Buzullarda Hapsolmuş 1000’e Yakın Yeni Mikrop Bulundu

Bilim insanları ‘potansiyel olarak tehlikeli bakterilerin’ serbest kalmasının Çin ve Hindistan’ı etkileyebileceğini söylüyor. Tibet buzullarından alınan kar ve buz örneklerinde yaklaşık 1000 yeni bakteri türünün bulunduğunu belirten bilim insanları, küresel ısınma yüzünden buzulların erimesiyle hastalıkların yayılacağı endişelerine yol açtı.

Independent Türkçe’nin Nature Biotechnology adlı bilimsel dergiden aktardığı yeni çalışmaya göre, araştırmacılar Tibet buzullarında hapsolmuş bakteri türlerinin kar ve buz eridikçe diğer bölgelere ulaşıp ulaşamayacağını değerlendirdi.

Çin Bilimler Akademisi mensuplarının da aralarında bulunduğu araştırmacılar, 2010 ila 2016’da Tibet’teki 21 buzuldan numuneler topladı ve buz örneklerini eriterek geriye ne kaldığını analiz etti.

Bilim için yüzde 98’i yeni olan 968 benzersiz bakteri türü buldular.

Yeni bulgular, bilim insanlarının Tibet platosunda bazıları 15 bin yıldan yaşlı olan, buzula sıkışmış antik virüsleri bulmasından yaklaşık bir yıl sonra geldi.

Buz örtüleri ve buzullar Dünya’nın yüzey örtüsünün neredeyse onda birini oluşturuyor ve gün geçtikçe sayısı artan araştırmalar iklim krizi nedeniyle eridiklerini gösteriyor.

Bilim insanları hapsolmuş bu bakterilerden bazılarının, özellikle bu eski mikroplara karşı bağışıklığı olmayan modern bitkiler, hayvanlar ve insanlar için bulaşıcılığından şüpheleniyor.

Araştırmada bilim insanları, “Bu mikroorganizmalar bitkileri, hayvanları ve insanları savunmasız hale getiren yeni virülans faktörlerine sahip olabilir” diye yazdı.

Araştırmacılar, buzullarda hapsolmuş bu tür antik ve modern patojenik mikropların ‘yerel salgınlara ve hatta pandemiye yol açabileceği’ konusunda uyarıyor.

Mevcut çalışmadaki yeni keşfedilen bakteriler de dünyanın özel öneme sahip bir bölgesinden geliyor: Burada eriyen kar ve buz, Çin ve Hindistan genelinde yoğun nüfuslu bölgelere akan birkaç nehri besliyor.

Araştırmacılar, “Asya’nın su kulesi olarak bilinen Tibet Platosu, Yangtze, Sarı Irmak, Ganj Nehri ve Yarlung Tsangpo Nehri (Brahmaputra Nehri) de dahil olmak üzere dünyanın en büyük nehirlerinden birkaçının kaynağıdır” diye yazdı:

“Potansiyel olarak tehlikeli bakterilerin serbest kalması dünyanın en kalabalık iki ülkesi Çin ve Hindistan’ı etkileyebilir.”

Gelecekte yapılacak çalışmalarda bilim insanları, buzulların erimesiyle açığa çıkan mikropların dünyanın dört bir yanındaki nehirlere karışmasının, nehir yatağı boyunca yaşayan bitkiler ve hayvanlar için bir tehdit oluşturup oluşturmadığını değerlendirmeyi umuyor.

Paylaşın

Dünya’nın Merkezinde Şaşırtıcı Değişim!

ABD’deki Virginia Tech College’dan yerbilimci Ying Zhou, Dünya’nın dış çekirdeğinde bazı değişimlerin meydana geldiğini tespit etti. Zhou’nun bu keşfi yapmasında 20 yıl arayla meydana gelen iki depremden elde edilen sismik gözlemler etkili oldu.

Bilim insanı, ilk etapta iki depremden elde edilen ölçümleri inceleyerek aralarında önemli farklılıklar tespit etti. Bu farklılıklar, gezegenin dış çekirdeğindeki konveksiyonda, yani metal akışında önemli değişimler olduğu anlamına geliyordu.

Mayıs 1997’de Güney Pasifik Okyanusu’ndaki Kermadec Adaları bölgesini büyük bir deprem sarsmıştı. 20 yıldan biraz daha uzun bir süre sonra, Eylül 2018’de aynı bölgede bir deprem daha meydana gelmişti.

Aradan geçen 20 yıla rağmen, deprem aynı noktayı vurduğu için aynı hızda sismik dalgalar göndermesi gerekiyordu. Ancak Zhou, beklenenin olmadığını fark etti.

Gerçek zamanlı sismik titreşimleri kaydeden 4 istasyondan gelen veriler, 2018’deki deprem sırasında SKS dalgaları diye bilinen sismik dalgaların yaklaşık bir saniye daha hızlı hareket ettiğini ortaya koydu.

Bu da dış çekirdekte artık daha hafif elementlerin salındığını öne süren ama teorisine bir türlü kanıt bulamayan Zhou için büyük bir fırsattı.

Dış çekirdekte neler oluyor?

Dünya’nın merkezi, son derece yüksek basınç ve sıcaklıkla karakterize olduğu için burada sıvı bir dış çekirdeğin demir içerikli katı iç çekirdeği çevrelediği düşünülüyor.

Bu dış çekirdekte sıvı haldeki demir ve nikel sürekli akış halinde. Konveksiyon adı verilen bu akış, elektrik akımları üreterek gezegenin manyetik alanını oluşturuyor.

Manyetik alan koruyucu bir kalkan gibi Dünya’yı sarıyor ve atmosferin zamanla yok olmasını engellerken gezegen yüzeyini de Güneş’ten gelen radyasyondan koruyor.

Öte yandan, Zhou’ya göre dış çekirdekteki konveksiyon hep aynı kalmıyor.

“Kuzey’deki jeomanyetik kutba bakarsanız yılda yaklaşık 50 kilometre hızla hareket ettiğini görürsünüz” diyen Zhou, sözlerini şöyle sürdürdü:

Kanada’dan Sibirya’ya doğru hareket ediyor. Manyetik alan her gün aynı değil. Değişiyor. Bu yüzden dış çekirdekteki konveksiyonun da zamanla değiştiğini düşünüyoruz ama doğrudan bir kanıt yok. Hiç görmedim.

Sismik veriler çekirdeğin yoğunluğundaki değişimlere işaret ediyor

Hakemli bilimsel dergi Nature’da yayımlanan yeni araştırmada Zhou, işte bu değişime bir kanıt sunmak için yola çıktı.

Bahsi geçen iki depremden elde edilen ölçümleri karşılaştıran bilim insanı, ikinci depremde SKS dalgalarının daha hızlı hareket etmesini şöyle açıkladı:

Bu dalganın ilerlediği yolda bir şeyler değişmiş. O yüzden artık daha hızlı gidebiliyor. Demek ki 20 yıl önce orada olan bir malzeme artık yok.

Zhou, “Yeni malzeme ise daha hafif” diye ekledi: Bu hafif elementler yukarı doğru hareket ediyor ve o bölgedeki yoğunluğu değiştiriyor.

Bilim insanı söz konusu araştırma makalesinde dış çekirdekte 1997’den bu yana hidrojen, karbon ve oksijen gibi daha hafif elementlerin salındığını savundu.

Makaleye göre bu durum dış çekirdeğin yoğuluğunda yaklaşık yüzde 2-3’lük bir azalmaya denk geliyor. Dolayısıyla konveksiyon akışı da saatte yaklaşık 40 kilometreye ulaşıyor.

Şu anda dünya çapında sismik dalgaları gerçek zamanlı takip eden 152 Küresel Sismografik Ağ İstasyonu mevcut. Zhou, “Artık dış çekirdeği görebiliyoruz” diye konuştu:

Eğer onu sismik dalgalardan görebiliyorsak, gelecekte de sismik istasyonlar kurabilir ve bu akışı izleyebiliriz.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

NASA, Dünya’ya Doğru İlerleyen Devasa Kuyrukluyıldızın Görüntüsünü Paylaştı

NASA, keşfedildiği dönemde en uzak aktif kuyrukluyıldız unvanını alan ve Güneş Sistemi’nin içlerine doğru ilerleyen gök cisminin bir astrofotoğrafçı tarafından çekilen portresini paylaştı.

Amatör gökbilimci Jose Chambo, 20 Haziran’da C/2017 K2 (PanSTARRS) kuyrukluyıldızının bir görüntüsünü yakaladı. Gök cisminin Dünya’ya uzaklığı şu anda 300 milyon kilometreden daha az. Ayrıca 14 Temmuz’da epey mesafe kat ederek gezegenimize en yakın konumuna, aralık ayında ise Güneş’e en yakın konumuna gelecek.

18 kilometre çapında bir çekirdeğe sahip devasa bir kuyrukluyıldız olan C/2017 K2 (PanSTARRS), ilk defa 2017’de 2,4 milyar kilometre uzaklıkta keşfedildiğinde halihazırda koma üretiyordu. Koma, Güneş’in kuyrukluyıldızı ısıttığı sırada açığa çıkan bir gaz bulutu. Parlayan komanın küçük bir teleskop yardımıyla gece gökyüzünde görülebilmesi gerekiyor. Kuyrukluyıldızın boyutuna rağmen komanın çıplak gözle yapılan gözlemler için fazla soluk kalması ise muhtemel.

C/2017 K2 (PanSTARRS), Oort bulutundan Güneş’e doğru tahminen 3 milyon yıl boyunca seyahat etti. Oort bulutu; Neptün’ün ve hatta Güneş Sistemi’nin kenarında, yıldızdan birkaç ışıkyılı kadar ileriye uzanan Kuiper kuşağının ötesinde yer alan bir buzlu gezegenimsizler diyarı.

Oort bulutunun tıpkı C/2017 K2 (PanSTARRS) kuyrukluyıldızı gibi hiperbolik yörüngeleri takip eden birçok kuyrukluyıldızın kaynağı olduğu düşünülüyor. Hubble Uzay Teleskobu’nun internet sitesinden alınan bir şemada kuyrukluyıldızın yörüngesinin Güneş sisteminin düzlemine neredeyse dik olduğu görülebilir.

Kuyrukluyıldız, eylüle kadar Kuzey Yarımküre’de teleskoplarla görülebilir durumda kalacak.

Paylaşın

Bakterilerden Jet Yakıtı Üretmenin Yolu Keşfedildi

Ulaşım araçlarının büyük çoğunluğu gibi, uçaklar genellikle fosil yakıtlarla çalışır. Daha doğrusu, uçaklar jet yakıtından (göklerdeki araçlara güç veren güçlü motorlar için tasarlanmış ve petrolden elde edilen özel bir yakıt) güç alır.

Ancak son zamanlarda bir grup bilim insanı şunu sorgulamaya başladı: Ya bu uçaklara bakterilerden elde edilen bir yakıtla güç verebilseydik nasıl olurdu?

Araştırmacılar bu konuda öncülük edebilecek yeni bir araştırmayı yakın tarihli bir makaleyle yayımladı. Ekip, genellikle toprakta bulunan bakterilerle jet yakıtı oluşturmada kullanılabilecek bir molekül yarattığını, hazırladığı basın bülteninde söyledi.

Araştırma sonuçları perşembe günü Joule adlı bilimsel dergide yayımlandı.

Basın bildirisinde, söz konusu “yüksek enerjili” molekülün, yemek yedikleri sırada bakteriler tarafından doğal olarak üretildiği ve, petrol gibi fosil yakıtlara çok benzer şekilde, karbondan oluştuğu belirtildi.

Bu bilim insanları, bu moleküllerin “poliketid sentazlar” diye bilinen ve hücrelerin içindeki kimyasal reaksiyonları kontrol edebilen bir grup enzimden kaynaklandığını keşfetti. Üstelik ekip bu enzimleri kullanarak söz konusu molekülleri toplu olarak üretebildi.

Ekip, süreç sonunda ürettikleri maddenin litre başına 50 megajul enerji içerdiğini söylüyor. Buna kıyasla, benzinde litre başına yaklaşık 32 megajul var.

Ancak bu süreç, ticari jetleri ülkenin dört bir yanına gönderebilmekten henüz çok uzak. Bilhassa, bilim insanlarının bir uçağa veya uçak endüstrisine güç sağlayacak yeterli yakıtı elde etmek için üretimin ölçeğini nasıl büyüteceklerini bulması gerekiyor.

Yine de çalışmanın arkasındaki ekip, basın bildirisinde de belirttiği üzere, bu yakıtın geleneksel fosil yakıtlar kullanmadan bir rokete güç verebilecek kadar güçlü olabileceğine inanıyor.

Danimarka Teknik Üniversitesi’nden mikrobiyolog ve bu çalışmanın baş araştırmacısı Pablo Cruz – Morales, “Bu yakıtı biyolojiyle elde edebilirsek petrolle üretime devam için hiçbir mazeret kalmıyor” diyor.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Güneş Fırtınası, Hiç Uyarı Vermeden Dünya’yı Vurdu

“Potansiyel olarak yıkıcı” diye sınıflandırılan bir Güneş fırtınasının uyarı vermeden Dünya’yı vurması bilim insanlarını endişelendirdi. Verilere göre fırtınanın hızı saatte 2,52 milyon kilometreye ulaştı.

Eşgüdümlü Evrensel Zaman Dilimi’ne (UTC) göre, sürpriz Güneş fırtınası Dünya’ya 25 Haziran’da gece yarısından hemen önce ulaştı ve 26 Haziran’da günün büyük bölümünde gezegeni etkilemeye devam etti.

Uzmanlar fırtınayı G1 sınıfı diye kategorize etti. Bu sınıftaki fırtınalar, güç şebekelerinde nispeten zayıf dalgalanmalar yaratabiliyor, uyduların işlevlerini etkileyip, göç eden hayvanların yön bulma yeteneklerini bozabiliyor.

Aynı zamanda Kuzey Yarım Küre’de alışılmadık derecede güçlü kutup ışıklarının ortaya çıkmasına neden olabiliyor.

Beklenmedik Güneş fırtınası aynı zamanda Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn’ün gökyüzünde hizalandığı, son derece nadir meydana gelen (1864’ten beri yaşanmadı) kozmik olaya denk geldi.

Bu da kutup ışıklarıyla birleşince amatör gözlemciler ve fotoğrafçılar için eşsiz manzaralar oluşturdu.

Bu kez neden belirti göstermedi?

Güneş’teki patlamaların uzaya büyük kütleli plazmalar savurmasına taçküre kütle atımı (CME) adı veriliyor. Bu plazmalar, Dünya’nın manyetik alanıyla etkileşime girip, manyotesferde geçici bozulmalara yol açtığında Güneş fırtınası adını alıyor.

CME’ler genellikle çevrelerine göre nispeten soğuk olduğu için karanlık görünen Güneş lekelerinde ortaya çıkıyor. O yüzden uzmanlar, yıldızda kayda değer bir patlamanın meydana gelebileceği ve bunun da fırtınaya yol açabileceğine dair tahminler yürütebiliyor.

Ancak uzmanlara göre son olay, Güneş’te Eş-Dönüşlü Etkileşim Bölgesi adı verilen ve nadiren fırtınalara neden olan bir bir bölgeden kaynaklandı. Bu tür noktalar yavaş ve hızlı hareket eden parçacık akışları arasındaki geçiş bölgeleri diye tanımlanıyor.

Söz konusu bölgelerde CME’lere benzeyen ama Güneş lekelerinin görülmediği şok dalgalarını aniden açığa çıkarabilen plazma birikimleri oluşuyor. Bu da Güneş yüzeyinde önceden tespit edilmelerini çok daha zor hale getiriyor.

Güneş’te hareketlilik giderek artacak

Gökbilimciler Güneş’teki patlamaların birkaç yıl içinde giderek artacağını ve zirve noktasına ulaşacağını belirtiyor. Çünkü Güneş, şu anda hareketli bir evrede.

Yıldız her 11 yılda bir, sakin veya fırtınalı geçen bir döngüsünü tamamlıyor ve yenisini başlatıyor. Güneş’in 2019’da 25. döngüsüne girdiği biliniyor. Bu döngülerden sakin olanına, yani yıldızdaki patlamaların ve lekelerin minimum seviyeye indiği dönemlere “solar minimum” adı veriliyor.

Güneş lekelerinin arttığı ve patlamaların da sıklaştığı evrelerse “solar maksimum” diye adlandırılıyor.

Uzmanlara göre yıldız şu anda hareketli bir dönemden geçiyor. Ancak henüz başında olduğu için 2022’nin çok şiddetli olaylara tanıklık etmeyeceği düşünülüyor.

2025’teyse solar maksimum evresi zirve noktasına ulaşacak. Bu nedenle özellikle 2025 civarında şiddetli patlamaların Dünya’yı etkilemesi bekleniyor.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

ABD, Uzayda Fabrika Kurmak İçin Harekete Geçti

ABD yönetimi, pahalı teknolojik ekipmanların uzayda inşa edilmesi için ulusal strateji belirledi. Teknoloji sitesi Quartz’a konuşan yetkililer, yapay zeka desteğiyle geliştirilen otonom üretim mekanizmalarının uzay fabrikalarının önünü açacağını ifade etti.

Buna göre ilk adım, eskiyen uyduları yenileriyle değiştirmek yerine uzayda onarmak olacak.

Örneğin NASA, uzay araçlarına yakıt ikmali yapacağı ilk görevini planlıyor.

Özel firmalarsa bu tip görevlerde daha önde. Havacılık ve uzay firması Northrop Grumman, uyduların ömrünü uzattığı iki görevi çoktan başarıyla tamamladı. Firma yakında aynı hizmeti daha büyük ölçekte vermek için yeni bir uzay robotu kullanmayı planlıyor.

Beyaz Saray ise bu tür teknolojileri geliştirmek için kısa süre önce ulusal bir strateji yayımladı. Planlar, uzay politikası danışmanı ve robotik montaj uzmanı Ezinne Uzo-Okoro tarafından yönetiliyor.

Uzay yürüyüşleri tehlikeli

Halihazırda Uluslararası Uzay İstasyonu’nun (UUİ) bakım ve onarım görevlerini, uzay yürüyüşüne çıkan astronotlar üstleniyor. Ancak bu görevler epey tehlikeli olabiliyor.

Örneğin istasyonda görev alan bir astronotun mart ayında uzay yürüyüşü için taktığı kaskına su dolunca görev yarıda kesilmişti.

NASA’nın yardımcı yöneticisi Pamela Melroy, “Uzay araçlarına servis hizmeti sağlamayı rutin hale getirmek için astronotlara bel bağlayamayız” diye konuştu:

Uzay yürüyüşleri çok tehlikeli, özellikle de radyasyonun daha büyük bir tehdit olduğu uzaklıkta.

Yetkililere göre bu işi astronotlar yerine gelişmiş robotlar üstlenmeli.

“Parçalar yörüngede birleştirilmeli”

Melroy ayrıca, bunun gelişmiş uzay araçlarının daha az maliyet ve riskle göreve başlayabilmesini sağlayacağını ifade etti.

“Buradaki en önemli şey, bir roketin içine sığabilecek olandan çok daha büyük cihazlar inşa etme yeteneği” diyen bilim insanı, yenilikçi James Webb Uzay Teleskobu’nu örnek verdi.

Teleskobun devasa aynası, fırlatılacağı rokete sığması için origami gibi katlanmış ve uzayda kendi kendine açılacak şekilde tasarlanmıştı.

Bu durum hem riskleri hem de maliyeti artırmıştı. Melroy’a göre robotlar bu araçları yörüngede monte edebilseydi daha ucuz ve daha güçlü teleskoplar yapılabilirdi.

Yetkililer bu ilk adımların ardından uzayda fabrikalar kurma aşamasına geçilebileceğine inanuyor. Bu tür üretim tesislerinin uzun vadede daha verimli olacağı düşüülüyor.

Ancak öncelikle uydu üreticileri, yörüngeye yakıt limanları gibi tesisler yerleştirmeye başlamadan önce, bunun ekstra masrafa değeceğine ikna olmalı.

Melroy bu durumu “tavuk ve yumurta sorunu” diye niteliyor.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Avrupa Uzay Ajansı: Güneş Fırtınaları Uyduları Batırıyor

Avrupa Uzay Ajansı (ESA) yetkilileri, Dünyanın manyetik alanını inceleyen Swarm uydusunu Güneş fırtınaları nedeniyle atmosfere battığını söyledi. ESA araştırmacıları, aracı bir manevrayla yükseltmek zorunda kaldıklarını ifade etti.

Uzay ajansından gelen açıklamada “Son 5, 6 yılda uydular yılda yaklaşık 2,5 kilometre batıyordu. Ancak geçen yılın aralık ayından bu yana neredeyse dalış yapıyorlar” ifadeleri yer aldı.

Ajansa göre aralık ve nisan arasında ölçülen düşüş hızı yılda 20 kilometreye denk geliyor.

Aslında uydular, yörüngedeyken normalde de belirli hızlarla atmosfere doğru sürükleniyor. Ancak dikkat çekici olan, son dönemde bu sürüklenmenin Güneş’teki aktivite nedeniyle anormal hızlara ulaşması.

Güneş’teki hareketlilik giderek artıyor

Gökbilimciler bu sürüklemenin yoğunluğunun Güneş aktivitesine, yani yıldızın yüzeyinde meydana gelen patlama ve radyoaktif püskürmelere bağlı olduğunu biliyor.

Öte yandan, Güneş’teki patlamaların birkaç yıl içinde daha da atması ve zirve noktasına ulaşması bekleniyor. Çünkü Güneş, şu anda hareketli bir evrede.

Yıldız her 11 yılda bir, sakin veya fırtınalı geçen bir döngüsünü tamamlıyor ve yenisini başlatıyor. Güneş’in 2019’da 25. döngüsüne girdiği biliniyor. Bu döngülerden sakin olanına, yani yıldızdaki patlamaların ve lekelerin minimum seviyeye indiği dönemlere “solar minimum” adı veriliyor.

Güneş lekelerinin arttığı ve patlamaların da sıklaştığı evrelerse “solar maksimum” diye adlandırılıyor.

2025’te şuanki solar maksimum evresi zirve noktasına ulaşacak. Bu nedenle bilim insanları özellikle 2025 civarında şiddetli patlamaların Dünya’yı etkilemesini bekliyor.

Uydular daha fazla sürtünmeyle karşı karşıya kalacak

Güneş’teki patlamaların artması, uzaya radyoaktif parçacıkların ve plazmaların savrulmasıyla sonuçlanıyor. Güneş rüzgarı diye de bilinen bu parçacıklar, Dünya’ya doğru yönelip atmosferle etkileşime girebiliyor.

ESA’nın Swarm misyon yöneticisi Anja Stromme, “Bu etkileşimin atmosferin yükselmesine neden olduğunu biliyoruz” ifadelerini kullanıyor:

Bu da daha yoğun hava katmanının yukarı doğru, daha yüksek irtifalara kayması anlamına geliyor.

Daha yoğun hava, uydular için daha yüksek sürtünme kuvveti demek. Yükselen atmosferin neden olduğu yoğunluk artışı, alçak yörüngedeki uyduların bir kısmının düşmesine neden olabilir.

Stromme, “Rüzgara karşı koşmak gibi” dedi.

Sürüklenme uyduları yavaşlatıyor ve yavaşladıklarında batıyorlar.

Stromme, yaklaşık 400 kilometrelik irtifa içindeki tüm uzay araçlarının sorun yaşayacağını belirtiyor.

Bu irtifa, Uluslararası Uzay İstasyonu’nu ve aynı zamanda son 10 yılda alçak Dünya yörüngesini dolduran yüzlerce uyduyu içeriyor.

Basit ve az maliyetli teknolojilere öncülük eden özel girişimcilerin ürünü olan bu uydular Güneş aktivitesine karşı özellikle savunmasız.

Stromme, “Bu yeni uyduların birçoğunun tahrik sistemleri yok” ifadelerini kullandı: Yörüngede daha kısa ömürleri olacak.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Mars’tan Alınan Örnekler, Ölümcül Organizmaları Beraberinde Getirebilir

NASA’nın uzay aracı Perseverance, Mars’ta olası yaşam belirtilerinin tespit edilmesi için örnek toplamayı sürdürürken, bazı bilim insanları bu çabalara mesafeli yaklaşıyor.

Mars’tan gelecek numuneleri Dünya’ya indirmek için projeler geliştiren uzay ajansı, görevin güvenlik riskini “son derece düşük” diye niteliyor.

Ancak bazı gökbilimciler ve uzay meraklıları, numunelerin Dünya’da ölümcül patojenlerin yayılmasına neden olabileceğini savunuyor.

NASA’nın kısa süre önce internet sitesinde başlattığı ankete katılan bir yorumcu, “Hiçbir ülke tüm gezegeni riske atmamalı” diye yazdı.

Katılımcıların çoğu, Kızıl Gezegen’den toplanacak numunelerin önce Dünya dışında, örneğin yörüngedeki bir laboratuvarda incelenmesini önerdi.

Scientific American dergisine açıklamalarda bulunan, astrobiyolog Barry DiGregorio da Mars numunelerinin Dünya’nın biyosferine zarar verme ihtimalini değerlendirmeye öncelik verilmesi gerektiğini ifade etti.

Uluslararası Mars Numune Teslimine Karşı Komite adında kar amacı gütmeyen bir kurumu yöneten DiGregorio’ya göre bunun en iyi yolu, numunelerin özel bir uzay istasyonunda veya Ay üssüne kurulacak bir araştırma laboratuvarında incelenmesi.

Bilim insanı ayrıca NASA’nın bu araştırmalarda yalnız olmadığına dikkat çekiyor. Örneğin Çin de Mars’tan toplanan malzemeleri doğrudan Dünya’ya getirmek için kendi görevlerini tasarlıyor.

DiGregorio, Çin’in bu araştırmalara dahil olmasından özellikle endişelendiğini aktardı.

“Numunelerin geri getirilmesi ulusal bir hedef olmamalı. Uzay yolculuğu yapan tüm ülkeler küresel bir çaba kapsamında verilerini gerçek zamanlı paylaşmalı” diyen bilim insanı sözlerini şöyle sürdürdü:

Aksi takdirde hiçbir ülke, diğerinin ne bulduğunu veya nasıl sorunlarla karşı karşıya kaldığını bilemez.

“Bunu çoktan bilirdik”

Öte yandan gökbilimcilerin önemli bir kısmı ve NASA’da görevli araştırmacılar, Mars’tan gelecek numunelerin burada herhangi bir sorun yaratmayacağından emin.

Astrobiyolog Steve Benner, “Mars’taki malzemeler Dünya için tehdit oluştursaydı bunu çoktan bilirdik” diye konuştu.

Buna göre Mars’a çarpan asteroitler genellikle gezegen yüzeyinden kaya parçalarını uzaya fırlatıyor. Böylece her yıl yaklaşık 500 kilogramlık Mars kayası Dünya’ya doğru yol alıyor.

Benner kendisinin de Mars’tan gelen bir asteroide sahip olduğunu ifade ediyor:

Dünya’da yaşamın ortaya çıkmasından bu yana 3,5 milyar yıldan fazla süre içinde, trilyonlarca kayaç benzer yolculuklar yaptı. Mars’ta mikrobiyota varsa ve Dünya’nın biyosferinde hasara yol açabiliyorsa bu zaten olmuştur. NASA’nın birkaç kilogram daha eklemesi fark yaratmaz.

Paylaşın

Uzaydan Dünya’ya Güneş Enerjisi Aktarımı: Çin’den Başarılı Test

Çin’de araştırmacılar, iklim ve enerji krizine çözüm olabilecek uzay tabanlı güneş enerjisi sistemine yönelik başarılı bir test yaptı. Çin’in Xidian Üniversitesi’nden bilim insanlarına göre, Çin’de uzay tabanlı güneş enerjisi kullanımının yolunu açabilecek yeni bir kule üzerinde çalışmalar tamamlandı. 

Üniversiteden yapılan açıklamada, 5 Haziran’da “dünyanın ilk tam bağlantılı ve tam sistemli güneş enerjisi santrali” üzerinde başarılı bir test yapıldığı belirtildi.

Uzay tabanlı güneş enerjisinin gelişimini desteklemek için tasarlanmış beş farklı sistemle donatılan ve çelikten üretilen 75 metre yüksekliğindeki yapı, üniversitenin kampüsüne yerleştirildi.

Uzaydan güneş enerjisi elde edilmesine ilişkin çalışmalar yalnızca Çin’in gündeminde değil. Mart ayında İngiltere’nin uzayda güneş enerjisi santrali kurmak için 18,72 milyar euroluk bir teklifi değerlendirdiği bildirilmişti. Amerika Birleşik Devletleri, kendi uzay tabanlı güneş enerjisi sistemine gelişmiş teknoloji sağlamak için 100 milyon dolarlık ortaklık anlaşması yaptı.

Bilim kurgu mu gerçeklik mi?

Uzay tabanlı güneş enerjisi sisteminde, uyduların enerjiyi güneşten sürekli olarak fotonlar toplayarak enerjiyi fotovoltaik hücrelere dönüştürmesi ve bu elektriği kablosuz olarak ışınla ve mikrodalgalar halinde Dünya’daki alıcılara göndermesi hedefleniyor.

Portsmouth Üniversitesi Makine ve Tasarım Mühendislik Okulu Başkanı Jovana Radulovic, bu bilim kurgu romanından çıkma gibi görünen fikrin yeni olmadığını söylüyor.

Raduloviç, mühendislerin ve bilim insanlarının bu teoriyi geçtiğimiz yüzyılda gündeme getirdiğini belirtiyor.

Teori, ilk kez 1960’larda bilim insanı ve uzay mühendisi olan Peter Glaser tarafından önerildi. Ona göre, uzay tabanlı bir güneş enerjisi santrali, 24 saat güneş ışığı görmesi ve sürekli elektrik üretimine izin vermesi nedeniyle Dünya’ya yerleştirilen bir santrale göre daha verimli olabilirdi.

Küresel enerji tüketiminin 2050 yılına kadar yüzde 50 oranında artmasının beklendiği bir dönemde, bu metodun artan enerji ihtiyacını karşılamada ve iklim krizine çözüm üretmede yardımcı olabileceği belirtiliyor.

Uzay tabanlı güneş enerjisinin önündeki engeller neler?

Teknoloji ilk bakışta umut vadeden bir görüntü sergilese de birçok zorluğu da beraberinde getiriyor. Uzay tabanlı güneş enerjisinin uygulanmasını zorlaştıran ana etken yüksek maliyeti.

Sistemin büyük ölçüde modüler olduğu biliniyor. Buna göre, Güneş modülleri yörüngede robotlar tarafından monte edilmeli. Bu montajın yapılabilmesi için tüm unsurların uzaya taşınması gerekir ki bu da zor ve maliyetli bir işlem olduğu anlamına gelir. Üstelik bu tür bir faaliyet çevre için de zararlı olabilir.

Öte yandan üretilen enerji ve elektriğin Dünya’ya mikrodalgalar halinde gönderilmesi öngörülüyor. Radulovic’e göre bu denli uzaktan gelen bu dalgalar için devasa alıcılara ihtiyaç duyulacak.

İletilen mikrodalgaların yoğunluğunu artırarak daha küçük antenler de kullanmak düşünülebilir. Böylelikle maliyet de düşürülebilir. Ne var ki bu senaryoda yoğun sinyallere maruz kalan canlılar için felaket söz konusu olabilir.

Enerjinin dönüştürülme süreçlerinde yüzde 10 oranında kayıp yaşanabileceği dikkate alındığında sistemin verimlilik açısından çok da avantajlı olmayacağı görülebilir.

Diğer bir zorluk da güneş panellerinin uzayda uzun süre ayakta kalabilmesini sağlamak. Uzay şartlarına karşı sürekli bakıma ihtiyaç duyacak olan bu panellerin radyasyona karşı sağlamlaştırılmaları gerekir.

Gelecek için değerli bir yatırım mı?

Tüm bu zorluklar projelerin maliyetini önemli ölçüde artırırken sistemin buna değip değmeyeceği soru işareti olarak kalmaya devam ediyor.

Radulovic, bu nedenle Elon Musk’ın şirketi Space X’in çalışmalarını yakından izlediklerini söylüyor ve “Aynı roketi kullanarak malzemeleri uzaya göndermek ve bunu tekrar tekrar yapmak maliyet açısından avantajlı gözüküyor. Ancak uzaya güneş enerjisi santrali kurmak için bütün unsurların maliyeti düşürülmedikçe bu düşündüğümüz kadar hızlı olamayacak. Üzerine yoğunlaşmamız gereken bir şey bu.” şeklinde konuşuyor.

Yine de bu bilim kurgu romanlarını andıran yöntem gelecekte önemli bir yatırım haline gelebilir. Radulovic, teknolojinin er ya da geç daha uygun maliyetle üretilebileceğini çünkü üzerinde daha fazla araştırma yapılacağını söylüyor.

Enerji ve iklim kriziyle mücadele etmek ve gelecek nesilleri korumak için sert önlemlerin alınması gerektiği aşikar. Uzay tabanlı Güneş enerjisinin kısa vadede önünde engeller olsa da uzun vadede faydaları umut verici.

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

Dünyanın En Büyük Bakterisi Keşfedildi

Bilim insanları, çıplak gözle de görülebilen dünyanın en büyük bakterisini keşfetti. Keşfedilen bakterinin hücresinin diğer bakterilere oranla alışılmadık bir yapıya sahip olduğu belirtiliyor.

Lawrence Berkeley Ulusal Laboratuvarı’nda çalışan deniz biyoloğu Jean-Marie Volland, yaklaşık bir insan kirpiği büyüklüğünde olan bakterinin bugüne kadar bilinenlerin en büyüğü olduğunu söyledi. Keşif ile ilgili makale, perşembe günü Science dergisinde yayımlandı.

Thiomargarita magnifica adı verilen bakteri, Fransız Karayipleri’nde su altına gömülü, çürüyen mangrov ağacı yaprakları üzerinde keşfedildi. Tek hücreli bu organizmanın tehlikeli olmadığı ve insanlarda hastalığa yol açmadığı belirtiliyor.

ABD’deki Lawrence Berkeley Ulusal Laboratuvarı Ortak Genom Enstitüsü’nden Jean-Marie Volland, “Bu bakteriler çoğu bakteriden yaklaşık 5 bin kat daha büyük. Bir perspektife oturtmak gerekirse, biz insanlar için Everest Dağı kadar uzun bir insanla karşılaşmakla eşdeğer” diyor.

Ancak bir santimetre uzunluğundaki T. magnifica, yeryüzündeki en büyük tek hücreli organizma değil. (En büyük tek hücreli organizma, bundan 10 kat daha uzun olan Caulerpa taxifolia adlı bir tür su yosunu)

T. magnifica ilk olarak 2009 yılında Küçük Antiller’deki Guadalup Adası’nda tespit edilmiş, ama bir kenara bırakılmıştı.

Dr. Volland ve meslektaşları yakın zamanda onu ayrıntılı incelediklerinde elde ettikleri önemli bir bulgu, hücrenin içini düzenleme şekliyle ilgiliydi. Bakterilerin DNA’ları normalde hücreyi dolduran sıvı (sitoplazma) içinde serbestçe yüzer.

T. magnifica ise genetik materyali içeren DNA’ları, araştırmacıların Fransızca meyve çekirdeği anlamına gelen pepin adını verdikleri bölmelerde saklıyor.

Bu önemli bir keşif, zira şimdiye kadar DNA’nın zara bağlı bir bölme içinde yer alması, insanlar, diğer hayvanlar ve bitkiler gibi yüksek organizmaların yapı taşları olan ökaryot hücrelerin koruması olarak kabul ediliyordu.

Ayrıca T. magnifica fazla miktarda DNA’ya sahip. Genomundaki tüm “harfler” ya da baz çifti sayıldığında 12 milyona yakın. Ancak her hücrede genomun yarım milyon kopyası olabilir.

Berkeley Enstitüsü’nden Dr. Tanja Woyke T. magnifica’nın “bir insan hücresine kıyasla kendi içinde birkaç kat daha fazla DNA depoladığı anlamına geldiğini” belirtiyor.

Woyke, tüm bu DNA’da, organizmanın büyük boyutunun nedenlerine dair ipuçları olduğunu da söylüyor. Uzama ile ilişkili bazı genlerin kopyalandığı ve normalde bölünmeye dahil olan bazı genlerin eksik olduğu görülüyor.

T. magnifica kemosentetik bir bakteri. Kendisine yakıt sağlamak için ihtiyaç duyduğu şekerleri, mangrov bataklığının tortularındaki çürüyen organik maddelerin ürettiği sülfür bileşiklerini oksitleyerek elde ediyor. Sadece tutunacak sağlam bir şeye ihtiyaç duyuyor.

Antiller Üniversitesi’nden mikrobiyolog Prof. Olivier Gros, “Onları istiridye kabuklarına, yapraklara ve dallara, aynı zamanda cam şişelere, plastik şişelere veya iplere tutunmuş halde buldum” dedi.

Araştırma ekibi bakteriye ilişkin açıklamalarını Science Magazine’in bu haftaki sayısında yayımladı. Araştırmacılar, organizmanın işleyişine dair öğrenecekleri çok şey olduğunu belirtiyor.

ABD Menlo Park’taki Karmaşık Sistemler Araştırma Laboratuvarı’ndan Dr. Shailesh Date, “Bu proje, var olan keşfedilmemiş mikrobiyal çeşitlilik konusunda gerçekten gözlerimizi açtı. Henüz sadece yüzeydeyiz ve kim bilir daha ne ilginç şeyler keşfedeceğiz” diyor.

Paylaşın