Ölümsüz Denizanasının Sırrı Çözüldü

Genetikçiler, “ölümsüz denizanası” diye bilinen deniz canlılarının sırrını çözdü. İspanya’daki Oviedo Üniversitesi’nden araştırmacılar, iki benzer denizanası türünün DNA’sını karşılaştırdı ve ölümsüz denizanasında yaşlanmayı tersine çeviren genleri belirledi.

Latince adı Turritopsis dohrnii olan ölümsüz denizanaları, dünya çapında ılıman ve tropik sularda yaşayan, küçük ve biyolojik açıdan ölümsüz bir tür.

Bu deniz canlısı, tek başına yaşayan bir birey olarak cinsel olgunluğa eriştikten sonra, henüz olgunlaşmamış koloni aşamasına tamamen geri dönebiliyor. Bu da onu “biyolojik açıdan ölümsüz canlılar” kategorisine sokuyor.

Evrim Ağacı’nın aktardığına göre bu kategorideki canlılar, fiziksel şiddete maruz kalmadıkları müddetçe asla ölmüyor ve teknik olarak soylarını sonsuza kadar sürdürebiliyor.

Oviedo Üniversitesi’nden Maria Pascual-Torner ve meslektaşları, T.dohrnii’nin bunu nasıl yapabildiğini anlamak için bu deniz canlılarının genetiğini inceledi ve diğer denizanalarıyla karşılaştırdı.

Hakemli bilimsel dergi PNAS’ta yayımlanan incelemede, T.dohrnii’de DNA onarımı ve korunmasıyla ilişkili genlerin, diğer denizanalarından iki kat fazla kopyaya sahip olduğu ortaya çıktı.

Buna göre söz konusu kopyalar, koruyucu ve onarıcı proteinlerden daha fazla üretebiliyor.

Araştırma ayrıca ölümsüz denizanalarında hücre bölünmesini ve telomerlerin (kromozomların koruyucu kapakları) bozulmasını önleyen benzersiz mutasyonlar tespit etti.

Bunun ardından da söz konusu denizanalarının olgunlaşmamış formlara nasıl yeniden döndüğüne odaklanıldı. Ters metamorfoz diye nitelenen bu süreçte hangi genlerin aktif olduğunu belirlemek gerekiyordu.

Araştırma ekibi, ölümsüz denizanalarının bu süreçte gelişim ve büyümeyle ilişkili genleri susturduğunu ve larvalara özgü bazı genleri harekete geçirdiğini saptadı.

Pascual-Torner, bu genetik değişimlerin hayvanın zaman içinde yıpranmadan kalmasını sağladığını ifade etti.

Pascual-Torner ayrıca, belirlenen bu genlerin insan yaşlanmasıyla ilgili önemli sonuçları olabileceğini söyledi.

Bilim insanına göre bunlar, rejeneratif (yenileyici) tıbba ilham verebilir veya yaşa bağlı hastalıkların tedavisi için bilgi sağlayabilir.

Bir sonraki adım, farelerde veya insanlarda bu gen varyantlarını keşfetmek.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Bilim İnsanları ‘Atomik Televizyon’ İcat Etti

Bilim insanları rubidyum atomlarıyla dolu bir cam kabı lazer darbeleriyle uyararak “atomik televizyon” icat etti. ABD’deki Ulusal Standartlar ve Teknoloji Enstitüsü’nden (NIST) araştırmacıların deneyinde süper boyutlu rubidyum atomlarının televizyon sinyali alıcısı olarak kullanılabileceği anlaşıldı.

Geleneksel 480i çözünürlük standardını karşılayan bir video sinyali taşımak için kullanılan lazerler ve atom bulutlarına dayanan sistem, mevcut elektronik cihazlara ihtiyaç duymayan küçük ve çok yönlü iletişim cihazlarının tasarımında kullanılabilir.

Yeni teknolojinin anahtar noktası iki renkli lazer ışınının gaz halindeki rubidyum atomlarından oluşan bir cam kaba gönderilmesi. Zira bu hamle, atomları “Rydberg atomları” diye bilinen bir duruma sokuyor.

Adını İsveçli spektroskopist J. R. Rydberg’ten alan durum, bir atomun enerjiyi emmesiyle ortaya çıkıyor. Böylece elektronları çekirdeğin etrafında daha geniş bir yörüngede dönmeye başlıyor.

Bu da atomları daha büyük ve daha gergin hale getiriyor, aynı zamanda onları elektromanyetik alanlara duyarlı kılıyor. Atomların bir televizyon sinyali alıcısı olarak kullanılabilmesini sağlayan nokta da burada yatıyor.

