Karıncaları Olağanüstü Kazıcılar Yapan Nedir?

Karıncalar hakkında bildiğimiz bir şey varsa, o da, karmaşık bir tünel ağıyla birbirine bağlanan çok katmanlı yuvalar inşa edebilen olağanüstü kazıcılar olduklarıdır. Şimdi, bir grup araştırmacı, karıncaların tünellerini inşa etme sürecini daha iyi anlamak için X-ışını görüntülemeyi kullandı; bulgular inanılmaz.

Haber Merkezi / Bilim insanları, uzun zamandır karıncalarla ilgileniyorlar ve kolektif davranışlarını inceliyorlar. Karıncalar, kolonilerini korumak için kendilerini verimli bir toplulukta örgütleyebilen sosyal böceklerdir; birbirinden iyi aralıklı birkaç karınca birey gibi davranırken, birbirine yakın bir grup karınca daha çok katı ve sıvı özelliklere sahip tek bir birim gibi davranır.

California Teknoloji Enstitüsü’nde (Caltech) bir mühendis olan José Andrade, karınca yuvası sanatı örneklerini gördükten sonra tünel karıncalarını daha fazla keşfetmek için harekete geçti. Bir karınca yuvasının örneğini gördüğünü ve ne muhteşem bir yapı diye düşündüğünü söyleyen Andrade, “Karıncaların nasıl kazılacağını bilip bilmediğini merak ettim” dedi.

Andrade, araştırmaya nasıl başladıklarına ilişkin yaptığı açıklamada “Ne yaptıklarını bilip bilmediklerini sormak için hiçbir karıncayla görüşmedik, ancak kasıtlı bir şekilde kazdıkları hipoteziyle başladık” ifadelerini kullandı.

Uzun bir süreç

İlk adım, karıncaları yetiştirmek ve onlarla nasıl çalışılacağını öğrenmekti. Ancak bir yıldan fazla süren çok uzun bir ilk adımdı. Karıncaların daha sonra bir X-ray görüntüleyiciye yüklenecek olan küçük toprak kaplarını kazmasını sağlamak için çok fazla deneme yanılmaya neden oldu.

Araştırma sırasında karıncaların kaprisli olduklarını öğrendiklerini belirten Andrade, “Bu karıncaları bir kaba koyduğumuzda, bazıları hemen kazmaya başlardı ve inanılmaz ilerlemeyi sağlarlardı. Bazıları ise, saatler hiç kazmıyorlardı. Bazıları da bir süre kazıyor ve sonra durup ara veriyordu” dedi.

Sonunda her şeyi ayarladıklarında, araştırmacılar bardakları alıp içindeki tüm tünellerin 3 boyutlu taramasını yaratan bir teknik kullanarak röntgen çekti. Bu, simülasyonlar oluşturmalarına ve karıncaların tünellerini yüzeyin daha da altına genişlettiklerinde kaydettikleri ilerlemeyi göstermelerine ve davranışlarında birkaç kalıp belirlemelerini sağladı.

Karıncalar, tünellerini bardakların iç kısmı boyunca kazdılar; mümkün olduğunca düz ve dik olarak, durma açısı olarak bilinen noktaya kadar. Bu, taneli bir malzemenin çökmeden önce yığılabileceği en dik açıdır. Araştırmacılar ayrıca tünellerin fiziği hakkında bir şeyler keşfettiler. Karıncalar toprak tanelerini çıkarırken, tünel içindeki ve çevresindeki parçacıkların tüm fiziksel etkileşimlerini değiştiriyorlar.

Peki ya ilk hipotezleri? Karıncalar gerçekten ne yaptıklarını biliyorlar mı? Araştırmaya göre öyle değil. Andrade, araştırmanın sonucuna ilişkin yaptığı değerlendirmede, “Kumda sistematik olarak yumuşak noktalar aramadılar. Aksine, fizik yasalarına göre kazmak için çalıştılar” ifadelerini kullandı. Araştırma PNAS dergisinde yayınlandı.

Paylaşın

Cep telefonuna ara vermek için 5 neden

Akıllı telefonların hayatımızı kolaylaştırdığı inkar edilemez. Dünyanın öbür ucunda oturan bir insanla sadece bir tuşa dokunarak iletişime geçebiliyor ve internetten her türlü bilgiyi saniyeler içinde bulabiliyoruz. Bir başka gerçek de, cep telefonlarının ciddi sağlık riskleriyle karşı karşıya getirmesidir.

Haber Merkezi / Cep telefonlarında uzun süre gezinmek, boyun rahatsızlıklarına ve kuru gözlere neden olabilir. Cep telefonlarının verdiği sağlık hasarları sadece fiziksel sağlığınızla sınırlı kalmaz. Çevrimiçi ortamda çok fazla kalmak stres düzeyini ve güvensizliği artırabilir. İşte cep telefonlarına ara vermek için beş geçerli neden;

Gözlerinize zarar verir;

İnsan gözleri oldukça hassastır ve cep telefonunun mavi ekranı, sınırlı kullanılmadığı takdirde kolayca gözlere zarar verebilir. Cep telefonu ekranı fotoreseptör hasarına, baş ağrısına, bulanık görmeye ve hatta kuru gözlere neden olabilir. Belirtilerden herhangi birini yaşıyorsanız, cep telefonunuzun bunlardan sorumlu olma ihtimali vardır. Gözlerinize için bir mola verin, sizden 20 m uzaktaki bir şeye odaklanın ve cep telefonunun verdiği hasarı en aza indirmek için düzenli olarak göz kontrolü yapın.

