Uzayın Derinliklerinden Gelen Radyo Sinyalinin Kaynağı Belirlendi

Gökbilimciler, son yılların en dikkat çekici kozmik olaylarından, tekrarlayan bir radyo sinyalinin kaynağını tespit etti. İlk olarak 2019’da saptanan ve FRB 190520 adı verilen radyo sinyalinin 3 milyar ışıkyılı uzaklıktaki bir cüce galaksiden geldiği anlaşıldı.

“Hızlı radyo patlamaları” (Fast Radio Bursts / FRB) diye adlandırılan bu sinyaller, uzayda milisaniye uzunluğunda gözlemlenebilen radyo dalgaları. Bazı tekil radyo sinyalleri sadece bir kez tekrarlarken, tekrarlayan FRB’lerin kısa ve enerji yüklü radyo dalgalarını birden fazla kez yaydığı biliniyor.

Ancak tespit edilen yüzlerce FRB’nin sadece yaklaşık yüzde 5’inin tekrarlandığı biliniyor. FRB 190520 ise keşfedildiğinden bu yana aktif kalan tek sinyal.

Gökbilimciler bu tür sinyalleri daha önce de geldiği yere kadar takip edebildi. Ama bunları neyin ürettiği gizemini koruyor. Bu nedenle söz konusu parlak radyo emisyonlarına dair daha fazla bilgi edinmek, bilim insanlarının bunları neyin ürettiğini anlamasını sağlayabilir.

FRB 190520’nin geldiği yeri öğrenmeye çalışan araştırmacılar, Hawaii’deki Subaru Teleskobu ve Çok Büyük Teleskop’tan yararlandı.

Subaru’nun görünür ışıkta yaptığı gözlemler, tekrarlayan sinyalin uzak bir cüce galaksinin eteklerinden geldiğini gösterdi. Gözlemlerden elde edilen bilgiler, dün hakemli bilimsel dergi Nature’da yayımlandı.

Türünün ikinci örneği

Çok Büyük Teleskop’la yapılan gözlemler, gizemli kozmik nesnenin ürettiği sinyalin giderek daha zayıf radyo dalgalarına dönüştüğünü ortaya koydu. Bu da daha önce tespit edilen bir başka FRB’nin özelliklerine çok benziyordu: 2016’da keşfedilen FRB 121102.

FRB 121102’nun da 3 milyar ışık yılı ötedeki küçük bir cüce galaksiden geldiği anlaşılmıştı. Keşif o dönemde astronomide önemli bir atılım olarak görülmüştü. Zira bu sayede bilim insanları bu gizemli nesnelerin uzaklığı ve çevresine dair ilk kez bilgi edinebilmişti.

Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü’nde görev alan gökbilimci Casey Law, “FRB’ler gençken yaygın mı? Ya da patlamalara neden olan nesne, komşu bir yıldızı şiddetle yiyip bitiren devasa bir kara delik mi?” diye sordu: Teorisyenlerin şimdi üzerinde çalışması gereken çok daha fazla ayrıntı var ve açıklamanın kapsamı giderek daralıyor.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Hangi Tür Müziğin Beyin Performansını Geliştirdiği Bulundu

Japonya’daki Tsukuba Üniversitesi’nden bilim insanlarının yürüttüğü bir araştırmada “groove” müziğin beynin performansını artırdığı keşfedildi. Zaman zaman “groovy” diye de anılan bu müzik tarzı genellikle dans müziğiyle eşleştirilse de aslında ritmik şarkıların çoğunu kapsıyor.

1960 ve 1970’li yıllarda ABD’li genç dinleyicilerin ortaya attığı, “harika” anlamına gelen bu niteleme dinleyicinin farkında olmadan ritim tuttuğu tüm hareketli şarkılar için kullanılabiliyor.

Hakemli bilimsel dergi Scientific Reports’ta yayımlanan yeni araştırmada ABBA’dan Be Gees’e kadar birçok ünlü müzisyenin parçalarını içeren bu müzik türünün, dinleyicinin “yürütücü işlevini” geliştirdiği ortaya kondu.

Beyinde yürütücü işlev, insanların günlük görevlerini başarıyla tamamlaması için planlama, odaklanma ve çoklu görevleri yerine getirme gibi bilişsel süreçlerin kontrolünden sorumlu.

Araştırmada beynin yürütücü işlevden sorumlu bölgesi “sol dorsolateral prefrontal korteks”teki aktivite ve müziğin bu bölge üzerindeki etkisi incelendi.

Araştırma ekibi, Apple’ın müzik üretme uygulaması Garage Band’i kullanarak groove diye nitelenebilecek, 120 BPM’lik (saniyede iki vuruş) ritme sahip, tempolu bir parça oluşturdu.

Söz konusu parçanın dinletildiği 58 katılımcının beyni fonksiyonel yakın kızılötesi spektroskopisi (fNIRS) adı verilen bir beyin görüntüleme tekniğiyle incelendi.

Bunun yanı sıra, katılımcıların müziğe yönelik bireysel tepkileri de ölçüldü ve öznel müzik dinleme deneyimlerine yönelik anketler yapıldı.

Bu anketlerin amacı, katılımcıların “ritimle senkronize olmakta güçlük çekip çekmediğini” belirlemek ve söz konusu parçadan ne kadar etkilendiklerini tespit etmekti.

