Uçak Pencereleri Neden Yuvarlaktır?

Çoğu bina yapısında kare ve dikdörtgen pencereler görmeye alışkınız. Ve tabii ki tasarıma karakter katan yuvarlak pencereler de var. Şimdi, uçakları düşünün, her zaman yuvarlak pencereler.

Haber Merkezi / Yüzyıllar boyunca kare ve dikdörtgen pencereler evlerde ve binalarda gayet iyi çalışıyorlardı, peki mükemmel tasarımı neden uçaklar için değiştirelim?

Ne yazık ki, mühendislerin uçak penceresi tasarımına yeni bir bakış açısı getirmesi için birkaç trajik olayın yaşanması gerekti. Ticari uçakların büyüdüğü ve havada parçalanmaya başladığı 1950’li yıllardı. Bunlardan ikisi, 1953 ve 1954 yılında uçuş sırasında parçalanan Havilland Comets’ti. Sebebinin … evet, kare pencereler olduğu anlaşıldı.

Mühendisler, uçakların kare pencerelerinin keskin kenarlarının doğal zayıf noktalar oluşturduğunu ve bunun da “metal yorulma arızasına” yol açtığını tespit ettiler. Bu köşeler kolayca geriliyor ve daha sonra yüksek irtifadaki hava basıncıyla daha da zayıflıyordu.

1950’lere gelindiğinde, Havilland Comets gibi uçaklar, öncüllerinden daha hızlı ve daha yüksekte uçuyordu; bu da, birden fazla uçuş ve tekrarlanan basınçlandırmadan sonra, kare pencerelerin basınçtan dolayı temelde parçalanması anlamına geliyordu.

Öte yandan yuvarlak pencereler, köşeleri olmadığından basıncı eşit şekilde dağıtır ve çatlak veya kırılma olasılığını azaltır. Dairesel şekiller ayrıca daha güçlüdür ve deformasyona karşı dirençlidir, bu da yuvarlak pencereleri uçağın içi ve dışı arasındaki tekrarlanan basınç farklılıklarına daha dayanıklı hale getiriyor.

Ayrıca, uçağın içi ile dışı arasında birden fazla akrilik katman (cam değil) olduğunu fark edebilirsiniz. Bu katmanlar yağmur, rüzgar ve sis gibi hava olaylarına karşı ek koruma sağlar.

Peki ya alttaki o minik delik? Bunlara “nefes deliği” denir ve hava basıncının çeşitli pencere katmanlarından geçmesine izin vererek uçaktaki hava basıncını nispeten sabit bir seviyede tutmaya yardımcı olarak başka bir koruma katmanı eklerler.

Öyleyse, bir dahaki sefere uçakta olduğunuzda, ister manzaranın tadını çıkarıyor olun, ister yerden ne kadar yüksekte olduğunuzu hatırlamak istemediğiniz için manzaradan kaçınıyor olun, yuvarlak pencerelere şükredin.

Paylaşın

“Wow Sinyali”nin Gizemi Çözüldü: Aslında…

15 Ağustos 1977 tarihinde Ohio’daki SETI (Dünya Dışı Zeka Araştırması) projesinde çalışan gökbilimci Jerry Ehman, uzaydan gelen 72 saniyelik bir sinyal tespit etti. Sinyal “Wow Sinyali” olarak kayıtlara geçti.

Haber Merkezi / SETI 1970’lerin sonlarında NASA’nın Ames Araştırma Merkezi ve Kaliforniya’daki NAS Laboratuvarı’nda kuruldu. SETI’nin kuruluş amacı yıldızları incelemek ve uzaydan gelen akıllı sinyalleri tespit etmeye çalışmaktı. NASA, yaklaşık yirmi yıl sonra bu projeden ayrıldı.

“Wow Sinyali”, 1420.4056 MHz frekansında yetmiş iki saniye sürdü. Jerry Ehman, bilgisayar çıktısına “Wow (Vay canına!)” karaladı ve sinyali bu unutulmaz ismiyle kayıtlara geçti. “Wow Sinyali” çok dar bir frekans bandında (10 kHz’den az) gözlemlendi ve analizler, sinyalin güneş sistemimizin dışından kaynaklandığını doğruladı.

“Wow Sinyali”nin ilgi çekici yönlerinden biri de, nötr hidrojen hattına denk gelen 1420.4056 MHz frekansında ortaya çıkmış olmasıdır. Jerry Ehman’ın dediği gibi, evrendeki hidrojen bolluğu göz önüne alındığında, uzaylıların iletişim için bu frekansı kullanmasının daha mantıklı olacağıdır.

“Wow Sinyali”, yıllar boyunca dünya dışı yaşamın muammalı bir kanıtı olarak adından söz ettirdi. Ancak son araştırmalar, “Wow Sinyali”nin kökeni konusunda şüphe uyandırıyor. Arecibo’daki Porto Riko Üniversitesi’nden bilim insanları tarafından yürütülen yeni bir araştırma, sinyalin uzaylı bir iletim yerine doğal bir fenomenin sonucu olabileceğini öne sürüyor.