Karpal tünel ve selfie bilek sorunu;

Akıllı telefonunuzu günde 5-6 saat kullanırsanız ileride bu rahatsızlıklardan muzdarip olabilirsiniz. Araştırmalar, hem karpal tünel hem de selfie bilek rahatsızlığının gençler arasında büyüyen bir sorun olduğunu gösteriyor. Bu rahatsızlıklar bilek ağrısı, uyuşma, karıncalanma hissi ve iğne batması gibi sorunlara yol açabilir. Belirtilerden herhangi birini yaşıyorsanız, doktorunuzla görüşün ve ekran sürenizi azaltın. Sırt ağrısı ve boyun ağrısı, aşırı cep telefonu kullanımıyla ilişkili diğer sorunlardır.

Cilt çatlaklarına neden olabilir;

Cep telefonlarının çeşitli mikrop ve bakterilere ev sahipliği yaptığını gösteren birkaç çalışma var. Bu patojenler cildinize bulaşabilir ve cilt ve diğer sağlık sorunlarına yol açabilir. Telefonu kulaklarınıza veya yanağınıza yakın tuttuğunuzda, mikroplar cildinize geçer ve cilt lekelerine ve sivilcelerin çıkmasına neden olabilir. Erken yaşlanma bile aşırı cep telefonu kullanımının bir işaretidir. Riski azaltmak için telefonunuzu düzenli olarak alkollü mendillerle temizleyin.

Uyku düzeninizi bozabilir;

Vücudunuzun normal ve sağlıklı bir şekilde çalışabilmesi için düzenli olarak 7-8 saat uyumanız gerekir. Ancak aşırı cep telefonu kullanımı nedeniyle birçok kişi uykusuzluk sorunu ile karşı karşıya kalmaktadır. Ya cep telefonlarının ekranına bakarak uyukluyorlar ya da yatma saatinden sonra dönüp duruyorlar. Düzensiz bir uyku düzeni sizi huysuz yapabileceği gibi aşırı yemek yemenize de neden olabilir.

Stresli hissetmenize neden olabilir;

Cep telefonlarının sizi daha stresli hissettirmesinin iki nedeni vardır. Birincisi uykusuzluktan, ikincisi internetten aşırı bilgi tüketiminden dolayı. İster sosyal medya hesabınızda, ister internette geziniyor olun, ikisi de zamanla bunalmış hissetmenize neden olabilir ve kortizol seviyesini yükseltebilir. Cep Telefonu bağımlılığı ayrıca kaygı, depresyona da yol açabilir.

Gün boyu cep telefonuna bakmaktan kaçınmak kesinlikle kolay değil. Bu nedenle, ekran başında geçirdiğiniz süreyi kısaltmanıza yardımcı olacak bazı temel kurallar belirleyin:

  • Yemek yerken telefonunuzu göremeyeceğiniz bir yere koyun
  • Sabah ilk iş olarak telefonunuza bakmayın
  • Yatmadan önce sosyal medya zaman gezinmeyin
  • Yatmadan en az 3 saat önce cep telefonunu kullanmayı bırakın
Paylaşın

Mars’ta Koloni Kurmanın Anahtarı: Mağara Girişleri

Mars’ın bu kadar ıssız, çorak bir manzara olmasının nedenleri var. Ne kalın bir atmosfere ne de bir manyetik alana sahip olan Kızıl Gezegenin yüzeyi, Dünya’da görülenden 900 kat daha fazla radyasyonla her gün bombalanıyor. Ancak bazı yerler korunaklı. Yeni araştırmalar, mağara girişlerinin normalde Mars’ı vuran zararlı radyasyondan korunduğunu buldu.

Haber Merkezi / Bu, onları hem gelecekteki yerleşim yerleri hem de uzaylı yaşam belirtileri aramak için yapılan robotik görevler için ideal hale getirebilir. Son on yıldaki uzay araştırmalarındaki inanılmaz ilerlemelere rağmen, bu yüzyılda Mars’a yerleşme fikrini ciddiye alacaksak, üstesinden gelinmesi gereken birçok zorluk var. Tabii tek yönlü intihar görevlerinden hoşlanmıyorsak!

Mars’a ayak basmaya cesaret edecek kadar cesur herhangi bir astronotu öldürecek çevresel tehlikeler açısından sıkıntısı yok. Birincisi, gezegen Dünya’nın deniz seviyesindeki basıncının sadece %0.7’sine sahip, yani Mars’a gidecek herhangi bir insan tam basınçlı bir elbise giymeli veya basınç kontrollü bir odanın içinde durmalı, aksi halde oksijen kan dolaşımından akmaz, vücut şişer ve kanar.

Sonra birde radyasyon sorunu var. Mars, Güneş’e Dünya’dan daha uzaktadır ve Dünya’daki benzer bir görülen görülen metrekare başına enerjinin kabaca %60’ını alır. Ancak Mars’ın enerjik parçacıkları saptıracak bir manyetik alanı olmadığından, kağıt inceliğinde atmosferle birleştiğinde, yüzeyi Dünya’dan çok daha yüksek radyasyon seviyelerine maruz kalmakta. Ayrıca, kozmik ışınlara ve güneş rüzgarına da düzenli maruz kalmanın yanı sıra, güçlü güneş patlamaları nedeniyle ara sıra ölümcül radyasyon patlamaları da maruz kalmakta.

