Dişi Yunusların Cinsel İlişkiden Zevk Aldıkları Keşfedildi

Güncel bir araştırma, dişi yunusların büyük ve gelişmiş klitorisleri sayesinde çiftleşmekten zevk aldıklarını ortaya koydu. Yunusların, diğer türdeki yunuslarla dahi hem heteroseksüel hem de homoseksüel ilişkiye girdikleri ve mastürbasyon yaptıkları biliniyordu.

Şimdi ise dişi yunusların cinsel ilişkiden zevk aldıkları keşfedildi. Mount Holyoke Üniversitesi’nden Patricia Brennan kontrolünde yürütülen yeni bir çalışma, yunusların sahip olduğu klitorisin işlevsel olduğunu öne sürdü.

Dişi yunusların diğer memeli hayvanlar gibi klitorise sahip olduğu bilinen bir gerçekti ancak bilim insanları yunusların çiftleşmekten zevk alıp almadığından emin değildi.

Current Biology dergisinde yayımlanan araştırma, yunusların çiftleşme esnasında bundan keyif aldığını doğruladı. Araştırmada, “Yunusların klitorisi, iyi gelişmiş erektil alanlara sahip, dokunsal uyarıya oldukça duyarlı ve muhtemelen işlevsel.” sonucuna varıldı.

Brennan ve ekibi, doğal nedenlerle ölen şişe burunlu yunusların vajinasını inceleyerek klitoral gövdenin altındaki erektil dokunun bir ‘S’ şeklini oluşturduğunu tespit etti. Erektil dokuda çok sayıda sinir ucu bulunduğu ve bu kıvrımların tıpkı insanlarda olduğu gibi haz alınmasına neden olduğu belirlendi.

New Scientist dergisine konuşan Brennan, “Yunusların çok fazla kıvrım içeren oldukça karmaşık vajinaları var. Mevcut tezler bu kıvrımların çiftleşme sırasında tuzlu suyu dışarıda bırakmak için var olduğu üzerineydi. Ancak şimdiye kadar kimse bu kıvrımları incelememişti.” ifadelerini kullandı.

Yunusların vajinasını incelediği esnada klitorisi gördüğünde hayretler içinde kaldığını belirten Brennan, “Bunlar çok büyük ve iyi gelişmiş klitorislerdi” şeklinde konuştu.

Diğer hayvanlar çiftleşmekten haz alıyor mu?

Çiftleşmenin öncelikli işlevinin üremek olduğu göz önüne alındığında, bunu teşvik için dişi hayvanların çiftleşme esnasında haz duygusu alması beklenir. Öte yandan hâlihazırda çok az sayıda hayvanın çiftleşmekten zevk aldığı düşünülüyor.

Nesli tükenme tehlikesi altında olan Bonobo maymunları cinsel ilişkiden zevk alan hayvan türlerinden biri. Bonoboların hamileyken ya da emzirirken çiftleştiği biliniyor.

“Doğanın insan dışında en çok rastgele cinsel ilişkide bulunan hayvanı” olarak bilinen Bonoboların, cinsel davranışlarının yüzde 75’inin zevk için olduğu düşünülüyor.

Kısa burunlu meyve yarasalarının ise cinsel ilişkiyi uzatmak için oral seks yaptığı sanılıyor. ‘Bu davranışın evrimsel başka açıklamaları da olabilir’ ancak bilim insanları bunu eğlenmek için yapıp yapmadıkları konusunda kararsız.

Dişi Macaca maymunları da üreme avantajı olmaksızın orgazm olduğu gözlenen ve çiftleşmeden zevk aldığı düşünülen bir diğer hayvan türü.

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

‘Galaktik Bale’nin Fotoğrafı Çekildi

Dünya’dan yaklaşık 60 milyon ışık yılı uzaklıktaki iki galaksi, “galaktik bale” yaparken görüntülendi. Salı yayımlanan fotoğrafta NGC1512 adlı çubuklu sarmal galaksi solda, NGC 1510 adlı merceksi galaksiyse sağda yer alıyor.

Saat (Horologium) Takımyıldızı’ndaki ikili, 400 milyon yıldır birleşme sürecinde. Bu durum ayrıca milyonlarca yıldızın oluşmasına sebep oldu.

Söz konusu fotoğrafta da iki galaksiyi birleştiren bir “yıldız köprüsü” görülebiliyor. Köprü, iki galaksinin arasındaki kütleçekimsel etkileşimin de bir kanıtı.

Uzmanlar, kütleçekimsel etkileşim iki galaksinin şekillerini bozduğunu da sözlerine ekledi.

İkili en nihayetinde birleşerek daha tek bir büyük galaksi halini alacak.

Bununla birlikte fotoğraf, Şili’deki Cerro Tololo Amerika Kıtası Gözlemevi’nde kurulu Víctor M. Blanco isimli 4 metrelik teleskobun üzerine monte edilen 570 megapiksellik Karanlık Enerji Kamerası’yla (The Dark Energy Camera) çekildi.

Kamera şimdiye kadar dünyanın dört bir yanından 400’ü aşkın bilim insanının, yüz milyonlarca galaksinin haritasını çıkarmasına, süpernovaların izini sürmesine ve evrendeki kozmik yapıları incelmesini sağladı.

Görselin ayrıca ultra yüksek çözünürlüklü 100 megapiksel hali de yayımlandı. Kullanıcılar yakınlaştırma özelliğiyle görseli istedikleri gibi inceleyebiliyor.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Kovid 19’un Çocuklardaki Sağlık Sorunlarının Sebebi Belirlendi

Yeni tip koronavirüs (Kovid 19) salgının ortaya çıktığı ilk haftalarda çocuklarda virüse karşı oluşan bazı nadir ve ağır tepkiler bilim insanlarını ve ebeveynleri endişelendirmişti. Bilim insanları bu tepkilerin sebebini ortaya çıkardı.

Akciğer hastalığı, kan pıhtılaşması ve kalp iltihabı gibi ciddi sağlık sorunlarını tetikleyen bu tepkiler o dönemde  koronavirüsün çocuklar üzerindeki etkileri konusunda endişeleri arttırmıştı.