Parçayı dinledikten sonra olumlu görüş bildiren ve parçadaki hissi alabildiğini söyleyen katılımcıların beynindeki yürütücü işlev aktivitesinin arttığı saptandı.

Bu da aslında bireylerin groove müziğin faydalarını deneyimleyebilmesi için o müzik türüne yatkın olması gerektiği anlamına geliyor.

Ekibe liderlik eden Profesör Hideaki Soya, “Sonuçlar şaşırtıcıydı” diye konuştu:

Katılımcılarda groove ritmin, sol dorsolateral prefrontal korteksteki yürütücü işlevi ve faaliyeti geliştirdiğini gördük. Diğer yandan groove ritmin insan bilişsel performansı üzerindeki etkileri, yatkınlıktan da etkilenebilir.

Araştırmacılara göre bulgular, sayısız insana fayda sağlama potansiyeline sahip.

Örneğin, zihinsel açıdan zinde kalmak veya bunama hastalığından kurtulmak isteyen yaşlıların bilişsel performanslarını iyileştirmeyi umut eden çalışmalara önayak olabilir.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Kanser Hastalığı Tarihinde Bir İlk: Deneye Katılan Tüm Hastalar İyileşti

Bir kanser deneyi beklenmedik sonuçlar verdi ve deneye katılan tüm rektum kanseri hastalarında tamamen iyileşme görüldü. Fizik muayene, endoskopi, PET taramaları veya MRI ile saptanamayan kanserin her hastada kaybolduğu anlaşıldı.

Euronews Türkçe’den Sertaç Aktan’ın haberine göre; Ancak yapılan çalışma sadece 18 kişiden oluşan küçük bir grup olduğu için şimdi uzmanlar deneyin daha büyük bir grup ile tekrarlanması gerektiğini söylüyor.

New England Journal of Medicine’de 5 Haziran Pazar günü yayınlanan ve ilaç şirketi GlaxoSmithKline tarafından desteklenen çalışmaya dair bir makale yazan Memorial Sloan Kettering Kanser Merkezi görevlisi Dr.Luis A. Diaz Jr. bu türden bir sonuca ulaşan başka hiçbir çalışma bilmediğini söyledi.

Dr. Diaz, “Bu durumun kanser tarihinde ilk kez gerçekleştiğine inanıyorum” dedi. San Francisco’daki California Üniversitesi’nde kolorektal kanser uzmanı olan ve araştırmaya dahil olmayan Dr. Alan P. Venook da bunun bir ilk olduğunu açıkladı ve “Her hastada tam bir remisyon duyulmamış şey” dedi.

Bu rektum kanseri hastaları, kemoterapi, radyasyon ve büyük olasılıkla bağırsak, idrar ve cinsel işlev bozukluğu ile sonuçlanabilecek yaşamı değiştiren cerrahi zorlu tedavilerle karşı karşıya kalacaklar ve bazılarının kolostomi torbalarına ihtiyacı olacaktı.

Çalışmaya da bu prosedürlerden geçmek zorunda kalacaklarını düşünerek girdiler çünkü kimse tümörlerinin kaybolmasını gerçekten beklemiyordu. Ancak artık hiçbirinin daha fazla tedaviye ihtiyacı kalmadı.

Hiçbir yan etki gözlemlenmedi

Dr. Venook, başka bir sürprizin de hastaların hiçbirinde klinik olarak önemli komplikasyonların olmaması olduğunu ekledi.

Ortalama olarak, her beş hastadan biri, hastaların aldığı dostarlimab gibi ‘kontrol noktası inhibitörleri’ olarak bilinen ilaçlara karşı ters tepkiye veriyor.

İlaç altı ay boyunca her üç haftada bir verildi ve doz başına yaklaşık 11 bin dolara mal oldu. İlaç kanser hücrelerinin maskesini kaldırarak bağışıklık sisteminin onları tanımlamasına ve yok etmesini sağlıyor.

Reaksiyonların çoğu kolayca yönetilebilse de, kontrol noktası inhibitörleri alan hastaların yüzde 3 ila yüzde 5’i, bazı durumlarda kas zayıflığına, yutma ve çiğneme güçlüğüne neden olan daha ciddi komplikasyonlar geçiriyor.

Önemli yan etkilerin olmamasını Dr. Venook şu şekilde açıklıyor: “Ya yeterli hastayı tedavi etmediler ya da bir şekilde bu kanserler tamamen farklı.”

Araştırma nasıl geliştirildi?

Rektum kanseri araştırmasının ilhamı, Dr. Diaz’ın 2017 yılında liderliğini yaptığı ve ilaç üreticisi Merck’in finanse ettiği bir klinik araştırmadan geldi.

Vücutlarının çeşitli bölgelerinden kaynaklanan metastatik kanserli 86 kişiyi içeriyordu. Ancak kanserlerin tümü, hücrelerin DNA’daki hasarı onarmasını önleyen bir gen mutasyonunu paylaşıyordu. Bu mutasyonlar tüm kanser hastalarının yüzde 4’ünde görülüyor.

Bu denemedeki hastalar iki yıla kadar bir Merck kontrol noktası inhibitörü olan pembrolizumab adlı ilacı aldı. Hastaların yaklaşık üçte biri ile yarısı arasında tümörler küçüldü veya stabilize oldu ve daha uzun yaşadılar. Tümörler, denemeye katılanların yüzde 10’unda ise tamamen kayboldu.

