonuçlarını düşündüğümüzde, halkın siyasi ferasetinden şüphe etmek yersizdir. Sayın Cumhurbaşkanımızın dediği gibi ‘Demokrasi asla ve asla sıfır toplamlı bir oyun değildir. Demokrasinin kazandığı yerde kaybeden olmaz. Sivil siyaseti güçlendiren her sonuç Türk siyaseti açısından eşsiz bir başarıdır.’

Bilimsel bilgi ile ahlak ve değerler arasında bir karşıtlık yoktur. Bilimsel ve teknolojik ilerleme bilginin üzerine kuruludur. Bilginin öğrenilmesi değerleri zedelemez. Bilginin öğretilememesi çağın gerisine düşürür. Listeyi daha da uzatmak mümkün. Ama önümüzdeki yılları esas belirleyecek olan yeşil ve dijital dönüşüm konusunda da doğru adım atılmasını zorlaştıran tereddütler var.

İklim değişikliği ile mücadele ve çevreye duyarlı bir ekonomik büyüme modeli Türkiye’nin rekabet gücünü azaltmaz. TÜSİAD olarak biz yeşil ve dijital dönüşümü iş dünyamız için bir risk ve maliyet kalemi olarak görmüyoruz. Tam tersine, Türkiye’nin rekabet gücünü koruyabilmesi için, bu politikaları benimsemesi gerekiyor. Çünkü birçok ülke kendi ekonomisini bu doğrultuda dönüştürüyor. Dijital dönüşüm Türkiye için bir lüks, uyulması neredeyse imkânsız bir fantezi değildir. Her teknoloji devriminde olduğu gibi, teknolojiye ayak uyduramayanlar silinir gider. Bu bireyler için de, firmalar için de, ülkeler için de geçerlidir. Türkiye’nin dijital dönüşümü kaçırma lüksü yoktur.

Enflasyonla mücadele sürecini destekliyoruz: Geçtiğimiz aylarda yurtiçinde ve yurt dışında bir dizi temaslarımız oldu. Bu temaslarda ülkemizin ne kadar zengin bir potansiyele sahip olduğunu, bir kez daha görme fırsatı buldum. Ülkemizin yeniden şekillenmekte olan küresel değer zincirlerindeki konumunun güçlenmesi mümkün. Fakat bunun bazı koşulları olacak. Bu koşulların en başında ekonomik istikrar geliyor. Enflasyonla mücadele sürecini destekliyoruz.

Bu konudaki çalışmaların, doğru yönde atılmış önemli adımlar olduğunu düşünüyoruz. Para politikasının mali disiplin ile de desteklenmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bu çerçevede geçtiğimiz günlerde açıklanan kamuda tasarruf ve verimlilik paketini kamu harcamalarının denetlenmesi ve kısıtlanması doğrultusunda atılmış bir adım olarak görüyoruz. Bu adımın önümüzdeki dönemde kamu ihale reformu, vergide adalet ve etkinlik, kayıt dışılıkla mücadele gibi alanlardaki çalışmalarla desteklenmesini bekliyoruz.

Enflasyonla mücadelenin başarılı olabilmesi için, toplumun tüm kesimlerinde bu konuda bir mutabakat olması gerekiyor. Bu süreç reel kesim üzerinde de maliyetler oluşturacaktır. İş dünyası da Türkiye ekonomisinin bir süredir devam eden sorunlarını çözmesi ve daha dengeli, sürdürülebilir bir büyüme patikasına girmesi için, oluşacak maliyetin kendi üzerine düşen kısmını üstlenmelidir. Bu noktada kuruluşundan bu yana TÜSİAD’ın ülke çıkarlarını, hep en öne koymuş olduğunu hatırlatmak isterim. Biz, enflasyonla mücadelenin yükünü üstlenmeyelim; başkaları üstlensin demeyiz.

Bu çerçevede, gündemdeki vergi düzenlemeleri vergi yükünün mali güce göre adil şekilde dağıtıldığı ve hukuka güvenin korunduğu etkin bir vergi sistemine ulaşma amacına hizmet etmelidir. Bunun için düzenlemelerin vergi tabanını genişletmeyi hedeflemesini, adil, öngörülebilir ve uluslararası standartlara uygun olmasını gerekli görüyoruz.

Ayrıca düzenlemelerin istişare ile, ilgili sivil toplum kuruluşlarının görüş ve değerlendirilmeleri alınarak hazırlanmasının, son derece önemli olduğuna inanıyoruz. Bu alanlarda kapsamlı adımlar atılmaksızın, sadece vergi yükünün önemli bir kısmını yüklenen ‘kayıtlı mükellef grubu’ üzerindeki vergi yükünü daha da arttıracak düzenlemelerle yetinilmesinin, bu sürecin başarısını gölgeleyeceğini düşünüyoruz. Vergi düzenlemelerinin amaçlarına ulaşması için kayıt dışı ile mücadelenin sıkılaştırılması gerektiğine inanıyoruz.

Makroekonomik istikrarın ve öngörülebilirliğin sağlanması ve enflasyonun kalıcı olarak düşürülmesi için, diğer reform alanlarında da, adım atılması gerekiyor. Bu çerçevede; hukuk devletinin tüm kurum ve kurallarıyla etkin işlemesinin sağlanması, düzenleyici kurumların özerkliği, çoğulcu demokrasi, ifade özgürlüğü, eğitim reformu, toplumsal cinsiyet eşitliği, teknoloji ve yenilikçilik gibi başlıklarla güçlendirilmesini önemsiyoruz. Çünkü, kalkınma, ekonomik yapıdaki dönüşüm, bireysel ve bölgesel gelir adaletinin iyileştirilmesi, salt ekonomi politikalarının dışına taşan bir çerçeve gerektiriyor.