Amerika Birleşik Devletleri ve çeşitli Avrupa ülkelerinde onlarca çocuğun ölümüne yol açan bu enfeksiyonun Kawasaki hastalığına benzer belirtiler gösterdiği açıklanmış ve PIMS (Pediatrik Multisistem Enflamatuar Sendromu) olarak adlandırılmıştı.

Çoklu enflamatuar sendromu oluşan Kovid 19 hastası çocuklarda genellikle ateş, karın ağrısı, kusma, deride döküntü ya da konjoktivit gibi belirtiler görülüyor. Akut solunum yetersizliği görülen çocuklarda ise akciğerler kandaki oksijen yetersizliğinden dolayı zarar görebiliyor.

Salgının başlamasından iki yıl sonra Avustralya’daki bilim insanları çocuklarda nadir görülen ancak ölümcül olabilen akut enflamatuar tepkinin sebebini ortaya çıkardı. Melbourne’deki Murdoch Çocuk Araştırma Enstitüsü’ndeki araştırmacılar tarafından yürütülen çalışmaya göre bu tepkinin altında yatan sebebin proteinler olduğu anlaşıldı.

Bu proteinlerin tespiti ileride teşhis ve tedaviye önayak olabilir

Çalışmada Kovid 19’a yakalandıktan sonra çoklu sistem enflamatuar sendromu ya da akut solunum yetersizliğinden etkilenen 33 çocuktan kan örnekleri alındı ve kan örnekleri sağlıklı 20 çocuktan alınan kan örnekleriyle karşılaştırıldı.

Kandaki proteinlerin incelendiği araştırma sonucunda bu sendromlardan etkilenen çocukların kanında sağlıklı çocuklarda görülmeyen spesifik bir proteine rastlandı. Araştırma Kovid 19’a yakalanan ve bu ciddi sendromların geliştiği çocuklarda spesifik bir kan phtılaşma ve bağışıklık proteini ortaya çıkaran ilk çalışma oldu.

Nature Communications dergisinde yayımlanan çalışmada çoklu sistem enflamatuar sendromuna özel 85 ve akut solunum yetersizliğine bağlı 52 protein tespit edildi. Bu proteinlerin tespitinin teşhis ve ağır Kovid 19 hastalığı geçiren çocuklarda hedefli tedavi için önayak olabileceği belirtiliyor.

Halen çocuklar, bağışlanan kandaki intravenöz imünglobulin ile tedavi ediliyor. Bu kalp ltihaplanması olasılığını dörtte birden 20’de bire düşürüyor. Kalplerinde değişim oluşan çocukların genellikle büyüdüklerinde bu sorunun kendiliğinden ortadan kalktığı görülüyor.

Salgın süresince Kovid 19 dolayısıyla çocukların yüzde 1,7’si hastanede yoğum bakım servisine yatırıldı. Çocukların büyük çoğunluğu ise hastalığı ya hafif belirtilerle ya da belirtisiz şekilde atlattı.

Araştırmanın yapıldığı Avustralya’da sendromların oluştuğu çocuk sayısının azlığı sebebiyle Fransa’daki Necker Üniversite Hastanesi’ndeki Kovid 19′ hastası olan ve sendromlar nedeniyle tedavi gören çocuklardan alınan kan örnekleri araştırma için gönderildi.

Paylaşın

Yalnızların İşsiz Kalma Olasılığı Daha Yüksek

Sık sık yalnız hissettiğini bildiren kişilerin işsizlik yaşama olasılığı daha yüksek. Birleşik Krallık’taki Exeter ve Leeds üniversitelerinden araştırmacılar, yetişkinlerdeki yalnızlığın işsiz kalma olasılığını üç yıl içinde yüzde 17,5 artırdığını ortaya koydu.

Uzmanlar, bulguların “çalışma çağındaki nüfusta yalnızlığın daha geniş toplumsal etkilerinin daha fazla tanınması” gerektiğini gösterdiğini söyledi.

Kanıtlar, yalnızlığın kişilerin akıl sağlığı ve esenliği üzerinde geniş kapsamlı etkilere sahip olabileceğini ve onları depresyona daha yatkın hale getirebileceğini ortaya koyuyor. Önceki çalışmalar da yalnızlık ve bilişsel gerileme arasında bağlantı kuruyor.

The BMC Public Health adlı bilimsel dergide yayımlanan son araştırma, Toplumu Anlamak – Boylamsal Ev Halkı (Understanding Society Household Longitudinal) çalışmasına katılan 16 yaşın üzerindeki 15 bin kişinin verilerine dayanıyor.

Akademisyenler, çalışmanın 2017 ila 2019’da yürütülen (yalnızlıkla ilgili soruların ilk kez dahil edildiği) 9. dalgası ve 2018 ila 2020’yi kapsayan 10. dalgasından alınan yanıtları analiz etti.

Yalnızlık, “Ne sıklıkta yalnız hissediyorsunuz?” sorusu üzerinden değerlendirildi ve katılımcılar “neredeyse hiç/asla”, “bazen” ve “sık sık” arasında seçim yaptı. Sadece “sık sık” yalnız hissettiğini bildirenler çalışmaya dahil edildi.

Katılımcılardan çalışıp çalışmadıklarını beyan etmeleri de istendi.

Sık sık yalnız hisseden kişilerin 2017 ve 2019 arasında işsiz olma olasılığı yüzde 16 daha fazlaydı. Bu gruptaki işsizlik olasılığı 2018 ila 2020’de yüzde 19,6’ya yükseldi.

Uzmanlar bunun, yalnızlığı “zaman içinde yaygınlığı artan bir halk sağlığı salgını” olarak tanımlayan önceki araştırmalarla tutarlı olduğunu söyledi.

Araştırmacılar, yalnızlık ve işsizlik arasındaki bağlantının, yalnız kişilerin iş arama motivasyonunun azalmasından ve işyeri performansının daha düşük olmasından kaynaklanabileceğini öne süren mevcut çalışmalara atıfta bulundu.