Araştırmacılar, “Wow Sinyali”nin muhtemelen çökmüş bir yıldız ile soğuk hidrojen bulutu arasındaki nadir bir hizalanma sonucu oluşan güçlü bir doğal lazer veya maser (atomların, dışarıdan uyarılması neticesinde dışarıya salınan radyasyon yardımı ile elde edilen, genliği yükseltilmiş elektromanyetik dalga) tarafından meydana geldiğini öne sürüyorlar.

Bu maser, özellikle magnetar olarak bilinen bir nötron yıldızının hidrojen bulutuyla çarpışması sonucu oluşan yoğun enerji tarafından tetiklenmiş olabilir. Bu etkileşim, “Wow Sinyali”ne benzeyen 1420 MHz frekansında güçlü bir mikrodalga enerjisi patlaması üretebilir.

Bilim insanları, Arecibo Gözlemevi’nin Kırmızı Cüce Yıldızlar Radyo Emisyonları (REDS) projesinden gelen verilerde benzer, ancak daha cılız bir dizi sinyal tespit ettikten sonra bu sonuca vardılar. Özellikle, kırmızı cüce yıldız Teegarden’s Star’dan gelen sinyaller, “Wow Sinyali”nin olası doğal kökenlerine dair önemli öngörüler sağladı.

Dünya’dan sadece 12,5 ışık yılı uzaklıktaki Teegarden Yıldızı, soğuk atomik hidrojen bulutlarıyla çevrilidir. Yıldızın yoğun ışıkları bu hidrojen bulutlarına çarptığında, “Wow Sinyali”ne benzer bir maser patlaması üretebilir.

Araştırmacılar, “Wow Sinyali”nin bir magnetarın bir hidrojen bulutuyla hizalanmasıyla oluşan daha da güçlü bir maser patlaması olabileceğini öne sürüyorlar. Böyle bir hizalanmanın nadir olarak gerçekleştiği göz önüne alındığında, sinyalin neden bir daha tespit edilemediğini de açıklıyor.

Paylaşın

Ahlaki Değerler Mevsimlere Göre Değişir Mi?

Yapılan yeni bir araştırma, ahlaki değerlere olan inancın mevsimsel olarak değiştiğini, sadakat, otorite ve saflık gibi değerlerin ilkbahar ve sonbaharda daha güçlü bir şekilde ortaya çıktığını ortaya koydu.

Araştırmanın başyazarı Ian Hohm, “Bu benim için kesinlikle şaşırtıcıydı” dedi ve ekledi: “Çünkü bu bir davranış değil ve geçici bir duygu da değil. İnsanların neyin iyi, neyin kötü, neyin doğru ve neyin yanlış olduğuna dair karar verme biçimlerinin temel bir parçası.”

Kanada’nın prestijli eğitim ve araştırma kurumlarından British Columbia Üniversitesi’ndeki bilim insanları, yeni bir çalışmada, ahlaki değerlerin mevsimlere göre dalgalandığını tespit etti.

Hakemli bilimsel dergi PNAS’ta yayımlanan çalışmada ABD’de 10 yıl boyunca 230.000’den fazla kişinin katıldığı anket sonuçları değerlenderildi. Bu anketler, insanların ahlaki değerlerindeki olası değişimleri ölçmeye yönelik sorular içeriyordu.

Bulgular, insanların saflık, sadakat ve otoriteye saygı gibi belirli değerleri yaz ve kışa kıyasla ilkbahar ve sonbaharda daha güçlü bir şekilde benimsediğini gösterdi. Bu da mevsimlerin hukuk, siyaset ve hatta sağlık gibi çeşitli politika alanlarında etkileri olabileceğini gösteriyor.

Üstelik benzer sonuçlar Kanada ve Avustralya’dan alınan daha küçük veri örneklerinde de ortaya çıktı.

İnsanların ruh halinin mevsimlere göre dalgalandığı daha önce birçok bilimsel araştırmayla belgelenmişti. Ancak ahlaki yargılarının da değişim göstermesi beklenmiyordu.

British Columbia Üniversitesi’nden başyazar Ian Hohm, Vox’a verdiği röportajda “Bu benim için kesinlikle şaşırtıcıydı” dedi:

“Çünkü bu bir davranış değil ve geçici bir duygu da değil. İnsanların neyin iyi, neyin kötü, neyin doğru ve neyin yanlış olduğuna dair karar verme biçimlerinin temel bir parçası.”

Ayrıca bulgular bazı önemli soruları da gündeme getiriyor. Bunların başında “İnsanlar neden ahlaki değerleri ilkbahar ve sonbaharda daha çok benimsiyor?” sorusu geliyor.

Öte yandan araştırma ekibi, ilkbahar ve sonbaharda insanlarda kaygının da zirveye çıktığını hatırlatıyor. Ekip 90.000’den fazla anket yanıtını analiz ettiklerinde bu eğilimi fark etti.

Buradan hareketle, ilkbahar ve sonbaharda kaygı seviyelerinin yükselmesinin, insanların sosyal gruplarına ve geleneklerine daha fazla bağlanmasına neden olduğu varsayılıyor.

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

Bilim İnsanlarından “Antarktika” Uyarısı: Hızla Yükseliyor

Antarktika kıtası, küresel ısınma nedeniyle, her geçen gün üzerindeki buz kütlesinin bir bölümünü kaybediyor. Yapılan yeni bir araştırma, bu durumun kıtanın hızla yükselmesine neden olduğunu ortaya koydu.

Kanada’daki McGill Üniversitesi’nden Natalya Gomez, “Yaklaşık 700 milyon kişinin kıyı bölgelerinde yaşadığı ve deniz seviyesindeki yükselmenin potansiyel maliyetinin bu yüzyılın sonuna kadar trilyonlarca dolara ulaşacağı düşünüldüğünde, Antarktika’daki buz erimesinin domino etkisini anlamak kilit önem taşıyor” dedi.

Bilim insanları Antarktika’nın hızla yükseldiğini tespit etti. Kıta, deniz seviyelerinin yükselmesine sanılandan daha fazla katkı sağlıyor olabilir.

Antarktika’daki buzulların erimesiyle deniz seviyelerinin yükseldiği ve küresel ısınmanın etkisiyle bu sürecin hızlandığı biliniyor. Ayrıca kıta bu yolla ağırlığını kaybettikçe yukarı çıkıyor ve beraberinde deniz seviyelerini de yükseltiyor.

Bunun nedeni Antarktika’nın kütleçekim kuvvetiyle mıknatıs gibi davranarak buzu muhafaza etmesi. Eriyerek kütlesini kaybettiğinde tutabildiği buz miktarı azalıyor ve okyanuslara daha fazla su bırakıyor.

Bu sürecin yarattığı etkiyi ölçmek isteyen araştırmacılar, Dünya mantosunun Antarktika buz tabakasının altındaki kısmını inceledi.

Science Advances adlı hakemli dergide yakın zamanda yayımlanan çalışmada kıtanın çok hızlı yükseldiği saptandı.

Ohio Eyalet Üniversitesi’nden jeolog Terry Wilson, ortak yazarı olduğu çalışma hakkında “Ölçümlerimiz Antarktika buz tabakasının tabanını oluşturan katı toprağın şaşırtıcı derecede hızlı bir şekilde şekil değiştirdiğini gösteriyor” diyerek ekliyor:

Kara parçasının, yüzeydeki buzun azalmasından kaynaklanan yükselmesi, binlerce yıl yerine onlarca yıl içinde gerçekleşiyor.

Araştırma ekibi daha sonra bir model oluşturarak kıtanın yükselmesinin uzun vadedeki etkilerini analiz etti.

Modele göre sera gazı salımlarının azaltılması ve küresel ısınmanın yavaşlatılması durumunda kıtanın yükselmesinin, deniz seviyelerinin yükselmesi üzerindeki etkisi yüzde 40 azaltılabilir.

Bilim insanları bu durumda, Antartika’nın kütle kaybının 2500’e gelindiğinde deniz seviyelerinin 1,7 metre yükselmesine neden olacağını söylüyor.

Ancak küresel ısınma ilerlemeye devam ederse aynı tarihe kadar 19,5 metrelik bir artış öngörüyorlar.

Massachusetts Üniversitesi’nden araştırmanın bir diğer yazarı Rob DeConto, “Bu çalışma, iklim değişikliğinin yükselen denizler üzerindeki etkilerini daha iyi tahmin etme ve etkili çevre politikalarına yön verme becerimizde çığır açıcı bir adım” diyor.

Kanada’daki McGill Üniversitesi’nden çalışmanın sorumlu yazarı Natalya Gomez de şu ifadeleri kullanıyor:

Yaklaşık 700 milyon kişinin kıyı bölgelerinde yaşadığı ve deniz seviyesindeki yükselmenin potansiyel maliyetinin bu yüzyılın sonuna kadar trilyonlarca dolara ulaşacağı düşünüldüğünde, Antarktika’daki buz erimesinin domino etkisini anlamak kilit önem taşıyor.

Araştırmacılar modelin bazı eksiklikleri olduğuna dair uyarıyor. Batı Antarktika’nın sismik verilerinin yer almaması dışında Grönland’ın deniz seviyelerine etkisini de hesaba katmıyor.

Yine de araştırmacılar, kıyı bölgelerinin tehdit altında olduğuna işaret eden bulguların, diğer çalışmalarla paralellik gösterdiğini belirtiyor. Makalede şu ifadeleri kullanıyorlar:

Bulgular, emisyonları düşük olmasına karşın deniz seviyesinin yükselmesine karşı daha hassas ülkelere yönelik iklim adaletsizliğini vurguluyor.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Samanyolu Galaksisinin Kaderi Tahmin Edilenden Daha Belirsiz!

Birbirine yaklaşık 2,5 milyar ışık yılı uzaklıkta yer alan Samanyolu ve Andromeda’nın çarpışma ihtimalinin yüzde 50 olduğunu öne sürülüyordu. Ancak, çarpışma ihtimalinin, düşünüldüğü kadar yüksek olmadığı saptandı.

Samanyolu ve Andromeda Galaksisi, Yerel Grup adlı galaksi kümesinin en büyük iki üyesi.

Bilim insanları Samanyolu ve Andromeda galaksilerinin çarpışma ihtimalinin, düşünüldüğü kadar yüksek olmadığını saptadı. Gökbilimciler uzun süredir iki galaksinin çarpışmasının kesin olduğunu varsayıyor. Yaklaşık 4 milyar yıl sonra gerçekleşeceği öne sürülen bu olayın ardından, iki gökada ve merkezlerindeki kara deliklerin birleşmesi bekleniyor.

Ancak Helsinki Üniversitesi’nden Till Sawala liderliğindeki uluslararası bir araştırma ekibi, 10 milyar yıl içinde böyle bir çarpışma yaşanma ihtimalinin yarı yarıya olduğunu öne sürdü. Samanyolu ve Andromeda, Yerel Grup adlı galaksi kümesinin en büyük iki üyesi. İlk başlarda yapılan tahminlerde sadece bu iki devasa yapı hesaba katılıyordu.

Birbirine yaklaşık 2,5 milyar ışık yılı uzaklıktaki bu iki galaksinin arasındaki mesafe, hızları ve kütlelerine dayanarak yapılan hesaplamalarda çarpışmanın kesin olduğu sonucuna varılıyordu. Sonraki yıllarda Yerel Grup’taki diğer iki büyük gökada olan Üçgen Galaksisi (M33) ve Büyük Macellan Bulutu (LMC) da tahminlere eklense de sonuç değişmiyordu.

Henüz hakem denetiminden geçmeyen ve ön baskı sunucusu arXiv’de yayımlanan yeni çalışmadaysa en güncel gözlemsel veriler dahil edildi.

Araştırmacılar, Samanyolu ve Andromeda’dan çok daha küçük iki galaksinin, Dünya’dan bakıldığında zaman içindeki hareketlerine dair en güçlü verileri inceledi. Ayrıca galaksilerin birbirleri üzerindeki kütleçekim etkisinin değişimi de hesaplamalara dahil edildi. Ancak daha da önemlisi, kesin olarak bilinemeyecek şeyleri de hesaba kattılar.

Daha sonra ellerindeki verileri ve belirsizlikleri bilgisayar simülasyonlarından geçiren ekip; iki cisim içeren (Samanyolu ve Andromeda), üç cisim içeren (Samanyolu, Andromeda ve diğer iki galaksiden biri) ve 4 cisim içeren (Samanyolu, Andromeda, M33 ve LMC) olasılıkları test etti.

Bilim insanları ilk senaryoya göre Samanyolu ve Andromeda’nın çarpışma ihtimalinin yüzde 50 olduğunu öne sürüyor. İki büyük galaksi ve LMC’nin olduğu durumda yüzde 33’e düşen risk, LMC’nin yerini M33’ün almasıyla yüzde 66’ya yükseliyor.

Araştırmacılar 4 galaksinin de hesaba katılması halinde 10 milyar yıl içinde bir çarpışma gerçekleşme ihtimalinin yüzde 50 çıktığını söylüyor. Bilim insanları yeni veri ve ölçümlerle bu ihtimallerin değişebileceğini belirtiyor. Ancak temelde, Samanyolu ve Andromeda’nın çarpışmasının kesin bir şekilde bilinemeyeceğini savunuyorlar.

Makalede, “Elimizdeki en son ve en kesin gözlemsel veriler kullanıldığında bile, Yerel Grup’un gelecekteki evrimi belirsiz” diye yazarak ekliyor: “Bu sonuca LMC’yi de dahil ederek ve daha da önemlisi ilk kez gözlemlenebilir verilerdeki ilgili belirsizlikleri göz önüne alarak ulaştık.”

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Dinozorları Öldüren Asteroitin Sıra Dışı Kökeni Bulundu

Yeni bir araştırma, 66 milyon yıl önce Dünya’ya çarpan ve canlıları yok eden Chicxulub Asteroiti’nin Dünya’ya ulaşmak için oldukça dolambaçlı bir yol izlediğini ortaya koydu.

Araştırma, Chicxulub Asteroiti’nin, Jüpiter’in yörüngesinin ötesinde, Güneş Sistemi’nin oluşumunun ilk dönemlerinde ortaya çıkan çok nadir karbonlu kondrit türde bir asteroit olduğunu ortaya çıkardı.

Dünya’ya 66 milyon yıl önce çarparak uçamayan dinazorlar da dahil olmak üzere yerküre üzerindeki canlıların yüzde 75’ini yok eden asteroitin, nereden geldiği ve nasıl oluştuğu ortaya çıktı.

Science Dergisi’nin internet sitesindeki habere göre, çalışmayı yürüten uluslararası araştırma ekibi, çarpmanın oluşturduğu yeryüzü katmanından alınan örneklerde eser miktarda rutenyum metali buldu.

Bulgular, dinozorların neslinin tükenmesine yol açan Chicxulub Asteroiti’nin, Jüpiter’in yörüngesinin ötesinde, Güneş Sistemi’nin oluşumunun ilk dönemlerinde ortaya çıkan çok nadir karbonlu kondrit türde bir asteroit olduğunu ortaya çıkardı.

Çalışmanın, Meksika’nın Yucatan Yarımadası’ndaki Chicxulub köyü yakınlarında, deniz yatağının altındaki çarpma kraterinde 2016’da yapılan araştırma ile uyumlu olduğu kaydedildi.

Karbonlu kondrit içeren asteroitlerin, Güneş Sistemi’nin oluşumunun hemen sonrasına yani 4,6 milyar yıl öncesine tarihlenen kalıntılar olduğu, Güneş’in sıcaklığıyla kolayca buharlaşabilen çok miktarda su, karbon ve diğer uçucu moleküller içerdiği biliniyor.

C-tipi asteroitlerin Dünya’ya ilk 1 milyar yıl boyunca çarptığı ve yaşamın oluşmasına yardımcı olabilecek su ve organik molekülleri sağladığı düşünülüyor.

Gezegenlerin çekim kuvvetlerinin, halen Mars ve Jüpiter arasındaki asteroit kuşağının dış bölgelerinde bulunan söz konusu asteroitleri Güneş sisteminin iç bölgelerine yönlendirdiği, Chicxulub asteroitine yakın büyüklükteki asteroitlerin ise her birkaç yüz milyon yılda bir Dünya’nın yörüngesiyle kesişecek yörüngelere fırlatılabileceği kaydediliyor.

(Kaynak: Sputnik)

Paylaşın

Mars’ta “Su Okyanusları” Bulundu

Mars’ın iç yapısını inceleyen bilim insanları, gezegenin kabuğunun 10 ile 20 km. derinliğinde, yüzeyindeki okyanusları dolduracak kadar, büyük yeraltı su rezervuarı keşfetti.

Mars’ın kutuplarında donmuş su ve atmosferde buhar belirtileri daha önce bulunmuştu, Kızıl Gezegen’de ilk defa sıvı suyun varlığı keşfedildi.

Baş araştırmacı Dr. Vashan Wright, “Mars’taki su döngüsünü anlamak, iklimin, yüzeyin ve iç mekanın evrimini anlamak açısından kritik önem taşıyor” dedi ve ekledi: Yararlı bir başlangıç ​​noktası, suyun nerede olduğunu ve ne kadar olduğunu belirlemektir.

Bilim insanları Mars’ta, gezegenin kayalık dış kabuğunun derinliklerinde sıvı su rezervuarı keşfetti. Bulgular, NASA’nın 2018’de gezegene inen Insight Lander keşif aracından alınan verilerin yeni bir analizine dayanıyor.

Insight Lander, dört yıl boyunca Kızıl Gezegen’in derinliklerinde meydana gelen titreşimleri kaydeden bir sismometre taşıyordu. Bu depremlerin ve gezegenin tam olarak nasıl hareket ettiğinin analizi, sıvı suyun “sismik sinyallerini” ortaya çıkardı.

Mars’ın kutup dairlerinde donmuş su ve atmosferinde buhar olduğuna dair kanıtlar bulunmuştu, ancak gezegende sıvı su bulgularına ilk kez rastlandı.

Bulgular, ABD merkezli Ulusal Bilimler Akademisi Bildirileri’nde yayınlandı.

Insight’ın bilimsel görevi inişinden dört yıl sonra, Aralık 2022’de sona erdi. Bu süre zarfında, robotik uzay aracı 1.319’dan fazla deprem kaydetti.

Bilim insanları sismik dalgaların ne kadar hızlı hareket ettiğini ölçerek, bu dalgaların geçme olasılığının en yüksek olduğu maddeyi tespit etti.

Araştırmaya katılan, California Üniversitesi’nden Profesör Michael Manga, “Aslında bunlar Dünya’da su veya petrol ve gaz aramak için kullandığımız tekniklerle aynı” dedi.

Analiz, Mars kabuğunda yaklaşık 10 ila 20 km derinlikte su rezervuarları olduğunu ortaya koydu.