Eğitim, TÜSİAD’ın kuruluşundan bu yana en çok üzerinde durduğu alanlardan birisidir. Bu konu derneğimizin kuruluş tüzüğünde de yer bulmuştur. Eğitimin önemini 50 yıldan beri vurgulayan bir kuruluş olarak, müfredatta yakın zamanında yapılmış olan değişiklik hepimizin dikkatini çekti. Bu değişiklik toplumda da önemli tepkilere yol açtı. Daha önce de dile getirmiş olduğumuz gibi, Cumhuriyet değerlerine, bilimselliğe ve çağdaş eğitim normlarına uygunluk konusundaki eleştiriler giderilmeden uygulamaya alınacak bir müfredatın, çocuklarımızın geleceğine ve kalkınma hedeflerimize katkı sağlamayacağına inanıyoruz.

Toplumun tümünü ilgilendiren eğitim konusunda, müfredattan öğretmene kadar her alanda düzenlemeler yapılırken, tarafların desteğini alarak, katılımcı şekilde planlama yapılmalı. Unutmayalım ki ülkemizin rekabet gücü ve refah düzeyinin artmasının arkasında şüphesiz insan kaynaklarınızın sanayileşmeye, sürdürülebilir kalkınmaya ve büyümeye elverişli olarak yetişmeleri zorunluluğu var.

Ürün ve pazar rekabeti dediğimiz zaman özünde ülkeler arası bir eğitim rekabeti, insan kaynakları için rekabet var. İnsanınızı rakip ülkelerden daha iyi eğitmez iseniz, gençlerinize ve ailelerine umutlu bir gelecek sağlayamazsınız, dışa açık piyasa ekonomisinin nimetlerinden de faydalanamazsınız. Dünyanın ilk 10 ekonomisinden birisi olacaksak, eğitim sistemimizin kalitesi de dünyada ilk 10’a girmeli. Oysa PISA sonuçlarına göre, Türkiye’nin okuma, matematik ve fen bilimlerindeki sıralaması 36, 39 ve 34. sıralarda.

TÜSİAD Yönetim Kurulu olarak, bu dönem yoğunlaştığımız başlıklardan birisi de, kadınların yönetimdeki rolünün güçlendirilmesi. TÜSİAD olarak yönetimde kadın oranının artırılmasını ivmelendirmek amacıyla, kendi üyelerimizden başlayarak iş dünyasını harekete geçirmek üzere bir çağrıda bulunduk. Bu çağrımıza çok olumlu bir cevap aldık. Üyelerimizin artan şekilde bu çağrımıza destek olmasını ve daha fazla kadını şirketlerimizin yönetim kademelerinde görmeyi bekliyoruz. Kadının rolünü sadece aile içinde tanımlamıyoruz. Kadınlar ve erkekler hayatın her alanında eşit haklara, fırsatlara ve sorumluluklara sahip olmalı. Bunu hayata geçirebilmek için kadın haklarını her boyutu ile gündemimizde bulunduruyoruz.

Toplumsal gelişmenin düz bir çizgide hareket etmediğini, zikzaklarla ilerlediğini biliyoruz. Bir yandan son yerel seçimlerde, kadın belediye başkanları sayısında dikkati çekecek bir artış oldu. Bunu memnuniyetle karşıladık. Diğer yandan, İstanbul Sözleşmesinden çıkılması kadına yönelik şiddetin önlenmesine hizmet etmedi. Ayrıca 9. Yargı Paketi taslağında “Kadının soyadı” düzenlemesinin, kadınların toplumsal konumunun güçlendirilmesi hedefi ile uyumlu olmadığını düşünüyoruz.

Türk Ceza Kanunu’na eklenmesi önerilen, etki casusluğu gibi muğlak ve güveni azaltıcı özellikler taşıyan düzenlemelerin paketten çıkartılması olumlu olsa da, gündeme gelen her bir mevzuat değişikliğinin algı ve beklentiler üzerinde önemli bir etki yarattığını gözlemliyoruz. Sonradan değiştirilse ve yasalaşmasa bile, bu tür düzenlemelerin gündeme getirilmesinin güven ortamının iyileştirilmesi ve normalleşme beklentilerine hizmet etmediğini düşünüyoruz.

Konuşmamım başında da söylediğim gibi, zor bir dönemden çıktık. Konjonktürün geçmişe oranla daha elverişli olacağı bir döneme giriyoruz. Her ne kadar kapsamı, derinliği, hızı itibariyle tartışmaya açık olsa da, geçmişe oranla daha umutlu bir yerdeyiz. Türkiye’de demokratikleşme ve kalkınma mücadelesini çok uzun bir koşu olarak görüyoruz. Ama bizler bu koşunun 100 metresi için burada değiliz. Bunun bir maraton olduğunu biliyoruz. Hızımızı bazen düşüreceğiz; bazen artıracağız. Ama sonunda hedefimize varacağız.”

Paylaşın

İstanbul’da “Orta Direk” Kalmadı

İPA Genel Sekreteri Oktay Kargül, İstanbul’un altı aylık periyoduna ekonomik verilerle baktıkları henüz yayınlanmayan çalışmaya dayanarak, “İstanbul’da artık ‘orta direk’ diye tanımlanan gelir grubu kalmadı. Kentte sadece alt gelir, üst ve çok üst gelir grubunun kaldığını görüyoruz. Bu makas açılarak devam edecek” dedi.