Mars Odyssey sondası tarafından yapılan ölçümler, Mars’ta devam eden radyasyon seviyelerinin, Uluslararası Uzay İstasyonunda astronotların deneyimlediğinden en az 2,5 kat daha yüksek olduğunu gösteriyor. Bu, günde yaklaşık 22 milirad eder ve bu da yılda 8000 milirad (8 rad)’a eşittir. Karşılaştırma için, yeryüzündeki insanlar ortalama 0,62 rad/yıl’a maruz kalmaktadır.

Kızıl Gezegeni kolonileştirmeye yönelik herhangi bir girişim, radyasyona maruz kalmanın minimumda tutulmasını sağlayacak önlemler gerektirecektir. Şimdiye kadar önerilen fikirlerin bazıları, seramikle kaplanmış şişirilebilir modüller kullanılarak doğrudan zemine inşa edilmiş habitatları veya hatta yer üstü habitatları içeriyor.

“Yeterli koruma sağlayabilir”

Ancak, halihazırda mevcut olan doğal barınaklardan yararlanmak daha iyi bir fikir olabilir. Mars, yüzeyinde derin çukurlar, mağaralar ve lav tüpü yapıları bulunmakta. İspanya Ulusal Havacılık ve Uzay Teknolojisi Enstitüsü’nde Daniel Viúdez-Moreiras liderliğindeki araştırmacılar tarafından yapılan yeni bir araştırmaya göre , bu mağaraların çoğu insan yerleşimcilere yeterli koruma sağlayabilir.

Araştırmacılar, mağaralar ve girişleri, çoğunlukla yüzeyde bulunan zararlı iyonlaştırıcı ve iyonlaştırıcı olmayan radyasyondan doğal korumaları nedeniyle, yaşam kanıtlarını koruyabilecek yaşanabilir ortamlar ve bölgeler olarak önerdiler.

Araştırmacılar, “Mağara girişlerinin sayısal simülasyonları, yıl boyunca ve gezegenin herhangi bir yerinde, hem maksimum anlık hem de kümülatif dozlarda UV radyasyonunda iki büyüklükten daha fazla bir azalma olduğunu gösteriyor” dedi.

Araştırmacılar, Mars mağaralarındaki UV radyasyon seviyelerinin bazı durumlarda yüzeyde bulunan değerlerin ~%2’si olduğunu buldular.

Dahası, aktif radyasyon miktarı, Dünya benzeri fotosentez için gereken minimumdan hala daha yüksektir. Başka bir deyişle, mağara girişleri hem insanları hem de bitki besin kaynaklarını barındırabilir. Bununla birlikte, kanserle ilişkili elektromanyetik radyasyon türü olan iyonlaştırıcı radyasyonun UV radyasyonu ile aynı şekilde engellenip engellenmediği açık değildir.

Viúdez-Moreiras, “İyonlaştırıcı radyasyon, UV radyasyonu ile tam olarak aynı davranışı göstermiyor. Ancak, iyonlaştırıcı radyasyonun çukur kraterlerde ve mağara tavan pencerelerinde de güçlü bir şekilde zayıflamasını bekliyoruz” dedi.

“Tharsis şehri”

Mars Odyssey’in termal emisyon görüntüleme sistemi (THEMIS) ile birlikte Mars Reconnaissance Orbiter Context Camera sistemi (CTX) gibi cihazlar tarafından son birkaç on yılda kaydedilen yüksek çözünürlüklü yüzey görüntüleme verileri , Tharsis çıkıntısının en iyi bölge olabileceğini düşündürmektedir.

Mars’taki mağara adayları. Arsia Mons, Pavonis Mons ve Ascraeus Mons olmak üzere üç devasa kalkan volkanı da içeren bu bölgede 1000’den fazla uygun mağara tespit edilmiştir. Tharsis şehri, Mars’taki ilk insan yerleşimi için harika bir isim gibi görünüyor.

Paylaşın

Jüpiter’in ‘Enerji Krizinin’ Arkasındaki Sır

Yeni bir araştırma, Jüpiter’in onlarca yıldır gökbilimcileri şaşırtan ‘enerji krizinin’ çözümünü ortaya çıkardı. Gökbilimciler, gaz devinin üst atmosferinin ayrıntılı bir küresel haritasını oluşturdular ve Jüpiter’in güçlü auroralarının gezegen çapında ısıtma sağlamaktan sorumlu olduğunu doğruladılar.

Haber Merkezi / Nature’da yayınlanan yeni araştırma , Jüpiter’in on yıllardır astronomları şaşırtan ‘enerji krizi’nin çözümünü ortaya çıkardı.

Hawai’deki Keck Gözlemevi’nden gelen verileri kullanan gökbilimciler, gaz devinin üst atmosferinin en ayrıntılı ancak küresel haritasını oluşturdular ve ilk kez Jüpiter’in güçlü auroralarının gezegen çapında ısıtma sağlamaktan sorumlu olduğunu doğruladılar.

Araştırma ekibinden Dr James O’Donoghue, araştırmaya ilişkin yaptığı değerlendirmede, “İlk olarak Leicester Üniversitesi’nde Jüpiter’in en üst atmosferinin küresel bir ısı haritasını oluşturmaya çalıştık. Sinyal, o zamanlar Jüpiter’in kutup bölgelerinin dışında herhangi bir şeyi ortaya çıkaracak kadar parlak değildi, ancak bu çalışmadan öğrendiğimiz derslerle bunu başardık.” ifadelerini kullandı.

