Çocuk Sahibi Olmak Muhafazakarlaştırıyor!

Yapılan yeni bir araştırma, çocuk sahibi kişilerin çocuk sahibi olmayanlara kıyasla sosyal bakımdan daha muhafazakar hale gelme eğiliminde olduğunu ortaya koydu. Çocuksuz kişiler yaşlanmalarına rağmen sosyal bakımdan daha liberal görüşlere sahip olma eğiliminde.

Genellikle insanların yaşlandıkça daha sağcı görüşlere sahip olduğu düşünülüyor fakat araştırmacılar durumun böyle olmayabileceğini buldu.

Çalışmada kürtaj, göç ve seks gibi konularda ayrıştırıcı tutumların nasıl ortaya çıktığını anlamak hedeflendi.

Pennsylvania Üniversitesi’nden araştırmacılar başlangıçta “ebeveynliğe daha fazla yatırım yapan” kişilerin muhafazakar politikalara ve değerlere daha fazla meyilli olabileceğini kuramlaştırdı.

Araştırmacılar, çalışmanın bir parçası olarak 10 ülkeden 2 bin 610 kişiyle anket yaptı ve halihazırda ebeveyn olan veya ebeveyn olmak isteyen kişilerin “dünya genelinde artan sosyal muhafazakarlıkla ilişkili olduğuna” dair kanıtlar buldu.

Bununla birlikte, çocuk sahibi olmayan kişiler yaşlandıkça tutarlı bir şekilde daha liberal görüşlere sahipti.

Çalışmanın ortak yazarı Profesör Nicholas Kerry, Newsweek’e bulguların insanların yaşla birlikte daha muhafazakarlaşma eğiliminde olduğu yönündeki genel kanıyla çeliştiğini söyledi:

Bu görüş, ’20 yaşında liberal olmayanın kalbi, 30 yaşında muhafazakar olmayanın beyni yoktur’ ifadesiyle ortaya konuyor.

Aslında, ebeveynliğin etkilerini istatistiksel olarak kontrol ettiğinizde, yaşlılar gençlerden sosyal olarak daha muhafazakar değil.

Proceedings of the Royal Society akademik dergisinde yayımlanan çalışma, 1950’den bu yana küresel doğurganlık oranlarının sürekli azalmasının daha liberal bir geleceğe yol açabileceğini de belirtti.

Yazarlar, “Dünyanın çoğunda doğum oranlarının düştüğü ancak bazı bölgelerde hızla arttığı göz önüne alındığında, mevcut bulgular geleceğin siyasi manzarası üzerinde önemli çıkarımlara sahip olabilir” diye yazdı.

Özellikle, bulgularımız çocuksuzluktaki küresel artışların sosyal konularda bir liberalleşme sürecine potansiyel olarak katkıda bulunabileceğini gösteriyor.

Ancak Londra Üniversitesi Akademisi’nden Profesör Paul Higgins, çalışmanın eksikliğinin, politik eğilimleri çok özel bir dizi kişisel deneyime indirgemesi olduğu uyarısını yaptı.

The Guardian’a konuşan Higgins, çalışmanın yaşamda daha sonra gerçekleşen değişiklikleri hesaba katmadığını veya toplumdaki ve toplumsal rollerdeki değişikliklerin etkilerini dikkate almadığını söyledi.

Prof. Kerry, bulgulara rağmen, siyasi tutumların yaşamın belirli bir aşamasındaki bir kişinin “en azından kısmi” sonucu olduğunun anlaşılması gerektiğini de sözlerine ekledi.

Prof. Kerry bunu kavramanın, insanların farklı önceliklere sahip olmaları nedeniyle “kendi görüşlerinin de bazen değişebileceğini anlamalarını” sağlayabileceğini ve bunun “sadece nesnel gerçeğe özel bir bakış açısına sahip olduğumuzdan kaynaklanmadığını” dile getirdi.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

James Webb, Tarantula Bulutsusu’nun Çarpıcı Görüntüsünü Kaydetti

James Webb Uzay Teleskobu, Tarantula Bulutsusu’nu yakaladı. Dün yayımlanan görüntüde bulutsu, çok ayrıntılı bir şekilde incelenebiliyor. 30 Doradus adıyla da bilinen bulutsu, Dünya’dan yaklaşık 160 bin ışık yılı uzaklıkta, Büyük Macellan Bulutu’nda yer alıyor.