İPA araştırmaları İstanbul’da yoksulluğun özellikle 2017’den bu yana arttığını gösterirken, 2021-2023 yılları baz alınarak gerçekleştirilen “duygu durum” araştırması, İstanbullular’ın kaygı, stres ve üzüntü seviyelerinin yüksek olduğunu; mutluluk yaşam memnuniyeti ve huzur seviyelerinin ise düşük olduğunu ortaya koyuyor.

Buna göre 2023’te kentte kaygı seviyesi 7,1, stres seviyesi 7,3 ve üzüntü seviyesi 6,3 olarak ölçülürken mutluluk seviyesi 5,1, huzur seviyesi 5 ve yaşam memnuniyeti seviyesi ise 4,5 olarak saptandı. Nüfus büyüklüğüne göre dünya sıralamasında 194 ülke arasında 18’inci sırada yer alan Türkiye’de, 15 milyonu aşan nüfusuyla İstanbul ülkenin sosyoekonomisi üzerindeki baskın konumunu koruyor.

Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu’nun (UNFPA) verilerine göre, 131 ülkeyi nüfus olarak geride bırakan İstanbul’a dair, son yıllarda yapılan araştırmalarda ortaya çıkan sonuçlar ilgi çekici.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne (İBB) bağlı 2020 yılında kurulan İstanbul Planlama Ajansı (İPA) bu araştırmaları yapan kurumlardan biri. İPA Genel Sekreteri Oktay Kargül İstanbul nüfus verileri ışığında nasıl bir tablo ile karşı karşıya olduğumuzu VOA Türkçe’den Fatma Yörür‘e anlattı.

Her zaman yoğun iç ve dış göç alan İstanbul, 2023’te bir önceki yıla göre 252 bin kişi azalarak 15 milyon 655 bin 924 kişiye geriledi. Bu sayı, 2020’deki pandemi nedeniyle yaşanan 57 binlik düşüşün ardından Cumhuriyet tarihindeki ikinci nüfus azalışı oldu. Düşüş aynı zamanda İstanbul’da yaşam maliyetinin 2024’te, 2023’e göre yüzde 81 arttığı döneme de denk geldi.

Kargül’e göre, 2050 İstanbul vizyonunda “tavan” 20 milyon. Bu sayı kentin maksimum kapasitesi anlamına da geliyor. İş hayatı ve sosyal hayat düşünüldüğünde kısa vadeli düşüşlere sahne olsa da tersine göçün kalıcı olamayacağını ve kentin insanları çekmeye devam edeceğini belirten Kargül, “İstanbul’un bu cazibesi devam edecek” derken, doğru planlamalarla bu artışı önden tasarlamanın önemli olduğunu dile getiriyor.

15 yılda İstanbul’da 12 milyon kişinin yer değiştirdiğini söyleyen Kargül, özellikle son yıllarda bu hareketin İstanbul’dan, İstanbul’a yakın kentlere olduğunu ve bunun da bir “merkezden çepere kayma” olarak okunması gerektiğini belirtiyor.

İstanbul içinde de benzer bir tabloya dikkat çeken Kargül, merkez ilçelerden çeperdeki ilçelere bir göç olduğunu ve bu hareketi oluşturanların da eğitim seviyesi yüksek kesimler olduğunu belirtiyor ve artık eğitimli kesimin, kentin merkezinde barınamadığını vurguluyor. “Kentin merkezini kimler dolduruyor” sorusuna Kargül, yatırımcıların ve kısa süreli kiralama uygulamalarının merkezde alan tuttuğunu söyleyerek yanıt veriyor.

İPA Genel Sekreteri, İstanbul’un altı aylık periyoduna ekonomik verilerle baktıkları henüz yayınlanmayan çalışmaya dayanarak, “İstanbul’da artık ‘orta direk’ diye tanımlanan gelir grubu kalmadı. Kentte sadece alt gelir, üst ve çok üst gelir grubunun kaldığını görüyoruz. Bu makas açılarak devam edecek” dedi.

Bu koşullarda kentte büyük bir çoğunluğun nitelikli eğitim, sağlık ve spora erişemediğini belirten Kargül, İBB’nin özellikle spor alanında kent nüfusunun spora erişimini sağlayan tesis kapasitesini yüzde 30 arttırdığını ve 8,1 milyon kişiye ulaştığını kaydetti. “İstanbul’da spor tesisi olmayan semt kalmadı” diyen Kargül, bu konuda çalışmaların sürdüğünü söyledi.

“193 mahallede ilkokul ve ortaokul yok”

İPA verileri İstanbul’a dair çarpıcı bir noktayı daha ortaya koydu. “193 mahallede ilkokul yok” diyen Kargül, “İlkokul ve ortaokul olmayan mahalle oranı yüzde 20,04 ve bu mahallelerin toplam nüfusu 705 bin 241” olduğunu paylaştı. Nitelikli eğitime ulaşmanın, gelir dağılımı adaletsizliğinde ve bu koşullarda, herkes için mümkün olmadığını söyledi.

TÜİK verilerine göre, 2023’te çocuk nüfus oranı dünya ortalaması, 2023’te yüzde 29,8 iken Türkiye’deki çocuk nüfusu oranı yüzde 26,0. Gelişmiş ülkelerin çoğunda bu oran Türkiye’den de düşük.