Açıklamasına, “Keck teleskopunu kullanarak olağanüstü ayrıntılı sıcaklık haritaları ürettik. Önceki çalışmalardan beklendiği gibi, aurora içinde sıcaklıkların çok yüksek başladığını gördük, ancak şimdi Jüpiter’in aurora alanının yüzde 10’dan daha azını kaplamasına rağmen gözlemleyebiliyoruz. gezegen, her şeyi ısıtıyor gibi görünüyor” ifadeleriyle devam eden O’Donoghue, “Bu araştırma, Leicester’da başladı ve Japonya’daki JAXA’da sona ermeden önce Boston Üniversitesi ve NASA’da devam etti. NASA’nın Jüpiter yörüngesindeki Juno uzay aracından ve JAXA’nın bir gözlemevi olan Hisaki uzay aracından elde edilen veriler bu çalışmayı başarılı kıldı” dedi.

Araştırma ekibindeki bir diğer gök bilimci Dr Stallard’da araştırmaya ilişkin şunları söyledi; Dev gezegenin tepesindeki ince atmosferde çok uzun süredir devam eden bir bilmece var. Son 50 yılda, her Jüpiter uzay görevinde, yer tabanlı gözlemlerle birlikte, sürekli olarak ekvator sıcaklıklarını çok fazla sıcak olarak ölçtük.

Bu ‘enerji krizi’ uzun süredir devam eden bir sorundu; modeller, auroradan ısının nasıl aktığını düzgün bir şekilde modelleyemiyor mu, yoksa ekvator yakınında bilinmeyen başka bir ısı kaynağı var mı? Bu araştırma, bu bölgeyi benzeri görülmemiş bir ayrıntıyla nasıl haritaladığımızı açıklıyor ve Jüpiter’de ekvatoral ısıtmanın doğrudan auroral ısıtma ile ilişkili olduğunu gösterdi.”

Aurora, yüklü parçacıklar bir gezegenin manyetik alanına yakalandığında meydana gelir. Bunlar, ışık ve enerjiyi serbest bırakmak için atmosferdeki atomlara ve moleküllere çarparak gezegenin manyetik kutuplarına doğru alan çizgileri boyunca spiraller çizerler. Jüpiter’de, volkanik uydusu Io’dan fışkıran malzeme, Güneş Sistemi’ndeki en güçlü auroraya ve gezegenin kutup bölgelerinde muazzam ısınmaya yol açıyor.

Jovian auroraları uzun zamandır gezegenin atmosferini ısıtmak için başlıca aday olmasına rağmen, gözlemler şimdiye kadar bunu doğrulayamamıştı. Üst atmosferik sıcaklığın önceki haritaları, yalnızca birkaç pikselden oluşan görüntüler kullanılarak oluşturulmuştur. Bu, gezegen genelinde sıcaklığın nasıl değişebileceğini görmek için yeterli bir çözünürlük değildi, sadece ekstra ısının kaynağına dair birkaç ipucu veriyordu.

Araştırmacılar, farklı uzamsal çözünürlüklerde atmosferik sıcaklığın beş haritasını oluşturdular; en yüksek çözünürlüklü harita, iki derece boylam ‘yüksek’ ve iki derece enlem ‘geniş’ kareler için ortalama sıcaklık ölçümünü gösteriyor. Gök bilimciler 10.000’den fazla bireysel veri noktasını taradı, yalnızca yüzde beşten daha az bir belirsizliğe sahip noktaları haritaladı.

Gaz devlerinin atmosferlerinin modelleri, ekvatordan kutuplara doğru çekilen ve kutup bölgelerinde alt atmosferde biriken ısı enerjisiyle dev bir buzdolabı gibi çalıştıklarını öne sürüyor. Bu yeni bulgular, hızla değişen auroraların, kutup yönündeki akışa karşı enerji dalgalarını harekete geçirebileceğini ve ısının ekvatora ulaşmasına izin verebileceğini gösteriyor.

Leicester Üniversitesi’ndeki uzay bilimciler, Jüpiter’in atmosferik ısınmasının ardındaki mekanizmayı ortaya çıkarmak için Japon Uzay Ajansı (JAXA), Boston Üniversitesi, NASA’nın Goddard Uzay Uçuş Merkezi ve Ulusal Bilgi ve İletişim Teknolojileri Enstitüsü’nden (NICT) meslektaşlarıyla birlikte çalıştı.

Paylaşın

Yaşlanma ve Kanserde ‘Çöp DNA’ Dizisinin Potansiyel Rolü

Bir grup bilim insanı yakın zamanda, belirli hücre tiplerinde yaşlanmayı önlediği gösterilen telomeraz geninin aktivitesini yönlendirdiği görülen VNTR2-1 olarak da bilinen bir DNA bölgesi tanımladılar. Telomeraz geninin nasıl düzenlendiğini ve aktive edildiğini ve neden sadece belirli hücre tiplerinde aktif olduğunu bilmek, bir gün insanların nasıl yaşlandığını ve kanserin yayılmasını nasıl durduracağını anlamada anahtar olabilir.

Haber Merkezi / Bilim insanları, hücrelerin nasıl yaşlandığını biliyorlardı, ancak bunun tam olarak nasıl çalıştığı belirsizliğini koruyordu. Washington Eyalet Üniversitesi’nden bir grup bilim insanı tarafından yürütülen yeni bir araştırmadan elde edilen bulgular, bu bulmacanın küçük bir parçasını çözmüş olabilirler. Araştırma , Proceedings of the National Academy of Sciences (PNAS) dergisinde yayınlandı.