Araştırmanın yazarları, çalışma çağındaki kişilerde yalnızlığın önlenmesi veya azaltılmasının aşırı işsizliği azaltma potansiyeline sahip olduğunu savunarak, bu bağlantı hakkında daha fazla araştırma yapılması çağrısında bulundu.

Exeter Üniversitesi’nden araştırmacı Nia Morrish, şu yorumu yaptı:

Azalan yalnızlık işsizliği azaltabilir ve istihdam yalnızlığı hafifletebilir; bu da sağlık ve yaşam kalitesi dahil olmak üzere diğer faktörlerle olumlu yönde ilişki kurabilir.

Bu nedenle, işverenlerden ve hükümetten de ek destek alarak, sağlık ve esenliği geliştirmek için yalnızlığa özellikle dikkat gösterilmelidir.

Araştırmamız büyük ölçüde pandemi öncesinde yürütüldü ancak bu konunun daha da acil hale gelmiş olabileceğinden şüpheleniyoruz; daha fazla kişi evden çalışıyor ve muhtemelen Kovid’le ilgili endişeler nedeniyle tecrit yaşıyor.

Pandemi sırasında yalnızlıkla ilgili veri toplayan Birleşik Krallık Ulusal İstatistik Ofisi’ne göre, Ekim 2020 ile Şubat 2021 arasında Birleşik Krallık’taki yetişkinlerin yüzde 7,2’sinin “sık sık” veya “her zaman” yalnız hissettiği tahmin ediliyor.

Bu, verilerin Mayıs 2020’de toplanmasından bu yana 1,1 milyon kişilik bir artış anlamına geliyor.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Omicron’un Alt Türü Olan ‘XE’ Varyantı Hakkında Ne Biliyoruz?

İngiltere’de ortaya çıkan Omicron’un alt bir türü olan ‘XE’ varyantının giderek baskın hale gelmesi bekleniyor. İki Omicron türünden oluşan yeni Kovid 19 varyantının, şu anda dünya genelinde görülen türden daha bulaşıcı olduğu tahmin ediliyor.

Bilim insanları ilk olarak İngiltere’de tespit edilen ancak, şimdi başka yerlerde de görüldüğü rapor edilen “XE” adı verilen varyantı son bir aydır yakın takibe aldı. Nisan ayı başında bu varyantla ilgili vaka sayısı bini geçmişti

XE: Omicron’un hibrit varyantı

İngiltere’de Sağlık Güvenliği Ajansı’na göre XE, Omicron’un alt varyantları BA.1 ve BA.2’nin bir kombinasyonu.

Omicron’un orijinal varyantı olarak bilinen BA.1, ilk çıktığında dünya genelinde sağlık yetkililerinin önemli tedbirler almasına yol açtı.

Kasım ayında ortaya çıkan BA.2 varyantı ise 60’dan fazla ülkede Kovid 19’un baskın varyantı olarak karşımıza çıktı.

Koronavirüsün ‘Gizli Omicron’ varyantı veya Omikron’un ekstra bulaşıcı bir versiyonu olarak bilinen bu varyant BA.1’den ve BA,2’den daha fazla bulaşıcı olmasına rağmen şimdiye kadar daha ciddi bir hastalığa veya soruna neden olduğu görülmedi.

İngiltere’deki Sağlık Güvenliği Ajansı’na göre, “XE”, BA.1 ve BA.2’nin kombinasyonu ve bu melez varyant içindeki genlerde BA.2’nin ağırlığı daha fazla.

XE varyantından endişe etmemiz gerekiyor mu?

Reading Üniversitesi Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji bölümünde görevli Doçent Doktor Simon Clarke, 8 Nisan’da AP’ye yaptığı açıklamada XE için yorum yapmanın şu an için erken olduğu görüşünü dile getirirken, genetik rekombinasyon sonucu oluşan bu varyant ile ilgili daha çok çalışma yapılması gerektiğini aktardı.

Buna rağmen bazı bilim insanları, bu varyantın, halihazırda en bulaşıcı tür olan BA.2 alt varyantından yüzde 10 daha fazla bulaşıcı olduğu görüşünde.

İngiliz bilim insanı Simon Clarke, karşılaştırmalı kıyaslama yapıp, bu melez varyantının getirdiği tehdidi ölçmek için daha fazla sayıda kişinin enfekte olmasını bekleyip ona göre çalışmaların sonucunun beklenmesinden yana.

Dünya Sağlık Örgütü, bu melez varyantı yakından izlemesine rağmen XE’nin şu ana kadar endişe verici olduğuna dair bir açıklama yapmadı.

XE ilk olarak 19 Ocak’ta İngiltere’de tespit edilmişti. 5 Nisan itibarıyla bu ülkedeki XE vakaları bin 1257’e çıktı. İngiliz uzmanlar, aşıların bu varyanta karşı etkili olduğunu belirterek, halka güvence verdi.

İngiltere’deki Sağlık Güvenlik Ajansı’na göre, XE’nin yayılma hızı, BA.2’ye ye oranla yüzde 12,6 daha fazla.

XE varyantı İngiltere dışında ayrıca Japonya’da görüldü. Sağlık Bakanlığı’na göre, 26 Mart’ta ABD’den Narita Havaalanı’na inen bir kadında tespit edildi. Hindistan’da XE varyantının görüldüğü haberlerine rağmen bu ülkenin resmi yetkilileri bunu şu ana kadar teyit etmedi.

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

Beyinde Farklı Bir İletişim Tekniği Keşfedildi

İnsan beynindeki sinir hücreleri arasındaki elektriksel ve kimyasal iletişim bilinirken, mekanik iletişim olduğu bulundu. Bunun beyinde önemli bir öğrenme mekanizması olduğu tespit edildi.

Beynin çalışma sistemi konusunda literatürü değiştiren araştırma Nature dergisinde yayımlandı.

Japonya Tokyo Üniversitesi Uluslararası Zeka Araştırma Merkezi’nden Prof. Haruo Kasai ve Dr. Hasan Uçar’ın olduğu ekip, beyinde sinir hücreleri arasındaki iletişimde yeni bir mekanizma olduğunu gösterdi.