Bulutsunun merkezi, bilinen en büyük kütleli yıldızlardan bazılarına ev sahipliği yapıyor. Bunlardan bazıları, Güneş’in kütlesinin 150 katı. Bu durum, gaz bulutlarının kütleçekim yüzünden nasıl çöküp yeni yıldızlar oluşturduğunun detaylıca incelenmesini sağlıyor.

Bilim insanları, Tarantula Bulutsusu’na büyük ilgi duyuyor. Çünkü kimyasal yapısı, Büyük Patlama’dan yaklaşık 2-3 milyar yıl sonra galaksilerin büyük bir hızla yıldız oluşturduğu bölgelere benziyor. Bu periyoda “kozmik öğlen” deniyor.

NASA, teleskobun Yakın-kızılötesi kamerası sayesinde bulutsudaki kozmik toz yüzünden daha önce görülmemiş on binlerce genç yıldızın incelendiğini bildirdi.

Bölgedeki bazı galaksiler ve bulutsunun ayrıntılı yapısı da ilk kez görüntülenebildi.

Ayrıca bulutsunun merkezindeki boşluğun, büyük kütleli genç yıldızlardan oluşan bir kümeden gelen rüzgarla taşınan radyasyon nedeniyle ortaya çıktığı tespit edildi.

Gökbilimciler, daha önce biraz yaşlı olduğu için giderek genişlediği ve etrafındaki gaz ve toz baloncuğunu yutarak yok ettiği düşünülen bir yıldızla ilgili yeni bilgiler de elde etti. Buna göre yıldızın aslında genç olduğu ve etrafındaki yalıtkan toz bulutunu halen koruduğu belirlendi.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

A Grubu Kana Sahip Olanlarda Felç Riski Daha Yüksek

Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) yapılan bir araştırma, A grubu kana sahip kişilerin 60 yaşından önce felç/inme geçirme riskinin diğer kan gruplarına göre daha yüksek olabileceğini ortaya koydu.

Araştırmada ayrıca kan grubu O olanların bu sorunlarla karşılaşma riskinin daha düşük olduğu tespit edildi.

Maryland Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde kan grupları ile inme arasındaki ilişkiyi inceleyen araştırma ekibi, 18 ile 59 yaş arasındaki yetişkinlerde iskemik felç üzerine yapılan 48 genetik çalışmanın verilerini mercek altına aldı.

Toplamda, çalışmalara yaklaşık 17 bin felçli hasta ve hiç felç geçirmemiş yaklaşık 600 bin sağlıklı kişi dahil edildi.

İskemik inmelere beyne giden kan akışının tıkanması neden oluyor.

Çalışmanın baş araştırmacısı Braxton Mitchell, Euronews Next’e verdiği demeçte, “Felcin genetik belirleyicilerini belirlemeye çalışmakla ilgilendik. Felç için büyük bir çevresel bileşen olduğunu uzun zamandır biliyorduk, ancak genetik bir bileşen de var” dedi.

Bunu daha fazla incelemek için, Mitchell ve meslektaşları insanların genetik profillerine bakıp erken başlangıçlı inme ile bir kişinin kan grubunu belirleyen geni içeren kromozom alanı arasında bir bağlantı buldu.

İnsanların A, B, AB ve O olmak üzere dört ana kan grubu var. Bir kişinin kan grubu, ebeveynlerinden miras aldıkları genler tarafından belirleniyor. O kan grubu en yaygın olanı.