Jiyue Zhu başkanlığındaki bir araştırma ekibi, yakın zamanda, belirli tiplerde yaşlanmayı önlediği gösterilen telomeraz geninin aktivitesini yönlendirdiği görülen VNTR2-1 olarak bilinen bir DNA bölgesi tespit etti. 

Telomeraz geni, telomerlerin üretilmesine yardımcı olan telomeraz enziminin aktivitesini kontrol eder. Normal hücrelerde, hücreler bölünmeden önce DNA’larını her kopyaladıklarında telomerlerin uzunluğu biraz daha kısalır. Telomerler çok kısaldığında hücreler artık çoğalamaz ve yaşlanmalarına ve ölmelerine neden olur. 

Bununla birlikte, üreme hücreleri ve kanser hücreleri de dahil olmak üzere bazı hücre tiplerinde telomeraz geninin aktivitesi, DNA kopyalandığında telomerlerin aynı uzunluğa sıfırlanmasını sağlar. Esasen bu, yeni yavrularda yaşlanma saatini yeniden başlatan şeydir, ancak aynı zamanda kanser hücrelerinin çoğalmaya ve tümör oluşturmaya devam etmesinin nedeni de budur.

Telomeraz geninin nasıl düzenlendiğini ve aktive edildiğini ve neden sadece belirli hücre türlerinde aktif olduğunu bilmek, bir gün insanların nasıl yaşlandığını ve kanserin yayılmasının nasıl durdurulacağını anlamanın anahtarı olabilir. Zhu’nun bir bilim insanı olarak kariyerinin son 20 yılını yalnızca bu genin çalışmasına odaklamasının nedeni budur.

Zhu, araştırmaya ilişkin yaptığı değerlendirmede, ekibinin VNTR2-1’in telomeraz geninin aktivitesini yönlendirmeye yardımcı olduğuna dair en son bulgusunun, temsil ettiği DNA dizisi türü nedeniyle özellikle dikkate değer olduğunu söyledi.

Açıklamasının devamında “Genomumuzun neredeyse yüzde 50’si, protein kodlamayan tekrarlayan DNA’dan oluşuyor” diyen Zhu, “Bu DNA dizileri, genomumuzdaki ‘çöp DNA’ veya karanlık maddeler olarak kabul edilme eğilimindedir ve bunların incelenmesi zordur. Çalışmamız, bu birimlerden birinin aslında telomeraz geninin aktivitesini arttırmada bir işlevi olduğunu açıklamaktadır” ifadelerini kullandı.

Araştırmanın bulguları, hem insan hücre dizisinde hem de farelerde kanser hücrelerinden DNA dizisinin silinmesinin telomerlerin kısalmasına, hücrelerin yaşlanmasına ve tümörlerin büyümesinin durmasına neden olduğunu bulan bir dizi deneye dayanıyor.

Bilim insanları ardından, 1988 ve 2008 yılları arasında 100 yaş ve üzeri bir grup insanı izleyen bir çalışma olan Georgia Centenarian Study’deki Kafkas ve Afrikalı Amerikalı deneklerden alınan DNA örneklerinde dizinin uzunluğuna bakan bir çalışma yaptılar. Bilim insanları, dizinin uzunluğunun, DNA’nın 53 tekrarı veya kopyası kadar kısa ve 160 tekrar kadar uzun olduğunu buldular. Zhu, bu sonuca ilişkin “Bu çok değişkenlik gösteriyor ve çalışmamız aslında telomeraz geninin daha uzun dizili insanlarda daha aktif olduğunu gösteriyor” dedi.

Çok kısa sekanslar yalnızca Afrikalı Amerikalı katılımcılarda bulunduğundan, bu gruba daha yakından baktılar ve kontrol katılımcılarına kıyasla kısa VNTR2-1 sekansına sahip nispeten yaşlı kişinin olduğunu buldular. Ancak Zhu, daha kısa bir diziye sahip olmanın, yaşam sürenizin daha kısa olacağı anlamına gelmediğini, çünkü bu, telomeraz geninin daha az aktif olduğu ve telomer uzunluğunun daha kısa olabileceği anlamına geldiğini ve bunun da kansere yakalanma olasılığınızı azaltabileceğini kaydetti.

“Bulgularımız bize bu VNTR2-1 dizisinin nasıl yaşlandığımız ve nasıl kansere yakalandığımızın genetik çeşitliliğine katkıda bulunduğunu söylüyor” diyen Zhu, açıklamasına “Onkogenlerin – veya kanser genlerinin – ve tümör baskılayıcı genlerin kanser olmamızın tüm nedenlerini açıklamadığını biliyoruz. Araştırmamız, resmin bir onkogen mutasyonundan çok daha karmaşık olduğunu ve güçlü bir kanser oluşturduğunu gösteriyor. Bu sözde çöp DNA’ya daha yakından bakmak için araştırmamızı genişletmek için bir neden” şeklinde devam etti.

Paylaşın

Afganstan’daki Savaşın Sembolü: Mi-35

Tarihçiler her zaman bazı silahları belirli çatışmaların sembolleri olarak tanımlamaya meyillidirler. Dolayısıyla, Alman ‘Stuka’ pike bombardıman uçağı İkinci Dünya Savaşı’nın ilk aşamalarında ‘Blitzkrieg’ ile eşanlamlıydı. Sovyetler Birliği’nin Aralık 1979’da Afganistan’ı işgal etmesinden bu güne dek neredeyse sürekli bir çatışma içinde olduğu göz önüne alındığında, çok sayıda silah o ülkedeki savaşla eş anlamlı hale geldi.