UC San Diego Scripps Oşinografi Enstitüsü’nden baş araştırmacı Dr. Vashan Wright, “Mars’taki su döngüsünü anlamak, ikliminin, yüzeyinin ve içinin evrimini anlamak için kritik öneme sahip” dedi.

Profesör Manga, suyun “bir gezegenin evrimini şekillendiren en önemli molekül” olduğunu belirtti. Bu bulgunun, “Mars’ın bütün suyu nereye gitti?” sorusunu yanıtladığını söyledi.

Mars’ın yüzeyine dair çalışmalar, antik çağlarda gezegende nehirler ve göller olduğunu gösteriyor. Ancak üç milyar yıl boyunca bir çöldü.

Bu suyun bir kısmı Mars atmosferini kaybettiğinde uzayda kayboldu. Ancak Dünya’daki suyun büyük ölçüde yeraltında olduğunu söyleyen Profesör Manga, “Mars’ta da durumun böyle olmaması için hiçbir neden yok” diyor.

Insight aracı yalnızca bulunduğu yerin altındaki kabuğa ilişkin kayıt yapabildi, ancak araştırmacılar gezegenin her yerinde benzer rezervuarlar olabileceğini söylüyor.

Bu doğruysa, Mars’ın yüzeyinde 800 metreden daha derin bir tabaka oluşturacak kadar sıvı su olduğu tahmin ediliyor.

Ancak Mars’taki yeraltı suyunun yerinin, Mars’a yerleşme planları olan ve bu sudan yararlanmak isteyebilecek milyarderler için iyi bir haber olmadığını belirtiyorlar.

Profesör Manga bunun nedenini sıvı suyun “yer kabuğunun 10-20 km derinliğinde” olmasına bağlıyor. BBC’ye yaptığı açıklamada, “Mars’ta 10 km derinlikte bir delik açmak, (Elon) Musk için bile zor olurdu” diyor.

Bu keşif, Mars’ta bir zamanlar yaşam olduğuna dair kanıt bulmak için devam eden araştırmalara yol gösterici olabilir.

Manga, “Sıvı su olmadan yaşam olmaz” dedi. “Yani Mars’ta yaşanabilir ortamlar varsa, bunlar şu anda yerin derinliklerinde olabilir.”

(Kaynak: BBC Türkçe)

Paylaşın

Dikkat Çeken Keşif: “Hobbit” İnsanların Varlığı Doğrulandı

İnsanın gelişimine ilişkin her gün yeni bir şeyler keşfediliyor. Yakın zamanda ortaya çıkarılan bir ayak izi, insanların düşündüğünden yaklaşık 30 bin yıl daha önce yürümeye başladığını ortaya koymuştu.

Şimdi ise, “hobbitler” olarak adlandırılan ilk homininlerin, sanılandan daha kısa olduğu ortaya çıktı. Endonezya’daki bir adada keşfedilen diş ve kemiklere odaklanan yeni bir araştırma, ilk homininlerin daha önce düşünülenden beş santim daha kısa olduğunu ortaya koydu.

İnsanlık tarihine dair heyecan verici bir keşif, İngiliz yazar J.R.R. Tolkien’in Yüzüklerin Efendisi adlı fantastik kitap serisiyle tanınır hale gelen hobbitlerin bir zamanlar inandığımız kadar hayali olmayabileceğini ortaya koydu.

Endonezya’nın ücra bir adası olan Flores’te gerçekleştirilen son kazılar, küçük bir üst kol kemiği parçasını ortaya çıkardı ve yapılan analizler, bunun sadece üç fit (0,9 metre) boyunda olan bir ön insanın varlığına dair bir kanıt olduğunu doğruladı.

Yirmi yıl önce adada yer alan Liang Bua mağarasında çalışan arkeologlar, resmi olarak Homo floresiensis olarak bilinen üç buçuk fit (1,07 metre) boyunda bir ön insan türünün fosillerini bulmuştu. Bu türe “hobbit” lakabı takılmıştı.

Ancak bu yeni kalıntılar 2,4 inç (6 santimetre) daha kısa bir figüre işaret ediyor, ki bu da muhtemelen şimdiye kadar bulunanların en küçüğü.

Tokyo Üniversitesi’nden çalışmaya katılan Profesör Yousuke Kaifu, “O kadar küçüktü ki normalde bir çocuk olabilirdi ancak Homo floresiensis’in küçük olduğunu ve küçük dişleri ve çeneleri olduğunu biliyorduk, bu yüzden doğrulamamız gerekiyordu,” dedi.

“Sonuçlar şaşırtıcıydı. Sonuçlardan onun bir yetişkin olduğu çok açıktı. Kesin sonuç karşısında mutluluk ve heyecan gibi karışık duygular yaşadım.”

Daha fazla araştırma, bu bireylerin insanın evrimsel öyküsünde nereye denk geldiğini ve nasıl bu kadar küçük olacak şekilde evrimleştiklerini belirleyecek.

