Samanyolu’nu Daha Önce Hiç Böyle Görmediniz

Bilim insanları, 13 yıllık gözlemlerin ardından, yeni doğan yıldızların şiddetli doğumlarından galaktik çekirdeğin gizli gizemlerine kadar, Samanyolu Galaksisinin şimdiye kadar yapılmış en ayrıntılı haritasını ortaya çıkardı.

Haber Merkezi / Bilim insanları, Avrupa Güney Gözlemevi’nin (ESO) Görünür ve Kızılötesi Astronomi Araştırma Teleskobu VISTA tarafından 420 gece boyunca elde ettiği görüntüleri kullanarak, Samanyolu Galaksisinin şimdiye kadar yapılmış en büyük haritasını ortaya çıkardılar.

Bu yeni harita 2010 ile 2023 yılları arasında çekilen 200 binden fazla ayrı görüntüden oluşuyor. Harita, 2012 yılında yayınlanan önceki en büyük haritadan yaklaşık 10 kat daha fazla nesne içeriyor. Ortaya çıkan veri o kadar büyük ki, yaklaşık 124 bin adet yüksek çözünürlüklü filme eşdeğer olan 500 terabayt veri içeriyor.

Bilim insanlarının yayınladığı görüntülerde parlak ışıklı bulutsular ve geniş yıldız kümeleri görülüyor.

Şili’deki Andres Bello Üniversitesi’nden bilim insanı Dante Minniti, “O kadar çok keşif yaptık ki, Galaksimize dair bakış açımızı sonsuza dek değiştirdik” diyor. Dr. Minniti,, araştırmanın araştırmacılar tarafından WIT (‘Bu nedir?’) olarak bilinen bir dizi bilinmeyen nesneyi de ortaya çıkardığını söyledi.

Hertfordshire Üniversitesi’nden bilim insanı r. Philip Lucas, ‘Harita, önümüzdeki on yıllarda Samanyolu’nun güneyini incelemek için uluslararası standart haline gelecek” dedi.

Paylaşın

Dünya Genelinde Her Üç Çocuktan Biri “Miyop”

Yeni yayınlanan bir araştırmaya göre, dünya genelinde her üç çocuk veya gençten birinin miyop olduğunu ortaya koydu. Miyop tedavi edilemiyor, ancak gözlük veya lenslerle düzeltilebiliyor.

Dünya genelinde yapılan bir analiz, çocukların görme yetisinin giderek kötüleştiğini ve her üç çocuktan birinin artık miyop olduğunu, yani uzaktaki nesneleri net göremediğini ortaya koyuyor.

Araştırmacılar, çocukların ekran başında daha fazla, açık havada ise daha az zaman geçirmelerine neden olduğu için Covid karantinalarının görme yetisi üzerinde olumsuz bir etki yarattığını söylüyor.

Çalışma, miyopluğun giderek büyüyen küresel bir sağlık sorunu olduğu ve 2050 yılına kadar milyonlarca çocuğu daha etkileyeceği uyarısında bulunuyor.

Çocuklar arasında miyop en fazla Asya’da yaygın. Japonya’daki çocukların yüzde 85’i, Güney Kore’deki çocukların yüzde 73’ü, Çin ve Rusya’da ise yüzde 40’tan fazlası miyop.

Paraguay ve Uganda yaklaşık yüzde 1 ile en düşük miyopluk seviyelerine sahipken, İngiltere ve ABD’de bu oran yüzde 15 civarında.

British Journal of Ophthalmology dergisinde yayınlanan çalışma, altı kıtada 50 ülkeden beş milyondan fazla çocuk ve genci kapsayan araştırmayı inceledi.

Veriler, 1990 ile 2023 yılları arasında miyopluğun üç kat artarak yüzde 36’ya yükseldiğini ortaya koyuyor.

Araştırmacılar, Covid pandemisinden sonraki artışın “özellikle dikkat çektiğini” söylüyor.

Miyopluk genellikle ilkokul yıllarında başlıyor ve yaklaşık 20 yaşında gözün büyümesi durana kadar kötüleşme eğilimi devam ediyor.

Bu aynı zamanda genetiğe de bağlı. Ancak Singapur ve Hong Kong gibi yerlerde çocukların eğitime özellikle küçük yaşta (2 yaşında) başlaması gibi başka faktörler de var.

Araştırmalara göre, çocukların ilk yıllarında kitaplara ve ekranlara odaklanmış halde daha fazla zaman geçirmeleri göz kaslarını zorlayarak miyopluğa yol açabiliyor.

Türkiye’den uzmanlar benzer durumun Türkiye için de geçerli olduğunu söylüyor.

Okullaşmanın 6 – 8 yaşlarında başladığı Afrika’da miyopluk Asya’ya kıyasla çok daha az yaygın.

Dünya genelinde milyonlarca insanın Covid kısıtlamaları sırasında uzun süre kapalı ortamlarda kalması nedeniyle de çocukların ve gençlerin görme yetisi zarar gördü.

Araştırmacılara göre, “Ortaya çıkan kanıtlar, pandemi ile genç yetişkinler arasında görme bozukluğunun hızlanması arasında potansiyel bir bağlantı olduğunu gösteriyor”.

Araştırma, 2050 yılına kadar miyopun dünya genelindeki gençlerin yarısından fazlasını etkileyebileceğini öngörüyor. Çalışmaya göre, kız çocukları büyüdükçe okulda ve evde açık hava etkinlikleri için daha az zaman harcama eğiliminde oldukları için, erkeklere göre daha yüksek oranlara sahip olabilirler.