Haber Merkezi / Ancak çok azı Sovyet tasarımı Mil Mi-24 saldırı helikopteri kadar halkın hayal gücünde kaldı. NATO, Mi-24’e ‘Hind’ kod adını verdi. Hind, Taliban’ın Kunduz havaalanını ve havaalanında bir helikopterin kontrolünü ele geçirdiği haberlerinin ortaya çıkmasıyla yeniden odaktaydı. Helikopter bir Mi-35 (Mi-24’ün ihracat türevi) ve Hindistan’ın 2019’da Afgan ordusuna hediye ettiği dört helikopterden biriydi.

Mi-24, ABD AH-1 Cobra’dan sonra hizmete sunulan dünyada ikinci çok amaca yönelik saldırı helikopteriydi. İlk uçuşunu 1969’da yaptı. Mi-24’ün batılı emsallerinden farkı, sekiz kişiye kadar olan küçük bir piyade birliğini taşıma kabiliyetiydi. Sonradan üretilen AH-64 Apache gibi daha yeni saldırı helikopterlerine rağmen, Hind, birden fazla silahı ve roketi ile son elli yılda sayısız savaş alanında görüldü.

Sovyetler Birliği, Afganistan’ın işgalinde görev alan kara kuvvetlerini korumak için Mi-24’ü kullandı. Bu helikopterler, Afgan direnişçilerini yakalamak ve ilerleyen Sovyet kara kuvvetlerine koruma sağlamak için silah kapsülleri ve güdümsüz roketlerle donatıldı. Afgan direnişçileri, helikopterin boyutu ve tehditkar tasarımı ve hafif silahlarla vuramamaları nedeniyle Hind’e ‘Şeytanın Arabası’ adını verdiler.

Bununla birlikte, Mi-24, ABD’nin Afgan direnişçilere ‘Stinger’ karadan havaya füzeleri vermeye başladığı 1986 yılından itibaren Afganistan’da aksiliklerle karşılaşmaya başladı. ABD askeri raporlarından birinde, Ekim 1986 ile Eylül 1987 arasında bir yıldan kısa bir süre içinde yaklaşık 270 Sovyet uçağının düşürüldüğü iddiasına yer vermiştir.

Stinger füzesinin etkinliği, Mi-24’ü daha yüksek irtifalarda çalışmaya zorladı ve helikopter, yerdeki düşman hedeflerini tespit etmek için gelişmiş hedefleme sistemlerine sahip olmadığı için savaştaki etkinliği azaldı. Ancak Mi-24’ün muharebe operasyonlarında kullanımı devam etti. Mi-24, 1989’da Sovyetlerin geri çekilmesinin ardından Afganistan’da varlığını devam ettirdi. 1995’te Taliban Afganistan’da iktidara geldikten sonra, ‘Kuzey İttifakı’ Mi-24 helikopterlerini kullanmaya devam etti.

ABD liderliğindeki koalisyon Afganistan’ın silahlı kuvvetlerini yeniden inşa etmeye çalışırken, Hind yeniden gözde araçlardandı. 2008’de Çek Cumhuriyeti, Afganistan’a beş Mi-35 helikopteri verdi. ABD, başlangıçta Mi-35 helikopterlerinin verilmesini destekledi. Ancak, 2015’te ABD’nin Kabil’i MD530F gibi daha küçük Amerikan helikopterleri satın almaya zorlamasıyla Hind’in kullanımı durduruldu. Ancak Afgan Hava Kuvvetleri’nin helikopteri ‘gayri resmi olarak’ devam ettiği iddia edildi.

Mi-24’ün çeşitli zamanlarda yaklaşık 60 ülkenin ordularında görev yaptığı tahmin ediliyor. Rus silah şirketi Rostec, 2014 yılında 3.500’den fazla Mi-24 helikopterinin yapıldığını iddia etti. Mi-24, düşman füzelerine karşı korunmak için sürekli güncellendi. Helikopterler ayrıca yeni silahlar ile donatıldı.

Paylaşın

Farelerde Yaşa Bağlı Hafıza Kaybı Tersine Çevrildi

Cambridge Üniversitesi ve Leeds Üniversitesi’nde bilim insanı farelerde yaşa bağlı hafıza kaybını başarılı bir şekilde tersine çevirdiler. Bilim insanları, bu buluşun, insanlarda yaşlandıkça yaşanan hafıza kaybını önlemek için yeni tedavilerin geliştirilmesine yol açabileceğini söylediler.

Haber Merkezi / Moleküler Psikiyatri alanına ilişkin yayınlanan bir çalışma, beynin hücre dışı matrisindeki değişikliklerin (sinir hücrelerinin etrafındaki “iskele”) yaşlanmayla birlikte hafıza kaybına yol açtığını, ancak bunları genetik tedaviler kullanarak tersine çevirmenin mümkün olduğunu gösterdi.

Perinöron ağlarının (PNN’ler) (nöroplastisitedeki beynin öğrenme ve uyum sağlama yeteneği) hatıralar oluşturmadaki rolüne dair son kanıtlar ortaya çıktı. PNN’ler, çoğunlukla beyindeki inhibitör nöronları çevreleyen kıkırdak benzeri yapılardır. Ana işlevleri beyindeki plastisite seviyesini kontrol etmektir. İnsanlarda yaklaşık beş yaşında ortaya çıkarlar ve beyindeki bağlantıların optimize edildiği gelişmiş plastisite dönemini kapatırlar. Ardından, plastisite kısmen kapatılarak beyni daha verimli ancak daha az esnek hale getirir.