Araştırmacılar daha önce de radyo sinyalleriyle benzer bir çalışma yapmıştı.

Yeni deneyde lazer ışınları atomlardan geçerken analiz edildi ve video sinyalleri çıkarıldı. Daha sonra bu da ekran için uygun formata dönüştürüldü.

AVS Quantum Science adlı hakemli bilimsel dergide yayımlanan araştırmanın ortak yazarı, elektrik mühendisi Chris Holloway, “Rydberg atom sensörleri aracılığıyla videonun alınacağını ve yayımlanacağını bulduk” dedi.

Şu anda, atomik alıcı bir yemek masası büyüklüğünde. Ancak araştırmacılara göre gelecekte onu küçültmek mümkün olabilir.

Bu cihazların, mevcut alıcılardan daha küçük ve çok yönlü olabileceği, ayrıca gürültülü ortamlardan daha zor etkileneceği düşünülüyor.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Dişlerin Ağzın İçinde Değil, Dışında Evrimleştiği Kanıtlandı

Bilim insanları uzun süredir dişlerin kökenini tartışıyor. Dişlerin denizlerde yaşayan ilk omurgalıların ağızlarında nasıl ortaya çıktığına dair iki hipotez mevcut: Dıştan içe hipotezi, bu canlıların vücutlarının dış kısmındaki pulların dişlere dönüştüğünü öne sürüyor.

İçten dışa hipotezinde ise bu yapıların ağız boşluğunun derinliklerde şekillenmeye başlayıp sonunda çenelere dönüştüğü savunuluyor.

Penn State Üniversitesi’nden araştırmacılar, hakemli bilimsel dergi Journal of Anatomy’de yayımlanan yeni çalışmalarında “dıştan içe” hipotezini destekleyen kanıtlara ulaştı.

Araştırma ekibi, yaklaşık 65 ila 100 milyon yıl önce Kuzey Amerika’da yaşamış, Latince adı Ischyrhiza mira olan bir testere balığı türüne ait bir fosili inceledi.

Bugünkü testere köpekbalıkları ve testere balıklarına benzer şekilde bu balığın burnunun etrafında da yırtıcıları savuşturmaya ve yiyecek aramaya yarayan, diş benzeri sivri uçlar vardı.

“Rostral diş” adı verilen bu yapıların içini incelemek isteyen araştırmacılar, numuneleri hem enine hem de boyuna keserek ufak parçalara ayırdı ve taramalı elektron mikroskobuyla analiz etti.

Rostral dişler ve pullar arasındaki ilişkiyi anlamaya çalışan ekip, bu yapıların “enameloid” (balıktaki diş minesi benzeri doku) adı verilen sert dış katmanına odaklandı.

Araştırma ekibinde yer alan paleontolog Todd Cook, “Yapı, vücut pullarındaki enameloidinden çok daha karmaşıktı” diye konuştu.

Rostal dişlerdeki bu enameloid kaplamanın büyük ölçüde farklı demetler halinde bir araya gelen “florapatit mikro kristaller” adı verilen bir yapıdan oluştuğu da anlaşıldı.

Bu demetlerden bir kısmı dişin yüzeyine paralel uzanıyordu. Daha derinlerdeki demetler, rastgele düzenlenirken, bir grup da diş yüzeyine dik açıyla duruyordu.

Cook, “Aslında, bu eski testere balığındaki enameloidin genel organizasyonu, modern köpekbalığı dişindeki enameloide benziyordu” ifadelerini kullandı.

Paleontologlar, bu son derece karmaşık yapının dişlerin kökenine ilişkin uzun süredir devam eden tartışmalara önemli bir katkı sağladığını belirtiyor.

Cook, bunu şöyle açıkladı: Bu bulgu, pulların ağzın dışında karmaşık bir diş benzeri enameloid geliştirme kapasitesine sahip olduğunu gösterdiğinden, ‘dıştan içe’ hipotezine doğrudan kanıt sağlıyor.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Mars’ın Tamamen Kızıl Olmadığı Ortaya Çıktı

Yeni bir araştırma Kızıl Gezegen olarak da bilinen Mars’ın tamamen kızıl olmadığını ortaya koydu. Mars’ın popüler tasvirleri, sonsuza uzanan kızıl kayaları çağrıştırıyor.

Ama NASA’nın Perseverance keşif aracı başka bir şey daha buldu: Yeşil bir şey. Bilim insanları Mars’ın Jezero kraterinin göl olduğu zamanlar hakkında bilgi arayan aracın kratere ulaşınca şaşırtıcı kayalar bulduğunu söylüyor.