Ergenlik de dahil olmak üzere kız çocuklarının büyüme ve gelişmesi daha erken başlıyor, bu da daha erken yaşta miyop olmaları anlamına geliyor.

Araştırmacılar, 2050 yılına kadar Asya’nın yaklaşık yüzde 69 miyop oranıyla diğer tüm kıtalara kıyasla en yüksek seviyelere ulaşması bekleniyor; gelişmekte olan ülkelerin de yüzde 40’a ulaşabileceği belirtiliyor.

Göz uzmanları, çocukların miyop olma ihtimallerini azaltmak için şu tavsiyelerde bulunuyor: Özellikle 7-9 yaş arasında her gün en az iki saat dışarıda vakit geçirmeliler. Bu konuda fark yaratan şeyin güneş ışığı mı, açık havada yapılan egzersiz mi ya da çocukların gözlerinin daha uzaktaki nesnelere odaklanması mı olduğu net değil.

Çocuklar daha erken yaşta göz kontrolüne götürülmüş olsa bile, özellikle 7-10 yaşlarında göz testine götürülmeli.
Ebeveynler de çocuklarını dikkatli gözetlemeli: Miyopluk aileden geçer; siz miyopsanız, çocuklarınızın da miyop olma ihtimali diğerlerine göre üç kat daha fazladır.

Tedavisi var mı?

Miyopi tedavi edilemiyor, ancak gözlük veya lenslerle düzeltilebiliyor.

Takılan özel lensler, gözün farklı şekilde büyümesini teşvik ederek, küçük çocuklarda miyopluk gelişimini yavaşlatabilir, ancak bunlar pahalı.

Bu özel lenslerin çok popüler olduğu Asya’da ayrıca açık havada ders havası yaratmak üzere, boydan boya camla kaplı sınıfların sayısı da artıyor.

Yüksek miyopluk oranlarının ileri yaşlarda birçok olağandışı göz rahatsızlığına yol açabileceğinden endişe ediliyor.

Miyop belirtileri neler?

Okulda tahtayı görmede ve kelimeleri uzaktan okumakta zorluklar,
Televizyona veya bilgisayara yakın oturmak ya da cep telefonunu veya tableti yüze yakın tutmak,
Baş ağrısı çekmek,
Gözleri sık sık ovuşturmak.

(Kaynak: BBC Türkçe)

Paylaşın

Stephen Hawking’in Kara Delik Paradoksu Çözülmüş Olabilir

Yeni bir araştırma, kara deliklerin Albert Einstein’ın genel görelilik kuramının öngördüğü gibi özelliksiz, yapıdan yoksun varlıklar olmayabileceğini öne sürüyor.

1916 yılında ilk kez Karl Schwarzschild tarafından tanımlanan klasik kara delik modeli, kara delikleri iki temel özelliğe sahip olarak tasvir eder: tüm kütlenin yoğunlaştığı bir tekillik ve hiçbir şeyin, hatta ışığın bile kaçamadığı bir sınır olan olay ufku.

1970’lerde Stephen Hawking, olay ufkuna yakın kuantum etkilerinin uzay boşluğundan parçacıklar yaratılmasına yol açması gerektiğini keşfetti, bu süreç Hawking radyasyonu olarak bilinir. Bu radyasyon, kara deliğin kademeli olarak kütle kaybetmesine ve sonunda tamamen buharlaşmasına neden olurdu.

Paradoks, bu radyasyonun başlangıçta kara deliği oluşturan madde hakkında hiçbir bilgi taşımaması nedeniyle ortaya çıkar. Kara delik tamamen buharlaşırsa, bu bilgi sonsuza dek kaybolmuş gibi görünür ve bilginin korunması gerektiğini öne süren kuantum mekaniğinin ilkelerini ihlal eder. Bu çelişki, bilgi kaybı paradoksu olarak bilinir ve teorik fizikteki en önemli zorluklardan biridir.

Hakemli bilimsel dergi Physical Review D’de yayımlanan araştırmada, kara deliklerin aslında ‘donmuş yıldızlar’ adı verilen, soğumuş ve artık ışık veya ısı yaymayan yıldızlar olduğu öne sürüldü.

Kara delikler, bilimin kurallarına meydan okuyan ve birçok paradoksla ilişkilendirilen nadir gök cisimlerinden biri. Ancak yeni bir araştırma, kara delikler hakkında bilinen her şeyi değiştirebilecek bir hipotez öneriyor.

Hakemli bilimsel dergi Physical Review D’de yayımlanan araştırmada, kara deliklerin aslında “donmuş yıldızlar” adı verilen, soğumuş ve artık ışık veya ısı yaymayan yıldızlar olduğu öne sürüldü. Kara cüceler olarak da adlandırılan donmuş yıldızlar, bir yıldızın yaşam döngüsünün son aşaması anlamına geliyor.

Bilim insanları genellikle yıldızların kara cüce aşamasına ulaşmasının trilyonlarca yıl alacağına inanıyor. Ancak evren, sadece 13,7 milyar yaşında olduğundan henüz donmuş yıldızları olamayacağı tahmin ediliyor.