PNN’ler, kondroitin sülfatlar olarak bilinen bileşikleri içerir. Bunlardan bazıları, örneğin kondroitin 4-sülfat, ağların hareketini engelleyerek, nöroplastisiteyi engeller; kondroitin 6-sülfat gibi diğerleri, nöroplastisiteyi destekler. Yaşlandıkça, bu bileşiklerin dengesi değişir ve kondroitin 6-sülfat seviyeleri azaldıkça, öğrenme ve yeni anılar oluşturma yeteneğimiz değişir, bu da yaşa bağlı hafıza azalmasına yol açar.

Cambridge Üniversitesi ve Leeds Üniversitesi’ndeki araştırmacılar, PNN’lerin kondroitin sülfat bileşimini manipüle etmenin nöroplastisiteyi geri getirip getiremeyeceğini ve yaşa bağlı hafıza eksikliklerini hafifletip hafifletemeyeceğini araştırdı.

Bunun için bilim insanları, çok yaşlı olarak kabul edilen 20 aylık farelere baktı ve bir dizi test kullanarak, farelerin altı aylık farelere kıyasla hafızalarında eksiklikler sergilediğini ortaya koydu.

Örneğin, bir test, farelerin bir nesneyi tanıyıp tanımadığını görmeyi içeriyordu. Fare, Y şeklinde bir labirentin başına yerleştirildi ve iki kolun sonundaki iki özdeş nesneyi keşfetmeye bırakıldı. Kısa bir süre sonra fare bir kez daha labirentin içine yerleştirildi, ancak bu sefer bir kolda yeni bir nesne, diğerinde ise tekrarlanan nesnenin bir kopyası vardı. Araştırmacılar, farenin önceki görevden nesneyi hatırlayıp hatırlamadığını görmek için her bir nesneyi keşfetmek için harcadığı süreyi ölçtüler. Yaşlı farelerin nesneyi hatırlama olasılıkları çok daha düşük çıktı.

Hafıza ve öğrenme yeteneği geri geldi

Bilim insanları, yaşlanan fareleri, PNN’lere 6-sülfat kondroitin sülfat miktarını yeniden oluşturabilen bir virüs olan bir ‘viral vektör’ kullanarak tedavi etti ve bu hafızanın, yaşlı farelerde görülene benzer bir seviyeye tamamen geri geldiğini ortaya koydu.

Leeds Üniversitesi Biyomedikal Bilimler Okulu’ndan Dr Jessica Kwok, konuya ilişkin yaptığı açıklamada, “Yaşlanan fareleri bu yöntemle tedavi ettiğimizde olağanüstü sonuçlar gördük. Hafıza ve öğrenme yeteneği geri geldi” dedi.

Kondroitin 6-sülfatın hafıza kaybındaki rolünü araştırmak için bilim insanları, yaşlanma değişikliklerini taklit etmek için yalnızca düşük seviyelerde bileşik üretebilecekleri şekilde genetik olarak manipüle edilmiş fareler yetiştirdiler. Bu fareler 11 haftada bile erken hafıza kaybı belirtileri gösterdi. Bununla birlikte, viral vektör kullanılarak artan kondroitin 6-sülfat seviyeleri, hafızalarını ve plastisitelerini sağlıklı farelere benzer seviyelere geri getirdi.

Cambridge Üniversitesi’ndeki John van Geest Beyin Onarım Merkezi’nden Profesör James Fawcett ise konuya ilişkin şunları söyledi; Bunun heyecan verici yanı, çalışmamız yalnızca farelerde olmasına rağmen, aynı mekanizmanın insanlarda da çalışma ihtimali. İnsan beyni kemirgenlerdekilerle aynıdır. Bu, insanların yaşlılıkta hafıza kaybı geliştirmesini önlemenin mümkün olabileceğini düşündürmektedir.”

Bilim insanları, ağız yoluyla alınabilen ve PNN oluşumunu engelleyen, insan kullanımı için lisanslı potansiyel bir ilacı zaten belirledi. Bu bileşik farelere ve sıçanlara verildiğinde, yaşlanmada hafızayı geri kazanabilir ve ayrıca omurilik yaralanmasında iyileşmeyi iyileştirebilir. Araştırmacılar, Alzheimer hastalığının hayvan modellerinde hafıza kaybını hafifletmeye yardımcı olup olmayacağını araştırıyorlar.

Paylaşın

Nötron Yıldızlarında Milimetre Boyunda ‘Dağlar’

Nötron yıldızları, Evren’deki en yoğun yapıya sahip nesnelerden bazılarıdır: Yaklaşık Güneş kadar ağırlığa sahip, ancak büyük bir şehir büyüklükte, yaklaşık 10 km çapındadırlar. Kompakt olmaları nedeniyle nötron yıldızları, Dünya’dan milyarlarca kat daha güçlü muazzam bir kütleçekimsel çekime sahiptir.

Haber Merkezi / Nötron yıldızların önemli özelliklerinden olan bu muazzam kütleçekimsel çekim, yıldızın yüzeydeki her şeyi çok küçük boyutlara sıkıştırır ve yıldız kalıntısının neredeyse mükemmel bir küre olmasını sağlar.

Dünya’dakinden milyarlarca kat daha küçük olmalarına rağmen, mükemmel bir küreden gelen bu deformasyonlar yine de dağlar olarak bilinir. 