Beyinde sinir hücreleri sinaps denilen özel yapılar sayesinde birbirine bağlanır ve bilgi iletişimini gerçekleştirir.

Bu yapılar çoğunlukla bilgiyi veren sinirin kolu üzerindeki buton ile bilgiyi alan sinirin üzerindeki tomurcuk arasında oluşur.

Günlük hayatta yapılan yeme, içme, yürüme, konuşma, üzülme ve sevinme gibi fonksiyonları gerçekleşirken beynin farklı bölgelerini birbirine bağlayan sinir devrelerindeki bu bağlantılar sürekli aktif olarak çalışır.

Öğrenme sürecinde ise, beyinde temel olarak iki değişiklik olur. İlki sinir hücreleri arasında yeni bağlantılar sayesinde yeni sinir devreleri oluşur.

İkinci yöntemde ise, mevcut bağlantılar kuvvetlenir ve bu durumda tomurcuklarda büyüme gerçekleşir.

Bugüne kadar ki çalışmalar tomurcuk ve butondaki değişimleri ayrı ayrı ele almış ve aynı anda gözlemlemeyi başaramamışlardı.

Hasan Uçar yaptığı çalışmada, tomurcuk büyümesi sonucu oluşan fiziksel basınç etkisi ile butondaki keseciklerin etkilendiği ve buton fonksiyonunda 2 kat artış olduğunu gözlemledi.

Nasıl dünyada ilk kez yapıldı?

Dünyada ilk kez yapılmasının nedenini ise Prof. Haruo Kasai, şöyle açıkladı:

Çok kompleks bir deney sistemimiz var, bu sistemde ileri seviye bir lazer mikroskobu, zaman endeksli foton sayma sistemi, elektriksel ve optogenetik sistemleri eş zamanlı kullanıyoruz. Çok uzun saatler süren bir deney setimiz var. Bunun için en yüksek kalitede doku kültürü ve optimum viral ekspresyon sistemleri oluşturmamız sayesinde akla gelmeyen bir sorunun peşinden gitmeyi başardık. Bu sayede tomurcuk ve buton arasındaki iletişimi inceleyerek, mekanik bir iletişim olduğunu keşfettik.

“Mikroskop altında bir tek tomurcukta etkin büyüme sağlamamız için çok önemli bir metodu 2004 yılında geliştirdik” diyen Kasai, “Buton içerisini ölçmeyi sağlayan tekniği ise, bizim grubumuz 2015 yılında buldu. Bu iki yöntemin etkin kullanımı ile ilgili tecrübe ve birikim sadece bizde vardı” dedi.

Dr. Hasan Uçar bu araştırmada iki sinir hücresinin birleşerek iletişim sağladığı sinaps bölümünde bulunan tomurcuk ve butonu eş zamanlı olarak görüntüledi.

Tomurcukların büyüdüğü zaman butonda bir kavis oluşturduğunu ve butonun aktivitesini 2 kat artırdığını buldu.

Bir sonraki aşamada Uçar, buton bölümünü bir pipet yardımı ile mekanik olarak uyardı.

Butonun, bu fiziksel uyarıya tomurcuk büyümesine verdiği tepkiyle aynı boyutta bir tepki vererek mekanik etkiyi tespit edebilen bir özelliğe sahip olduğunu gözlemledi.

Tomurcuk büyümesi ile oluşan kuvvetin ise, bir düz kas hücresinin kasılma kuvvetine eşdeğer bir kuvvet olduğu ifade edildi.

Öğrenme fiziksel olarak beyinde değişiklikler yapabiliyor

Öğrenmenin olduğunda sinir hücrelerindeki değişimi Dr. Hasan Uçar, şöyle anlattı:

Öğrenme sürecinde sinir hücrelerindeki tomurcukların büyüdüğü, unutmada ise küçüldüğü bilim dünyasında genel kabul gören bir yaklaşım. Öğrenme gerçekleştiği zaman tomurcuklardaki büyümenin aslında fiziksel olarak bilgiyi veren sinir hücresini itelemesi ile buton aktivitesini artırdığını gördük.

Bu sayede, buton üzerindeki bazı proteinlerin mekanik etkiyi tespit edip buton icerisinde PREST adını verdiğimiz bir moleküler mekanizmayı çalıştırdığını ortaya çıkarmış olduk.

PREST proteinleri henüz bilinmiyor ve bunların çalışılması sayesinde beyinde şizofreni, epilepsi ve diğer nörolojik hastalıklara karşı önemli çalışmaların yapılmasının kapıları aralanabilecek.

Tomurcukların öğrenme ve hafıza konusundaki öneminin dünya çapında büyük kabul gördüğünü kaydeden Uçar, “Beyindeki öğrenmenin yaklaşık yüzde 70’inde mekanik iletimin kullanıldığını söyleyebiliriz” dedi.

Mekanik iletimin avantajı ne?

Elektro-kimyasal iletim modelinde öğrenme gerçekleştiği zaman sinapsta yeni proteinlerin yerleştirilmesi gerekiyor.

Bunun yaklaşık olarak 20 dakika sürdüğünü söyleyen Uçar, “Bu ise, hızlı öğrenme ve işleyen bellek olarak gözlemlediğimiz fenomene çok uyumlu değil. Çünkü çok yavaş bir süreç. Mekanik iletim ise, henüz tam ölçemiyoruz ancak, saniyeler belki de milisaniyeler içerisinde gerçekleşiyor. Bu da beynin öğrenme mekanizmalarında zamansal olarak bir avantaj sağlıyor olabilir. Dezavantaj olarak ise, beynin çeşitli darbelere hassasiyetinin temel unsurlarından birisi olabilir” diye anlattı.

Bazı beyin hastalıkları araştırılırken bilim insanları, beyindeki iletişim yöntemlerine bakıyor. Bu çalışmadan sonra mekanik etkiyi algılayan bazı proteinlerin olduğu ortaya çıktı. Sonraki süreçte yeni tedavi seçeneklerinde bu proteinlere yönelik de yeni araştırmalar yapılabilecek.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Saniyenin Tanımı Değişiyor: Daha Kesin Ve Çok Daha Güçlü Olacak

Bilim insanları temel zaman ölçüm birimini yeniden tanımlamaya hazırlanıyor. Süresi daha uzun ya da daha kısa olmayacak birim daha kesin ve çok daha güçlü olacak. Ölçümleme olmadan anladığımız manada modern medeniyetin olamayacağı savunulur. Standart bir birim olmadan ölçümleme de anlamsız olurdu.

Yaklaşık 150 yıldır dünyadaki ölçüm bilimciler Paris merkezli Uluslararası Ağırlıklar ve Ölçümler Bürosu (BIPM) çatısı altında son derece katı kurallarla belirlenen standart ölçüm birimlerinin kullanılması konusunda fikir birliğine varmış durumda.

Günümüzde büro zaman, uzunluk, kütle, elektrik akımı, sıcaklık, ışık yoğunluğu ve madde miktarı olmak üzer yedi temel birimi düzenliyor. Bu birimler bilim, teknoloji ve ticaretin vazgeçilmez ögeleri haline gelmiş durumda.

Bilim insanları çalışmalarında sürekli olarak bu birimleri kullanmakta. 2018 yılında kütle ölçümü olan kilogram, elektrik akımı birimi amper, sıcaklık birimi kelvin ve madde miktarı birimi molün tanımı değiştirildi. Şu anda mol dışında tüm birimler tek bir ölçüme yani zamana endekslenmiş durumda.

Örneğin metrenin tanımı ışığın saniyenin 299 milyon 792 bin 458’de biri kadar sürede kat ettiği mesafe olarak tanımlanıyor. Kilogram da biraz daha karmaşık bir hesaplama ile saniyeye endeksli bir şekilde tanımlanıyor.

BIPM danışma komitesi başkanı fizikçi Noel C. Dimarcq, “Şu anda birimlerin tamamı otonom değil, hepsi saniyeye endeksli durumda. Yani manava gittiğinizde 1 kilo patates lütfen derken aslında belirli bir miktar saniye patates istemiş oluyorsunuz” ifadelerini kullanıyor.

Fakat yarım yüz yıldan daha uzun bir süredir bilim insanları ilk defa saniyenin tanımını değiştirmeye hazırlanıyor. Çünkü yeni nesil saatler artık onu çok daha net bir biçimde ölçebiliyor.

Haziran ayında BIPM’deki ölçüm bilimciler yeni tanım için başvurulacak kriter listesinin son halini hazırlayacak. New York Times’a konuşan Dimarcq, bu kriterlerin tamamının 2026’ya kadar karşılanmasını, 2030 yılına kadar da yeni tanımın onaylanmasını beklediğini belirtti.

Küresel ölçüm sistemi saniye üzerine inşa edildiği için onun tanımlanmasının büyük bir dikkatle yapılması gerekiyor. Yani tanım değişirken sürenin kesinlikle aynı kalması gerekiyor.

Zaman ilk başlarda dünyanın bir günde kendi etrafında yaptığı dönüşe göre tanımlanıyordu. 12’lik sayı dizisini kullanan antik Mısır astronomları gece ve gündüzün her birini 12 saatlik birime ayırarak bir günü 24 saat olarak tanımladı.

Fakat bu saatler Dünya’nın Güneş etrafındaki konumuna göre uzayıp kısalabiliyordu. İki bin yıl önce Yunan astronomlar ise Ay’ın hareketlerini hesaplayabilmek için saatleri sabitlemeye ihtiyaç duydu ve bir günün sabit uzunluktaki 24 birime bölünmesine karar verdi. Aynı astronomlar saatleri de eski Babil metodu olan 60’a bölmeye karar verdi. Ardından dakikalar da tekrar 60’a bölünerek saniyeye ulaşıldı.

24 saatin ilk bölümü yani ortalama bir günün 1440’da biri dakika, 86 bin 400’de biri de saniye olarak kabul edildi. Bu tanımlama 1967 yılına kadar geçerliliğini korudu.

Ama bu tanımlamanın sorunları vardı. Dünyanın dönüş hızı kademeli olarak azalıyor bu nedenle günler yavaş yavaş uzuyordu. Elbette bir saniyenin süresi de. Bu küçük değişimler zamanla önemli bir büyüklüğe ulaştı. Dünya saati 2 bin yıllık süreçte yaklaşık 3 saat kaybetti.

Bu nedenle saniyenin tanımının sabit olmayan astronomik hareketlere dayandırılması bilim insanlarını düşünceye sevk etti. 1960’ların sonuna doğru anlık değişimlerin bile önemli olduğu radyo dalgalarının yaygınlaşması zamanın da dakik olmasını gerektiriyordu.

Bu nedenle ölçüm bilimciler asla yavaşlamayan atom içindeki parçacıkların hareketlerine yöneldi. Bilim insanları oda sıcaklığında sıvı halde bulunan bir metal olan Sezyum 133 atomuna yöneldi.

Bilim insanları sezyum atomlarını vakumlu bir ortama koyarak mikrodalga enerjisine maruz bıraktı. Bu yöntemle hangi dalga boyunun sezyum atomlarının foton salmasını tespit edildi ve fotonların sayılması ile bir veri elde edildi.

Buna göre 1967 yılında saniyenin tanımı oda sıcaklığındaki uyarılmamış Sezyum-133 atomunun temel durumdaki iki enerji seviyesi arasındaki geçişe karşılık gelen, 9.192.631.770 döngülük radyasyon olarak belirlendi.

Fakat bu tanımlama bile yeterince kesin olarak bulunmadığı için bilim insanları yeni bir tanımlama üzerinde çalışmaya başladı. Bunun için de optik atom saatleri geliştirildi. Bu saatler sezyum saatlerine benzer bir prensiple çalışmasına rağmen manyetik rezonansı çok daha hızlı atomlarla çalışıyor.

Halihazırda çok sayıda optik atom saati bulunuyor. Öne çıkanlar ytterbiyum, strontiyum, cıva ve aluminyum. Fakat şu ana kadar herhangi biri seçilmiş değil.

Amerikan Ulusal Standartlar ve Teknoloji Enstitüsü’nden (NIST) Judah Levine optik saatlerin henüz referans olarak kullanıma hazır olmadığını vurguladı. Bu saatler çok küçük atomları ölçse de bir çoğu bir yemek masasından daha büyük bir hacme sahip olmasının yanı sıra çalıştırılması da çok zor. Fakat bu saatlerden elde edilen frekans sezyum saatlerindeki mikrodalga enerjisinde 100 bin kat daha hızlı. Bu nedenle çok daha hassaslar.

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

Jüpiter’in Dokuz Katı Büyüklüğünde Bir Gezegen Keşfedildi

Bilim insanları Jüpiter’in yaklaşık dokuz katı büyüklüğünde henüz oluşumunu tamamlamamış bir gezegen keşfetti. Hala rahminde olduğu şeklinde tanımlanan gezegen halihazırdaki gezegenlerin oluşumları ile ilgili kabulleri değiştirebilecek nitelikte.

Hawai adalarında sönmüş bir volkanın tepesinde kurulu Subaru teleskobu ile yörüngedeki Hubble Uzay teleskobu kullanılarak tespit edilen ve üzerinde çalışılan gezegen, merkez yıldızından olağanüstü uzaklıkta bir gaz devi şeklinde dönüyor.

Gaz devleri küçük bir katı çekirdek çevresinde ağırlıklı olarak hidrojen ve helyum gazından oluşan gezegenler için kullanılıyor. Güneş sistemimizde de Jüpiter ve Satürn bu sınıfa giren gezegenlerden.

Bilimsel Nature Astronomy dergisinde yayınlanan makalenin başyazarı Subaru Teleskobu ve NASA-Ames Araştırma Merkezi çalışanı Astrofizikçi Thayne Currie, “Hala onun doğum sürecinin çok erken aşamalarında olduğunu düşünüyoruz,” ifadelerini kullandı. Currie eldeki verilerin bunun şu ana kadar keşfedilen en erken aşama gaz devi olduğunu gösterdiğini belirtti.

Dünyadan 9,5 trilyon kilometre uzakta

508 ışık yılı ya da 9,5 trilyon kilometre uzaklıktaki AB Auriage adlı bir yıldızın etrafında dönen gezegen geniş bir gaz ve toz diskinin içerisinde seyahat ediyor. AB Auriage yıldızının görüntüsü geçtiğimiz yıl yapılan “Don’t Look Up” filminin bir sahnesinde yer alınca bir hayli ünlenmişti.

Şu ana kadar güneş sistemi dışında 5 bin civarında gezegen keşfedildi. AB Aur b adı verilen bu gezegen ise en büyükleri arasında yer alıyor. Kütlesinin büyüklüğü nedeniyle yıldız ve gezen arasındaki yapılar için kullanılan kahverengi cüce sınıfının hemen altında yer alıyor. Gezegendeki gaz ve onun üzerine düşen toz bulutları sayesinde sıcaklığını koruyor.

Protoplanet olarak adlandırılan oluşum aşamasındaki gezegenler şu ana kadar sadece yıldız çevrelerinde tespit edilmişti. Güneş sistemi dışında bir yıldız etrafında dönen gezegenlerin de kendi yıldızlarından uzaklığı da Güneş ile Neptün arasındaki mesafe kadardı. Fakat bu gezegenin kendi yıldızına uzaklığı Neptün’ün Güneş’e uzaklığının 3 katı, dünyanın uzaklığının ise 93 katı olduğu tespit edildi.

Gezegenin oluşumunun da geleneksel kabullerden farklı olduğu düşünülüyor. Arizona Üniversitesi ve Subaru Teleskobu araştırmacısı Olivier Guyon, “Geleneksel düşünce, gezegenlerin büyük çoğunluğunun sert bir çekirdeğin üzerine düşen katı cisimlerin zamanla birikerek etrafındaki gazı tutacak büyüklüğe oluşması ile meydana geldiği yönündeydi,” ifadelerini kullandı. Bu senaryoda protoplanetler genç bir yıldızın etrafındaki toz ve gaz diskine gömülü durumdayken zamanla büyük kütleler haline geliyor ve ardından diskteki gazları toplamaya başlıyor.

Guyon, “Bu yolla yıldızdan çok uzakta gaz devi oluşması mümkün değil. O nedenle bu keşif gezegen oluşumları ile ilgili anlayışlarımıza meydan okuyor,” ifadelerini kullandı.

AB Aur b’nin oluşumu ile ilgili bilim insanlarının tahmini yıldızın etrafındaki diskin soğuduğu ve yer çekimi nedeniyle tek veya parçalı kümelere bölündüğü ve zamanla gezegenlerin oluştuğu yönünde.

AB Aur b’nin etrafında döndüğü AB Aurigae yıldızı Güneş’in 2,4 katı büyüklüğünde ve ondan 60 kat daha parlak. 2 milyon yıllık yaşı ile 4,5 milyar yıllık Güneş’e göre çok genç bir yıldız. Güneş’in de ilk yıllarında bir diskle çevrili olduğu ve bu sayede dünya ile diğer gezegenlerin oluştuğu düşünülüyor.

(Kaynak: Euronews)

Paylaşın

İlk Gen Haritası Tamamlandı: Hastalıkların Sırrı Çözülecek Mi?

Bilim insanları, yaklaşık 8 milyarlık dünya nüfusunda hastalıklara neden olan mutasyon ve genetik çeşitlilik ile ilgili çok önemli ipuçları sağlayacak ilk tam insan genomu haritasını yayınlamayı başardı.

Euronews’ta yer alan habere göre; 2003’te araştırmacılar, insan genomunun tam dizilimini açıkladıklarını duyurmuştu. Ancak bunun yaklaşık yüzde 8’i tam deşifre edilememişti. Neden ise haritaya entegre edilmesi çok güç olan yüksek oranda kendini tekrarlayan DNA parçaçıkları idi.

Science dergisinde yayınlanan makalede ise farklı ülkelerden bilim insanlarının oluşturduğu konsorsiyum, neredeyse 20 yıl sonra bu sorunun çözüldüğünü açıkladı.

ABD Ulusal İnsan Genomu Araştırma Enstitüsü (NHGRI) direktörü Eric Green yaptığı açıklamada, “Gerçekten eksiksiz bir insan genom dizisi oluşturmak, DNA planımızın ilk kapsamlı görünümünü sağlayan inanılmaz bir bilimsel başarıyı temsil ediyor” dedi.

Çalışmanın hastalar üzerindeki genetik çalışmayı güçlendireceğinin de altını çizen direktör, “Bu temel bilgi, insan genomunun tüm işlevsel nüanslarını anlamak için devam eden birçok çalışmayı destek verecek” dedi.

Haritanın tamamı, kromozom ve genlerin oluşturulduğu birimler olan 3 bin 55 milyar baz çiftinden ve proteinleri kodlayan 19 bin 969 genden oluşuyor.

Araştırmacılar, bunlar arasında yaklaşık 2 bin yeni gen tanımladı. Çoğu devre dışı olan bu genlerin 115’inin hala aktif olma ihtimali söz konusu. Bilim insanları ayrıca, tıbbi anlamda önemli 622 gendeki yaklaşık 2 milyon ek genetik varyantı da tespit ettiklerini duyurdu.

“İnsanın genom dizilimini gerçekten tamamlamak, yeni bir gözlük takmak gibiydi” diyen kıdemli araştırmacı Adam Phillippy, “Artık her şeyi net şekilde görebileceğiz ve tüm bunların ne anlama geldiğini anlamaya bir adım daha yaklaştık” diyerek tıp alanında ne kadar büyük bir adım atıldığını vurguladı.

Tam gen haritası insanlık evrimi ve biyolojisinin daha iyi anlaşılmasına fırsat sunmasının yanında yaşlanma ve kanser gibi alanlarda tıbbi keşiflerin yapılmasını sağlayacak.

Paylaşın

Tıp Tarihinde Uyku Araştırmaları

Uyku sırasında neler olduğunu ve bunun hayvan ve insan sağlığı üzerindeki etkisini anlama çabaları binlerce yıldır belgelenmiştir. Bugün bile araştırmacılar uykuyu ve belirli uyku bozukluklarının nasıl geliştiğini daha iyi anlamaya çalışıyorlar.

Haber Merkezi / Eski Hint bilgeleri, Mısırlılar, Yunanlılar ve Romalılar, uykuyu, uyuyanlara rüyaları getiren tanrıları adlandırmak da dahil olmak üzere çeşitli şekillerde tanımladılar. Aynı zamanda, birçok insanın uykuyu iki vardiya halinde, bir ya da üç saatlik arayla, kişinin yalnız başına sessiz vakit geçirebildiği, komşularını ziyaret edebildiği ya da bir işi tamamlayabildiği zaman içinde yaşadığı da iyi biliniyordu.

MÖ 450 civarında, Alcmaeon adlı bir Yunan doktor, uykunun, vücut yüzeyinden kan akması nedeniyle beyne giden dolaşımın olmamasından kaynaklanan bir bilinçsizlik büyüsü olduğunu öne sürdü. Benzer şekilde MÖ 400 yıllarında da uyuyan bir kişinin yüzey sıcaklığındaki düşüşün uykunun nedeni olduğu düşünülüyordu.

Yaklaşık 50 yıl sonra Aristoteles, uykunun, o zamanlar duyu ve duyarlılığın yeri olduğu düşünülen kalpte bir bilincin tutuklanması olduğu yorumunu yaptı, bu yüzden daha uzun sürecekti. Sindirim sürecini uykunun başlangıcıyla da ilişkilendirdi

MS 162’de Galen, bilincin yeri olarak kalpten ziyade beyni tanımladı. Ancak sonraki 1600 yıl boyunca uykunun doğasını anlamada çok az ilerleme kaydedildi. Uykunun, bazı bedensel mekanizmaları kapatan veya kan eksikliğinden kaynaklanan bir detoksifikasyon süreci olarak düşünüldüğünü belirtmek önemlidir.

Aydınlanma Çağında, bazı bilim uzmanları kendi rüyalarını yorumlama pratiğine başladılar. Yatak odası yavaş yavaş sadece uyku ve cinsel yakınlık için bir yer haline geldi ve uykunun kendisi düzene girdi. 1800’lerde aşırı uyku tembelliğin bir işareti olarak görülüyordu.

Beynin uykudaki rolünü belirleme

1900’lerde nöronların sinir sisteminin bireysel birimleri olduğu keşfedildi. 1903 yılı, ilk uyku hapı olan barbitalin formülasyonu oldu. Daha da önemli bir keşif, vücuttaki sirkadiyen ritimlerin keşfiydi.

1911’de Henri Piéron ve arkadaşları, uykusuz hayvanların beyin omurilik sıvısına uyku indükleyici bir molekül salgıladığını ve bu molekülün, enjekte edildiğinde uyarı köpeklerinin derin bir uykuya dalmalarına neden olabileceğini buldu. Buna ‘hipnotoksin’ adı verildi. İki yıl sonra, Piéron uyku fizyolojisiyle ilgilenmeye çalışan ilk kitabı yayınladı.

Bir doktor olan Constantin von Economo, 1916 ve sonraki yıllarda uyku anormallikleri sergileyen ensefalitli hastaları inceledi ve beynin hipotalamus olarak adlandırılan bölgesini uyku ve uyanıklık aktivitesinin merkezi olarak belirledi.

1925 yılına gelindiğinde, sonunda bu alandaki en seçkin bilim adamlarından biri haline gelen Nathaniel Kleitman, uykunun patofizyolojisini incelemeye başladı. Hızlı göz hareketi (REM) uykusunun varlığını keşfetti ve uyku ve uyanıklık, akıl yürütmede serebral kortikal aktivite, bilinç, istemli hareket ve uyku yoksunluğunun etkilerini incelemeye devam etti.

1924’te elektroensefalogram (EEG) icat edildi; ancak bu keşifle ilgili makale, orijinal gelişiminden 5 yıl sonra yayınlandı. Bu süreçte uyku ve uyanıklık sırasında farklı beyin elektrik dalgaları keşfedildi. Bu süre zarfında, narkolepsi hastalarında uyanıklığı teşvik etmek için uyarıcılar kullanılmaya başlandı.

Uykunun yapısı

1935’te Alman araştırmacı Bunning biyolojik saatin varlığını fark etti ve her türde kalıtsal olduğunu buldu. Sadece iki yıl sonra, Loomis, Harvey ve Hobart’tan oluşan ekip uykunun beş aşamasını keşfetti ve her birinin karakteristik beyin dalgalarını alfa, düşük voltaj, iğler, iğler artı rasgele ve rasgele dalgalar olarak adlandırdı. Bugün bildiğimiz şekliyle uykunun yapısı bu dönemde açığa çıkıyordu.

1939’da Kleitman’ın uzun yıllar uyku araştırmalarını, uyku bozukluklarını, uyku sırasındaki sıcaklık değişimlerini ve uyku-uyanıklık döngülerini kapsayan Uyku ve Uyanıklık adlı kitabı yayınlandı. Daha ileri çalışmalar, uykunun nörofizyolojisinin anlaşılmasını geliştiren uyku sırasında iskelet kası gevşemesinde beyin sapının rolünü ortaya koydu.

REM uykusunu anlama

REM uykusu ilk kez 1953’te genç bir erkek çocukta tespit edildi; bu, ilgili araştırmacı için şaşırtıcıydı çünkü uyku sırasında beyin aktivitesinin düştüğüne dair genel izlenimle çelişiyordu. Ertesi yıl, gece uykusunun birkaç tekrar eden döngüden oluştuğu bulundu. Melatonin 1958’de keşfedildi ve uykunun düzenlenmesinde anahtar olduğu kanıtlandı.

1959’da Michel Jouvet tarafından REM ve NREM uykusu arasında çok önemli bir ayrım yapıldı. Bu amaçla Jouvet, birincisinin hafif uyku olmadığını, artan beyin aktivitesinin, vücudun REM sırasında yaşanan rüyalardaki canlı görüntüleri ve sesleri harekete geçirmesini engelleyen iskelet kası inhibisyonuna eşlik ettiği ‘paradoksal uyku’ olduğunu buldu.

Nispeten, NREM’de bu inhibisyon görülmez ve beyin aktivitesi düşüktür. Aynı yıl, Sirkadiyen ritimler, onları ilk kez insanlarda tanımlayıp inceleyen Halberg tarafından bu şekilde adlandırıldı ve böylece kronobiyolojinin babası oldu.

Uyku bozuklukları

1962’de Jouvet, ponsun REM uykusunu düzenlediğini keşfetti. Obstrüktif uyku apnesi, 1965 yılında uyku ve uyanma ile bağlantılı olarak fizyolojik değişiklikler tanımlanıp ayrıntılı olarak incelendiği ve uyku tıbbının poster çocuğu haline geldi. Bu, uyku sırasındaki sıcaklık, dolaşım ve solunum değişikliklerinin sistematik bir çalışmasına kadar genişletildi.

Parasomniler ve yatak ıslatma, Roger Broughton’un 1968 tarihli bir makalesinde REM uykusundan ziyade yavaş dalga uykusundan konfüzyonel uyanmanın ürünleri olarak tanımlandı. Takip eden on yıl, 1970 yılında Stanford’da ilk uyku araştırma merkezinin kurulmasına, Sirkadiyen ritimler için bir genetik (‘per’ gen) ve fiziksel lokusun (suprakiazmatik çekirdek) tanımlanmasına ve aşağıdakiler gibi güvenilir uykululuk ölçütlerinin evrimine tanık oldu. çoklu uyku gecikme testi (MSLT).

Bu keşiflerin ardından, psikanalitik ve doğaüstü açıklamaların dışında rüyaları açıklamak için aktivasyon-sentez modeli gibi modeller ortaya atılmıştır. Bu modeller ayrıca REM-NREM değişimi için karşılıklı etkileşim hipotezi gibi uyku aşaması geçişi hakkında bilgi sağladı.

1980’lerde sirkadiyen ritim ile uyku süresi arasındaki bağlantı, diğer ipuçlarıyla birlikte belirlendi. Uyku ve öğrenme arasındaki ilişki incelendi ve uykunun yaşam için mutlak fizyolojik gerekliliği nihayet doğrulandı. Moleküler biyoloji bu alanda önemli bir rol oynamaya başladı. Uyku araştırmaları üzerine en güvenilir kitap olan Uyku Tıbbının İlkeleri ve Uygulaması 1989’da yayınlandı.

Uyku üzerine modern keşifler

1990’lar, nöronal grup teorisi ve beyin enerji metabolizması teorisi de dahil olmak üzere çok sayıda çalışan uyku teorisinin ortaya çıkmasına tanık oldu. Ventrolateral preoptik bölgedeki sözde uyku anahtarı Saper ve ekibi tarafından tespit edildi.

Yokluğu narkolepsi oluşturan bir molekül olan oreksin reseptörünün eksikliği de bu dönemde keşfedildi. Ayrıca, van Cauter ve araştırma grubu, uyku yoksunluğunun karbonhidrat metabolizması üzerindeki etkilerini de araştırmaya başladı. Işık ve bir retina pigmenti olan melanopsinin biyolojik saati ayarlamadaki rolü de ortaya çıkarılarak uyku düzenleme sürecine büyüleyici bir ışık tutulmuştur.

2003 yılında Tononi ve Cirelli, uykunun sinaptik ağların toparlanmasına ve güçlerini korumak için aktivasyon seviyelerini düşürmesine izin verdiğini belirten sinaptik homeostaz teorisini önerdiler. Uyku ve hafıza konsolidasyonunun yanı sıra uyku yoksunluğu ve zayıf muhakeme ve motor hata riski üzerinde çalışıldı ve veriler yayınlandı.

Uyku ile ilgili güncel çalışmalar, uyku bozukluklarının genetik, çevresel ve psikososyal yönlerini belirlemeye çalışmaktadır.

Dikkat: Sayfa içeriği sadece bilgilendirme amaçlıdır.

Paylaşın