Yeni çalışmada ise araştırmacılar, donmuş yıldızlarla kara delikler arasındaki benzerlikleri detaylı bir şekilde analiz etti ve teorilerinin geleneksel kara delik modeliyle bağlantılı birçok paradoksu çözdüğünü belirtti. Bu hipotez doğrulanırsa kara delikler, ünlü fizikçi Albert Einstein’ın genel görelilik kuramının öngördüğü gibi özelliksiz, yapıdan yoksun varlıklar olmayabilir.

Kara delikler konusunda bilim camiası, Einstein’ın 1915’te ortaya koyduğu genel görelilik kuramını takip ediyor. Einstein’a göre, bir kara deliğin iki temel özelliği var. Birincisi, merkezinde tekillik olarak adlandırılan sonsuz yoğunlukta bir nokta olması. İkincisi ise kara deliğin hiçbir şeyin, ışığın bile kaçmasına izin vermeyen bir olay ufku olması.

Bu teori yaygın kabul görse de, bazı büyük sorunlarla karşı karşıya kalıyor. Örneğin, bildiğimiz fizik kurallarınca her şeyin bir sonu olmalı. Ayrıca bir diğer ünlü fizikçi Stephen Hawking’in radyasyon paradoksu, kara deliklerin radyasyon yayabileceğini, zamanla yavaşça kütle kaybedebileceğini ve sonunda tamamen buharlaşacağını öne sürüyor.

Bu da başka bir çelişkiyi ortaya çıkarıyor: Einstein hiçbir şeyin bir kara delikten kaçamayacağını öne sürdüğüne göre, bu nasıl mümkün olabilir? Ancak yeni araştırmanın yazarlarına göre, kara delikler donmuş yıldızlar, yani hem tekillikten hem de olay ufkundan yoksun nesneler olarak kabul edildiğinde tüm bu paradokslar çözülüyor.

‘Donmuş yıldızlar’ teorisi ne kadar mantıklı?

Yeni çalışmada araştırmacılar, kara deliklerin entropi ve termal radyasyon gibi termodinamik özelliklerinin teorik değerlerinin, donmuş yıldızlarınkine benzer olduğunu ortaya koydu.

İsrail’deki Ben-Gurion Üniversitesi’nde fizik profesörü ve çalışmanın ilk yazarı Ramy Brustein, Live Science’a yaptığı açıklamada, “Donmuş yıldızlar bir tür kara delik taklitçisidir: tekilliklerden arınmış, ufuk çizgisi olmayan ancak yine de kara deliklerin tüm gözlemlenebilir özelliklerini taklit edebilen ultra kompakt, astrofiziksel nesnelerdir,” dedi.

Ayrıca, bir olay ufkunun olmaması, radyasyonların ve parçacıkların kara delik olarak görülen nesnelerin sınırlarından kaçabileceğini gösteriyor. Bu da Hawking’in kara deliklerden çıkan ışık emisyonu hakkında söyledikleriyle örtüşüyor.

1970’lerde Stephen Hawking, olay ufkuna yakın kuantum etkilerinin uzay boşluğundan parçacıkların üretilmesine yol açtığını ve kara deliklerden kütle azaltacak bir ışıma sızması gerektiğini ortaya koymuştu. Bu fenomen bugün Hawking radyasyonu olarak adlandırılıyor.

Öte yandan, kara deliklerin gerçekten donmuş yıldızlar olduğunu teyit edecek deneysel bir kanıt yok. Bu da söz konusu hipotezi doğrulamak için daha fazla araştırma gerektiği anlamına geliyor.

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

Dünya Tarihindeki En Büyük Kitlesel Yok Oluşunun Nedeni Neydi?

Yeni bir araştırma, yaklaşık 252 milyon yıl önce gerçekleşen, Dünya tarihinin en büyük yok oluşunun tetiklenmesinde büyük El Nino’nun rol oynamış olabileceğini ortaya koydu.

Bristol Üniversitesi ve Çin Jeoloji Bilimleri Üniversitesi’nin (Wuhan) ortaklaşa yürüttüğü ve Science dergisinde yayımlanan araştırma, Permiyen – Triyas döneminde meydana gelen ve karada ve denizlerde yaşamın yıkımına yol açan aşırı çevresel değişimlere ışık tutuyor.

Günümüzde hava koşullarında ve sıcaklıklarda büyük değişimlere neden olan El Nino, Permiyen – Triyas döneminde çok daha aşırı ve uzun sürüyordu.

Yeni bir araştırma, dünya tarihindeki en kötü kitlesel yok oluşta bugün de iklim olaylarında adından sıkça söz ettiren El Nino olgusunun rol oynamış olabileceğini ortaya koydu.

Yaklaşık 250 milyon yıl önce meydana gelen ve Permiyen – Triyas Yok Oluşu diye adlandırılan kitlesel ölüm olayı, Dünya’daki tüm deniz türlerinin yüzde 96’sının ve karadaki omurgalı türlerinin de yüzde 70’inin tükenmesine yol açmıştı.

“Büyük Ölüm” veya “Büyük Yok Oluş” diye de adlandırılan bu olayda gezegendeki biyoçeşitlilik büyük oranda tahrip olduğu için yaşamın kendini toparlaması diğer soy tükenmesi olaylarından daha uzun sürdü. Bu nedenle Permiyan – Triyas Yok Oluşu, “tüm kitlesel yok oluşların anası” olarak da nitelendiriliyor.

Ayrıca bu olay, şimdiye kadar böceklerde gözlemlenen tek kitlesel yok oluş olarak da biliniyor.

Permiyen döneminin sonunda Dünya’daki türlerin yüzde 90’ını yok ettiği düşünülen bu kitlesel ölüm olayında hangi faktörlerin rol oynadığına dair pek çok teori ortaya atıldı.