İlk olarak, bilim insanları, zeminin sadece kraterin göl olduğu dönemde biriken tortul kayaçlardan oluşmadığını tespit edince şaşkınlığa uğradı. Burada volkanik kayaların da yer aldığı ve bunların çoğunlukta olduğu söyleniyor.

Dahası, bu kayalar olivin (magnezyum demir silikattan oluşan mineral -ed.n.) parçalarından oluşuyor. Bu, Hawaii plajlarına koyu yeşil rengini veren peridotun daha çamurlu ve o kadar parlak olmayan bir versiyonu.

Bulgu, gezegene 2020’de varan NASA’nın Mars keşif aracı Perseverance’tan Dünya’ya geri gönderilen ilk verilerin analiziyle elde edilen birçok bulgudan biri.

Bilim insanları, bu yeni çalışmada incelenenlere benzer kayaların Dünya’da bulunabileceğini ama bunların genellikle milyarlarca yıllık rüzgar, su ve Dünya’daki yoğun yaşantılarının geri kalanı tarafından tahrip edildiğini söylüyor. Öte yandan, Mars’taki çevrenin çok farklı olması nedeniyle bozulmadan kalmışlar.

Yeni makalenin araştırmacılarından, Purdue Üniversitesi profesörü Roger Wiens, “Gördüğümüz bu katmanlı volkanik kayaların bugünlerde Dünya’da sahip olduğumuz volkanik kayalardan farklı göründüğünü fark etmeye başladık” dedi.

Dünya’nın varoluşunun ilk dönemlerindeki volkanik kayalara çok benziyorlar.

Bu nedenle bu kayalar bize Dünya’daki yaşamın tarihi ve bir zamanlar Mars’ta yaşamış olabilecek uzaylılar hakkında bilgi verebilir.

Purdue Üniversitesi’ndeki bir başka araştırmacı ve profesör Briony Horgan, “Dünya’da yaşamın ilk nerede ve ne zaman evrimleştiğini daha iyi anlamamış olmamızın nedenlerinden biri, bu kayaların çoğunlukla yok olması; bu nedenle Dünya’daki eski ortamların nasıl olduğunu yeniden canlandırmak gerçekten zor” dedi.

Perseverance’ın Jezero’da dolaştığı kayalar, milyarlarca yıldır yüzeyde oturmuş, onları görmemiz için bizi bekliyor. Mars’ın Güneş Sistemi’nin ilk dönemlerini anlamak için önemli bir laboratuvar olmasının nedenlerinden biri de bu.

Bulguları açıklayan “Mars’ın Jezero kraterindeki bileşim ve yoğunluk açısından tabakalı volkanik arazi” makalesi bilimsel dergi The Science Advances’ta yayımlandı.

Paylaşın

James Webb, Einstein Halkasının Çarpıcı Görüntüsünü Yakaladı

ABD Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi NASA’nın yenilikçi James Webb Uzay Teleskobu, yaklaşık 12 milyar ışık yılı uzaklıktaki bir Einstein halkasının çarpıcı görüntüsünü yakaladı.

Uzak bir galaksiden gelen ışınların, o galaksi ve Dünya arasındaki büyük kütleli bir cisim (bir yıldız veya başka bir galaksi) nedeniyle bükülerek halka gibi görünmesine Einstein halkası adı veriliyor.

James Webb’in yeni fotoğrafındaki Einstein halkasını 12 milyar ışık yılı uzaklıktaki SPT-S J041839-4751.8 adlı galaksi oluşturuyor.

Teleskobun kaydettiği ham verileri işleyerek renklendiren kişi, Reddit’te Spaceguy44 adını kullanan ve astronomi alanında yüksek lisans yaptığını belirten bir öğrenci oldu.

Uzay teleskobunun verilerini, NASA’nın hazırladığı Mikulski Uzay Teleskopları Arşivi’nden (MAST) alan öğrenci, Reddit’te paylaştığı fotoğrafın açıklamasında şu ifadelere yer verdi:

Bu, Einstein halkası adı verilen özel bir galaksi türü. Ön plandaki bir başka dev galaksi bunu tamamen kusursuz bir halka haline getirmiş.

James Webb Teleskobu’nunun öncülü Hubble Uzay Teleskobu da daha önce birden fazla Einstein halkasını görüntülemeyi başarmıştı.

Üstelik, SPT-S J041839-4751.8 galaksisinin meydana getirdiği Einstein halkasını James Webb de kısa süre önce bir kez daha görüntülemişti.

Uzay teleskobunun Yakın Kızılötesi Kamerası (NIRCam) aynı bölgeyi önceki haftalarda taramış ve elde edilen görüntüyü yine yine Spaceguy44 renklendirmişti. Ancak söz konusu görüntü, şimdiki kadar net ve çarpıcı değildi.