Bu, Dr. Cercek ve Dr. Diaz’ı şu soruyu sormaya yöneltti: İlaç, hastalığın seyri sırasında, kanserin yayılma şansı bulamadan çok daha önce kullanılsaydı ne olurdu?

Sadece lokal olarak ilerlemiş rektum kanseri olan hastalar üzerinde bir araştırma yapmaya karar verdiler.

Rektuma ve lenf düğümlerine yayılmış ancak diğer organlara yayılmamış olan tümörlere sahip hastalar bulundu. Dr. Cercek, 2017 denemesinde aynı mutasyonlara sahip hastaların bir kısmına kemoterapinin yardımcı olmadığını fark etmişti. Tedavi sırasında küçülmek yerine rektum tümörleri büyümüştü.

Dr. Cercek ve Dr. Diaz, bir kontrol noktası inhibitörü ile immünoterapinin bu tür hastaların kemoterapi, radyasyon ve ameliyattan kaçınmasına izin vereceğini düşündüler.

Dr. Diaz, kontrol noktası inhibitörleri yapan şirketlere küçük bir denemeye sponsor olup olmayacaklarını sormaya başladı. Ancak şirketler deneyin çok riskli olduğunu söyleyerek teklifi geri çevirdiler. Çünkü araştırmacıların önerdiği yöntem nedeniyle hastaların tedavi edilebilecekleri noktanın ötesine geçecek şekilde tümörlerinin büyümesine neden olabilirdi.

Dr. Diaz, “Tüm standart sağlık sistemi ve sektör bu durumda hep ameliyatı adres göstriyor.” diyor.

Umutlar tükenmek üzereyken küçük bir biyoteknoloji firması olan Tesaro, araştırmaya sponsor olmayı kabul etti. Ancak Tesaro da GlaxoSmithKline tarafından satın alındı. Dr. Diaz, bu büyük şirkete çalışma için onay aldıklarını hatırlattı çünkü bu küçük deney şirket yöneticilerinin gündeminde değildi.

İyileşen ilk hastanın hikayesi

Deneyin ilk hastası 38 yaşında olan Sascha Roth’du ve ilk olarak 2019’da bir miktar rektal kanama fark etmişti. Ancak bunun dışında kendini iyi hissediyordu.

Yakında Georgetown Üniversitesi’nde kemoterapiye başlaması planlandı, ancak bir arkadaşı önce Memorial Sloan Kettering’de Dr. Philip Paty’yi görmesi için ısrar etti. Dr. Paty, kanserinin kemoterapiye iyi yanıt vermesini olası kılmayan mutasyonu içerdiğinden neredeyse emin olduğunu söyledi. Bu şekilde Roth’un klinik araştırmaya girmeye uygun olduğu ortaya çıktı. Eğer kemoterapiye başlamış olsaydı bu deneye katılamayacaktı.

Dostarlimab’tan tam bir tedavi beklemeyen Roth, deneme bittikten sonra radyasyon, kemoterapi ve muhtemelen ameliyat için New York’a taşınmayı planlamıştı. Beklenen radyasyon tedavisinden sonra doğurganlığını korumak için yumurtalıklarını bile aldırıp ameliyatla kaburga kemiklerinin arkasına yerleştirtti.

İlaç tedavisinden sonra Roth tamamen iyileşti ve aradan iki yıl geçmiş olmasına rağmen hala vücudunda kanserden eser yok.

Paylaşın

Dikkat! Poşet Çayda Mikroplastik Tespit Edildi

Sakarya Üniversitesi Çevre Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Doç Dr. Meral Yurtsever, bazı poşet çaylar üzerine yaptığı araştırmada, farklı markalarda 11 bardak poşetinin 4’ünde, 11 demlik poşetinin ise tamamında mikroplastiğe rastladı.

Doğada çözünmesi yüzyıllar sürebilen plastikler bu süreçte boyutları 1 mikrometreyle 5 milimetre arasındaki parçacıklara, yani mikroplastiklere dönüşebiliyor.

Hollanda’da yapılan ve sonuçları bu yılın Mart ayında açıklanan bir araştırmada, ilk kez insan kanında mikroplastiğe rastlanmıştı.

Doç. Dr. Meral Yurtsever, TÜBİTAK (118Y515) projesi kapsamında poşet çayla demleme yapıldığında çaya poşetten mikroplastik geçip geçmediğini araştırdı.

Çalışmasında bazı poşet çaylarda mikroplastiğe rastlayan Yurtsever, AA’dan Biriz Özbakır’a verdiği bilgide şunları söyledi:

“Ortalama olarak bir demlik poşetinden 13 bin mikroplastik parçacığın içeceğimize, yani çaya geçtiğini gördüm. Burada benim incelemede kullandığım teknikle 3 mikrometre boyutuna kadar olan mikroplastik parçalarını tespit edebiliyoruz. Yani çaya 3 mikrometreyle 5 milimetre arasında 13 bin kadar mikroplastiğin geçtiğini söyleyebiliriz.”

Araştırmada selüloz olarak bilinen, farklı markalarda 11 bardak poşetini ve 11 demlik poşetini incelediğini anlatan Yurtsever, demlik poşetlerinin tamamının plastik ilaveli dokudan yapıldığını, bardak poşetlerinin 4’ünün yüzde 100 selülozdan imal edildiğini, 7 tanesinin ise plastik içerdiğini saptadığını söyledi.