Bu teorilerden bazılarında daha erken bir evrede yavaş yavaş gerçekleşen bazı çevresel değişimlere, bazıları da meteorit çarpmaları ve volkanlar gibi daha ani olaylara atıfta bulunuluyor.

Son olarak perşembe günü (12 Eylül) hakemli bilimsel dergi Science’ta yayınlanan bir araştırma makalesi, kitlesel yok oluşta El Nino’nun da rol oynamış olabileceğini ortaya koydu.

El Nino, bugün halen gözlemlenen ve Pasifik Okyanusu’nda Ekvator boyunca yayılan sıcak suyun neden olduğu geniş kapsamlı bir iklim modeli. Bu modelde Pasifik’teki bol miktarda ısı atmosfere aktarıldığı için ekstra sıcaklıklar ortaya çıkıyor.

Hatta uzmanlar, 2023 yazının son derece sıcak geçmesinde El Nino’nun da önemli bir faktör olduğunu belirtmişti.

Çin Jeoloji Bilimleri Üniversitesi’nde yer bilimci ve yeni araştırmanın baş yazarı Yadong Sun, konodont adı verilen yılan balığı benzeri Permiyen canlılarının dişlerini inceleyerek okyanus sıcaklıkları hakkında bilgi topladı. Yer bilimcinin verileri, Pasifik’in öncülü eski bir okyanus olan Panthalassa’nın batı kısmının başlangıçta doğu kısmından daha sıcak olduğunu ortaya koyuyordu.

Öte yandan Sun, Permiyen sonunda iklim ısındıkça doğuda daha yüksek sıcaklıklar oluştuğunu keşfetti. Bu örüntü bugün Pasifik’te yaşanan El Nino olaylarında da görülüyor.

Sun ve ekibi Permiyen sonunda bir dizi çok şiddetli ve çok uzun süreli El Nino yaşandığı sonucuna vardı. Bu olayların etkilerini simüle eden ekip, kitlesel yok oluşla benzer bir tabloyla karşılaştı.

Araştırma ekibi bu etkiler nedeniyle önce orman türlerinin yok olduğunu tespit etti. Atmosferde biriken ısının sonunda Panthalassa’yı tropik bölgelerde 40 dereceye kadar ısıttığı ve bunun da okyanus türlerini öldürdüğü saptandı.

Washington Üniversitesi paleontoloğu Peter Ward, “Bu, Permiyen’de olanları günümüze bağlayan, gördüğüm en iyi makale” ifadelerini kullandı.

Live Science’a konuşan paleontolog, insan kaynaklı iklim krizinin de benzer bir yok oluşa sebebiyet verebileceğine dair endişesini dile getirdi: “Medeniyetimizin istikrara ihtiyacı var ve Dünya sisteminde devasa bir istikrarsızlık yaratıyoruz.”

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

Beyaz Delikler Var Mı? Teorik Temelleri

Beyaz delik, astrofizikte, madde ve ışığın uzayda belirli bir alana çekilmek yerine oradan çıktığı teorik bir fenomeni temsil eder. Başka bir ifadeyle kara deliğin tam tersidir.

Haber Merkezi / Kara deliği, basitçe, kaçış hızının ışık hızını geçtiği ve ışığın kaçmasının imkansız olduğu bir alan olarak tanımlayabiliriz.

Kaçış hızı, bir şeyin Dünya gibi bir gezegenin yerçekimi alanından kaçıp uzaya doğru hareket edebilmesi için kat etmesi gereken hızı ifade eder.

Alman fizikçi ve astronom Karl Schwarzschild, beyaz delik fikrini, Albert Einstein’ın genel görelilik kuramına yanıt olarak ortaya atmıştır. Schwarzschild, kara delikleri tanımlayan denklemleri formüle ederken, beyaz deliklerin kara delikleri yöneten aynı fizik yasaları altında var olabileceğini ortaya koymuştur.

Einstein’ın genel görelilik kuramı

Einstein’ın genel görelilik kuramı, kütle çekimini Newton’un kuramı gibi nesneler arasındaki bir kuvvet olarak değil, kütle ve enerjinin neden olduğu uzay ve zamanın eğriliği olarak tanımlayan bir kuramdır.

Genel görelilik kuramına göre gezegenler, yıldızlar ve diğer büyük kütleli cisimler etraflarındaki uzayı bükerler ve uzayın bu bükülmesine biz kütle çekimi adını veririz.

Esasında nesneler uzayda bu kıvrımlar boyunca hareket ederler, örneğin Dünya’nın Güneş etrafında dönmesinin nedeni budur.

Nokta tekilliği nedir?

Nokta tekilliği, uzayda belirli niceliklerin (yoğunluk veya yer çekimi gibi) sonsuz büyüklükte olduğu bir konumdur.

Daha basit bir ifadeyle, bu, evrende aklımıza gelebilecek her şeyin, fizik yasaları da dahil, çöktüğü, her şeyin hayal edilemeyecek kadar küçük bir alana sıkıştırıldığı bir noktaya benziyor.

Fizikçiler bu kavramı, genellikle, kara deliğin tüm kütlesinin tek bir noktada yoğunlaştığı çekirdeği tanımlamak için kullanırlar.

Olay ufku nedir?

Olay ufku, özünde, hiçbir şeyin, hatta ışığın bile kaçamayacağı bir kara deliğin etrafındaki sınırdır.