“Daha da ilginç olan şey, (Homo floresiensis) aynı küçük boyutta kalmış olması. Liang Bua’nın 60.000 yaşında olduğu düşünülürse, bu, büyük bir evrim geçirmeden muhtemelen 600.000 yıl boyunca aynı boyutta kaldığı anlamına gelebilir,” diyen Kaifu, sözlerini şöyle sürdürdü: “Kıtadayken beynin boyutu büyüyor ve buna bağlı olarak vücut da büyüyor, bu da Homo sapiens’in ortaya çıkmasına yol açıyor. Bu gerçekleşirken, dünyanın diğer tarafında bir insan türü tamamen farklı bir kaderi yaşıyordu.”

Bulguların tamamı Nature Communications dergisinde yayımlandı.

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

Mars’da Yaşamın Olası İzleri Bulundu

NASA’nın Mars keşif aracı Perseverance, Kızıl Gezegen’deki bir kayada eski dönemlere ait olası yaşam izlerini bulmuş olabilir. Araştırma ekibindeki bilim insanları temkinli olmayı sürdürüyorlar. 

NASA ekibinden Kathryn Stack Morgan, incelenen taştaki biyolojik kökeni olabilecek izlere işaret ederek şöyle diyor: Şunu diyoruz “Mars’taki muhtemel bir biyoimzaya sahibiz.”

NASA’nın Perseverance adlı keşif aracından gelen bulgularla çalışan bilim insanları, Mars’ta hayat izi bulduklarını henüz iddia edemese de heyecanlı.

Zira Cheyava Falls adını verdikleri, 60’a 90 santimetre boyutlarındaki kayada, milyarlarca yıl önce Mars’ta yaşamın var olduğunu gösterebilecek izler gördüler. Bu izleri, gezegenin hâlâ sıcak ve sulara sahip olduğu dönemdeki mikroplar yaratmış olabilir.

Bilim insanları fosilleşmiş organizmaya dair bir emare görmese de NASA ekibinden Kathryn Stack Morgan, incelenen taştaki biyolojik kökeni olabilecek izlere işaret ederek şöyle diyor: Şunu diyoruz “Mars’taki muhtemel bir biyoimzaya sahibiz.”

NASA görevinde çalışan bilim insanlarından Kenneth Farley de şu yorumu yapıyor: Şimdiye kadar topladığımız taşlar arasında en ilgi çekicisi. Eğer Dünya’ya getirilebilirse Mars’ta yaşamın hiç görülüp görülmediğine dair soruyu cevaplandırma potansiyeline sahip.

Perseverance, incelediği kayada organik moleküller saptadı. Ayrıca kalsiyum sülfata rastlandı ki akan suyun belirtisi olarak görülüyor. İkisi de hayatın yapıtaşlarının Kızıl Gezegen’de olabileceğini gösteriyor.

Kayadaki leopar desenine benzeyen bir milimetre çapındaki izlerin etrafındaki siyah halkalar da demir fosfat içeriyor. Bu leopar desenine yol açan kimyasal reaksiyonların, mikropların yaşamasını sağlayacak enerjiyi de vermiş olabileceği düşünülüyor.

Perseverence ekibinden Morgan Cable, “Daha önce bu üç şeyi Mars’ta bir arada hiç görmemiştik” diyor.

Bilim insanları, Mars’ın atmosfer, iklim ve akan sulara sahip olduğu dönemde canlı yaşamının olup olmadığını anlamak için bu gezegendeki kayaları inceliyor.

Kızıl Gezegen’deki bu kayanın gelecek yıllarda Dünya’ya getirilerek daha yakından incelenmesi umuluyor. Zira Mars’taki yaşam ihtimaline dair kesin bir şey söylemek için buna ihtiyaç var.

Dr. Kathryn Stack Morgan, “Bence listenin başında bu örnek var” diyerek son keşfin Dünya’ya getirilmesinin önemini vurguluyor.

Ancak örneklerin Mars’tan taşınmasının önünde engeller var. NASA Yöneticisi Bill Nelson, nisanda konuyla ilgili şöyle konuşmuştu: İşin özü şu ki, 11 milyar dolar çok büyük bir maliyet ve 2040’a kadar örnekleri getirememek de kabul edilemeyecek kadar uzun bir süre anlamına geliyor.

NASA örneklerin daha ucuza ve daha hızlı getirilmesi için özel şirketlere başvursa da henüz kayda değer bir sonuç çıkmadı.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Bilim İnsanları Çok Nadir Bir Kara Delik Keşfetti

Bilim insanları, Samanyolu Galaksisi’nin merkezine yakın bir yerde nadir bir kara delik keşfetti. Büyük kütleli yıldızların ölümünün ardından ortaya çıkan kara delikler, evrenin en esrarengiz oluşumlarından biri.