Yurtsever, “Benim incelediğim 11 demlik poşetinin tamamının plastik katkılı olduğunu ve bu plastiklerin de polyester, polipropilen, polietilen olduğunu gördüm” diye konuştu.

Yurtsever, son dönemde piyasaya çıkan çubuk çaylarla ilgili olarak ise “Bunu analiz ettiğimizde polipropilen malzeme ile kaplanmış olduğunu gördük ve bundan da içeceğimiz çaya plastik salımı oluyor” dedi.

“Plastik kullanımında aşırıya kaçıldı”

Plastiklerin ilk üretildiği günden beri hafiflik, esneklik, dayanıklılık, kolay işlenebilirlik, iyi elektrik ve ısı yalıtkanlığı ve ucuzluğu gibi çeşitli özelliklerinden dolayı mucizevi maddeler olarak değerlendirildiğini anlatan Yurtsever, tüm bu sebeplerden plastik kullanımında aşırıya kaçıldığına, bunun da çevre kirliliğini tetiklemiş olduğuna değindi.

Yurtsever, “Pandemiyle bunun katlanarak arttığını da biliyoruz ama buna ilaveten bir de 2050’lere gelindiğinde, bunun iki katına çıkacağını da biliyoruz. Lütuf gibi hayatımıza girdi ama kesinlikle şu anda bela durumunda” dedi.

Hangi çayı tercih etmeliyiz?

Poşet çay yerine dökme çay kullanılmasını tavsiye eden Yurtsever, tüketicinin aslında çok ambalaj içermeyen ürünlere yönelmesi gerektiğini söyledi.

Yurtsever, “Poşet çaylar, tamam, pratikliği inkar edilemez ama gerçekten çevreye ve insana etkileri ve yükü olabilir. Sadece mikroplastik kirliliği açısından değil. Poşet çayları düşündüğümüzde o ilave poşet, etiket, zımba ya da yapıştırıcı, pamuk iplik vs. düşündüğümüzde ekstradan çöp üretmiş oluyoruz ama dökme çay kullandığımızda doğrudan onu alıp bir çaydanlıkta demliyoruz” dedi.

(Kaynak: Bianet)

Paylaşın

Uzaylılar Başıboş Dolaşan Haydut Gezegenlerde Seyahat Ediyor

ABD’li fizik ve astronomi profesörü Irina K. Romanovskaya, uzaylı araştırmalarında şimdiye dek yanlış noktaların hedeflendiğini öne sürdü. Romanovskaya söz konusu teoriye “Kozmik Otostopçu Hipotezi” adını verdi.

Bilim insanı, uzayda başıboş dolaşan ve “haydut gezegen” diye nitelenen ötegezegenlerin düşünülenin aksine Dünya dışı yaşam için önemli hedefler olabileceğini savundu.

Halihazırda yürütülen Dünya dışı yaşam arayışları, yıldız sistemlerinin yaşanabilir koşullara sahip bölgelerindeki gezegenlere odaklanıyor.

Ancak Houston Community College’da görev alan Romanovskaya, hakemli bilimsel dergi Journal of Astrobiology’de yayımlanan yeni makalesinde şaşırtıcı bir soru ortaya attı:

Yabancı uygarlıklar, yıldızlararası mesafeleri katetmek için haydut gezegenleri kullanmayı öğrenmiş olabilir mi?

Romanovskaya söz konusu teoriye “Kozmik Otostopçu Hipotezi” adını verdi.

Teori iki ana önermeden oluşuyor. İlki, haydut gezegenlerin Dünya dışı uygarlıkların ana gezegenlerinin yakınından geçtiğini ve bu sırada uzaylıların bu serbest cisimlere göç edebileceğini öngörüyor.

İkinci önerme ise Dünya dışı uygarlıkların cüce gezegenleri bu haydut gezegenlere dönüştürmek ve üzerlerinde seyahat etmek için etraftaki kozmik nesnelerin kütle çekim kuvvetini teknolojik araçlarla kullanabileceğini savunuyor.

Romanovskaya’ya göre uzaylılar yıldızlararası ortamı, diğer yıldızları ve gezegen sistemlerini araştırmak ya da başka gezegenlerde koloniler kurmak için bu sıradışı yönteme başvurmuş olabilir.

Öte yandan, bu teorinin doğru olması için herhangi bir yıldızın yörüngesinde dönmeyen bu gezegenlerde yeni enerji kaynaklarının yaratılması gerekiyor.

Romanovskaya ise söz konusu gezegenlerdeki olası uzaylıların nükleer füzyon aracılığıyla enerji elde edebileceğini ifade etti.

Ayrıca uzay radyasyonundan korunmak için gezegenin yüzeyinin altında veya okyanuslarda yaşamaları da mümkün.

Yine de haydut gezegenler, ev sahibi bir yıldıza sahip olmadıkları için yüzey okyanuslarını da uzun süre koruyamayabilir.

Bu nedenle Romanovskaya, uzaylıların bu gezegenleri daha uzun süre yaşayabilecekleri başka yıldız sistemlerine doğru “süreceğini” tahmin ediyor.

Bu senaryo da şu soruyu akla getiriyor: Haydut gezegendeki uzaylılar Güneş Sistemi’nin yakınından geçebilir mi?

Romanovskaya, bunun küçük ama gerçek bir ihtimal olduğunu söylüyor.

Gökbilimciler, Samanyolu Galaksisi’nde çok sayıda haydut gezegen olduğunu düşünüyor.

Ancak bunlar bir yıldızın ışığından faydalanamadığı için genellikle karanlıkta kalıyor ve çok zor gözlemlenebiliyor.

Yine de kısa süre önce Avrupa Güney Gözlemevi’nden araştırmacılar, Güneş Sistemi’ne nispeten yakın bir bölgede 70 olası haydut gezegen tespit ettiklerini duyurmuştu.

Söz konusu kozmik nesneler Dünya’dan yaklaşık 420 ışık yılı uzaklıkta keşfedilmişti.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Ay Toprağında Yetişen İlk Bitkilerden Kötü Haber

NASA’nın (ABD Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi)) Apollo programı kapsamında Dünya’ya getirilen Ay toprağında yetiştirilen bitkilerin durumunun pek de iyi olmadığı anlaşıldı.

Florida Üniversitesi’nde botanik profesörü Rob Ferl ve meslektaşları geçen ay hakemli bilimsel dergi Nature’da yayımladıkları bir makaleyle tarihte ilk kez Ay toprağında tohum filizlendirdiklerini açıklamıştı.

Araştırmacılar, regolit diye de bilinen Ay toprağında filizlendirilen bu tohumların insanlığın Güneş Sistemi’nde başka gezegenlerde yaşama olanağına dair önemli ipuçları vereceği ifade edilmişti.

Öte yandan Prof. Dr. Ferl, uzay haberleri sitesi Astronomy’ye verdiği yeni bir röportajda, elde edilen büyük başarıya rağmen bu filizlerin yeterince gelişemediğini aktardı.

“Ay toprağında yetişen bitkiler daha ufak kalma eğilimi gösteriyor” diyen Ferl, sözlerini şöyle sürdürdü:

Ayrıca morumsu pigmentler içeriyor. Bu, bitkilerde stres belirtisidir.

Ferl, deney sırasında bu filizlerin genetiğini de incelediklerini belirtti ve o incelemelerden elde ettikleri sonuçları şöyle özetledi.

Tuzlu ve yüksek metal içeriğine sahip topraklarda gördüğümüz uç koşullarda yetişen bitkilere özgü genlerin ifade edildiğini gördük.

Buna rağmen bilim insanı, bitkilerin Ay toprağında filiz vermesinin büyük bir başarı olduğunu vurguladı.

Araştırma ekibinde yer almayan ve bulguları dışarıdan bir göz olarak yorumlayan Fransız araştırmacı Clive Neal da aynı fikirde olduğunu ifade etti.

Neal’a göre bu deney, Ay bitkileri yetiştirmeye giden yolda mükemmel bir deney. Öte yandan bilim insanı, Ay toprağına dair hâlâ bilinmeyen çok şey olduğunun altını çizdi:

Farklı seviyelerde olgunluğa ulaşmış, daha fazla regolit örneğine ihtiyacımız var.

Ferl ve ekibinin bu deneyi tasarlama amacı ise gelecekte insanların Ay ve Mars’ta kendi kendine yeten üsler kurmasını sağlamak.

Zira NASA, Artemis adını verdiği bir program kapsamında insanları Ay’a geri döndürmeyi planlıyor.

Uzay ajansı, 2026 gibi erken bir tarihte astronotların Ay’a yeniden ayak basmasını sağlamayı hedefliyor.

Gökbilimcilere göre Artemis misyonundan elde edilecek veriler, gelecekte insanlı Mars görevlerinin kapısını açabilir.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Domatesin Genetiğini Değiştirerek ‘D Vitamini’ Deposu Yaptılar

Bilim insanları, gen düzenleme teknolojisi CRISPR’ı kullanarak, domatesleri D vitamini deposuna çevirdi. Birleşik Krallık’taki araştırma merkezi The John Innes Center’da yapılan çalışmada provitaminlerle (doğal yollarla vitamine dönüşebilen madde) donatılmış özel domatesler tasarlandı.

Düzenlemenin ardından domatesin etli kısmı ve kabuğu, iki yumurta veya 28 gram ton balığıyla aynı D vitamini seviyelerine ulaştı.

The John Innes Center’da görev alan botanikçi Cathie Martin, “Gen düzenleme teknolojisini kullanarak domatesleri provitamin D3’le güçlendirebileceğinizi gösterdik” dedi:

Bu da domateslerin bitki bazlı, sürdürülebilir bir D3 vitamini kaynağı olarak geliştirilebileceği anlamına geliyor.

Domatesin 7-DHC diye bilinen bir D vitamini öncüsünü doğal olarak içerdiği biliniyor. Ancak bu provitamin domateste çok düşük seviyelerde ve sadece yeşil yapraklarında yer alıyor.

Araştırmacılar bu durumu değiştirmek için domates genomunda 7-DHC’yi başka moleküllere dönüştüren bir enzimi susturdu.

Bu enzim aradan çıkarıldığında 7-DHC, domatesin etli kısmında, kabuğunda ve yapraklarında çok daha yüksek seviyelerde birikti.

Daha da önemlisi, bu enzimin bloke edilmesinin bitkinin gelişimini veya verimini etkilemediği görüldü.

Daha sonra bir saat boyunca Güneş ışığına maruz bırakılan domateslerdeki 7-DHC provitaminlerinin kolaylıkla D3 vitaminine dönüştüğü anlaşıldı. Bu sayede güneşte kurutulmuş domateslerin vitamin deposu haline gelebildiği tespit edildi.

Bu keşif, domates bitkisinin meyvesini daha besleyici hale getirmenin yanı sıra, normalde çöpe atılan yeşil yaprakların da takviye üretimi için kullanılabilmesini sağlayacak.

Bulgularını hakemli bilimsel dergi Nature’da yayımlayan araştırmacılar, keşfin insanlarda yaygın görülen D vitamini eksikliğine çare olabileceğine inanıyor.

“Avrupalıların yüzde kırkında D vitamini eksikliği var ve dünya çapında bir milyar insan da bununla mücadele ediyor” diyen Martin, sözlerini şöyle sürdürdü:

Sadece büyük bir sağlık sorununu ele almakla kalmıyoruz, üreticilere de yardımcı oluyoruz. Çünkü şu anda çöpe giden domates yaprakları, D vitamini takviyesi üretmek için kullanılabilir.

Araştırmacılar, genetiğiyle oynanmış domateslerin yenebilir yeşil yapraklarının gram başına 600 mikrogram provitamin D3 içerdiğini tespit etti.

Bu, yetişkinler için önerilen günlük dozdan 60 kat fazla.

İnsan vücudundaki D vitamini düzeylerini artırmanın en önemli yolu, tıpkı güçlendirilmiş domateslerde olduğu gibi Güneş ışığı almaktan geçiyor.

Beslenme de bir başka önemli kaynak ama bu vitamini içeren çok az gıda mevcut. Yani yalnızca yiyeceklerle yeterli D vitaminini almak mümkün değil.

Öte yandan D vitamini eksikliği kanser, Parkinson hastalığı, depresyon ve bunama gibi sağlık sorunlarına yakalanma riskini artırabiliyor. Bu nedenle meyve ve sebzeleri vitamin açısından güçlendirmek halk sağlığını iyileştirmede önemli rol oynayabilir.

Martin’in laboratuvarında doktora sonrası araştırmacı olarak çalışan bitki bilimcisi Jie Li, “Provitamin D’yle zenginleştirilmiş domatesler, Güneş ışığına bağlı ve vücudun çok ihtiyaç duyduğu vitamin için bitki bazlı bir kaynak sunuyor” diye konuştu:

Bu, bitki açısından zengin, vejetaryen veya vegan beslenmeyi benimseyen ve dünya çapında D vitamini eksikliği sorunu yaşayan artan sayıda kişi için harika bir haber.

Ekip, yöntemin patlıcan ve patates gibi provitamin içeren başka bitkilere de uygulanabileceğini belirtiyor.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

İkili Yıldız Sistemlerinin Uzaylılara Ev Sahipliği Yapabileceği Ortaya Çıktı

Bilim insanlarının Dünya benzeri uzaylı yaşam belirtilerini araması için en mantıklı yer Güneş benzeri yıldızlar. Ancak yeni araştırmaların işaret ettiği gibi, evrendeki Güneş benzeri yıldızların neredeyse yarısı barındırdıkları gezegenler için çok farklı bir yıldız ortamı sunabilir.

Evrendeki Güneş benzeri yıldızların yaklaşık yarısı, ev sahibi galaksinin etrafında tek başına uçan tek bir yıldızdan ziyade birbirinin yörüngesinde dönen iki yıldızdan oluşan ikili yıldız sistemlerinde yer alıyor. Ancak birbirinin etrafında dönen iki yıldızın etkileşimi gezegen oluşum sürecini önemli ölçüde değiştirebilir.

Bu, hakemli bilimsel dergi Nature’da pazartesi günü yayımlanan yeni bir çalışmanın bulgusu.

Kopenhag Üniversitesi’ndeki Niels Bohr Enstitüsü’nden bilim insanları tarafından yönetilen bir araştırma ekibi, Şili’deki Atacama Büyük Milimetre/Milimetrealtı Dizisi (ALMA) radyo teleskobunu Dünya’dan yaklaşık 1000 ışık yılı uzaklıktaki bir ikili yıldız sistemi olan NGC 1333 – IRAS2A üzerine eğitti. Bu yıldız sistemi bir gaz ve toz bulutuyla çevrili. Sistem herhangi bir gezegenin oluşması için çok genç olmasına rağmen, bu disk gezegenlerin meydana geldiği oluşum.

Niels Bohr Enstitüsü’nde doktora sonrası araştırmacı ve yeni makalenin ikinci yazarı Rajika Kuruwita yaptığı açıklamada, “Gözlemler yıldızları yakınlaştırmamıza ve toz ve gazın diske doğru nasıl hareket ettiğini incelememize olanak sağlıyor” dedi.

Simülasyonlar bize hangi fiziğin rol oynadığını ve yıldızların gözlemlediğimiz anlık görüntüye kadar nasıl evrimleştiğini ve gelecekteki evrimlerini anlatacak.

Çalışmalar, NGC 1333 – IRAS2A gibi ikili yıldız sistemlerinin periyodik olarak normalden 10 ila 100 kat, muhtemelen her 1000 yılda bir 10 ila 100 yıl boyunca daha parlak hale geleceğini gösteriyor. Araştırmacılar bunun ikiz yıldızların diski bozan kütleçekimsel dansının ve bazı maddelerin yıldızlara düşmesinin bir sonucu olduğuna inanıyor.

Bu da diskin yapısını önemli ölçüde değiştirebilir ve böyle bir yıldız sisteminde herhangi bir öngezegen oluşumunu etkileyebilir.

Kuruwita, açıklamasında, “Düşen madde önemli miktarda ısınmayı tetikleyecek. Isı, yıldızı normalden çok daha parlak hale getirecek” diye konuştu.

Bu patlamalar gaz ve toz diskini parçalayacak. Disk yeniden birikecek olsa da patlamalar daha sonraki gezegen sisteminin yapısını yine de etkileyebilir.

Böyle bir etkinin gezegenlerin doğasını nasıl değiştirebileceği hala görülmeyi bekliyor.

Araştırmacılar, NGC 1333 – IRAS2A gözlemlerine devam etmek için ALMA teleskobuna daha fazla zaman ayırmayı umuyor ancak yeni araçların, özellikle de yakında faaliyete geçecek olan James Webb Uzay Teleskobunun, bilim insanlarını ikili yıldız sistemleri üzerinde daha ayrıntılı çalışmalar yapmaya ve Dünya ötesindeki yaşamın kanıtlarını aramaya teşvik edebileceğine dikkat çekiyor.

Niels Bohr Enstitüsü’nden, çalışmaya öncülük eden projenin lideri Profesör Jes Kristian Jørgensen yaptığı açıklamada, “Sonuç heyecan verici çünkü Dünya dışı yaşam arayışı gelecek yıllarda birkaç yeni, son derece güçlü araçla donatılacak” ifadelerini kullandı. Çalışmanın sonuçları “yaşamın varlığını araştırmak için özellikle ilginç olabilecek yerleri belirleyebilir”.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

İnsanlık 200 Yıl İçinde Çok Gezegenli Olabilir

ABD Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi’nin (NASA) Jet İtki Laboratuvarı’nda görev alan Jonathan Jiang liderliğindeki bir araştırma ekibi, insanların kısa sürede çok gezegenli hale gelebileceğini öne sürdü.

Henüz hakem onayından geçmeden internet sitesi ArXiv’de yayımlanan araştırma makalesine göre insanlık 200 yıl içinde Dünya dışında başka gezegenlere de yayılabilir.

Livescience’a konuşan Jiang, “Dünya karanlıklarla çevrili küçük bir nokta” ifadelerini kullandı:

Şu anki fizik anlayışımız bize sınırlı kaynaklarla bu küçücük kayaya hapsolduğumuzu söylüyor.

Araştırma ekibine göre insanların Dünya’dan ayrılabilmesi için nükleer ve yenilenebilir enerji kullanımını büyük ölçüde artırması, aynı zamanda bu enerji kaynaklarının kötü amaçlar için kullanılmasını önlemesi gerekiyor.

Ekip, önümüzdeki birkaç 10 yılın bu anlamda çok kritik olacağını ifade ediyor. Zira insanlık güvenli bir şekilde fosil yakıtlardan uzaklaşabilirse bir şansı olabilir.

Kardaşev Ölçeği’nde neredeyiz?

Araştırmacılar insanların çok gezegenli olması için gereken süreyi hesaplarken Kardaşev Ölçeği’nden yararlandı.

Sovyetler Birliği’nin önde gelen gökbilimcilerinden Nikolay Kardaşev, bir galakside var olabilecek ileri düzeydeki uygarlıkların gelişmişlik seviyesini enerji üretimiyle ölçmeyi uygun bulmuştu.

Kardeşev’e göre Tip I seviyesindeki bir medeniyet, gezegenine yıldızından düşen enerjinin tamamını kullanabilmeli. Tip II medeniyetler, yıldızlarının sadece bir gezegene düşen enerjisini değil ürettiği enerjinin tamamından yararlanabilmeli. Tip III seviyesindeki uygarlıklar ise sadece gezegenlere ve yıldızlarına değil, tüm galaksiye hükmedebilmeli.

Tip II uygarlıkların, 10 kat fazla enerji tükettiği varsayılıyor. Öte yandan, insanların henüz Tip I seviyesine bile ulaşamadığı biliniyor.

Ancak araştırmacılara göre insanlığın enerji tüketimi de her geçen yıl artıyor. Diğer yandan bu gücün bir bedeli var: Karbon ve kirleticilerin salımı iklimi değiştiriyor ve nükleer enerji savaş gibi yıkıcı olaylar için de kullanılıyor.

“Kendimizden korunmalıyız”

Araştırma ekibi, insanın bir tür olarak kendi kendini yok etme yeteneğine sahip olduğunu vurguluyor.

Jiang’a göre işin püf noktası, enerji kullanımını aynı anda birden fazla gezegende var olabilecek kadar artırırken kendi kendimizi yok etmekten kaçınmak.

Bu nedenle makalede Tip I statüsüne ulaşmanın en iyi yolu irdelendi. Araştırmacılar, fosil yakıtların kesintisiz kullanımının devam etmesinin net sonuçlarını gösteren Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin tavsiyelerini takip etti.

Çalışmada yenilenebilir ve nükleer enerji kullanımında yıllık yüzde 2,5’lik bir büyüme olduğu varsayıldı. Bu, 20 ila 30 yıl içinde söz konusu enerji kaynaklarının fosil yakıtların yerini alacağı anlamına geliyordu.

Ekip, nükleer ve yenilenebilir enerji kaynaklarının canlılar üzerinde daha fazla baskı oluşturmadan üretimi artırmaya devam edebileceğini belirtiyor.

Bulgular, insanlığın mevcut tüketim hızını sürdürdüğü durumda 2371’de Tip I statüsüne ulaşacağını gösteriyor.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Bebekler Neden Aniden Ölüyor? Sırrı Çözüldü

Sağlıklı bebeklerin neden aniden öldüğü uzun zamandır gizemini koruyordu. Bir süre önce bebeğini kaybeden Avustralyalı bir araştırmacı anne, bu sırrı çözdü: Ani bebek ölümlerine bir enzim yol açıyor.

Hiç kimse Dr. Carmel Therese Harrington’a, oğlu Damien’in neden bir gece aniden öldüğünü tam olarak açıklayamadı. Olayın geçmişi 29 yıl önceye dayanıyor: Biyokimyager Harrington, o sıralarda ikinci mesleği olan avukatlık yapıyordu ve üç çocuk annesiydi: “Kimse bana makul bir açıklama yapamadı. Sadece bunun bir trajedi olduğunu söylediler. Ama bilim eğitimi almış biri olarak bu açıklama, bana hiç mantıklı gelmedi.”

Bu üzücü olayın üzerinden üç yıl geçti. Sonra benzer bir şoku, en yakın arkadaşlarından biri yaşadı. Teşhis yine aynıydı: Ani bebek ölümü sendromu. Avustralyalı Dr. Carmel Therese Harrington, asıl alanı olan bilimsel araştırmaya geri döndü ve bu sendromun ardındaki gizemin izini sürmeye başladı. Bu amaçla ihtiyaç duyduğu mali kaynağı “crowdfunding” (kitlesel fonlama) yoluyla toplamaya karar verdi.

Hayırseverlerin desteği ile kısa sürede gerekli parayı denkleştiren Dr. Harrington, Sidney’deki Westmead Çocuk Hastanesi’nden bir ekiple birlikte hummalı bir araştırmaya girişti. Azimli ve samimi çabası bir süre sonra meyvesini verdi. Harrington, ani bebek ölümü sendromunun nedenini gerçekten de bulduğuna inanıyordu.

Lancet eBioMedicine” dergisinde yayınlanan makaleye göre, bir enzim bebeklerin beynini bloke ederek tehlike anında ürküp uyanmalarını engelliyor.

Uykuda ölüm

SIDS (Sudden Infant Death Syndrome) olarak da adlandırılan ani bebek ölümü sendromu, adından da anlaşılacağı üzerine herhangi bir uyarı ve hastalık belirtisi olmaksızın, genelde uyku halinde ve ani şekilde meydana geliyor. Normalde uyandırma mekanizması, bebek nefes almayı bıraktığında devreye gererek onu uyandırıyor. Doğal kontrol sistemlerine sahip olan bu mekanizma, kandaki oksijen miktarını sürekli denetliyor. Oksijen yetersizliği olduğunda derhal solunum sistemine sinyal gönderiyor ve uyuyan kişi hemen uyanıyor.

Bugüne kadarki varsayım, ani bebek ölümlerinin bu uyandırma mekanizmadaki bir kusurdan kaynaklandığı şeklindeydi. Ancak Dr. Harrington ve ekibi, beyindeki uyandırma mekanizmasını bloke eden bir enzim tespit etti. Araştırma ekibi, doğumdan birkaç gün önce kan alınan ve daha sonra SIDS nedeniyle vefat eden 60’tan fazla bebeğin verilerini inceleyerek bu sonuca ulaştı. Söz konusu bebekler, öldüklerinde bir hafta ile iki yaş arasındaydı.

Enzim eksikliği beyni bloke ediyor

SIDS kurbanı bebeklerin kurutulmuş kan örneklerini sağlıklı çocuklardan alınan kanlarla karşılaştıran araştırma ekibi, ölen çocuklardaki bütirilkolinesteraz (BChE) enziminin aktivitesinin, yaşayanlara oranla bariz şekilde düşük olduğunu saptadı. Diğer bebek ölümleriyle karşılaştırıldığında da BChE aktiviteleri, ani bebek ölümü sendromundan ölen çocuklarda son derecede düşüktü.

Karaciğer tarafından üretilen BChE enzimi beyindeki iletişimde önemli bir rol oynadığından, Harrington’un ekibi özellikle uyku sırasındaki enzim eksikliği ile ani bebek ölümleri sendromu arasında bir bağlantı olması gerektiği sonucuna vardı. Çünkü bütirilkolinesteraz eksikliği, uzun süreli apneye yani uyku sırasında solunum kesintilerine yol açabiliyor. Apne süresi, enzim kusurunun derecesine bağlı olarak değişkenlik gösteriyor.

Erken tarama testi hayat kurtarabilir

Eğer Dr. Harrington ve ekibinin bu keşfi başka araştırmalarla da doğrulanırsa, gelecekte pek çok bebeğin hayatı kurtulabilir. Böylece BChE enzimi bir “biyobelirteç” olarak kullanılabilir ve ani bebek ölümü sendromu riski, erken aşamada saptanabilir. Vücut tarafından üretilen, kan veya idrar gibi vücut sıvılarında tespit edilebilen ve spesifik bir süreci, durumu veya hastalığı belirten maddelere “biyobelirteç” adı veriliyor.

Harrington’ın ekibi, yüksek SIDS riskli bebekleri erken bir aşamada tanımlayan ve böylece onları ani bebek ölümü sendromundan koruyan bir tarama testi geliştirmeyi hedefliyor.

(Kaynak: DW Türkçe)

Paylaşın