Bunu geri dönüşü olmayan bir nokta gibi düşünün; bir şey bu sınırı geçtiğinde, dışarı çıkma şansı olmadan kara deliğe çekilir. Bu, olay ufkunu bir kara deliğin en dış katmanı yapar ve çekim gücünün herhangi bir şeyin kaçamayacağı kadar güçlü hale geldiği sınırı tanımlar.

Schwarzschild’in teorileştirdiği gibi, beyaz deliklerde olduğu gibi zamanın tersine dönmesi gibi ilginç bir durumda, bu olay ufku, madde ve ışığın ancak kaçabileceği, emilemeyeceği bir sınır haline gelir.

Beyaz deliklerin kuantum değerlendirmeleri

Kuantum mekaniği, kuantum çekim teorileriyle birlikte, kara deliklerin olay ufkuna yakın bir noktada kuantum etkilerinden dolayı radyasyon yaymasıyla oluşan Hawking radyasyonu gibi olayları öngörür.

Bazı bilim insanları, bu süreçlere zamanın tersine çevrilmesini uygulayarak, beyaz deliklerin de Hawking radyasyonunu yansıtan fiziksel bir süreç olarak madde ve ışık yayabileceğini ileri sürüyorlar.

Beyaz delikler var mı?

Beyaz deliklerin var olup olmadığı sorusu zorluklarla doludur. Gözlemlenebilir evrende bu tür nesnelerin varlığını doğrudan destekleyen hiçbir gözlemsel kanıt yoktur.

Ancak teorik fizik, beyaz deliklerin teorik olarak ortaya çıkabileceği senaryolar sunar.

Döngü kuantum yerçekimi teorisi

Astrofizikçi Andrew Hamilton, eğer beyaz delikler varsa, bunların, rollerini kütle ve enerjiyi emmekten dışarı atmaya çeviren kuantum kütle çekimsel dönüşümü geçiren süper kütleli kara deliklerin kalıntıları olabileceğini öne sürüyor. Bu teoriye döngü kuantum kütle çekimi denir.

Bu dönüşüm, evreni etkilediği bilinen karanlık enerji veya karanlık maddenin etkisi altında potansiyel olarak gerçekleşebilir. Ancak fizikçiler, karanlık maddenin temel parçacıklarla nasıl etkileşime girdiğine dair hala net bir anlayışa sahip değiller.

Diğer teorik çerçevelerle bağlantılar

Beyaz delikler kavramını keşfetmek fiziğin birkaç başka alanına da değinir. Örneğin, kütle çekimsel merceklenme – ışığın kara delikler gibi büyük nesnelerin etrafında büküldüğü bir fenomen, benzer şekilde beyaz delikler için de geçerli olabilir ve arkalarındaki uzay algımızı değiştirebilir.

Ayrıca, ana evrenin dış katmanlarından bir beyaz delikten doğma potansiyeli olan bir bebek evren fikri, çoklu evren teorisiyle derin bir bağlantıya sahiptir ve evrenimizin çok sayıda evrenden sadece biri olabileceğini öne sürer.

Beyaz delikler aynı zamanda evrendeki termal denge anlayışımızı da zorluyor.

Enerji ve maddeyi emmek yerine yaydıkları için teorik olarak kozmik tohumlar olarak hizmet edebilir, enerji yoğunluğunu ve temel parçacıkları evren boyunca dağıtabilir ve böylece galaksilerin oluşumunu ve evrimini kara deliklerden temelde farklı şekillerde etkileyebilirler.

Paylaşın

DSÖ: Cep Telefonları İle Beyin Kanserleri Arasında Bağlantı Yok

Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) yaptırdığı yeni bir inceleme, cep telefonu kullanımı ile beyin kanseri riskinin artması arasında bir bağlantı olmadığını ortaya koydu.

Haber Merkezi / İnceleme, cep telefonu kullanımındaki büyük artışa rağmen beyin kanseri vakalarında buna karşılık gelen bir artışın olmadığı belirlendi.

İncelemenin baş yazarı yardımcı doçent Ken Karipidis, incelemenin 1994 ile 2022 yılları arasında yayımlanan 63 gözlemsel çalışmayı içerdiğini ve bunun “bugüne kadarki en kapsamlı inceleme” olduğunu söyledi ve ekledi:

“Cep telefonları ile beyin kanseri veya boyun kanserleri arasında bir bağlantı olduğunu gösteren kanıtların olmadığı sonucuna vardık.”

Sonuçlardan oldukça emin olduklarını belirten Karipidis, cep telefonu kullanımında büyük bir artış olsa da beyin kanseri oranlarının sabit kaldığını söyledi.

İncelemede, merkezi sinir sistemi kanserleri (beyin, meninksler, hipofiz bezi ve kulak dahil), tükürük bezi tümörleri ve beyin tümörleri ele alındı.

Avustralya Radyasyon Koruması ve Nükleer Güvenlik Ajansı (Arpansa) öncülüğünde gerçekleştirilen incelemede, 5 binden fazla çalışma incelendi ve bunların arasından bilimsel açıdan en iyi olanlar tercih edildi.

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), 2011 yılında radyo frekanslı elektromanyetik alanları olası kanserojen alanlar olarak sınıflandırmıştı.

Karipidis, söz konusu sınıflandırmadan bu yana çok sayıda araştırmanın yayınlandığını ve 2019 yılında DSÖ’nün radyo dalgalarının sağlık üzerindeki etkilerini incelemek için bir dizi sistematik çalışma yaptırdığını ifade etti.