“İstanbul’un oranı yüzde 24” diyen İPA Genel Sekreteri, bu nüfusun niteliğinin de önemli olduğunu ve o niteliği arttırmanın yolunun da, dengeli bir ekonomi ve sağlıklı ve uzun vadeli kent planları olduğunu belirtti. 2050 vizyon planına vurgu yaptı.

2023’te en yüksek çocuk nüfus oranına sahip olan ülkeler, yüzde 55,5 ile Nijer ve Orta Afrika Cumhuriyeti oldu. Türkiye’nin çocuk nüfus oranı, AB ülkelerinden daha yüksek. Türkiye’nin genç nüfus oranının da, yüzde 15,1 ile AB üyesi 27 ülkenin genç nüfus oranlarından daha yüksek olduğu görüldü.

Bu gençlerin İstanbul’a erişim olanağına da bakan İPA Gençlik Araştırması’na vurgu yapan Oktay Kargül, “İstanbul’a gelen öğrenci sayısında düşüş var. İstanbul’daki üniversitelere yerleşme oranı yüzde 92,50’e düştü” dedi. Kargül, aradaki kaybı nitelikli öğrencilerin oluşturduğuna dikkat çekti.

“Bu durum zincirleme bir sonucu sebep oluyor” diyen Kargül, “Anadolu’daki nitelikli ve iyi sıralamayla liseden üniversiteye geçmiş öğrenciler artık İstanbul’u tercih etmemeye başladı. Çünkü ilk soru ‘ben nerede kalacağım’ ve ‘ben nasıl geçineceğim’ oluyor. Doğal olarak da Anadolu’daki üniversitelerde kalmaya başladılar” ifadelerini kullandı.

Konut kiralarının son bir yılda yüzde 301 arttığı İstanbul’da öğrenciler için öncelikli sorunun barınma olduğunu belirten Kargül, “Örneğin İstanbul Üniversitesi’ne gelen, sıralamada ilk20 bin, 30 bin içindeki öğrenciler artık yaşam pahalılığından dolayı gelemiyor. O bölümlere ilk 50 bin, 60 bin arasına giren öğrenciler kaydoluyor. Sonraki yıl aynı bölümler, Türkiye sıralamasında ilk 70-80 bine giren öğrencileri alıyor ve ardından üniversitelerdeki bölümlerin niteliğini gösteren sıralamada ciddi bir kayıp yaşanıyor” dedi.

En iyi ilk 10 üniversitenin birçoğunun İstanbul’da olduğunu hatırlatan Kargül, “Bu, uzun vadede eğitimin ve beraberinde profesyonel hayattaki kaliteyi de düşürüyor. İstanbul Teknik Üniversitesi’nde 10 profesörle okuyabilecek, ilk 20 bin içindeki öğrenciler, şu an bir profesörü bile bulunmayan Anadolu’daki üniversitede öğrenimini tamamlamak durumunda kalıyor. Bu da uzun vadede profesyonel hayatta daha az nitelikte meslek insanlarının sisteme dahil olmasına neden olacak” diye konuştu.

Çeperlere doğru kayan kentte yaşamın her geçen gün zorlaştığı yapılan yan araştırmalara da yansıyor. İPA araştırmaları İstanbul’da yoksulluğun özellikle 2017’den bu yana arttığını gösterirken, 2021-2023 yılları baz alınarak gerçekleştirilen “duygu durum” araştırması, İstanbullular’ın kaygı, stres ve üzüntü seviyelerinin yüksek olduğunu; mutluluk yaşam memnuniyeti ve huzur seviyelerinin ise düşük olduğunu ortaya koyuyor.

Buna göre 2023’te kentte kaygı seviyesi 7,1, stres seviyesi 7,3 ve üzüntü seviyesi 6,3 olarak ölçülürken mutluluk seviyesi 5,1, huzur seviyesi 5 ve yaşam memnuniyeti seviyesi ise 4,5 olarak saptandı. Katılımcıların sosyoekonomik seviyelerini duygu durum ifadeleri üzerinden de inceleyen araştırma, alt sosyoekonomik seviyedeki katılımcıların stres ve üzüntü durumlarının, üst ve orta sosyoekonomik seviyeye sahip olan katılımcılara göre daha yüksek olduğunu gösteriyor.

Bu sorunlara karşı, kent nüfusunun psikolojik desteğe erişimine bakan araştırmada İPA nüfusun yüzde 7,2’sinin profesyonel bir uzmandan destek alabildiğini, yüzde 92,8’ininse destek almadığını gösterdi. “Psikolojik desteğe ihtiyacım var” diyenlerse yüzde 26,5 oldu. İPA araştırması kapsamında katılımcıların yüzde 48,9’u gelecek kaygısı, yüzde 45,5’i geçim sıkıntısı sebebiyle psikolojik desteğe ihtiyacı olduğunu belirtti.

Psikolojik desteğe erişebilen yüzde 7,2’lik kesimin destek alma sebepleri arasında yüzde 29,2 ile aile, eş sorunları ve ikinci sırada aynı oranda gelecek kaygısı gelirken, üçüncü̈ sırada yüzde 21,5 ile geçim sıkıntısı/ekonomik kaygılar yer aldı. Aynı araştırma İstanbul nüfusunun geleceğe dair umutsuzluk sergilediğini de aktarıyor. Ve intihar oranlarında son yıllarda artışa dikkat çekiyor.

Türkiye’de insanların yüzde 78’i günlük hayatlarına etki eden seviyede stresle mücadele ediyor, yüzde 64 ise uzun süreli mutsuzluk ve buna bağlı depresif bir ruh halinde olduğunu söylüyor.

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP), dünya nüfusunun 5 milyar insana ulaştığı 11 Temmuz 1987’yi, 1989 yılında Dünya Nüfus Günü olarak kabul etti. Bu günde Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu (UNFPA), nüfus ve kalkınma konularında farklılık ve farkındalık oluşturmaya yönelik çalışmalar yapılıyor.

Paylaşın

Gıda Ürünlerine Yeni Zamlar Kapıda!

Haziran ayı resmi rakamları üzerinden milyonlarca memur ve emekli altı aylık enflasyonun altında zam alırken, asgari ücretli ise enflasyon farkından hiç faydalanamadı.  Elektrik ve suya yapılan son zamlarla birlikte, gıda ürünlerine yeni zamlar kaçınılmaz oldu.

Gıda ürünlerine gelecek yeni zamlar düşük gelir grubuna bir darbe daha vuracak. ZMO Başkanı Baki Remzi Suiçmez, “Kamunun üretim ve pazarlama, tüketim boyutlarının hepsini birden düzenleyecek, alanı tümüyle serbest piyasaya, şirketlere, tüccarlara bırakmayacak, üretici ve tüketiciyi koruyucu bir politikaya gitmesi gerekli” dedi.

Türkiye’de yıllık gıda enflasyonu resmi verilere göre yüzde 68’in üzerinde. Tarımdaki mevcut tablo ise gıda enflasyonunun daha da yükseleceğine işaret ediyor. Elektrik ve suya yapılan son zamlarla birlikte tarımsal maliyetler artarken, Meclis gündemine gelmesi beklenen vergi artışları da mazot, yem ve gübrede yeni zamların habercisi.

Uzmanlara göre bu durum gıda fiyatlarının daha da yükselmesine yol açarken, temmuz ayında enflasyon farkı zammı alamayan asgari ücretli başta olmak üzere gelirinin önemli bir kısmını gıdaya ayırmak zorunda kalan düşük gelir grubuna bir darbe daha vuracak.

Türkiye’de tarımsal üretimin planlanması ve sürdürebilirliğine ilişkin tartışmalar en son Ticaret Bakanı Ömer Bolat’ın “25 bin Afgan çoban gitse tarım, hayvancılık kalmaz” sözleriyle gündeme geldi. Peki tarımdaki problemler “Afgan çobanlar” ya da ucuz emek üzerinden çözülebilir mi? Girdi maliyetlerinden tarım alanlarına çiftçi borçlarından ithalata dayalı üretime tarımda nasıl bir tablo söz konusu?

Türkiye’de mazot, gübre, ilaç, tohum, yem gibi tarımsal girdilerin ithalatla sağlanması, dövizdeki artışa bağlı olarak fiyatların sürekli yükselmesine neden oluyor. Aynı zamanda elektrik ve sulama maliyetleri de artıyor.

Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) en son açıkladığı verilere göre tarımsal girdi fiyat endeksi nisanda yüzde 52,2 arttı. Enerji grubundaki artış yaklaşık yüzde 71 oldu. Endeksin haziran ve temmuzdan itibaren daha da yükselmesi bekleniyor.

Haziranda Devlet Su İşleri Sulama Birlikleri tarafından belirlenen su bedeli, illere, bölgelere ve ürünlere göre yüzde 60 ile yüzde 400 arasında zamlandı. Çiftçiler bu kararda geri adım beklerken 1 Temmuz’da sulamada kullanılan elektrik fiyatlarına yüzde 30 zam yapıldı.

DW Türkçe’den Pelin Ünker‘e konuşan TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası (ZMO) Başkanı Baki Remzi Suiçmez, yapılan zamların tarımda suyun en çok kullanıldığı döneme denk geldiğini belirterek bu durumun çiftçilerin yüksek maliyetler nedeniyle sulama yapamaması ya da ikinci ürün ekilen yerlerde bu ekimin yapılmaması sonucunu doğuracağına işaret ediyor.

Zamların devamı da bekleniyor. Hükümetin hazırladığı yeni vergi taslağına göre, gübre ve yem gibi temel tarım girdilerine yüzde 10 ila yüzde 20 arasında KDV getirilmesi planlanıyor.

Çiftçiler için zorunlu bir üretim aracı olan mazottan da hem KDV hem Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) alınıyor. Temmuz başında 1 litre mazottaki ÖTV miktarı 5 TL artışla 7,05 TL’ye çıkarıldı. Mazotun geçen yıl 24 lirayken bu yıl 46 liraya çıktığına belirten Suiçmez, mazotta son ÖTV artışıyla birlikte yüzde 100’ün üzerinde bir artış olduğunu aktarıyor.

Baki Remzi Suiçmez, bunların yanı sıra dövize bağlı tarımsal ilaçlar ve tohumda ithalatla birlikte artan maliyetlerin çiftçinin üretim maliyetini artırdığını söylüyor.

Tarım ve Orman Bakanlığı’nın tarımsal destekleme bütçesi 2024’te yüzde 44,5 oranında artışla 91 milyar 554 milyon liraya çıkarılmıştı. Ancak bu artış oranı yüzde 70’leri bulan enflasyonun oldukça gerisinde kaldı. Öte yandan Tarım Kanunu’nun 21’inci maddesine göre, tarımsal desteklerin Gayrisafi Yurtiçi Hasıla (GSYH) içindeki payının en az yüzde 1 olması gerekirken verilen destekler yaklaşık binde 2 civarında bulunuyor.

Destekler yetersiz kalırken çiftçi borçluluğu da artıyor. Çiftçiler hem Tarım Kredi Kooperatifi’ne hem de bankalara borçlu. Borçların büyük bölümünü bankalardan alınan krediler oluşturuyor.

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun verilerine göre tarımda kullandırılan nakdi kredilerin toplamı Mayıs 2024 itibarıyla 679 milyar lira. Bu rakamın yaklaşık 239 milyar lirasını kısa vadeli krediler oluşturuyor. Çiftçilerin bankalara olan borçlarında son bir yılda yüzde 55, yaklaşık 20 yılda ise 138 kat artış var.

Baki Remzi Suiçmez bu borçlara gayri nakdi kredilerle Tarım Kredi Kooperatifi ve bayilere olan borç da eklendiğinde çiftçinin borcunun 850 milyar lirayı bulduğunu aktarıyor. Bu rakam, çiftçiye verilen destek bütçesinin 9 katını aşıyor.

Çiftçinin üretim yapmak için borçlandığını ifade eden Suiçmez, bu borcu döndürebilmek için ürününü ucuz fiyata tüccara vermek zorunda kaldığını, borcunu ödeyememesi durumunda ise ipotek karşılığı verdiği arsası, traktörü ve hayvanından olduğunu anlatıyor.

Tarımda 2024 yılı desteklerinin henüz açıklanmadığını ancak kemer sıkma politikalarının maalesef tarımsal desteklerden de tasarruf edileceğini gösterdiğini ifade eden Suiçmez, “Bunun somut uygulamasını da çay alım fiyatlarında, buğday, arpa alım fiyatlarında gördük” diyor.

Alım fiyatlarının maliyetlerin altında açıklandığını dile getiren Suiçmez’e göre ilgili kurumlar piyasayı düzenleme görevini de yapamıyor. Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO), haziran ayında makarnalık buğday alım fiyatını ton başına 10 bin TL, ekmeklik buğday fiyatını 9 bin 250 TL, arpa alım fiyatını ise 7 bin 250 TL olarak duyurdu.

Suiçmez, çiftçinin bu ortamda gelecek yıl buğday, arpa ekip ekmeyeceğinin belirsiz olduğu görüşünde: “Alım fiyatını enflasyonun yüksek olduğu bir ortamda yüzde 11 artırırsa çiftçi ne yapar, batar.”

Baki Remzi Suiçmez, Türkiye’nin bu yılın ilk beş ayında 5 milyon tona yakın buğday ithal ettiği bilgisini veriyor. Ekim ayından sonra buğday ithalatının tekrar serbest bırakılacağını hatırlatan Suiçmez, yüksek maliyetler, düşük alım fiyatı ve yetersiz desteklerle birlikte ithalatı önceleyen politikaların devam ettiğine dikkat çekiyor.

Çiftçinin yükselen girdi maliyetleri nedeniyle kar edemediği için alandan çekildiğine işaret eden Suiçmez’in verdiği bilgiye göre, bu nedenle kaybedilen tarım alanı yaklaşık 3 buçuk milyon hektar. Tarım alanlarının kaybedilmesinin bir nedeni de bu alanların başka faaliyetlere açılması.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na göre 1989-2018 döneminde, toplam 2,6 milyon hektar tarım arazisinin tarım dışı kullanımına izin verildi. 2005-2018 arasında 722 bin, 2018’de 21 bin hektardan fazla alan için tarım dışı amaçla kullanım izni alındı.

TÜİK verilerine göre 2002’de çayır ve meralarla birlikte 41,2 milyon hektar olan toplam tarım alanı 2023’te 38,6 milyon hektara gerilerken tahıllar ve diğer bitkisel ürünlerle sebze bahçelerinin alanı daraldı. Toplam tarım alanlarının 14,6 milyon hektarını çayır ve meralar oluştururken tahıl, meyve-sebze ve bitkisel ürünlerin alanı 20 yılda 26,6 milyon hektardan 23,9 milyon hektara düştü.

Tarım alanları daralırken Türkiye, buğdaydan arpaya, ayçiçeğinden mercimeğe çok sayıda üründe kendi kendine yeterliliğini kaybetti. Tarım ve Orman Bakanlığı’nın verilerine göre geçen yıl yaklaşık 11,7 milyon ton buğday, 1,5 milyon ton arpa, 1,9 milyon ton dane mısır, 756 bin ton yağlık ayçiçeği, 757 bin ton pamuk, 3 milyon ton soya, 41 bin ton kuru fasulye, 77 bin ton nohut, 592 bin ton mercimek, 30 bin ton patates ithalatı yapıldı.

Sebze ve meyvede de durum değişmedi; 2002-2023 arasında sebze ithalatı yüzde 1595, meyve ithalatı yüzde 152 arttı.

Baki Remzi Suiçmez, Tarım ve Orman Bakanlığı’nın üst üste iki yıl tarlasını ekmeyen çiftçinin arazisinin kiralanmasına ilişkin hazırladığı projenin de tarım arazilerinin büyük şirketlere devrinin altyapısını oluşturduğunu düşünüyor.

Suiçmez’e göre önemli olan ‘bir karış toprak ekilmedik toprak bırakmadık’ diyerek ekilmeyen arazileri çiftçinin elinden alıp başkasına kiralamak değil. Girdi maliyetlerini düşürüp, destekleri artırıp çok yıllı yönlendirici destekleri önceden açıklamak gerekiyor. Suiçmez, böylelilikle çiftçinin önünü göreceğini ve kar edebileceğini vurguluyor.

Hem üreticinin kâr etmesi hem de tüketicinin daha sağlıklı ve ucuz gıdaya erişimi için tarımsal üretimin yeniden planlanması gerektiğini söyleyen Suiçmez’e göre, bunun başlıca adımlarından biri gençleri yeniden tarıma döndürmekten geçiyor.

Bu aşamada da demokratik güçlü kooperatifler ile aracılık zincirinin yaratılmasının önemine işaret eden Suiçmez, şirketlere ve ithalat lobilerine aracılık yapmak yerine yerli üretime destek vererek üretimde sürekliliği sağlayan ve nüfusu kırsalda tutacak sosyal politikalara ihtiyaç olduğunu vurguluyor.

TÜİK 2023 yılında mevsimlik tarım işçilerinin günlük ücretlerinin 512 TL, sürekli tarım işçilerinin aylık ücretlerinin ise 13 bin 435 TL olduğunu açıklamıştı.

Türkiye’de hem sanayide hem tarımda kaçak kayıtdışı göçmenler yani ucuz iş gücü ile istihdamın çözülmeye çalışıldığını söyleyen Suiçmez, bir eğitim planlamasıyla tarımda işçilerin istihdam edilebileceği bir ortamın yaratılması gerektiği görüşünde.

İstihdamı kırsalda yaşama geçirmenin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Hazine ve Maliye Bakanlığı ve kabinenin sorunu olduğunu dile getiren Suiçmez, sosyal güvenceli çiftçi sayısının 1,2 milyonlardan 460 bine kadar düştüğü bilgisini veriyor.

Suiçmez, “Gençler; babaları, akrabaları kar etmediği için tarımdan çekilirken tarıma yeniden dönmüyor. Küçük üreticilerin desteklenmediği bir ortamda da şirket tarımıyla bu ülkeyi beslemek mümkün olmaz. O zaman da belli şirketlerin kontrolüne geçmiş bir gıda sistemi, beslenme sistemi asıl milli güvenlik sorunu haline gelir” diyor.

Tüketici nasıl etkilenecek?

Türkiye’de gıda ürünlerindeki fiyat artışları nedeniyle yaşanan geçim sıkıntısı gün geçtikçe artıyor. Haziran ayı resmi rakamlarına göre milyonlarca memur ve emekli altı aylık enflasyonun altında zam aldı. Asgari ücretli ise enflasyon farkından hiç faydalanamadı. Ücretler yıl sonuna dek fiyatlar genel düzeyi karşısında gerilemeye devam edecek.

Tüketicinin alım gücünün düşük, asgari ücret ve emeklilerin durumunun ortada olduğunu vurgulayan Suiçmez, bir yandan talep daraltılırken diğer yandan üretim maliyetlerinin yükseldiğini söylüyor. “Üretim maliyeti yükselen bir ürünün rafa düşük fiyatla gitmesi mümkün değil” diyen Suiçmez’e göre son zamlarla birlikte gıda fiyatları artmaya devam edecek.

Maliyeti artışlarının ister istemez raflara yansıtıldığını ifade eden Suiçmez, “O aşamada da üretici günah keçisi ilan ediliyor. Ama örneğin limon 100 lira deniliyor ama üretici 1 liraya tarlada ürünü satamıyor” diyor ve ekliyor: “Aslında kamunun üretim ve pazarlama, tüketim boyutlarının hepsini birden düzenleyecek, alanı tümüyle serbest piyasaya, şirketlere, tüccarlara bırakmayacak, üretici ve tüketiciyi koruyucu bir politikaya gitmesi gerekli.”

Paylaşın

Şimşek’ten “Enflasyon” Açıklaması: Düşüreceğiz

TÜİK’in açıkladığı mayıs ayı işsizlik verilerini değerlendiren Mehmet Şimşek, “İşsizlik oranı 2012 yılı Kasım ayından sonraki en düşük seviye olan yüzde 8,4’e geriledi” dedi ve ekledi:

Haber Merkezi / “Programımızın nihai amacı sürdürülebilir yüksek ve kapsayıcı büyüme ile kalıcı refah artışıdır. Kararlılıkla uyguladığımız programla enflasyonu düşüreceğiz ve gelir dağılımını iyileştireceğiz.”

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK), açıkladığı mayıs ayı işsizlik verilerini değerlendirdi. Şimşek’in açıklamasının tamamı şu şekilde:

“İşgücü piyasasındaki olumlu seyir sürüyor. Mevsimsel düzeltilmiş verilere göre: İstihdam mayıs ayında 273 bin kişi arttı, son 12 aylık artış ise 1,3 milyona ulaştı. ⁠

İşgücüne katılım oranı yüzde 54,5 ile tarihi yüksek seviyeye çıktı. İşsizlik oranı 2012 yılı Kasım ayından sonraki en düşük seviye olan yüzde 8,4’e geriledi.

Programımızın nihai amacı sürdürülebilir yüksek ve kapsayıcı büyüme ile kalıcı refah artışıdır. Kararlılıkla uyguladığımız programla enflasyonu düşüreceğiz ve gelir dağılımını iyileştireceğiz.”