Araştırmanın başyazarı Florian Peißker, “İlk başta alışılmadık derecede ağır bir yıldız olduğu düşünülüyordu. Ancak yüksek çözünürlüklü verilerle artık merkezde orta kütleli bir kara deliğin bulunduğu bir yapıtaşı bileşimi olduğunu doğrulayabiliyoruz” dedi.

Samanyolu Galaksisi’nin merkezine yakın bir yerde nadir bir kara delik keşfedildi. Bilim insanları bu cismin, kara delik evrimine dair uzun süredir devam eden bir gizemi aydınlatmasını umuyor.

Büyük kütleli yıldızların ölümünün ardından ortaya çıkan kara delikler, evrenin en esrarengiz oluşumlarından biri. Keşfedilmelerinin ardından geçen 50 yıldan uzun sürede haklarında pek çok şey öğrenilse de hâlâ cevaplanmayı bekleyen en az bir o kadar soru var.

Bunlardan biri de süper kütleli kara deliklerin oluşum süreci. Tek bir yıldızın meydana getirebileceği en büyük kara deliğin, Güneş’in yaklaşık 80 katı kütleye sahip olabileceği düşünülüyor.

Birden fazla kara deliğin zaman içinde birleşmesiyle oluşan süper kütleli kara deliklerse Güneş’in milyonlarca, hatta milyarlarca katı kütleye ulaşabiliyor. 100 ila 100 bin Güneş kütlesine sahip olanlarsa orta kütleli kara delik sınıfına giriyor.

Bugüne kadar çok az sayıda orta kütleli kara delik keşfedilmesi, bu cisimlerin çok yüksek kütlelere ulaşma sürecinin net bir şekilde anlaşılmasını engelliyor.

The Astrophysical Journal adlı hakemli dergide 18 Temmuz’da yayımlanan çalışmayı yürüten ekip, bu sır perdesini aralayabilecek önemli bir adım attı.

Samanyolu’nun merkezinden yaklaşık 0,1 ışık yılı uzaktaki yıldız kümesi IRS 13’ü gözlemleyen bilim insanları beklenmedik bir şeyle karşılaştı: Buradaki yıldızlar şaşırtıcı derecede düzgün bir örüntüde ilerliyordu.

Yaklaşık 25 yıl önce keşfedilen IRS 13 de başlı başına bir merak konusu. İlk başta tek bir yıldız sanılan sistemin, sonraki gözlemlerle aslında küçük ve yoğun bir yıldız kümesi olduğu ortaya çıkmıştı.

Galaksinin merkezindeki süper kütleli kara delik Sagittarius A*’ya (SgrA*) bu kadar yakın bir sistemin nasıl bozulmadan durduğu bilim insanlarının kafasını kurcalıyor.

Şili’deki Çok Büyük Teleskop ve diğer aygıtlarla IRS 13’ü inceleyen araştırmacılar, kümedeki yıldızların düzensizce, rasgele bir şekilde hareket etmesini bekliyordu.

Fakat düzenli bir hareket gören bilim insanları bunun iki açıklaması olabileceğini söylüyor: Ya galaksinin merkezindeki süper kütleli kara delik SgrA*, buradaki cisimlerin yörüngesini etkliyor ya da yıldız kümesinde orta kütleli bir kara delik var.

Gözlemler ve bilgisayar modellerinden yararlanan araştırmacılar, ikinci seçeneğin daha muhtemel olduğu sonucuna vardı.

IRS 13’ün hareketlerini inceleyen ekip, kümeyi bir arada tuttuğu düşünülen yoğun bir cismin yaklaşık konumunu hesapladı. Bu bölgede X-ışınları ve iyonize gazdan oluşan ve saniyede yaklaşık 130 kilometre hızla dönen bir halka gözlemlediler.

Bilim insanları halkanın merkezinde bulunduğu varsayılan cismin kütlesinin de Güneş’in 30 bin katı olduğunu hesapladı. Hem bu veriler hem de IRS 13’ün çok yüksek bir yoğunluğua sahip olması, içinde bir orta kütleli kara delik bulunduğuna işaret ediyor.

Makalenin başyazarı Florian Peißker şu ifadeleri kullanıyor: IRS 13, merkezdeki kara deliğimiz SgrA*’nın büyümesinde temel bir yapıtaşı gibi görünüyor.

Bulguların doğrulanması için daha fazla gözleme ihtiyaç var. Fakat halihazırda bilim insanları SgrA* ve diğer süper kütleli kara deliklerin nasıl bu kadar büyüdüğüne dair bazı soruları cevaplayabilir.

Peißker “Bu büyüleyici yıldız kümesi yaklaşık 20 yıl önce keşfedildiğinden beri bilim camiasını şaşırtmaya devam ediyor” diyerek ekliyor: İlk başta alışılmadık derecede ağır bir yıldız olduğu düşünülüyordu. Ancak yüksek çözünürlüklü verilerle artık merkezde orta kütleli bir kara deliğin bulunduğu bir yapıtaşı bileşimi olduğunu doğrulayabiliyoruz.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın