NASA Duyurdu: Güneş “Solar Maksimum”a Girdi

ABD Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi NASA, Güneş’in resmi olarak güneş maksimumuna ulaştığını ve önümüzdeki aylarda aurora ve güneş parlamalarının daha sık görülmesinin beklendiğini duyurdu.

Güneş, minimum ve maksimum arasında dalgalanan 11 yıllık aktivite döngülerinden geçer. Söz konusu döngülerden daha sakin olanına, yani yıldızdaki patlamaların ve lekelerin minimum seviyeye indiği dönemlere “solar minimum” deniyor. Güneş lekelerinin arttığı ve patlamaların da sıklaştığı evrelere ise “solar maksimum” adı veriliyor.

ABD Uzay Ajansı (NASA) ve Ulusal Atmosfer İdaresi (NOAA), Güneş’in resmen “solar maksimum” evresine girdiğini açıkladı. Güneş böylece 11 yıllık aktivite döngüsünün zirvesine yaklaşmış oldu.

Bu da yakın zamanda yıldızda daha fazla lekenin ortaya çıkıp, daha çok patlamanın meydana gelebileceği ve Güneş fırtınalarının sayısının artabileceği anlamına geliyor. Bu süreçte, aurora diye de bilinen kuzey ışıkları, Dünya’nın daha alçak enlemlerinden de görülebilir hale gelebilir.

Solar maksimum nedir?

Güneş her 11 yılda bir, sakin veya fırtınalı geçen bir döngüsünü tamamlıyor ve yenisini başlatıyor. Yıldız, 2019’da 25. döngüsüne girdi. Bu 11 yıllık döngüler sırasında yıldızın manyetik kutupları düzenli olarak yer değiştiriyor.

Söz konusu döngülerden daha sakin olanına, yani yıldızdaki patlamaların ve lekelerin minimum seviyeye indiği dönemlere “solar minimum” deniyor. Güneş lekelerinin arttığı ve patlamaların da sıklaştığı evrelere ise “solar maksimum” adı veriliyor.

Güneş’te manyetik kuvvetin çok yoğun olduğu ve bir miktar ısının yıldızın yüzeyine ulaşmasının engellendiği bölgelere Güneş lekesi deniyor. Bu lekeler, çevresine kıyasla daha soğuk olduğu için daha koyu renkte görülüyor ve bu yüzden “leke”lere benzetiliyor.

Ancak yoğun manyetik alanları nedeniyle Güneş lekeleri çok aktif bölgeler. Yani buralarda sıklıkla patlamalar meydana gelebiliyor. Bu patlamalar sonucunda koronal kütle atımı (CME) adı verilen plazma fışkırmaları oluşuyor.

Söz konusu radyoaktif plazma parçacıkları uzayda yol alarak Dünya’ya ulaşıyor ve gezegeni koruyucu bir kalkan gibi saran manyetik alanla etkileşime giriyor. Bu durumda olay Güneş fırtınası adını alıyor ve manyetik alanla girilen etkileşim sonucu görkemli kuzey ışıkları meydana geliyor.

Ancak Güneş fırtınaları aynı zamanda GPS sistemlerini ve radyo dalgalarını kesintiye uğratarak yeryüzünde iletişimin felç olmasına ve hatta elektrik kesintilerine sebebiyet verebiliyor.

Bilim insanları aslında yıldızın solar maksimum evresinin zirve noktasına 2025’te ulaşacağını ve bu esnada yıldızdaki leke sayısının da 115’e çıkabileceğini belirtiyordu.

Verilere göre Güneş sadece geçen yılın haziran ayında bile 160’tan fazla leke üretti. Bu 20 yılı aşkın süredir en yüksek sayı oldu. Son olarak da NASA, Güneş’in resmen solar maksimum evresine girdiğini duyurdu.

Güneş son döngüsünü bitirmeye yaklaşırken manyetik kutupları da yeniden yer değiştirecek ve yıldızdaki patlamaların giderek azalacağı solar minimum evresine doğru ilerleyecek. Ancak bundan önce solar maksimumun en zirve noktasında kaç patlama ve fırtınanın görüleceği henüz bilinmiyor.

NOAA’dan meteorolog Elsayed Talaat, “Güneş döngüsünde göreceğimiz aktivitenin tepe noktasına henüz gelmemiş olabiliriz,” dedi ve ekledi: “Güneş solar maksimum dönemine ulaşmış olsa da aktivitenin hangi aralıkta zirveye ulaşacağı aylar veya yıllar boyunca belirlenemeyecek.”

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

Mars’ta “Yaşam” Buz Birikintilerinin Altında Saklanıyor Olabilir Mi?

Mars’ta herhangi bir yaşamın olup olmadığını hala kesin olarak bilmiyoruz… Yeni bir araştırma, Mars’ın donmuş yüzeyinin altında, eriyik su birikintilerinde saklı mikrobiyal yaşamın var olabileceğini öne sürdü.

Araştırma, bilgisayar modellemesi kullanılarak su buzunun içinden geçen güneş ışığının sığ yeraltı sularında fotosentezi destekleyebileceği gösterdi. Aditya Khuller, “Mars’taki buz tabakaları, dünya dışı yaşam için bakmamız gereken en ulaşılabilir yerlerden biri olabilir” dedi.

Mars’ın her iki yarım kürede 30 ila 60 derece arasındaki orta enlemleri, yeraltı suları için en umut verici yerler olarak kabul ediliyor. Bu alanlar sıcaklık, toz seviyeleri ve güneş ışığına maruz kalma arasında bir denge sağlıyor ve bu da onları gelecekteki keşifler için birincil hedefler haline getiriyor.

NASA’nın Jet İtki Laboratuvarı’ndaki (JPL) araştırmacılar, Mars’ın ultra kalın su buzu birikintilerinin altında bir tür yaşam keşfedebileceklerini düşünüyor.

Nature Communications Earth & Environment adlı hakemli bilimsel dergide yayınlanan yeni bir çalışmada, geçmiş buzul çağlarından kalma toz ve kar yığınlarını tutan bu birikintilerin, Mars’ın son derece ince atmosferinden içeri giren Güneş radyasyonunu engelleyecek kadar kalın ve koyu olabileceğini ortaya kondu.

Araştırmacıların bilgisayar modelleriyle yaptığı deneylerde buzun yüzeyde bozulmadan kalabildiği, ancak Güneş çarptığında eriyerek zararlı Güneş radyasyonunu etkili bir şekilde engellediği ve sonuçta yaşam formlarına hayat verebilecek fotosentez işlemi için uygun bir ortam oluştuğu tespit edildi.

Araştırmacılar, Dünya’da da bu türden koşullara rastlanabildiğini belirtiyor. Gömülü toz parçacıklarının zamanla alttaki buzun erimesine neden olmasıyla ortaya çıkan kraterlere “kriyokonit delikleri” adı veriliyor. Kriyokonit delikleri, Dünya’daki buzullarda ortaya çıkan minik ekosistemlere ev sahipliği yapıyor.

Jet İtki Laboratuvarı’nın internet sitesinde yayınlanan basın açıklamasında, “Bu toz parçacıkları Güneş ışınlarından uzaklaştıkça batmayı bırakır ama yine de yeterli sıcaklığı üreterek etraflarında bir eriyik su cebi oluşturabilir,” ifadeleri yer aldı: Cepler basit yaşam formları için gelişen bir ekosistemi besleyebilir.

Öte yandan bu bulgular, Mars’ta kesinkes yaşam olduğu anlamına gelmiyor. Araştırmanın lideri Aditya Khuller Space.com’a, “Mars’ta yaşam bulduğumuzu söylemiyoruz,” dedi. Khuller, “Orta enlemlerdeki tozlu Mars buz yüzeyinin bugün Mars yaşamı aramak için en elverişli yerleri temsil ettiğine inanıyoruz,” diye ekledi.

Paylaşın

Yaşlanma Belirtilerini Yavaşlatacak Yeni Bir Yöntem Keşfedildi

Araştırmacılar, biyolojideki en iddialı araştırma programlarından biri olan İnsan Hücre Atlası projesinin bir parçası olarak, insan vücudunun kök hücrelerden deri hücrelerini nasıl ürettiğini keşfettiler.

Araştırmacılar, laboratuvar ortamında, az miktarda deri üretmeyi de başardılar. Araştırmanın bulgularının cildin yaşlanmasını geciktirmeye yardımcı olabileceği düşünülüyor.

Bununla birlikte cilt nakli için hücre üretimi ve yara izlerinin önlenmesinde kullanılabileceği belirtiliyor. İnsan Hücresi Atlası projesi insan vücudunun her bir parçasının hücre hücre nasıl oluştuğunu anlamayı amaçlıyor.

Uluslararası projenin merkezi Cambridge Üniversitesi’ndeki Wellcome Sanger Enstitüsü.

Projenin liderlerinden Prof. Muzlifah Haniffa, çalışmalarının hastalıkları daha etkin bir şekilde tedavi etmek; aynı zamanda insanları daha uzun süre sağlıklı ve hatta daha genç tutmak için yeni yollar bulunmasına yardımcı olabileceğini söyledi.

Haniffa, “Cildi manipüle edip yaşlanmayı önleyebilirsek daha az kırışıklığımız olacaktır” dedi ve ekledi: “Hücrelerin ilk gelişiminden itibaren yetişkinlikteki yaşlanmaya kadar değişimlerini anlayabilirsek, ‘Organları nasıl canlandırabiliriz, kalbi, cildi nasıl gençleştirebiliriz? diye sorup bunları deneyebiliriz.”

Araştırmacıların bu aşamaya gelmesi yakın zamanda mümkün görünmüyor ancak anne karnındaki fetüste deri hücrelerinin nasıl geliştiğini anlama konusunda ilerleme kaydettiler.

Bir yumurta ilk döllendiğinde, tüm hücreler birbirinin aynıdır. Ancak üç hafta sonra, “kök hücre” adı verilen özel hücrelerdeki belirli genler devreye girerek talimatlar üretirler. Böylece vücudun uzuvlarını oluşturmak üzere toplanma ve özelleşme süreci başlar.

Araştırmacılar, vücudun en büyük organı olan cildi oluşturmak için hangi genlerin hangi zamanlarda ve hangi yerlerde devreye girdiğini tespit ettiler. Bunlar mikroskop altında belirli kimyasallar kullanılarak renklendirildiğinde ayırt ediliyorlar.

Turuncuya dönen genler cildin yüzeyini oluşturuyor. Sarı renkliler cilt rengini belirliyor. Bunun dışında kılları uzatıp, terlememizi sağlayan ve bizi dış dünyadan koruyan diğer yapıları oluşturan birçok gen daha var.

Nature dergisinde yayımlanan araştırma, insan cildini oluşturmak için kök hücrelerin kullandığı komuta dizisini ortaya çıkardı. Bu talimatları okuyabilmek heyecan verici olasılıkları beraberinde getiriyor. Bilim insanlar halihazırda fetüsün cildinin iz bırakmadan iyileştiğini biliyor.

Yeni keşfedilen talimat dizini bunun nasıl olduğunu detaylandırıyor. Bir sonraki araştırma alanı bunun, cerrahi prosedürlerdeki kullanımına yönelik, yetişkin cildinde kopyalanması olabilir.

Bir diğer önemli gelişme de, bilim insanlarının bağışıklık hücrelerinin derideki kan damarlarının oluşumunda kritik bir rol oynadığını keşfetmeleri oldu. Bunun ardından laboratuvarda bu talimatları taklit edebildiler.

Genleri aktif ve pasif hale getiren kimyasalları doğru zamanda, doğru yerde kullanarak kök hücrelerden yapay cilt ürettiler. Şimdiye kadar küçük deri parçaları ürettiler ve bunlardan küçük tüyler çıktı.

Prof. Haniffa’ya göre nihai amaç tekniği mükemmelleştirmek: “İnsan cildinin nasıl yapıldığını biliyorsak, doku nakliyle bunu yanık hastaları için kullanabiliriz.” Prof. Haniffa, “Ya da saç kökleri oluşturabilirsek, kel insanların saçlarının çıkmasını sağlayabiliriz” diyor.

Laboratuvardaki deri, kalıtsal cilt hastalıklarının nasıl geliştiğini anlamak ve olası yeni tedavileri test etmek için de kullanılabilir.

Genleri aktifleştirmek ve pasifleştirmek için talimatlar, gelişen embriyonun her yerinden gönderilir ve doğumdan sonra yetişkinliğe kadar devam ederek bütün farklı organ ve dokuların gelişimini sağlar.

İnsan Hücresi Atlası projesi, başladığından bu yana geçen 8 yılda vücudun farklı uzuvlarından 100 milyon hücreyi analiz etti. Beynin, akciğerin taslak atlaslarını üretti. Araştırmacılar böbrek, karaciğer ve kalp üzerinde çalışıyor.

İnsan Hücresi Atlası Konsorsiyumu’nun kurucularından ve liderlerinden Cambridge Üniversitesi Profesörü Sarah Teichmann’a göre bir sonraki aşama ayrı atlasları bir araya getirmek.

Sarah Teichmann, “İnanılmaz heyecanlı çünkü bize fizyoloji, anatomi konularında yeni içgörüler sağlıyor ve insanlarla ilgili anlayışımızı ilerletiyor… Kendimiz, dokularımız, organlarımız ve bunların nasıl çalıştıkları hakkında kitapların baştan yazıldığını göreceğiz.” diyor.

Vücudun diğer bölümlerinin nasıl oluşturulduğuna dair genetik talimatlar önümüzdeki haftalarda ve aylarda yayınlanacak; ta ki sonunda insanların nasıl yapıldığına dair daha eksiksiz bir resme sahip olana kadar.

(Kaynak: BBC Türkçe)

Paylaşın

Yaşanabilir Gezegenler Bulma Yolunda “Büyük Adım”

Dünya’dan yaklaşık 100 ışık yılı uzaklıkta yer alan ve GJ 9827 d olarak adlandırılan gezegen, Dünya’nın yaklaşık iki katı büyüklüğünde ve neredeyse tamamen su buharından oluşan bir atmosfere sahip.

Haber Merkezi / GJ 9827 d bildiğimiz yaşamı desteklemese de, benzersiz atmosferi, diğer küçük gezegenleri ve bu gezegenlerin yaşam barındırma potansiyellerini incelemek için yeni olasılıklar sunuyor.

Montréal Üniversitesi’nden Caroline Piaulet – Ghorayeb liderliğinde yapılan yeni bir araştırmada, GJ 9827 d’nin atmosferik bileşimini ölçmek için transmisyon spektroskopisi adı verilen bir teknik kullanıldı.

Transmisyon spektroskopisi, bir gezegenin atmosferi tarafından farklı dalga boylarında veya ışık renklerinde ne kadar yıldız ışığının emildiğini ölçer.

Piaulet – Ghorayeb, bugüne kadar ölçülen atmosferlere sahip neredeyse tüm dış gezegenlerin en hafif elementlerden, tıpkı güneş sistemindeki gaz devleri Jüpiter ve Satürn gibi hidrojen ve helyumdan oluştuğunu söyledi.

Piaulet – Ghorayeb, “GJ 9827 d, güneş sisteminin karasal gezegenleri gibi ağır moleküller açısından zengin bir atmosfer tespit ettiğimiz ilk gezegen” dedi ve ekledi: Bu çok büyük bir adım.

Piaulet – Ghorayeb, “Bilim insanlarının gelecekte yaşam arayabileceği gezegen türleri olacak” diye ekledi.

GJ 9827 d ilk olarak 2017 yılında Kepler Uzay Teleskobu tarafından tespit edilmişti. Daha sonra, Hubble Uzay Teleskobu gezegenin atmosferinde su buharı izleri bulmuştu.

Bir gezegenin atmosferde su buharının izlerini tespit etmekle, atmosferin su buharıyla kaplı olduğunu söylemek arasında büyük bir fark var.

Bilim insanları, bu farkı ortaya koymak için James Webb Uzay Teleskobu’nun (JWST) Yakın Kızılötesi Görüntüleyici ve Yarıksız Spektrografı veya NIRISS ile yeni gözlemleri kullandılar.

Araştırmada yer alan bilim insanları, yıldızının önünden geçerken veya geçiş yaparken GJ 9827 d’nin atmosferinden geçen ışığın spektrumunu yakalamak için JWST’yi kullandılar.

Paylaşın

Ay’ın Yüzeyinin Altında Gizemli Bir Hareket Keşfedildi

Ay’ın engebeli yüzeyinin altında beklenmedik bir şey oluyor, bilim insanlarının Dünya’nın en yakın göksel komşusuna dair yeniden düşünmelerine neden olan derinlerde bir hareket.

Haber Merkezi / NASA ve Arizona Üniversitesi’nden bilim insanlarının yaptığı yeni bir araştırma, Ay’ın katı mantosu ve metalik çekirdeği arasında sıkışmış yarı erimiş bir malzeme tabakasının sürekli hareket halinde olduğunu ortaya çıkardı.

Bilim insanları, düşük viskoziteli malzemeden oluşan bu katmanın, hem Güneş hem de Dünya tarafından uygulanan yerçekimi kuvvetlerine tepki olarak hareket ederek Dünya’nın okyanus gelgitleri gibi davrandığını keşfetti.

AGU Advances’te yayınlanan araştırmaya göre, bu, Ay gelgitlerinin yıllık olarak nasıl dalgalandığının ilk ölçümü olup, Ay’ın kozmik ortaklarıyla olan yerçekimi dansına ışık tutuyor.

Ay’ın Dünya’nın okyanuslarını çekerek gelgitler oluşturması gibi, Dünya ve Güneş de Ay üzerinde benzer bir etkiye sahip ve Ay’ın içsel “yapışkan”ının yükselip alçalmasına neden oluyor.

Keşif uzun zamandır devam eden bazı soruları yanıtlarken, aynı zamanda yeni soruları da gündeme getiriyor. Bu yarı erimiş tabaka nasıl oluştu? Tam olarak neyden oluşuyor? Ve en önemlisi, onu bu kadar uzun zamandan sonra sıcak ve hareketli tutan şey nedir?

Keşif, Ay’ın şu anki durumunu anlamada değil; aynı zamanda geçmişi ve gelecekteki evrimi hakkında da derin öngörüler sunuyor. Bilim insanları artık Ay’ın nasıl geliştiğine ve hangi iç süreçleri yaşadığına ve gelecekte hangi süreçleri yaşayacağına dair yeni modeller geliştirebilirler.

Daha da heyecan verici olanı, bu araştırmanın gelecekteki keşifler için yeni yollar açmasıdır. Ay’ın yüzeyinin altında başka hangi gizemler yatıyor? Gezegensel oluşum ve dinamikler hakkındaki mevcut anlayışımızı zorlayacak daha beklenmedik keşifler olabilir mi?

Araştırmanın yazarlarının belirttiği gibi, bu erimiş tabakanın varlığı Ay’ın iç yapısı ve evrimi üzerinde önemli etkilere sahip ve hatta çekirdeğinin daha derinlerine inmeyi amaçlayan gelecekteki ay görevlerini bile etkileyebilir.

Paylaşın

Bilim İnsanlarından Dikkat Çeken Keşif: Samanyolu Benzeri…

Bilim insanları, şimdiye kadar gözlemlenen en uzak Samanyolu benzeri galaksiyi keşfetti. Rebels – 25 olarak adlandırılan galaksi, Evren yalnızca 700 milyon yaşındayken oluştuğu düşünülüyor.

Haber Merkezi / Hollanda’daki Leiden Üniversitesi’nden Jacqueline Hodge, araştırmaya ilişkin değerlendirmesinde, “Galaksi oluşumuna ilişkin anlayışımıza göre, erken galaksilerin çoğunun küçük ve dağınık görünümlü olmasını bekliyoruz” diyor.

Erken dönem galaksileri birbirleriyle birleşir ve sonra inanılmaz derecede yavaş bir hızda daha düzgün şekillere dönüşür. Mevcut teoriler, bir galaksinin Samanyolu Galaksisi kadar düzenli olması için (sarmal kollar gibi düzenli yapılara sahip dönen bir disk) milyarlarca yıllık evrimin geçmiş olması gerektiğini öne sürüyor. Ancak Rebels – 25 mevcut teorileri zorluyor.

Leiden Üniversitesi’nden Lucie Rowland, araştırmaya ilişkin değerlendirmesinde, “Samanyolu’na bu kadar benzeyen galaksi görmek, erken Evren’deki galaksilerin günümüz kozmosunun düzenli galaksilerine ne kadar çabuk evrildiği konusundaki anlayışımızı zorluyor” ifadelerini kullanıyor.

Rebels – 25 ilk olarak Şili’nin Atacama Çölü’ndeki ALMA ile tespit edilmişti. Galaksinin yapısını doğru bir şekilde ayırt etmek için, ALMA ile daha yüksek çözünürlükte gözlemler gerçekleştirildi.

İngiltere’deki Liverpool John Moores Üniversitesi’nden Renske Smit, “ALMA, bunu başaracak hassasiyet ve çözünürlüğe sahip var olan tek teleskoptur” diyor. Rowland ise, ” Daha gelişmiş yapılara dair daha fazla kanıt bulmak heyecan verici bir keşif olurdu,  çünkü bu tür yapıların bugüne kadar gözlemlendiği en uzak galaksi olurdu” ifadelerini kullanıyor.

Paylaşın

10 Tonluk Yeni Bir Dinozor Türü Keşfedildi

İspanya’nın İber Yarımadası’nda yaşamış 10 tonluk yeni bir dinozor türü keşfedildi: Qunkasaura Pintiquiniestra. Yeni tür, uzun boyunlu ve uzun kuyruklu otçul dinozorlar olarak ayırt edilen sauropod grubuna ait.

“Pintiquiniestra ” Miguel Cervantes’in “Don Quixote de la Mancha” adlı romanında geçen bir karakter olan “Kraliçe Pintiquiniestra “ya atıfta bulunuyor. Dinozorun iskeletinin bir kısmı şu anda Cuenca’daki Castilla-La Mancha Paleontoloji Müzesi’nde sergileniyor.

2007 yılında Madrid-Levante hızlı tren hattı çalışmaları sırasında, dinozorların soyunun tükenmesinden önce Avrupa’da yaşamış son devlerden birine ait fosiller bulundu.

Qunkasaura pintiquiniestra, 73 milyon yıl önce İber Yarımadası’nda yaşamış yeni bir dinozor türünün adı.

Lizbon Üniversitesi Fen Fakültesi Dom Luiz Enstitüsü ‘nden Portekizli paleontolog Pedro Mocho, “Qunkasaura, Üst Kretase’de İber Yarımadası’nda yaşamış bir sauropod dinozorudur. Bu dinozorun Cuenca’da yaşadığını ve orada öldüğünü biliyoruz. Muhtemelen İber Yarımadası’nda dağılım gösteren bir gruba aitti ve özellikle bu dinozor, Avrupa ve Asya topraklarındaki diğer sauropod dinozorlarla yakınlıkları olan bir dağılıma sahip olduğuna inandığımız bir soya aitti,” dedi.

Yeni tür, Avrupa’nın geri kalanında nadir görülen büyük, uzun boyunlu ve uzun kuyruklu otçul dinozorlar olarak ayırt edilen sauropod grubuna aittir.

Qunkasaura pintiquiniestra, Avrupa’da bulunan en eksiksiz sauropod iskeletlerinden biri olmasıyla öne çıkıyor. Lo Hueco bölgesinde bulunan bu örnekten servikal, dorsal ve kaudal omurları, pelvik kuşağın bir kısmı ve uzuvları toplandı.

Mocho, “Yaklaşık 15 metre uzunluğunda bir örnekten bahsediyoruz, yani baştan kuyruğa, yaklaşık on ton ağırlığında ve omuza kadar üç metre yüksekliğinde olabilirdi. Ancak bu hayvanlar, yani sauropod dinozor grubu, çok daha büyük boyutlara ulaşabiliyordu,” dedi.

Bu örneğin Lo Hueco’da bulunması, bu ve diğer türlerin kıtalar arasında hareket ettiğini de gösteriyor.

Mocho, “Bazı nedenlerden dolayı, o zamanlar bir adaya karşılık gelen bir bölgede yaşayan bu büyük dinozor gruplarına sahibiz. O zamanlar İber Yarımadası, Fransa’nın güney kısmına bağlı bir adaydı. Biz buna, günümüzde Portekiz, İspanya ve Güney Fransa’nın bir bölümünü kapsayan İbero-Armorika adası diyoruz,” dedi.

Araştırmacıya göre, ada durumlarında türler evrimleşerek boyutlarını küçültme eğilimindedir çünkü daha az kaynak mevcuttur. Bu temelde, Qunkasaura’nın Avrupa’da evrimleşmediği, ancak Asya’dan İber Yarımadası’na göç ettiği tahmin ediliyor.

“Bu bölgede, muhtemelen 20 milyon yıldan daha eski, izole ve yalıtılmış bir ortamda yaşayan endemik gruplar zaten vardı. Bu yüzden bugün sadece sauropod dinozorlarda değil, diğer dinozor ve omurgalı gruplarında da küçük türler buluyoruz.”

Mocho, bu yeni soyun Asya ve Kuzey Amerika’dan iki türle akraba olduğunu fark etmenin mümkün olduğunu söyledi. Bu nedenle, orta ila büyük boyutlarının yanı sıra, bu türler muhtemelen bu bölgede izole bir şekilde evrimleşmemiş ve endemik türlere yol açmamıştır.

“Qunkasaura pintiquiniestra” adı, Lo Hueco yatağına yakın çeşitli coğrafi ve kültürel referanslardan gelmektedir. “Qunka ” Cuenca ve Fuentes bölgesinin toponiminin en eski etimolojisine atıfta bulunuyor. “Saura ” Latince “saurus” (kertenkele) kelimesinin dişiline karşılık geliyor ve 1998’de Cuenca’da ölen İspanyol ressam Antonio Saura’yı onurlandırıyor.

“Pintiquiniestra ” Miguel Cervantes’in “Don Quixote de la Mancha” adlı romanında geçen bir karakter olan “Kraliçe Pintiquiniestra “ya atıfta bulunuyor. Dinozorun iskeletinin bir kısmı şu anda Cuenca’daki Castilla-La Mancha Paleontoloji Müzesi’nde sergileniyor.

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

Bilgisayar İşletim Sistemi Olmadan Çalışır Mı?

Temel olarak piyasada satın alabileceğiniz her bilgisayar, akıllı telefon ve oyun konsolunun ortak bir noktası vardır: hepsinin uygulamaları çalıştırmak ve temel görevleri yapmak için bir işletim sistemine (OS) ihtiyacı vardır.

Bilgisayarlara gelince, en popüler seçenekler Microsoft’un Windows’u ve Apple’ın MacOS’udur. Google’ın Chrome OS’u da daha ucuz dizüstü bilgisayarlar pazarına girmiş durumda. Ayrıca, açık kaynaklı olan ve çok sayıda kullanıcı özelleştirme seçeneği sunan Linux da var. Tüm bu işletim sistemleri bilgisayarların çalışması için olmazsa olmazdır, işletim sistemi kurulu olmadığında bir bilgisayar nasıl görünür?

Buna girmeden önce, işletim sisteminin tam olarak ne yaptığını açıklığa kavuşturalım. Bir işletim sistemi temel olarak bilgisayarın genel yüklenicisidir. Programlar açıkken, işletim sistemi hepsini denetler, ihtiyaç duydukları şeyleri iletir ve hepsine çalışabilecekleri ortak bir dil sağlar.

İşletim sisteminin yaptığı ve muhtemelen sizin bilmediğiniz birkaç şey daha var. Örneğin, belleğin nasıl yöneteceğine karar verecek olan işletim sistemidir (sadece sabit disk değil). Ayrıca bilgisayarın tek kullanıcılı, çoklu görevli bir işletim sistemi olduğunu unutmayın. Bu, yalnızca bir işlemci olduğu ancak aynı anda birçok programı çalıştırabileceği anlamına gelir.

Dosya indirirken, müzik dinlerken, bilgisayarınız bunları aynı anda yapıyormuş gibi görünür. Gerçekte, bilgisayar işlemler arasında son derece yüksek hızlarda geçiş yapar, o kadar yüksek ki, fark etmezsiniz.

Yani aslında işletim sistemi CPU’nun aynı anda tek bir şeyle ilgilenmesini sağlayacak şekilde tasarlanmıştır. Ancak bir bilgisayar olduğu ve telaşlı bir sekreter olmadığı için, kullanıcının farkına bile varmayacağı kadar hızlı çoklu görev yapabilir. Çok çekirdekli CPU’ların benimsenmesiyle, işlemciler artık aynı anda dört, altı veya daha fazla görevi yerine getirebilir. Ancak, işletim sistemi hala bu görevlerden hangisinin önceliğe sahip olduğuna karar vermekten sorumludur.

İşletim sisteminin nasıl çalıştığına dair birkaç şey öğrendiğimize göre, şimdi işletim sistemi olmayan bir bilgisayarın nasıl görüneceğine bakalım.

En eski bilgisayarların işletim sistemleri yoktu; bir programla görevlendirilmiş devasa makinelerdi. Bu nedenle, işletim sistemlerine ihtiyaç duymuyorlardı. Peki bBir işletim sistemi yoksa, bilgisayarın herhangi bir şey yapmasını sağlayabilir misiniz?

Evet. Bilgisayarı çalıştırmak için standart bir işletim sistemi olmadan, bilgisayara tam olarak ne yapması gerektiğini söylemesi gereken kod (veya programlar) yazma pozisyonuna getirilirsiniz.

Yani, bir işlem programında bir belge hazırlamak istiyorsanız, bilgisayarınıza klavyenizde bastığınız her karaktere yanıt vermesini söyleyen sıfırdan bir kod oluşturmanız, daha sonra, bilgisayara bu yanıtların ekrana nasıl çevrilmesi gerektiğini söyleyen başka bir kod yazmanız gerekir.

Kelime işlem programınızın sahip olduğu her bir seçeneği veya olasılığı düşünün. Bunların her biri için doğrudan sabit diskinize kod yazmanız gerekir.

Bir işletim sistemi olmadığında, bilgisayarınız BIOS (Temel Giriş/Çıkış Sistemi) olarak bilinen küçük bir aygıt yazılımı parçası kullanarak önyükleme yapacaktır. BIOS, saati sıfırlama, voltaj düzenleme veya sistem hatalarını teşhis etme gibi çok basit özellikleri yönetir. En kullanışlı işlevi, uygun işletim sistemini önyüklemek için yüklü bir disk seçme özelliğidir, bu nedenle kelime işleme veya WEB’de gezinme gibi karmaşık görevleri yerine getiremeyecektir.

Bir işletim sistemi olmadan bilgisayarınız yalnızca bir program çalıştırabilir. Nokta. Bir belge oluşturabilirdiniz. Kaydedebilirdiniz. Yazdırabilirdiniz. Ancak bu belgeye bakıp masaüstünüzde bir saat çalıştıramazdınız. Bir işletim sisteminiz yoksa, aynı anda yalnızca bir işlem yapmak zorunda kalırdınız.

Paylaşın

Plüton’un En Büyük Uydusu Charon’da Beklenmedik Keşif

NASA’nın James Webb Uzay Teleskobu, Plüton’un en büyük uydusu Charon’da şaşırtıcı kimyasal izler tespit ederek, bir kez daha oyun değiştirici özelliğini kanıtladı.

Haber Merkezi / Güneş’ten 4,83 milyar kilometre uzakta yer alan Charon’un buzlu yüzeyinde karbondioksit (CO₂) ve hidrojen peroksit (H₂O₂) izleri ilk kez tespit edildi, bu uzak uyduya dair yeni bakış açıları sunuyor.

Plüton’un yaklaşık yarısı büyüklüğünde olan Charon, Kuiper Kuşağı’nda yörüngede olan birçok buzlu cisimden biri. Charon, 2015 yılında NASA’nın New Horizons uzay aracı, yanından geçtiğinde bilim insanlarının ilgisini çekmişti.

New Horizons, belirli kızılötesi dalga boylarında karbondioksit veya hidrojen peroksit gibi kimyasalları tespit edememişti. Bilim insanları, James Webb’in güçlü kızılötesi özellikleri sayesinde, bu boşluğu doldurdular.

Keşif, yalnızca Charon’un karmaşık yüzey bileşimine ışık tutmakla kalmıyor, aynı zamanda güneş sisteminde yer alan benzer buzlu uyduları şekillendiren süreçlere de işaret ediyor.

Bilim insanları, daha önce Charon’un yüzeyinde su buzu, amonyak ve organik maddelerin izlerini bulmuşlardı, ancak yeni tespit edilen karbondioksit ve hidrojen peroksit, uyduya ilişkin başka bir karmaşık durumu daha ortaya koyuyor.

Bilim insanları, hidrojen peroksitin, Charon’un yüzeyindeki su molekülleriyle etkileşime girmesiyle oluşabileceğine, karbondioksitin ise geçmişteki çarpışmaların sonucu olabileceğine inanıyor. Bu bulgular, uzak uyduların ve hatta Plüton’un ötesinde yer alan gezegenlerin oluşumuna ilişin önemli ipuçları sunuyor.

Gezegen bilimci Carly Howett, “Bu keşif, bu uzak uyduların nasıl oluştuğunu ve zorlu ortamlarıyla nasıl etkileşime girdiğini daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir” dedi.

NASA’nın Jemes Webb Teleskobu, Charon gibi uyduların nasıl oluştuğu ve çevreleriyle nasıl etkileşime girdiği konusunda daha net bir anlayış sunarak dış güneş sistemini inceleme şeklinde devrim yaratmaya devam ediyor.

Paylaşın

Yeni Bir “Kıta” Keşfedildi

Kuzey Atlantik Okyanusu’nun buzlu sularının altında gizlenen yeni bir kıta keşfedildi. Keşif, Kanada’nın Baffin Adası ile Grönland arasında bulunan Davis Boğazı civarında yapıldı.

Haber Merkezi / Davis Boğazı, milyonlarca yıl önce iki ada arasındaki tektonik plakaların yer değiştirmesi ve Dünya’nın kabuğunun yeniden şekillenmesiyle oluşmuştur.

Bu durum, okyanusta kalın bir kıta kabuğunun oluşmasına neden oldu. Bilim insanları, bu kabuğu yeni kıta olarak tanımladı.

Gondwana Research dergisinde yeni yayımlanan araştırmada, bilim insanları, Davis Boğazı civarında yaklaşık 33 ila 61 milyon yıl önce meydana gelmiş olabilecek levha tektoniği hareketlerini yeniden yapılandırdı.

Popular Mechanics dergisinin belirttiğine göre, bunun sonucunda Grönland’ın batı sularında, 12 ila 15 mil uzunluğunda, kalın bir kıtasal kabuk levhasının oluştuğunu buldular.

Bilim insanlarına göre, bu yeni kara parçasının ve oluşumunun incelenmesi, benzer coğrafi yapıların daha geniş bir şekilde anlaşılmasına yardımcı olacak.

Araştırmaya ilişkin yapılan değerlendirmede, “Mikro kıta oluşumuna ilişkin tespit ettiğimiz mekanizma, dünya genelindeki diğer mikro kıtalara da yaygın olarak uygulanabilir” ifadelerine yer verildi.

Paylaşın