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), İşgücü İstatistikleri Mayıs 2024 verilerini açıkladı. Buna göre; 15 ve daha yukarı yaştaki kişilerde işsiz sayısı mayıs ayında bir önceki aya göre 27 bin kişi azalarak 3 milyon 11 bin kişi oldu.

İşsizlik oranı ise 0,1 puan azalarak yüzde 8,4 seviyesinde gerçekleşti. İşsizlik oranı erkeklerde yüzde 7,0 iken kadınlarda yüzde 11,0 olarak tahmin edildi.

15 – 24 yaş grubunu kapsayan genç nüfusta işsizlik oranı bir önceki aya göre yüzde 0,3 puan artarak yüzde 15,0 oldu. Bu yaş grubunda işsizlik oranı; erkeklerde yüzde 12,8, kadınlarda ise yüzde 19,3 olarak tahmin edildi.

Zamana bağlı eksik istihdam, potansiyel işgücü ve işsizlerden oluşan atıl işgücü oranı mayıs ayında bir önceki aya göre yüzde 2,0 puan azalarak yüzde 25,2 oldu.

Paylaşın

TÜİK Duyurdu: Sanayi Üretimi Azaldı

Sanayi üretimi yıllık yüzde 0,1 azaldı. Sanayinin alt sektörleri incelendiğinde, madencilik ve taş ocakçılığı sektörü endeksi bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 2,2 arttı, imalat sanayi sektörü endeksi yüzde 0,4 azaldı ve elektrik, gaz, buhar ve iklimlendirme üretimi ve dağıtımı sektörü endeksi yüzde 0,9 arttı.

Haber Merkezi / Sanayi üretimi nisan ayında yüzde 1,7 arttı. Sanayinin alt sektörleri incelendiğinde, madencilik ve taş ocakçılığı sektörü endeksi bir önceki aya göre yüzde 3,9 azaldı, imalat sanayi sektörü endeksi yüzde 2,1 ve elektrik, gaz, buhar ve iklimlendirme üretimi ve dağıtımı sektörü endeksi yüzde 1,0 azaldı.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), Sanayi Üretim Endeksi Mayıs 2024 verilerini yayımladı. Buna göre, Sanayi üretimi yıllık yüzde 0,1 azaldı. Sanayinin alt sektörleri incelendiğinde, madencilik ve taş ocakçılığı sektörü endeksi bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 2,2 arttı, imalat sanayi sektörü endeksi yüzde 0,4 azaldı ve elektrik, gaz, buhar ve iklimlendirme üretimi ve dağıtımı sektörü endeksi yüzde 0,9 arttı.

Sanayi üretimi nisan ayında yüzde 1,7 arttı. Sanayinin alt sektörleri incelendiğinde, madencilik ve taş ocakçılığı sektörü endeksi bir önceki aya göre yüzde 3,9 azaldı, imalat sanayi sektörü endeksi yüzde 2,1 ve elektrik, gaz, buhar ve iklimlendirme üretimi ve dağıtımı sektörü endeksi yüzde 1,0 azaldı.

Paylaşın

HSBC’den Türkiye İçin Yıl Sonu Enflasyon Tahmini: Yüzde 44,6

HSBC, Türkiye için yıl sonu enflasyon tahminini aşağı yönlü revize etti. Kurum, Türkiye için 2024 yıl sonu enflasyon tahminini yüzde 48’den yüzde 44,6, 2025 yıl sonu tahminini ise yüzde 29’dan yüzde 27,7’ye düşürdü.

HSBC, Türkiye için 2024 yılı büyüme tahmini yüzde 3,1’den yüzde 3,8’e yükseltti. Kurum, Türkiye için 2025 yıl sonu tahmini ise değiştirmeyerek yüzde 3,6 olarak sabit bıraktı.

The Hongkong and Shanghai Banking Corporation’ın Türkiye iştiraki HSBC, Türkiye ekonomisine ilişkin son raporunu yayınladı.

BloombergHT’nin aktardığına göre; Kurum, raporunda, ilk çeyrekte yüzde 5,7 olan güçlü büyüme rakamı sonrası Türkiye için büyüme tahminini revize ettiğini belirtti. HSBC, Türkiye için 2024 yılı büyüme tahmini yüzde 3,1’den yüzde 3,8’e yükseltti. Kurum, Türkiye için 2025 yıl sonu tahmini ise değiştirmeyerek yüzde 3,6 olarak sabit bıraktı.

Raporda, sıkı para politikası ve/veya maliye politikasının enflasyonda daha hızlı düşüşe ve dış açıkta daha hızlı iyileşmeye yol açacağı belirtildi. Raporda, enflasyon tahminlerini ise aşağı yönlü revize eden kurum 2024 yıl sonu enflasyon tahminini yüzde 48’den yüzde 44,6, 2025 tahminini yüzde 29’dan yüzde 27,7’ye düşürdü.

Raporda, para politikasının yıl sonuna kadar değişmeyeceği görüşüne de yer verildi ve “Tahminlerimize göre reel politika faizi Kasım itibariyle oldukça olumlu olacak ancak yine de 4. çeyrekte başlayacak faiz indirimlerinin biraz erken olacağını düşünüyoruz” ifadeleri kullanıldı.

Yüksek enflasyon beklentisi ve fiyatlama davranışlarında bozulmanın enflasyon görünümü için yukarı yönlü riskler olduğu belirtilen raporda, ayrıca bu yıl için bütçe açığı/GSYH tahmininin yüzde 6,5’ten yüzde 5,7’ye düşürdüğüne de yer verildi.

Paylaşın