Southampton Üniversitesi’nde doktora öğrencisi Fabian Gittins tarafından yönetilen bir ekip, yaptıkları bir araştırmada, gerçekçi nötron yıldızları oluşturmak için hesaplama modellemesini kullandı ve dağların nasıl oluşturulduğunu belirlemek için onları bir dizi matematiksel kuvvete tabi tuttu.

Ekip ayrıca ultra-yoğun nükleer maddenin dağları desteklemedeki rolünü de inceledi ve üretilen en büyük dağların, önceki tahminlerden yüz kat daha küçük, yalnızca bir milimetre boyunda olduğunu buldu.

Geçmişte yapılan çalışmalar, nötron yıldızlarının mükemmel bir küreden bir milyonda birkaç parçaya kadar sapmaları sürdürebileceğini öne sürüyordu, bu da dağların birkaç santimetre kadar büyük olabileceğini anlamına geliyordu.

Bu hesaplamalar, nötron yıldızının kabuğunun her noktada kırılmaya yakın olduğu şekilde gerildiğini varsayıyordu. Ancak yeni çalışmalar, bu tür koşulların fiziksel olarak gerçekçi olmadığını gösteriyor.

Fabian Gittins, araştırma sonucuna ilişkin yaptığı değerlendirmede, “Du sonuçlar, nötron yıldızlarının gerçekten dikkate değer ölçüde küresel nesneler olduğunu gösteriyor. Ek olarak, dönen nötron yıldızlarından gelen kütleçekim dalgalarını gözlemlemenin önceden düşünülenden çok daha zor olabileceği” dedi.

Tekil nesneler olmalarına rağmen, yoğun yerçekimleri nedeniyle, hafif deformasyonlarla dönen nötron yıldızları, yerçekimi dalgaları olarak bilinen uzay-zaman dokusunda dalgalanmalar üretmektedir.

Tek nötron yıldızlarının dönüşlerinden kaynaklanan yerçekimi dalgaları henüz gözlemlenmedi, ancak gelişmiş LIGO ve Başak gibi son derece hassas dedektörlerdeki gelecekteki gelişmeler, bu benzersiz nesneleri araştırmak için anahtar olabilir.

Paylaşın

‘439 yıl önce meydana gelen felaket’ tekrar edebilir!

Güneşi mercek altına alan Cornell Üniversitesi’nden bilim insanları, 1582’de yaşanan ve’ Büyük Ateş ‘olarak bilinen Güneş Fırtınası’nın yeniden yaşanabileceğini duyurdu. Bilim insanları, söz konusu fırtınanın küresel elektrik kesintilerine ve milyarlarca dolarlık hasara neden olabileceğini belirtti.

Haber Merkezi / Güneşi mercek altına alan Cornell Üniversitesi’nde çalışan bilim insanları, araştırma sonuçlarını yayınladı.

Bilim insanları, 1582’de yaşanan ve’ Büyük Ateş ‘olarak bilinen Güneş Fırtınası’nın 439 yıl sonra tekrar yaşanabileceği konusunda uyardılar.

Bilim insanları, söz konusu fırtınanın küresel elektrik kesintilerine ve milyarlarca dolarlık hasara neden olabileceğini belirtti.

1582’de yaşanan ve 3 gün süren fırtına önce Avrupa sonra Asya kıtasını etkisi altına almıştı. O dönem teknolojik cihazlarının bulunmaması nedeniyle fırtına ciddi bir hasara neden olmamıştı.

Güneş fırtınası tarih kitaplar şu ifadelerle anlatılmıştı: Gökyüzünün tamamı ateşli alevler içinde gibiydi; sanki gökyüzü yanıyordu.

Ancak günümüzde durum bir hayli farklı. Bilim insanları söz konusu fırtınanın küresel elektrik kesintilerine ve milyarlarca dolar zarara neden olabileceği belirtiliyor.

Paylaşın

2021 yılının en iyi telefonları belli oldu

2021’in en iyi akıllı telefon modelleri belli oldu. Apple iPhone 12 Pro Max yılın en iyi akıllı telefonu seçilirken, yılın bütçe dostu telefonu ise OnePlus Nord N10 5G olarak belirlendi. Pil ömrü şampiyonu ise 48.5 saat ile Nord N100 cihazı oldu.

Sputnik’te yer alan habere göre; her sene, yılın en iyi akıllı telefonlarını belirleyen Consumer Reports adlı organizasyona göre, 2021 yılının en iyi telefonları belirlendi. Araştırmaya göre, Apple iPhone 12 Pro Max yılın en iyi akıllı telefonu seçildi.

Android işletim sistemine sahip en iyi akıllı telefon modeli ise Samsung’un Galaxy Note 20 Ultra 5G isimli cihazı oldu. Araştırmaya göre, yılın ‘bütçe dostu’ telefonu OnePlus Nord N10 5G olarak belirlendi.

Pil ömrü en uzun süren akıllı telefon ise muadillerine göre daha makul bir fiyata sahip olan Nord N100 (48.5 saat) oldu. Nord N100’ü Samsung Galaxy A71 (43 saat) ve iPhone 12 Pro Max (41 saat) takip etti.

Yeni cihazı için geçen günlerde Samsung’dan ekran paneli satın aldığı belirtilen Apple’ın, bu cihazı İphone 13 veya İphone 12s adıyla, 2021 yılının eylül veya ekim ayında piyasaya sürmesi bekleniyor.

Yeni cihazın, 120 Hz LTPO OLED adı verilen ekran paneliyle birlikte yenileme hızının ve görüntü kalitesinin artacağı tahmin ediliyor.

Paylaşın