Son fotoğraf ise teleskobun Orta Kızılötesi Enstrüman (MIRI) adlı kamerası tarafından yakalandı.

Teleskobun kızılötesi gözleri evrenin derinliklerine bakıyor

25 Aralık 2021’de Avrupa Uzay Ajansı’nın Ariane 5 adlı kargo roketiyle fırlatılan teleskobun kaydettiği görüntüler, yıldızların ve galaksilerin evriminin daha iyi anlaşılmasını sağlayacak.

Gözlem aracının MIRI ve diğer kızılötesi kameraları, bir zaman makinesi görevi görüyor.

Güçlü teleskopları kullanarak çok uzaktaki gök cisimlerini inceleyen bilim insanları, ilgili gök cisminden gelen ışığın Dünya’ya ulaşma süresi uzadığı için “zamanda geriye bakma” imkanı yakalıyor.

James Webb Uzay Teleskobu ise 13,5 milyar yıl öncesini, yani evrenin yeni oluştuğu zamanı gözlemleyebilecek kadar güçlü bir cihaz.

Evrendeki en eski galaksiler, Büyük Patlama’ya o kadar yakın bir dönemde oluştu ki bunların ışığı Dünya yörüngesine ulaştığında son derece soluk oluyor.

Bu ışık evrende ilerlerken genişleyip dağılarak spektrumun kızılötesi ucuna doğru kayıyor. Gözlemlenebilmesi içinse son derece güçlü bir teleskop gerekiyor.

Hubble şimdiye dek geçmişe dair birçok gizemi aydınlatmayı başardı. Ancak gücü bu türden gözlemlere yetmiyordu. Ayrıca Hubble çoğunlukla ultraviyole ve görünür ışıkta gözlem yapmıştı.

Öte yandan James Webb Uzay Teleskobu, kızılötesinde rahatça gözlem yapabilmek için gereken tüm kriterleri karşılıyor.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Tamamen Suyla Kaplı Gezegen Keşfedildi

Bilim insanları, uzaylıların yaşadığı gerçek bir su dünyası olabilecek, tüm gezegeni kaplayan okyanusa sahip bir ötegezegenin izini sürüyor… Gökbilimciler yakın bir bölgede, suyla kaplandığı kanıtlanan ilk gezegen olabilecek bir ötegezegen keşfetti.

TOI-1452 b, Ejderha (Draco) takımyıldızında ve Dünya’dan yaklaşık 100 ışık yılı uzaklıkta yer alan, gezegenimizden biraz daha geniş ve büyük bir ötegezegen. Bilimsel dergi The Astronomical Journal’da çarşamba günü yayımlanan bir makalede, Montreal Üniversitesi’nden araştırmacılar, gezegenin kütlesinin büyük ölçüde, kayadan daha seyrek ama gazdan daha yoğun bir şeyden oluştuğunu gösterdiğini belirledi. Bu da küresel bir okyanusun olası bir işareti.

Montreal Üniversitesi’nde astrofizik doktora öğrencisi Charles Cadieux, yapılan açıklamada, “TOI-1452 b, bugüne kadar bulduğumuz en iyi okyanus gezegeni adaylarından biri” dedi.

Yarıçapı ve kütlesi, Dünya gibi temelinde metal ve kayadan oluşan bir gezegen için beklenenden çok daha düşük bir yoğunluğa işaret ediyor.

TOI-1452 b, gökbilimcilerin dikkatini ilk olarak NASA’nın Geçiş Halindeki Ötegezegen Araştırma Uydusu (TESS) uzay aracıyla çekti. Bu uydu, uzak yıldızların ışığında meydana gelen karartılara odaklanıyor. Çünkü bu karartılar o yıldızların önünden bir ötegezegen geçtiğini gösteriyor. TESS verileri de bir ötegezegenin varlığına işaret ediyordu ama bu gözlem kesin değildi.

TOI-1452 b’nin yörüngesinde döndüğü yıldız, ikili bir yıldız sisteminin parçası ve TESS bu sistemdeki yıldızları tek tek çözümleme gücüne sahip değil. Ancak üniversitenin Observatoire du Mont-Mégantic (OMM) gözlemevi, yeni analitik yöntemlerle birlikte TOI-1452 b’nin var olduğunu doğrulayabildi.

Cadieux, “OMM, bu sinyalin doğasını doğrulamada ve gezegenin yarıçapını tahmin etmede çok önemli bir rol oynadı” dedi.

Bu, rutin bir kontrol değildi. TESS tarafından tespit edilen sinyalin gerçekten de bu ikili sistemdeki iki yıldızdan en büyüğü olan TOI-1452’nin etrafında dönen bir ötegezegenden kaynaklandığından emin olmamız gerekiyordu.