Kanser ile cep telefonları arasındaki bağlantıya dair endişelerin ortadan kaldırılması gerektiğini söyleyen Karipidis, ancak teknolojinin gelişmeye devam etmesi nedeniyle araştırmaların sürdürülmesinin önemli olduğunu vurguladı.

Paylaşın

Kuş Embriyoları Ebeveynlerini Dinliyor!

Martılar üzerine yapılan yeni bir araştırma, yavru embriyoların yumurtanın içinden ebeveynleri arasındaki konuşmaları dinlediğini ve embriyoların duyduklarından davranışsal olarak etkilerini ortaya koydu.

Haber Merkezi / Glasgow Üniversitesi’nde Francisco Ruiz-Raya ve Vigo Üniversitesi’nden Alberto Velando, İspanya’nın Sálvora Adası’nda yaşayan 44 sarı bacaklı martı ailesini inceledi. Ruiz-Raya ve Alberto Velando, her yuvadan iki kardeş yumurta aldılar ve bunları yapay kuluçka makinelerinde farklı seslere maruz bıraktılar.

Yumurtaların yarısı çok konuşan ebeveynlerin ses kayıtlarını dinlerken, diğer yarısı ise daz az konuşan ebeveynlerin seslerine maruz bırakıldı. Yavrular yumurtadan çıktıktan hemen sonra, her iki kardeş martılar birlikte büyütülmek üzere bir martı koruyucu ailesine yerleştirildi.

Ruiz-Raya. “Kardeş martılar arasındaki tek fark, doğum öncesi gelişim sırasında ebeveyn iletişiminin farklı ipuçlarına maruz kaldıkları bu kısa dönemdi” dedi ve ekledi: “Ortak bir genetik geçmişe sahiplerdi ve aynı aile bağlamında yetiştirildiler.”

Ruiz-Raya ve Velando’nun bulguları, doğum öncesi sese maruz kalmanın martı yavruları üzerinde uzun süreli fizyolojik ve davranışsal etkilere sahip olduğunu göstermektedir.

Daha çok konuşan ebeveyn seslerine maruz kalan yumurtaların çatlaması daha uzun sürdü. Ayrıca, kardeş martılar arasındaki gelişim mekanizmalarında değişiklikler gözlemlendi. Araştırmacılar özellikle, daha az konuşan ebeveynlere doğum öncesi maruz kalan yavru martılar hormonal stres tepkisinde ve DNA metilasyonunda (hangi genlerin hangi zamanlarda aktif olduğunu değiştiren biyolojik bir değişiklik) artışlar buldular.

Araştırmacılar, yavruların uçmaya başlayana kadar büyümesini ve beslenmesini, koruyucu ebeveynleriyle ne kadar iyi iletişim kurduklarını değerlendirmek için izlediler. Daha fazla konuşan ebeveyn seslerine maruz kalan yavruların, daha az konuşan ebeveynlere maruz kalanlara göre daha sesli yalvarma davranışı gösterdiğini ortaya koydular.

Araştırma sonuçlarını değerlendiren Ruiz-Raya, “Embriyoların bilgi edinebildiğini ve ebeveyn – yavru çatışmasında aktif rol oynadığını göstermek heyecan verici” dedi ve ekledi:

“Bu çalışmanın diğer şaşırtıcı sonucu, bu belirli doğum öncesi olayların doğum sonrası yaşamda, hatta muhtemelen yetişkinlikte bile kalıcı bir etkiye sahip olabilmesiydi. Bu, sosyal çevrenin gelişmekte olan embriyolar için bile ne kadar önemli ve sonuç verici olduğunun farkında olmamız gerektiğini gösteriyor.”

Paylaşın

Dünya’nın Merkezinde Gizemli Bir “Simit” Keşfedildi

Bilim insanları, Dünya’nın sıvı çekirdeğinin içinde halka biçimli bir bölge keşfetti. Bu bölge, gezegenin manyetik alanının dinamikleri hakkında yeni ipuçları veriyor.

Dünya’nın sıvı çekirdeğindeki halka biçimli bölge ekvatora paralel yalnızca düşük enlemlerde yer alıyor.

Dünya’nın kabuğu yani dış katmanı ortalama 30 ila 70 km, bunun altında yer alan manto yaklaşık 3 bin km kalınlığında. Manto katmanı Dünya’nın toplam hacminin yaklaşık yüzde 84’ünü oluşturuyor.

Ve mantonun altında da çekirdek yer alıyor. Çekirdek de katmanlara ayrılıyor; katı bir iç çekirdek ve sıvı bir dış çekirdek.

Dış çekirdek sıvı demir ve nikelden oluşuyor ve Dünya’nın manyetik alanını yaratıyor. Bu alan, Dünya’nın etrafını bir kalkan gibi sarıyor ve yaşamın sürmesi için gerekli ortamı oluşturuyor.

Bilim insanları Dünya’nın iç kısmına inip inceleme yapamadığı için bu katmanlar hakkında bilinenler çoğunlukla sismik verilerden geliyor.

Avustralya Ulusal Üniversitesi’nden araştırmacılar, büyük depremler sırasında oluşan sismik dalgaları inceledi. Ancak normalden farklı olarak depremin başlamasından saatler sonra ilerleyen dalgaları takip ettiler.

Bilim insanları, mantoyla çekirdeğin sınırına yakın bir yerde dalgaların yavaşladığını gözlemledi.

Bulgularını Science Advances adlı hakemli dergide dün (30 Ağustos) yayımlayan ekip, dış çekirdekte dalgaların yavaşlamasına yol açan, simit şeklinde bir yapı olduğunu buldu. Bu şekillere matematikte torus adı veriliyor.

Araştırmacılar ekvatora paralel şekilde uzanan yapının sadece düşük enlemlerde olduğunu da kaydetti.

Makalenin ortak yazarı Prof. Hrvoje Tkalčić “Bölge ekvator düzlemine paralel uzanıyor, düşük enlemlerle sınırlı ve donut şeklinde” diyerek ekliyor: Donutun kalınlığını tam olarak bilmiyoruz ancak çekirdek-manto sınırının birkaç yüz kilometre altına ulaştığı sonucuna vardık.

Büyük ölçüde sıvı haldeki demir ve nikelden oluşan dış çekirdek, Dünya’yı zararlı kozmik radyasyondan koruyan manyetik alanı üretiyor.

Manyetik alan, yaşamın var olmasında elzem bir yer edindiğinden bilim insanları dış çekirdeğin yapısını daha iyi anlamaya ve bu sayede manyetik alanda yaşanabilecek değişimleri öngörmeye çalışıyor.

Yeni bulgular bu çalışmalara katkı sağlayabilir. Tkalčić “Svı çekirdekteki düşük hız, bu bölgelerde yüksek yoğunlukta hafif kimyasal elementler bulunduğu ve bu elementlerin sismik dalgaların yavaşlamasına yol açtığı anlamına geldiği için bulgularımız ilginç” diyerek ekliyor: Bu hafif elementler, sıcaklık farklılıklarının yanı sıra dış çekirdekteki sıvının karışmasını sağlıyor.

Çalışmanın diğer yazarı Dr. Xiaolong Ma ise yeni çalışmanın, manyetik alanın arkasındaki mekanizma hakkında bir fikir verdiğini ancak çok fazla gizemin çözülmeyi beklediğini söylüyor.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

NASA, Dünya Hakkında “Yerçekimi Kadar Önemli” Bir Keşifte Bulundu

Bilim insanları, Dünya için yerçekimi ve manyetik alanlar kadar önemli olan ve Ambipolar elektrik alanı olarak bilinen elektrik alanını ilk kez başarıyla ölçtü.

Glyn Collinson, “Atmosferi olan herhangi bir gezegenin ambipolar alanı da olmalı” dedi ve ekledi: Artık bunu nihayet ölçebildiğimize göre, bizim gezegenimizi ve diğerlerini zaman içinde nasıl şekillendirdiğini öğrenmeye başlayabiliriz.

Dünya’yı çevreleyen elektriksel alan onlarca yıldır süren aramaların sonunda nihayet tespit edilip ölçüldü. NASA, ambipolar denen alanın yerçekimi ve manyetik alan kadar önemli olduğunu belirtiyor.

Kuzey ve Güney kutuplarındaki elektrik yüklü parçacıklar düzenli olarak uzaya karışıyor. Güneş’ten gelen ışınlar Dünya atmosferindeki parçacıkları ısıtıp uzaya kaçmalarına yol açtığı için kutup rüzgarı denen bu olay aslında pek şaşırtıcı değil.

Ancak yapılan incelemelerde kaçan parçacıkların çoğunun soğuk olduğu gözlemlendi. Bu nedenle bilim insanları sürecin arkasında Güneş dışında başka bir mekanizmanın da olması gerektiğini düşünüyordu.

1960’lardan beri, bir elektriksel alanın bütün gezegeni çevrelediği öne sürülüyor.

Atmosferdeki atomlar, yerden 250 kilometre kadar yükseklikte negatif yüklü elektronlara ve pozitif yüklü iyonlara ayrıştığı için ambipolar denen elektriksel alanın bu yükseklikte başladığı tahmin ediliyordu.

Ancak bugüne kadar böyle alanın varlığı kanıtlanamamıştı. NASA’nın Endurance görevinden araştırmacılar, Kuzey Kutbu yakınlarından bir roket fırlatarak ilk defa ambipolar alanı saptadı ve kuvvetini ölçtü.

Arktik Okyanusu’ndaki Svalbard’dan Mayıs 2022’de fırlatılan roket, 768 kilometre yüksekliğe çıktı ve 19 dakika sonra Grönland Denizi’ne düştü. Yaklaşık 518 kilometre yükseklikte veri toplayan araç, elektrik potansiyelinde 0,55 voltluk bir değişim kaydetti.

Bulgularını önde gelen hakemli dergi Nature’da 28 Ağustos Salı günü yayımlayan ekip, kutup rüzgarının arkasındaki süreci çözmüş oldu.

Makalenin başyazarı Glyn Collinson “Yarım volt neredeyse hiçbir şey değil; sadece bir saat pili kadar güçlü” diyerek ekliyor: Ama kutup rüzgarını açıklayan doğru miktar bu.

Hidrojen iyonları, kutup rüzgarında en çok bulunan parçacık türü. Araştırmacılar bu iyonların, ambipolar alan tarafından yerçekiminden 10,6 kat daha güçlü bir dış kuvvete maruz kaldığını söylüyor.

Collinson, “Atmosferi uzaya doğru kaldıran bir taşıma bandı gibi” diyor.

Çalışmanın ortak yazarı Alex Glocer ise “Bu, yerçekimine karşı koymak, hatta parçacıkları süpersonik hızlarda uzaya fırlatmak için fazlasıyla yeterli” diye açıklıyor.

Bilim insanları bu yarım voltluk alanın aynı zamanda Dünya’nın üst atmosferindeki iyonosfer tabakasını da şekillendirdiğini ortaya koydu.

Araştırmaya göre hidrojenden daha ağır oksijen iyonları da ambipolar alanın etkisiyle yükseliyor ve iyonosferin üst kısımlarındaki yoğunluğu yüzde 271 oranında artırıyor.

Endurance görevinden bilim insanları ambipolar alanın atmosferi henüz bilinmeyen şekillerde de etkiliyor olabileceğini ifade ediyor. Ayrıca böyle bir alanın Mars ve Venüs gibi gezegenlerde de olduğu düşünülüyor.

Collinson, “Atmosferi olan herhangi bir gezegenin ambipolar alanı da olmalı” diyerek ekliyor: Artık bunu nihayet ölçebildiğimize göre, bizim gezegenimizi ve diğerlerini zaman içinde nasıl şekillendirdiğini öğrenmeye başlayabiliriz.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Kozmolojideki En Büyük Kriz Çözülmüş Olabilir

James Webb Uzay Teleskobu kullanılarak yapılan yeni ölçümler, yerel Evrenin bizden saniyede megaparsek başına yaklaşık 70 kilometre (yaklaşık 43 mil) hızla uzaklaştığını gösteriyor.

Bu doğruysa, bilim insanlarını bir asırdır meşgul eden Evrenin hızlanan genişlemesinin ölçümleri arasındaki tutarsızlık çözülebilir.

Bilim insanları, James Webb Uzay Teleskobu’nun evrenin erken dönemlerinde kozmolojinin temellerini sarsan “imkansız” canavar galaksiler bulmaya devam etmesinin ardında yatan nedene dair bir açıklamaya nihayet sahip.

Öncü Webb teleskobu Temmuz 2022’de bilimsel çalışmalarına başladığından bu yana, evrendeki konumları göz önüne alındığında olması gerekenden çok daha büyük ve olgun görünen yaklaşık yarım düzine devasa galaksi tespit etti.

Bu canavar galaksilerden bazılarının, evren şu anki yaşının sadece yüzde 3’ü kadarken Samanyolu kadar büyük olduğu tespit edilmiş ve bu bulgu kozmoloji dünyasını sarsmıştı.

Bu bulgular ya kozmosun muhtemelen düşünülenden çok daha yaşlı olduğuna ya da özellikle evrenin başlangıcında galaksilerin nasıl oluştuğuna dair bilinmeyen bir şeyler olduğuna işaret ediyordu.

An itibarıyla, pazartesi günü The Astrophysical Journal’da yayımlanan yeni bir çalışma, bu erken galaksilerin ilk göründüğünden çok daha az devasa olduğunu gösteriyor.

Çalışmanın ortak yazarı Steven Finkelstein, “Sonuç olarak, kozmolojinin standart modeli açısından bir kriz yok” dedi.

Austin’deki Teksas Üniversitesi’nden araştırmacılar, bu erken galaksilerin bazılarındaki kara deliklerin onları olduklarından çok daha parlak ve büyük gösterdiğini söylüyor.

Araştırmacılar bu galaksilerin büyük görünmelerinin sebebinin ev sahibi kara deliklerin hızla gaz tüketmesi olduğunu belirtiyor.

Çalışmaya göre, bu hızlı hareket eden gaz parçacıkları arasındaki sürtünme, daha fazla ısı ve ışık yaymalarına yol açarak galaksileri olması gerekenden çok daha parlak hale getiriyor.

Dr. Finkelstein, “Zamana bu kadar uzun süre meydan okuyan bir teori olduğunda, onu gerçekten çöpe atmak için çok büyük kanıtlara sahip olmanız gerekir. Ve durum böyle değil” dedi.

Bununla birlikte, evrenin erken dönemlerinde yeni çalışmanın açıklayamadığı bazı dev galaksiler hâlâ var.

Bilim insanları, evrenin erken dönemlerinde yıldızların nasıl oluştuğuna dair henüz bilinmeyen bir yolun bu vakaları açıklayabileceğini söylüyor.

Yıldızlar, sıcak gazın soğuyup yerçekimine yenik düşmesi ve yoğunlaşmasıyla oluşuyor. Ancak bu gaz bulutu büzüldükçe, sonunda ısınıp zıt bir dış basınç oluşturuyor.

Kozmosun bizim bulunduğumuz kısmında, bu karşıt güçler yıldız oluşumunu yavaş bir süreç haline getiriyor ancak çok daha yoğun olan erken evrende, bilim insanları büzülme çekiminin daha büyük olabileceğinden ve sürecin daha hızlı ilerlemesine izin verdiğinden şüpheleniyor.

Dolayısıyla araştırmacılar, bu kafa karıştırıcı gözlemlerin bazılarının yıldız oluşum fiziğindeki “küçük değişikliklerle” açıklanabileceğini söylüyor.

Çalışmanın bir diğer yazarı Katherine Chworowsky, “Belki de evrenin erken dönemlerinde galaksiler gazı yıldızlara dönüştürmede daha iyiydi” dedi ve ekledi: Hâlâ tahmin edilenden daha fazla galaksi görüyoruz ancak bunların hiçbiri evreni ‘kıracak’ kadar büyük değil.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın