Samanyolu’nun Merkezinde Dönen Tuhaf Bir Nesne Bulundu

Gökbilimciler, Samanyolu’nun merkezini izlediler ve tek bir devasa yıldızın çevresinde zarif bir şekilde dönen, minyatür bir sarmal galaksiyi andıran bir şey keşfettiler. Yoğun ve tozla dolu galaktik merkezin yakınlarında, Dünya’dan yaklaşık 26 bin ışık yılı mesafede keşfedilen yıldız, Güneş’ten yaklaşık 32 kat büyük ve “gezegen oluşum diski” diye bilinen devasa bir dönen gaz diski içinde yer alıyor. (Diskin kendisi yaklaşık 4 bin astronomik birim genişliğinde; yani, Dünya ile Güneş arasındaki mesafenin 4 bin katı genişliğe sahip).

Genç yıldızların milyonlarca yıl boyunca büyük ve parlak yıldızlara dönüşmesine yardım eden yıldız yakıtı işlevi gören bu tür diskler, evrende yaygın biçimde bulunurlar. Ne var ki, gökbilimciler şimdiye kadar hiç böyle bir şey görmemişlerdi: o, içinde bulunduğumuz galaksinin merkezine tehlikeli şekilde yakın bir yörüngede dönen minyatür bir galaksi. Peki bu küçük spiral nasıl meydana geldi ve orada bunun gibi daha fazlası mevcut mu? Nature Astronomy dergisinde 30 Mayıs günü yayınlanan yeni bir araştırmanın aktardığı kadarıyla, bu soruların yanıtları, Güneşimizden yaklaşık üç kat daha büyük olan ve spiral diskin yörüngesinin hemen dışında saklanan esrarengiz bir gök cisminde yatıyor olabilir.

İkinci bir yıldız diskin şeklini bozuyor

Araştırmacılar, Şili’de bulunan Atacama Büyük Milimetre/milimetre altı Dizisi (ALMA) teleskopu ile gerçekleştirilen yüksek çözünürlüklü gözlemleri kullanarak, diskin, kendisine doğal bir spiral şekil verecek biçimde hareket etmediğini keşfettiler. Bilim insanları, bundan ziyade, diskin tam olarak başka bir cisimle -büyük ihtimalle yakınında bulunan ve hâlâ görülebilen, esrarengiz ve Güneş’in üç katı büyüklüğündeki bir nesneyle- yaşadığı yakın bir çarpışma sebebiyle böyle karmaşık bir hale geldiğini belirtiyorlar.

Ekip, bu hipotezi kontrol etmek için, esrarengiz nesneyi içine alan bir düzine muhtemel yörünge hesapladı; sonrasında bu yörüngelerden herhangi birinin nesneyi gezegen oluşum diskine yeterince yaklaştırarak bir spiral haline getirip getiremeyeceğini görmek amacıyla bir simülasyon yarattı. Gök cisminin belirli bir yolu izlemesi durumunda, yaklaşık 12 bin yıl önce diskin içinden geçip, şu anda tanık olduğumuz canlı spiral şekle neden olacak kadar tozu dağıtabileceğini gördüler.

Merkezde bunun gibi binlercesi olabilir

Çin Bilimler Akademisi’ne bağlı Şangay Astronomi Gözlemevi’nde yardımcı araştırmacı ve araştırmanın yazarı olan Lu Xing verdiği demeçte, “Analitik hesaplamalar, sayısal simülasyon ve ALMA gözlemleri arasındaki kusursuz eşleşme, diskteki spiral kolların, istilacı nesnenin geçişinin kalıntıları olduğuna ilişkin sağlam kanıtlar sunuyor” diyor. Bu araştırma, galaktik merkezdeki bir gezegen oluşum diskinin ilk doğrudan görüntülerini sunmasının yanı sıra, dış gök cisimlerinin yıldız disklerini tipik biçimde yalnızca galaktik ölçekte görülen spiral şekillere dönüştürebileceğini ortaya koyuyor.

Araştırmacılar, Samanyolu’nun merkezinin, galaksinin bizim bulunduğumuz yakasından milyonlarca kat daha yoğun biçimde yıldızlarla dolu olması nedeniyle, galaktik merkezde buna benzer olayların fazlasıyla düzenli biçimde yaşanmasının muhtemel olduğunu ifade ediyorlar. Bu durum, galaksimizin merkezinin sadece keşfedilmeyi bekleyen minyatür spirallerle aşırı dolu olabileceği anlamına geliyor. Bilim insanları bu kozmik matruşkanın merkezine çok uzun bir süre ulaşamayabilirler.

(Kaynak: Gazete Duvar)

Paylaşın

En Eski Orman Yangını 430 Milyon Yıl Önce Yaşandı

Araştırmacılar 430 milyon yıl öncesine dayanan bir orman yangını tespit etti. Çalışmada Silüriyen döneme denk gelen bu yıllarda ormanların bugünkünden farklı olduğunu vurguladı. Bir önceki orman yangını rekoru 420 milyon yaşındaydı.

Bilim insanları tarihin en eski orman yangınını ortaya çıkarmayı başardı. Galler ve Polonya’da bulunan 430 milyon yaşındaki kömür yatakları bu keşifte önemli bir rol oynadı.

Silüriyen döneme denk gelen bu yıllarda Dünya’daki yaşama dair önemli ipuçları bulunuyor.

NTV’nin aktardığına göre Silüriyen dönemde bitkilerin yaşamı sulak alanlarla sınırlıydı. Çoğunlukla kuraklığın olduğu alanlarda bitkilerin hiçbir zaman yeşermediği tahmin ediliyor. Bu nedenle 430 milyon yıl önce kabul edilebilir orman tanımlaması şu anki ormanlardan daha farklı.

Çalışmaya konu olan orman yangınlarının en fazla bel seviyesine gelen bitkilerden oluşuyor. Araştırmacılara göre o dönemde yeryüzünde yaygın olan şey ağaçlar değil Prototaxites adındaki bir antik mantar türüydü. Boyu dokuz metreye kadar çıktığı tahmin edilen bu mantar türü hakkında fazla bilgi bulunmuyor.

Maine’deki Colby College’dan paleobotanikçi Ian Glasspool , “Ateşe dair kanıtımız, en eski kara bitkisi makrofosillerine ilişkin kanıtlarımızla yakından örtüşüyor gibi görünüyor” ifadelerini kullandı.

Paylaşın

‘Çevre Dostu’ Güneş Kremleri Yeterli Koruma Sağlıyor Mu?

İngiltere’de tüketici haklarını takip eden bağımsız kuruluş ‘Which?’ tarafından yapılan araştırmada İngiltere’de satışta olan çevre dostu olarak bilinen mineral güneş kremlerinin zararlı morötesi (UV) ışınları önlemede yetersiz kaldığı anlaşıldı.

Araştırmada kimyasal ve mineral bazlı farklı markadan birçok güneş kremleri incelendi. İncelenen mineral güneş kremlerinin hiçbirinin paketlerinde belirttiği korumayı sağlamadığı görüldü.

Kimyasal bazlı kremler bu konuda daha iyi sonuç verse de bazı markalar koruma sağlamada yetersiz kaldı.

Mineral ve kimyasal güneş kremleri arasındaki fark nedir?

Kimyasal güneş kremleri oktosrilen gibi organik bileşenleri kullanarak morötesi (UV) ışınlarını filtreliyor.

Deri tarafınden emilen kremler güneş ışınlarını ya ışıktan aldığı enerjiyi ısıya dönüştürerek, ya da kimyasalın 3 boyutlu şeklini değiştirip kırmak suretiyle absorbe ederek koruma sağlıyor.

Ancak kimyasal morötesi (UV) ışın filtrelerinin çevreye olumsuz etkide bulunduğu biliniyor.

Mineral güneş kremleri bu nedenle çevreye duyarlı tüketiciler için son dönemde popüler hale geldi. Mineral kremlerin bazıları biyolojik olarak parçalanamayan ya da çevreye zararlı maddeler içerse de genel olarak çevre için güvenli olarak kabul ediliyor.

Bazı kimyasal güneş kremlerinin özellikle mercan kayakıları üzerinde zararlı etki yaptığı biliniyor. Önceki çalışmalarda kimyasal güneş ışını filtreleyicisi oxibenzona maruz kalan genç mercanları kendi iskeletine hapsederek büyümesini engellediği anlaşılmıştı.

Mineral güneş kremleri titanyum oksit ya da çinko oksit gibi inorganik mineraller kullanarak güneş ışınları bloke ediyor.

Deri tarafından emilmeyen ve deri yüzeyinde bir çeşit örtüleme yapan bu kremler bu sebeple hassas ciltler için de daha uygun bir seçenek olarak ortaya çıkıyor.

Güneş ışınlarnın birçok farklı türü bulunuyor. UVA ve UVB’ye fazla miktarda maruz kalındığında zararlı etkiileri ortaya çıkıyor. UVB güneç yanığına yol açarken, UVA cilt kanserinin sorumlusu olarak görülüyor.

Hangi güneş kremi markaları sınıfta kaldı?

Which?’in araştırmasına göre 30 koruma faktöre sahip beş mineral güneş kremi geçersiz not aldı. Bu markalar Alba Botanica, Clinique, Green People, Hawaiian Tropic ve Tropic oldu.

Öte yandan araştırmada süpermarketlerde satılan bazı ucuz güneş kremlerinin UVA koruması açısından iyi sonuç verdiği ortaya çıktı.

Bu ürünler arasında Asda, Avon, Lloyds Pharmacy Solero, Morrissons, Piz Buin AllergySuperdrug ve Ultrasun Family yer aldı.

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

Tarantula Bulutsusu’nun Nefes Kesici Görüntüsü Paylaşıldı

Avrupa Uzay Ajansı’ndan (European Space Agency-ESA) gökbilimciler, Samanyolu Galaksisi’nin bitişiğindeki Tarantula Bulutsusu’nun nefes kesici bir görüntüsünü paylaştı.

Dün yayımlanan fotoğrafta, dev gaz ve toz bulutunun en parlak ve aktif yıldız oluşum bölgelerinden biri görülüyor.

30 Doradus adıyla da bilinen bulutsu, Dünya’dan yaklaşık 160 bin ışık yılı uzaklıkta yer alıyor. Bulutsunun merkezinde bilinen en büyük kütleli yıldızlardan bazılarına ev sahipliği yapıyor. Bunlardan bazıları, Güneş’in kütlesinin 150 katı. Bu durum, gaz bulutlarının kütleçekim yüzünden nasıl çöküp yeni yıldızlar oluşturduğunun detaylıca incelenmesini sağlıyor.

Gaz, toz ve yıldızlardan oluşan filamentleri örümceklere benzemesinden geliyor.

ESA’in paylaştığı fotoğraf, uzmanlara yıldız oluşumunun dinamikleri hakkında yeni bilgiler sundu. Yıldız oluşumunu yönlendiren kütleçekim kuvvetiyle, büyük kütleli genç yıldızların, yeni yıldız doğuşunu engelleyebilecek kadar büyük miktarda saldığı enerji arasındaki etkileşime dair fikir elde edildi.

Fotoğraftaki gaz bulutlarının, devasa genç yıldızlardan gelen enerjiyle parçalanmış büyük gaz bulutlarının kalıntıları olabileceği düşünülüyor.

Araştırma ekibinden Guido De Marchi, “Çok fazla gaz ve tozun bulunduğu yerde yıldızların oluştuğunu görüyoruz. Tarantula Bulutsusu’nda bundan kesinlikle çok fazla var” dedi.

Astrofizikçi De Marchi, Tarantula Bulutsusu’nun yıldızların nasıl oluştuğunu ayrıntılı olarak incelenmesine imkan sağlayacak kadar yakın olduğunu belirtti:

30 Doradus sayesinde yıldızları çoğunun doğduğu 10 milyar yıl önce yıldızların nasıl oluştuğunu inceleyebiliriz.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Mars’ta Çöp Bulundu

Amerikan Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA) tarafından Mars’a gönderilen uzay aracı Perseverance, Kızıl Gezegen’in yüzeyinde insan çöpleri tespit etti. Mars’ın yüzeyinde insan çöpüne ilk kez rastlanmıyor.

Perseverance ekibi, Salı günü Twitter’da paylaştıkları mesajda aracın Mars yüzeyine inişinde aşırı hava değişimlerinden korunması için üzerine sarılan termal battaniyenin parçalarına rastladıklarını açıkladı.

Robotun geçen yıl iniş yaptığı noktanın 2 kilometre uzaklığında bu manzarayla karşılaştıklarını belirten ekip “Bunu burada bulmuş olmak çok şaşırtıcı. Bu parça iniş sırasında mı buraya geldi yoksa rüzgâr mı buraya taşıdı?” ifadelerini kullandı.

Nisan ayında Ingenuity isimli helikopter, hem kendisinin hem de Perseverance’ın inişi için kullanılan teknik malzemeden geride kalan çöpleri görüntülemişti. Uzayda çöp izlerine rastlanması uzay kurumları açısından giderek daha büyük endişe yaratıyor.

Uzay misyonlarından geride kalan bot, kürek, Apollo uzay aracının Ay yüzeyinde bıraktığı araçlar gibi parçalar bakir olan gezegen yapılarının kirlenmesine yol açabiliyor.

Dünya’nın yörüngesi de uydular ve uzay çöpü nedeniyle kalabalıklaşırken Dünya’dan uzaya yapılacak yolculuklar da daha tehlikeli bir hal alıyor.

Ayrıca Dünya’yı çevreleyen bozulmuş uydular, tornavidalar, paraşütler ya da geride kalan diğer artıklar Uluslararası Uzay İstasyonu için de büyük risk yaratıyor.

Buna karşın uzayı kirlilikten korumak için alınan tedbirler çok sınırlı.

Uzayla ilgili mevcut yasalar 1967’de imzalanan Dış Uzay Anlaşması’nın çok ötesine geçebilmiş durumda değil.

San Francisco Üniversitesi’nden astronomi profesörü Aparna Venkatesan, uzayda çevre kirliliğinin önlenmesi için alınacak tedbirlerin uzayı insanlığın ortak mirası olarak tanımlamaktan geçtiğini söylüyor.

Perseverance uzay aracı, Şubat 2021’de yedi aylık yolculuğunu tamamlayıp Mars’a başarılı iniş yapmıştı.

Bir ton ağırlığındaki araç, milyarlarca yıl önce dev bir göl olduğu düşünülen Jezero adlı kratere inmişti.

Araç, Kızıl Gezegen’de geçmiş yaşam izlerini araştırıyor. Üzerindeki ekipman sayesinde mikroskobik görüntü elde edebilen Perseverance’ın elde ettiği veriler Dünya’ya gönderilerek değerlendiriliyor.

Perseverance’tan önceki Mars görevlerinde daha çok gezegenin yaşanabilirliği üzerine araştırmalar yapılmıştı.

2000’li yıllarda gezegende araştırmalar yapan Spirit ve Opportunity ile yakın zaman önce Curiosity, Mars’ın bir zamanlar daha sıcak ve ıslak bir gezegen olduğunu ortaya koymuştu.

(Kaynak: BBC Türkçe)

Paylaşın

En Hızlı Büyüyen Kara Delik Bulundu

Avustralyalı astronomların liderliğini yaptığı bilim insanlarından oluşan bir ekip, son dokuz milyar yılın en hızlı büyüyen kara deliğini keşfettiklerini açıkladı. Kara deliğin her saniyede Dünya büyüklüğünde bir alanı yuttuğu belirtildi.

Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA) kara deliği uzayda belirli nicelikteki maddenin kendi içine doğru çöktüğü bir bölge olarak tanımlıyor. Bu bölgede yerçekimi o kadar güçlü ki ışık da dahil hiçbir şeyin kaçması mümkün değil.

Tespit edilen son kara deliğin etrafındaki ışık halesinin Samanyolu Galaksisi’nin ışığından 7000 kat daha parlak olduğu açıklandı. Bu sayede kaliteli ekipmana sahip amatör astronomlar tarafından da görülmesinin mümkün olduğu ifade edildi.

Avustralya Ulusal Üniversitesi öncülüğünde yapılan çalışmada, New South Wales ve Güney Afrika’nın Cape Town kentindeki teleskopların kullanıldığı açıklandı.

Samanyolu’na çok yakın

Çalışmayı yürüten ekibin başındaki Dr. Christopher Onken, “İnsanlar yaklaşık 60 yıldır bu tür keşifler yapmaya çalışıyor, ama bu kara delik büyük ihtimalle Samanyolu’na çok yakın olduğu için fark edilememiş olabilir. Zira Samanyolu’nda o kadar çok yıldız var ki tespit ettiğiniz tüm maddelerin takibini yapabilmek kolay olmuyor” diye konuştu.

Son keşfedilen kara deliğin, Samanyolu’nun merkezindeki Sagittarius A* adı verilen kara deliğe kıyasla 500 kat daha büyük olduğu belirtildi. Dünyadan 26 bin ışık yılı mesafedeki Sagittarius A* Güneş’in neredeyse 4 milyon katı kütleye sahip.

Kara delikler bazı büyük yıldızların patlaması ve ölmesiyle ortaya çıkabiliyor. Bazı kara delikler ise gerçekten devasa boyutlara, Güneş’in milyarlarca kat ağırlığına ulaşabiliyor.

Galaksilerin merkezinde bulunan bu dev canavarların nasıl oluştuğu bilinmiyor. Ancak galaksilerin geleceği ve dönüşümü üzerinde büyük etkileri olacağı kesin. Astronomlar da bu son kara deliğin keşfi sayesinde galaksilerin nasıl oluştuğu konusunda yeni ipuçlarına ulaşabilmeyi umuyor.

(Kaynak: BBC Türkçe)

Paylaşın

Hava Kirliliği Ömrü İki Yıldan Fazla Kısaltıyor

Yayınlanan yeni bir araştırma, kronik hava kirliliğinin küresel ortalama ömür süresini kişi başına iki yıldan uzun süre kısalttığını ortaya koydu. Araştırma, hava kirliliğinin insan ömrü üzerindeki olumsuz etkisinin sigara kullanımıyla eşdeğer olduğunu, HIV/AIDS ya da terörizmden de daha kötü olduğunu kaydediyor.

Chicago Üniversitesi bünyesindeki Enerji Politikası Enstitüsü’nün son yayınladığı Hava Kalitesi Hayat Endeksi, küresel nüfusun yüzde 97’den fazlasının havadaki kirliliğin kabul edilebilir olarak değerlendirilen seviyenin üzerindeki bölgelerde yaşadığını bildiriyor. Hava Kalitesi Hayat Endeksi’nin belirlenmesinde PM2.5 olarak adlandırılan, havada serbest olarak dolaşan ve akciğerlere zarar veren tehlikeli parçacıkların seviyesinin ölçümü için uydu verileri kullanıldı.

Raporda, küresel PM2.5 seviyesinin Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) tavsiyesi doğrultusunda metreküp başına 5 mikrogram azaltılması durumunda ortalama ömür süresinin 2,2 yıl artacağı kaydedildi.

Rapor, hava kirliliğinin bir kamu sağlığı meselesi olarak ihmal edildiği, meseleye çözüm bulmak için gereken mali fonların hala yetersiz olduğu uyarısında bulundu.

Enerji Politikası Enstitüsü’nün Hava Kalitesi Hayat Endeksi Direktörü Chrisra Hasenkopf, “Hava kirliliğinin etkilerini artık daha iyi anlayabildiğimiz için hükümetlerin bu meseleyi acilen çözülmesi gereken bir öncelik haline getirmesi amacıyla elimiz daha güçleniyor” dedi.

Güney Asya’da yaşayanlar, araştırmaya göre hava kirliliği nedeniyle tahminen ömürlerinden beş yıl kaybediyor. Hindistan, 2013 yılından bu yana dünyada hava kirliliği artışının yüzde 44’ünden sorumlu.

Çin halkıysa WHO standartlarına erişilmesi durumunda rapora göre ortalama 2,6 yıl daha uzun yaşayabilir. Ancak Çin’in PM2.5 miktarını yüzde 40 oranında azaltmak amacıyla hava kirliliğine karşı “savaş açması” üzerine Çinliler, 2013 yılından bu yana yaklaşık 2 yıl daha uzun yaşıyor.

Endeksin hesaplamaları, metreküp başına ilave 10 mikrogram daha fazla PM2.5’e uzun süreli maruz kalmanın ömür süresini yaklaşık 1 yıl kısalttığını ortaya koyan bir önceki araştırmanın sonuçlarını temel alıyor. Bu yılın başında yayınlanan hava kirliliği anketine göre 2021 yılında hiçbir ülke, WHO’nun metreküp başına 5 mikrogramlık standardını tutturmayı başaramadı.

Paylaşın

Beyindeki Bağımlılık Ağı Haritalandı: Yeni Tür Tedaviler Yolda

Bilim insanları beyin lezyonları geçirdikten sonra aniden sigarayı bırakan uzun süreli içicileri inceleyerek beyindeki bağımlılıkla bağlantılı ağı haritaladıklarını açıkladı. Araştırmanın, madde bağımlılığı ile mücadelenin geleceğindeki tedavilerde yeni imkanlar ve yöntemler sağlayacağı umuluyor. 

Bağımlılığın beyinde nerede olduğunu bulmak için araştırmacılar, beyin lezyonları olduğu döneme kadar her gün sigara içen 129 hasta üzerinde çalıştı.

Nature Medicine dergisinde yayınlanan araştırmaya göre, yarıdan fazlası lezyon oluştuktan sonra normal şekilde sigara içmeye devam ederken, dörtte biri herhangi bir sorun yaşamadan hemen sigarayı bıraktı. Hata bu kişiler “canlarının sigara çekmediğini” de bildirdi.

Sigarayı bırakanların lezyonları beynin belirli bir bölgesinde bulunmazken, olanlar da bir dizi alanda haritalandılar. Buna “bağımlılık remisyon ağı” denildi.

Birinin bağımlılıktan vazgeçmesine neden olacak lezyonun, muhtemelen beynin dorsal singulat, lateral prefrontal korteks ve insula gibi kısımlarını etkileyeceğini ancak medial prefrontal korteksi etkilemeyeceğini buldular.

Önceki araştırmalar, insulayı etkileyen lezyonların bağımlılığı azalttığını göstermişti. Bulgularını doğrulamak için araştırmacılar, alkol risk değerlendirmesini tamamlayan toplanmda 186 lezyon hastasını inceledi.

Çalışma, hastaların bağımlılık remisyon ağındaki lezyonların alkolizm riskini de azalttığını ve bunun maddeler arasında ortak bir bağımlılık ağına işaret ettiğini gösterdi.

Finlandiya Turku Üniversitesi’nde nörolog ve çalışmanın yazarı olan Juho Joutsa, AFP’ye verdiği demeçte “tanımlanan ağ, tedavi çabaları için bizlere test edilebilir bir hedef sağlıyor” dedi.

Ameliyat gerektirmeyen yöntemleri güçlendirebilir

Bulgulara göre bu bağımlılık ağının bazı merkezleri, ameliyat gerektirmeyen nöromodülasyon (bir dizi rahatsızlığı tedavi etmek için sinirleri uyarma) teknikleriyle bile hedeflenebilecek kortekste bulunuyor.

Böyle bir teknik, geçen ay ABD Gıda ve İlaç Dairesi (FDA) tarafından obsesif-kompulsif bozukluk için transkraniyal manyetik stimülasyonun (TMS) onaylanması ile kullanılmıştı.

Araştırmalar devam etmeli

Joutsa, araştırmasının bağımlılığı hedefleyen bir TMS tedavisine katkıda bulunacağını umduğunu söyledi ve ekledi:

“Ancak, bu ağı modüle etmenin en iyi yolunun ne olduğunu bulmamız ve ağı hedeflemenin klinik olarak faydalı olup olmadığını test etmek için dikkatlice tasarlanmış, rastgeler, kontrollü denemeler yürütmemiz gerekiyor.”

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

Okyanuslardaki Plastik Kirliliği, Yeni Antibiyotiklerin Üretilmesini Sağlayabilir

İlaca dirençli süper bakteri enfeksiyonlarıyla mücadelede yeni yollar açabilecek bir araştırmaya göre, okyanustaki plastik kirliliği gelecekte yeni antibiyotiklerin kaynağı olabilir.

Önceki çalışmalar, yaklaşık 12 trilyon ila 125 trilyon mikroplastiğin denizlerde yüzdüğünü ve okyanusa 5 milyon ila 13 milyon ton civarında plastik kirliliğinin yayılıyor olabileceğini tahmin ediyor.

Bilim insanları, plastik kirliliğinin Büyük Pasifik Çöp Alanı’nda olduğu gibi dünya okyanuslarındaki ceplerde biriktiğini ortaya koyuyor. Arktik Okyanusu ve Antarktika’nın çok soğuk kutup bölgeleri bile plastik kirliliği tehdidinden kaçamıyor.

Araştırmacılar, büyük yüzen döküntülerden mikroplastiklere kadar değişen plastik kirleticilerin, mikroplara büyüyecekleri ve bütünlüklü ekosistemler oluşturacakları yüzey alanını sağlayabileceğine dair de uyardı.

Bu mikrobiyal ekosistemlerden bazılarının, antibiyotiğe dirençli bakteriler barındırarak küresel bir sağlık tehdidi oluşturabileceği belirtildi.

9 ve 13 Haziran arasında Washington DC’de düzenlenen Amerikan Mikrobiyoloji Derneği konferansında sunulması planlanan bu yeni araştırma, okyanuslardaki plastik kirliliğinin antibiyotiğe dirençli süper bakterilere karşı yeni antibiyotikler üreten bakteriler için kaynak olabileceğini ortaya koydu.

Henüz hakem onayından geçmeyen çalışmada, ABD’deki Scripps Oşinografi Enstitüsü’nden katılanların da aralarında yer aldığı bilim insanları, Dünya okyanuslarının plastisferinin (insan yapımı plastik habitatlara uyum sağlamış ekosistemler -ed.n.) yeni antibiyotik kaynağı olma potansiyelini değerlendirdi.

Araştırmacılar, Kaliforniya eyaletine bağlı La Jolla’daki Scripps İskelesi yakınlarındaki sularda, market poşetlerinde yaygın görülen yüksek ve düşük yoğunluklu polietilen plastiği 90 gün boyunca kuluçkaya yatırdı.

Bu sürenin ardından bilim insanları, Bacillus, Phaeobacter ve Vibrio suşları da dahil olmak üzere antibiyotik üreten 5 bakteriyi okyanus plastiğinden izole edebileceklerini belirtti.

Araştırmacılar ayrıca, mikrobiyal izolatları diğer çeşitli Gram-pozitif ve negatif bakterilere karşı test etti.

Bu izolatların yaygın kullanılan bakterilere ve antibiyotiğe dirençli iki süper bakteri suşuna karşı etkili olduğu tespit edildi.

National University’den araştırmanın baş yazarı Andrea Price, yaptığı açıklamada, “Mevcut antibiyotik krizi ve süper bakterilerin yükselişi göz önüne alındığında, yeni antibiyotikler için alternatif kaynaklar aramak zorunluluk. Bu projeyi genişletmeyi, mikropları ve ürettikleri antibiyotiklerin özelliklerini daha da detaylı saptamayı umuyoruz” dedi.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Vücuda Giren Bazı Kimyasallar Erkeklerde Sperm Kalitesini Düşürüyor

Yeni bir araştırmaya göre kullandığımız birçok üründen vücudumuza giren bisfenol A (BPA) ve dioksin gibi kimyasal maddelerin vücudumuzdaki karışımı erkeklerde sperm kalitesinde düşüşe neden oluyor.

Environment International adlı akademik dergide yayımlanan araştırma, aralarında BPA, poliklorlu dioksin, parasetamol ve ftalat da bulunan 9 kimyasal maddeyi inceliyor, bu maddelerin karışımının vücuttaki hormonların normal işleyişine engel olduğunu ve bu yüzden sperm kalitesini düşürdüğünü öne sürüyor.

Danimarka’da 18-30 yaşları arasında 98 erkeğin idrar örneklerini inceleyen çalışma, en çok tehlike yaratan kimyasalın su şişesi, süt ve konserve gıda ambalajları gibi birçok üründe bulunan BPA olduğunu tespit ediyor.

Çalışmanın bulguları, erkeklerin cinsel gelişiminin henüz anne karnındayken başladığını belirtiyor, bu yüzden hamile kadınların araştırma sonuçlarından özellikle etkilendiğine işaret ediyor.

Uzun zamandır düşüş yaşanıyor

Erkeklerde sperm kalitesini takip eden araştırmacılar uzun zamandır düşüş olduğunu kaydediyor.

2017 yılında Human Reproduction Update adlı akademik dergide yayımlanan ve Kuzey Amerika, Avrupa, Avustralya ve Yeni Zelanda’da yapılan 200 araştırmayı derleyen bir çalışma, erkeklerde sperm sayısının son 40 yılda yüzde 50 oranında azaldığını tespit etmişti.

Bunun üzerine bazı doktorlar, bu düşüşün devam etmesi durumunda insanlık türünün yok olabileceğini öne sürmüştü.

Uzmanlar, erkeklerin cinsel sağlığının olumsuz etkilendiğini ispatlayan hastalık sayısının artığını ve bu hastalıkların artık daha sık görüldüğünü vurguladı.

Geçtiğimiz hafta yayımlanan ve İngiltere-Danimarka ortaklığında yapılan çalışma ise bu artışın en önde sebebi olarak hormon dengesini bozan kimyasalları gösteriyor.

Guardian’ın haberine göre araştırmanın başında çalışan, İngiltere’deki Brunel Üniversitesi’nden Profesör Andreas Kortenkamp, bulguların şaşırtıcı olduğunu, kimyasalların yarattığı riskin çok ciddi olduğunu ifade ediyor.

Haberde değerlendirmelerine yer verilen Kortenkamp, araştırmanın sonuçlarına bakıldığında bu kimyasalların kullanımını kısıtlamak için daha fazla beklemenin bir anlamı olmadığını söylüyor.

20 kimyasal madde daha incelendi

Araştırmada aynı zamanda Avrupa Gıda Standartları Ajansı verilerinden yola çıkarak 20 kimyasal madde daha incelendi.

Uzmanlar, erkeklerin tehlikeli düzeyde kimyasal maddelere maruz kaldığını belirtirken araştırmaya dahil olan erkeklerden bir tanesinin vücudunda olması gerektiğinden 100 kat fazla zararlı madde tespit edildi.

Araştırmacılar aynı zamanda kimyasalları tehlike seviyelerine göre sıraladı. Buna göre BPA’yı sırayla dioksin, parasetamol ve ftalat takip ediyor.

Daha önce yapılan araştırmalar, hamilelik döneminde parasetamol kullanımının bebeğin ileride cinsel gelişimini ve sağlığını etkilediğini öne sürüyor. Bazı uzmanlar, hamile kadınların ağrı kesici alımından dikkatli olmasını ve doktorlarıyla danışmasını tavsiye ediyor.

Sonuçlara herkes katılmıyor

Araştırmanın sonuçlarına katılmayanlar var. Bazı uzmanlar, sperm kalitesindeki düşüşe bu çalışmada sıralanan kimyasallar değil de başka faktörlerin neden olduğunu söylüyor. Kimisi de araştırmaya dahil edilen kimyasalların sayısı sınırlı olduğunu belirtiyor.

Aynı zamanda kadınların çalışmaya dahil edilen kimyasallara ne kadar maruz kaldığı bilinmiyor, böylece hamile kadınlarda bu kimyasalların ne kadar görüldüğü araştırmanın bulgularında yer almıyor.

Uzmanlar, sperm kalitesinde düşüşe neden olan ve bu çalışmada etken olarak değerlendirilmeyen bazı diğer faktörler olduğunu belirtiyor. Bunlardan bazısı hava kirliliği, aşırı kilo alımı ve sigara tüketimi.

Guardian’a konuşan Kortenkamp, “Tek etkenin bu kimyasallar olduğunu elbete söylemiyoruz. Örneğin beslenme uzmanları peynir, tereyağı ve yağlı etlerin de sperm kalitesini etkilediğini söylüyor” diyor.

(Kaynak: BBC Türkçe)

Paylaşın