Hawaii’deki Kanada-Fransa-Hawaii Teleskobu’na yerleştirilen bir alet daha sonra gezegenin kütlesini ölçtü.

Çoğunlukla kayalık ve metalik bir gezegen olan ve yüzeyinin yaklaşık yüzde 70’inin suyla kaplı olduğu Dünya’nın aksine, TOI-1452 b tamamen olmasa da büyük ölçüde sudan oluşuyor ve kütlesinin yaklaşık yüzde 30’u sıvıdan meydana geliyor gibi görünüyor. Bu, Dünya’nın okyanuslarından çok Satürn’ün uydusu Enceladus’un buzlu kabuğunun altında gizlendiğine inanılan derin sulara benzeyen bir tür derin küresel okyanus. Zira su, gezegenimizin kütlesinin yüzde 1’inden daha azını oluşturuyor.

Ötegezegenler, güneş sistemimizin dışında yer alıyor.

TOI-1452 b’nin bir okyanus gezegeni olup olmadığı ve bunun, sularında uzaylı yaşamı keşfetme ihtimali hakkında ne anlama geldiği hâlâ kesin değil. Ancak araştırmacılar James Webb Uzay Teleskobu’nun yakında bu tuhaf yeni sulu dünyanın gizemini çözmeyi sağlayabileceğini belirtiyor.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Tarihi Keşif: Öte Gezegende Karbondioksit Tespit Edildi

Birkaç aydır görev yapan uzay teleskobu James Webb tarihi keşiflerine bir yenisini daha ekledi. Webb güneş sistemimizin dışında bulunan bir öte gezegenin atmosferinde ilk defa karbondioksit tespit etti.

NASA’dan yapılan açıklamaya göre bu şekilde güneş sistemi dışındaki bir gezegenin atmosferinde karbondioksitin varlığına dair ilk açık ve net kanıt elde edilmiş oldu.

Ancak gezegende bildiğimiz türden bir yaşam olmasının olanaksız olduğu biliniyor. Bunun nedeni 700 ışık yılı uzaklıktaki Güneş benzeri bir yıldızın yörüngesinde dönen bu gezegenin bir gaz devi olması.

WASP-39 b adlı öte gezegen Jüpiter’in kabaca dörtte biri kütlesinde ama Jüpiter’inkinden 1,3 kat daha büyük bir çapa sahip sıcak bir gaz devi.

Gezegeni ilginç yapan ise yıldızına olan uzaklığı. Normalde bir gezegenin uzun süre gaz devi olarak kalabilmesi için yıldızından oldukça uzakta olması gerekiyor ancak WASP-39 b Güneş sistemimizdeki daha soğuk, daha kompakt gaz devlerinden farklı olarak yıldızına çok yakın bir yörüngede yer alıyor.

O kadar yakın ki, bu mesafe Güneş ile Merkür arasındaki mesafenin sadece sekizde biri kadar. Bu yörüngede öte gezegenin bir yılı 4 Dünya gününden biraz daha uzun sürüyor.

Yapılan gözlem sayesinde bu ilginç gezegenin bileşimi ve oluşumu hakkında çok önemli bilgiler sağlandı.

Nature dergisinde yayımlanmak üzere kabul edilen bulgu, gelecekte Webb’in daha küçük, kayalık gezegenlerin daha ince atmosferlerindeki karbondioksidi tespit edip ölçebileceğine dair beklentiyi yükseltti.

2011 yılında keşfedilmiş olan WASP-39 b’nin atmosferinde NASA’nın Hubble ve Spitzer uzay teleskopları tarafından yapılan gözlemlerle su buharı, sodyum ve potasyum tespit edilebilmişti. Webb’in eşsiz kızılötesi hassasiyeti sayesinde ise artık bu gezegende karbondioksitin varlığı da doğrulandı.

Filtrelenmiş Yıldız Işığı

WASP-39 b gibi yörüngelerini yukarıdan ziyade kenardan gözlemleyebildiğimiz şekilde geçiş yapan gezegenler, bilim insanlarına gezegen atmosferlerini araştırmak için ideal fırsatlar sağlıyor.

Bir geçiş sırasında, yıldız ışığının bir kısmı gezegen tarafından tamamen gölgelenir (genel kararmaya neden oluyor) ve bir kısmı da gezegenin atmosferi içinden geçerek iletiliyor.

Farklı gazlar farklı renk kombinasyonlarını emdiği için, araştırmacılar bir atmosferin tam olarak neden yapıldığını belirlemek için dalga boyu spektrumunda küçük farklılıkları analiz edebiliyorlar. Şişkin kalın atmosferi ve sık sayıda yörünge devri ile WASP-39 b ideal bir gözlem hedefi olarak seçildi.

Karbondioksitin ilk net tespiti

Araştırma ekibi, WASP-39 b gözlemleri için Webb’in Yakın Kızılötesi Spektrografını (NIRSpec) kullandı. Dış gezegenin atmosferinin spektrumunda ortaya çıkan 4,1 ile 4,6 mikron arasındaki küçük bir tepe grafiği, güneş sistemi dışındaki bir gezegende şimdiye kadar tespit edilen karbondioksit için ilk açık ve ayrıntılı kanıt olmuş oldu.

Johns Hopkins Üniversitesi’nde yüksek lisans öğrencisi ve bu soruşturmayı üstlenen JWST Transiting Exoplanet Community Early Release Science ekibinin üyesi olan Zafar Rustamkulov, “Veriler ekranımda belirir belirmez, muazzam karbondioksit özelliği gözüme çarptı. Bu, öte gezegen bilimlerinde bir eşiği geçmemizi sağlayan çok özel bir andı” diyor.

Daha önce hiçbir gözlemevi, bir öte gezegen tayfında 3 ila 5,5 mikron aralığında bu kadar çok bireysel rengin ince farklarını ölçmemişti. Spektrumun bu kısmına erişim, birçok farklı öte gezegen türünde var olduğu düşünülen karbondioksidin yanı sıra su ve metan gibi gazların bolluğunu ölçmek için de çok önemli bir imkan.

Araştırma ekibinin üyesi olan Arizona Eyalet Üniversitesi’nden Mike Line, “Karbondioksit özelliğini ölçerek, bu gaz devi gezegeni oluşturmak için ne kadar gazlı malzemeye karşı ne kadar katı madde kullanıldığını belirleyebiliriz. Önümüzdeki on yılda, Webb bu ölçümü çeşitli gezegenler için yaparak, gezegenlerin nasıl oluştuğuna ve kendi güneş sistemimizin benzersizliğine ilişkin ayrıntılara ilişkin bilgi sağlayacak.” dedi.

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

Bilim İnsanları ‘Düşünebilen’ Malzeme İcat Etti

Bilim insanları “düşünme” yeteneğine sahip bir malzeme tasarladıklarını açıkladılar. Bilim insanları, bunun “bu tür sinyalleri işlemek için ek devreler gerektirmeden aynı anda mekanik stresi algılayabilen, düşünebilen ve harekete geçebilen bir mühendislik malzemesinin ilk örneği” olduğunu söylüyor.

Penn State Üniversitesi ve ABD Hava Kuvvetleri’nden araştırmacılar, mekanik bilgilerin işlenmesinden yararlanmak ve bunu gelişmiş bir malzeme formuna entegre etmek üzerine 1938’e kadar uzanan araştırmalar üzerine kendi buluşlarını inşa etti.

Teknoloji, bilgiyi insan vücudunda beynin oynadığı role benzer şekilde işlemek için tipik olarak silikon yarı iletkenlere bel bağlayan entegre devrelere dayanıyor.

Araştırma ekibi, hesaplama görevlerini yerine getirebilen bu entegre devrelerin çevremizdeki “hemen hemen her malzemenin” kullanılmasıyla elde edilebileceğini keşfetti.

Penn State’te makine mühendisliği doçenti Ryan Harne, “Bu tür sinyalleri işlemek için ek devrelere ihtiyaç duymadan, aynı anda mekanik stresi algılayabilen, düşünebilen ve harekete geçebilen bir mühendislik malzemesinin ilk örneğini yarattık” dedi.

Yumuşak polimer malzeme, daha sonra işlenen dijital bilgi dizilerini alabilen bir beyin gibi davranarak, tepkileri kontrol edebilen yeni dijital bilgi dizileri yaratıyor.

Malzeme, harici uyaranları alabilen ve bunları daha sonra çıkış sinyalleri oluşturmak için işlenebilecek elektriksel bilgilere çevirebilen, yeniden yapılandırılabilir devreler kullanarak çalışıyor.

Ekip, malzemenin kabiliyetlerini karmaşık aritmetik hesaplamaları yapmasını sağlayarak gösterdi ama bu malzeme, otonom arama – kurtarma sistemleri gibi uygulamalarda ışık sinyallerini iletmek üzere radyo frekanslarını tespit etmede de kullanılabilir.

Hatta havadaki patojenleri tanımlayabilen, izole edebilen ve nötralize edebilen biyo – hibrit malzemelerde bile kullanılabilme potansiyeline sahip.

Bilim insanları artık bu malzemeyi, görsel bilgileri de fiziksel sinyalleri “hissettiği” şekilde işleyebileceği şekilde geliştirmeyi umuyor.

Profesör Harne, “Şu anda yarattığımız ‘dokunma’ duygusunu güçlendirmek için bunu bir ‘görme’ aracına çeviriyoruz” dedi.

Amacımız, bir çevrede işaretleri görerek, onları takip ederek ve üzerine bir şeyin basması gibi olumsuz mekanik güçlerin yolundan çekilerek otonom navigasyon yeteneği sergileyecek bir malzeme geliştirmek. Araştırmanın detaylarını sunan çalışma Nature Electronics adlı bilimsel dergide yayımlandı.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

İnsanoğlunun İlk Akrabası İki Ayak Üzerinde Yürüyordu

Yeni bir araştırmada, ‘insanoğlunun bilinen en yakın akrabasının’ yaklaşık yedi milyon yıl önce hem iki ayak üzerinde durduğu hem de ağaçlara tırmandığı ileri sürüldü. Araştırma, Nature dergisinde dün yayımlandı.

Afrika ülkesi Çad’da 2001 yılında bulunan ve insanoğlunun bilinen en eski türlerinden birine (Sahelanthropus tchadensis) ait kafatası üzerinde yapılan çalışmalar bilinen insanoğlunun ilk temsilcilerinin yaşını bir milyon geriye attı.

“Toumai” adı verilen ve neredeyse eksiksiz olan kafatasının ait olduğu sanılan türün omurganın konumundan dolayı iki ayak üzerinde durduğuna işaret ettiği düşünülmüştü. Fakat bu sav, kemiklerin sayı ve nitelik olarak yetersizliğinden ötürü bilim insanları arasında şiddetli tartışmaları beraberinde getirdi. Bazı bilim insanları ise Toumai’nin yalnızca eski bir maymun türü olduğunu ve insanoğlunun akrabası olmadığını savundu.

Çalışmada bir grup araştırmacı Toumai kafatasının çıkarıldığı yerde bulunan oyluk kemiği ile iki kol kemiği ayrıntılı biçimde inceledi.

Fransız paleontoloji evrim laboratuvarı PALEVOPRI, CNRS araştırma enstitüsü, Poitiers Üniversitesi ve Çad’dan bilim insanlarının katıldığı çalışmanın yazarlarından paleontoloji uzmanı Franck Guy bulguları bir basın toplantısı ile kamuoyuyla paylaştı.

Guy “Kafatası bize Sahelanthropus’un insan soyunun bir parçası olduğunu söylüyor” dedi ve kemikler üzerine yapılan bu yeni araştırmanın onun “hareket ederken, iki ayak üzerinde durmayı tercih ettiğini gösterdiğini” belirtti. Guy Sahelanthropus’un duruma göre davrandığını ve ağaçlarda gezindiğini de sözlerine ekledi.

Kemiklerin Toumai’ye ait olduğu doğrulanamadı

Ancak 2001 yılında binlerce başka fosil ile birlikte bulunan bulunan kol ve bacak kemiklerinin Toumai kafatasına ait olduğu doğrulanamadı.

Yıllarca kemikler üzerinde yapılan test ve ölçümlerin ardından büyük maymun türleri ve diğer insanlara maymunlardan daha yakın olan insansı primatların fosilleriyle yapılan karşılaştırmalarda 23 özellik belirlendi.

Araştırmanın yazarlarından Guillaume Daver bu özelliklerin diğer primatlardan ziyade insansı türlere daha yakın olduğu sonucuna vardıklarını açıkladı. Örneğin, ön kol kemiğinde goril ya da şempanzelerdeki gibi elin arkasına yüklendiğine dair bir kanıta rastlanmadı.

Ormanlık, palmiyelik alan ve tropik savanlardan oluşan alanlarda yaşayan Sahelanthropus için hem yürüyebilmek hem de ağaçlara tırmanabilmek avantaj yaratıyor.

İnsanların şempanzelerden ayrı evrimleşerek ve bugünkü hale dönüşmesinde yürüme kabiliyetinin etkili olduğu iddiası sıklıkla dile getiriliyor. Ancak araştırmacılar Sahelanthropus’u insan yapan özelliğin çevreye adapte olma kabiliyeti olduğunu vurguluyor.

“İki ayak üzerinde yürümenin günümüzde bütün insanoğlu temsilcilerinde görüldüğünü belirten paleontoloji uzmanı Jean-Renaud Boisserie yine de bunun “kesin olarak insanoğlunu tanımlayan sihirli bir özellik olmadığı”  görüşünü ifade ediyor.

İnsanoğlunun soyağacı “çalı gibi”

Fransa Doğa Tarihi Ulusal Müzesi’nde paleontoloji uzmanı olarak çalışan Antoine Balzeau “bu çok önemli çalışmanın Toumai ve bu nedenle ilk insanlar hakkında daha bütüncül bir resim çizdiğine dikkat çekti.

Balzeau çalışmanın insanoğlunun soyağacının insanların kabiliyetlerinin birbiri ardına iyileştiği basit bir resim şeklinde değil, bir “çalı” gibi olduğuna dair teorileri güçlendirdiğinin de altını çizdi.

Ancak başka bilimsel çalışmalar araştırmanın olağanüstü iddialarının olağanüstü kanıtlar gerektirdiğini belirterek eleştiri getirdi. Araştırmacılar Çad’daki güvenlik koşullarının elvermesi halinde önümüzdeki yıl çalışmalarına devam etmek istiyor.

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

24 Tavşan, Tarihin En Büyük Biyolojik İstilasını Gerçekleştirdi

Avustralya’da yapılan bir araştırma, İngiliz sömürgeciliğinin ve insanların doğa üzerindeki etkisinin yeni bir boyutu ortaya koydu. Araştırmaya göre, kıtaya 1859 yılında İngiliz bir yerleşimci tarafından getirilen sadece 24 adet yaban tavşanı, “ülkenin en yıkıcı biyolojik istilalarından birine” yol açtı.

Tarihi kayıtların incelendiği araştırmada, 1859 yılında İngiliz yerleşimci Thomas Austin tarafından kır-taya getirilen 24 yaban tavşanının, bugün Avustralya’da bulunan yaklaşık 200 milyon tavşanın ataları olduğu saptandı. Austin’in, Avustralya’da normalde görülmeyen bu tavşanları Melbourne’da yetiştirdiği, hayvanların sayısının sadece üç yıl içinde binlerle ölçüldüğü belirtildi.

Avustralya’ya özgü olmayan bu tavşanlar ‘istilacı’ bir tür olarak görülürken, çiftçiler de çok hızlı çoğalan bu tavşanların ekinlerine ve topraklarına zarar verdiğini, bu durumun ciddi erozyona ve başka çevre sorunlarına yol açtığını söylüyor.

‘Tarihte bilinen en ikonik ve yıkıcı biyolojik istilalardan biri’

Araştırmada da, “Biyolojik istilalar çevresel ve ekonomik bozulmaların önemli bir sebebi. Avustralya’nın Avrupa tavşanı tarafından sömürgeleştirilmesi de, tarihte bilinen en ikonik ve yıkıcı biyolojik istilalardan biri” denildi.

Oxford Üniversitesi’nde araştırmacı ve söz konusu çalışmanın başyazarlarından biri olan Joel Alves, “Bulgularımıza göre, Avustralya’nın başka yerlerine de çeşitli tavşanlar getirilmiş olsa da, etkileri bugün hâlâ hissedilen bu yıkıcı biyolojik istilayı tetikleyen şey, tek bir grup İngiliz tavşanıydı. Bu olay tek başına Avustralya’da devasa bir felaketi tetikledi; tarihte, dışarıdan getirilen bir memelinin daha hızlı kolonileştiği bir vaka yok” dedi.

200 milyon tavşanın atası

Araştırmaya göre, Avustralya’ya 1788’de giden ilk İngiliz koloni gemilerinde de beş tavşan bulunuyordu. Sonraki 70 yıl boyunca da en az 90 kez kıtaya tavşan götürüldü. Ancak Avustralya’da hakim tür olan tavşanların izi, 1859’da İngiliz yerleşimci Thomas Austin tarafından götürülenlerde bulundu.

Ülkedeki 200 milyon yaban tavşanı ile bu hayvanlar arasında ilişki kurulurken, araştırmacılar, “Tüm zamanların en ikonik biyolojik istilalarından birini ateşleyen şey, küçük bir grup yaban tavşanının genetik kodlarıydı” dedi.

Söz konusu tavşanların yabani olmaları sayesinde Avustralya’nın zorlu koşullarında hayatta kalabildiği belirtilirken, araştırmada “Bu bulgular önemli çünkü biyolojik istilalar küresel biyoçeşitliliğe karşı önemli bir tehdit ve eğer bunları önlemek istiyorsanız, başarılı olmalarını sağlayan şeyi anlamanız gerekir” denildi. “Bu olay, tek bir kişinin veya az sayıda kişinin eylemlerinin, çevre üzerinde yıkıcı bir etkiye yol açabildiğinin bir hatırlatması” ifadeleri kullanıldı.

(Kaynak: Kısa Dalga)

Paylaşın