Mitchell, “A kan grubuna sahip olmak, erken başlangıçlı inme riskini yaklaşık yüzde 16 artırırken, daha sonraki başlangıçlı inme riskini yalnızca yüzde 5 artırmakta. O kan grubunuz varsa, erken başlangıçlı inme geçirme olasılığınız yüzde 12, daha sonra inme geçirme olasılığınız ise yüzde 4 daha az” diyor.

“Risk faktörü çok yüksek değil”

Ancak araştırmacılar, A kan grubuna sahip olmak ile erken başlangıçlı inme riski arasında ilişki bulsalar da, artan riskin çok “mütevazı” olduğunu vurguladı.

Kan grubu A olanların erken başlangıçlı inme geçirme konusunda endişelenmemeleri veya bu bulguya dayalı olarak ekstra tarama veya tıbbi testlere girmelerine gerek olmadığını vurguluyorlar.

Mitchell, “Klinik olarak, kan gruplarımızın bizi yüksek felç riski altına soktuğu konusunda endişelenmemeliyiz. Hipertansiyon ve sigara içmek gibi, çok daha önemli olan başka risk faktörleri var. Yani inme riskimizi azaltmak istiyorsak, gerçekten dikkat etmemiz gereken faktörler bunlar” dedi ve ekledi:

“Merak ettiğimiz şey, kan grubunun A olup olmaması, bu risk faktörlerini daha da güçlü kılıyor mu? Bunu henüz bilmiyoruz. Ama baktığımız şeylerden biri de bu”.

Nedeni henüz tam anlaşılamadı

Kan grubu A’nın neden bu kadar yüksek risk taşıdığı hala net değil, ancak araştırmacılar bunun kan pıhtılaşma faktörleriyle ilgili olabileceğini düşünüyor.

Diğer çalışmalar, A kan grubuna sahip kişilerin bacaklarda derin ven trombozu olarak bilinen kan pıhtısı geliştirme riskinin biraz daha yüksek olduğunu ileri sürdü.

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

Hakarete Uğramanın Beyinde ‘Tokat Etkisi Yarattığı’ Keşfedildi

Yapılan yeni bir araştırma, hakarete uğramanın yarattığı şokun güzel gözler karşısında duyulan mutluluktan neden daha etkili olduğunu açıklığa kavuşturdu. Buna göre hakaret içerikli sözlere maruz kalmak beyinde daha fazla aktiviteye neden oluyor.

Hollandalı dil araştırmacısı Marijn Struiksma ve meslektaşlarının yürüttüğü çalışmada beynin hakaretlere, iltifatlara veya nötr sözlere nasıl tepki verdiğine odaklanıldı.

İlk olarak, araştırmaya kaydolan 79 kadın gönüllünün kafa derisine elektrotlar yerleştirildi. Sonra katılımcılar, hayali bir erkek tarafından hakaretlere maruz bırakıldı.

Hakaret içerikli sözlerin katılımcıların zihinleri üzerindeki etkisi, beyindeki elektriksel aktivitenin ölçülmesiyle değerlendirildi.

Benzer şekilde, katılımcıların iltifatlar karşısındaki beyin aktivitesi de elektrotlar aracılığıyla ölçüldü.

Bilimsel dergi Frontiers in Communication’da yayımlanan bulgular, hakaretlerin beyin aktivitesinde iltifatlardan daha büyük bir hareketlilik yarattığını ortaya koydu.

Hakaret karşısında beyin aktiviteleri son derece hızlı ortaya çıktığından, araştırmacılar ağır sözlerin beyinde “tokat etkisi yarattığını” ifade etti.

Dahası hakaretin kime yöneltildiği de dinleyicilerin beyninin ön kısmında meydana gelen bu aktivitede değişikliğe neden olmadı.

Ayrıca saldırgan ifadeler, ne sıklıkla duyulduklarına bakılmaksızın, deney boyunca beynin dikkatini çekmeye devam etti.

Araştırma ekibi, beynin iltifatlara da en azından elektriksel düzeyde istikrarlı bir tepki verdiğini tespit etti.

Deneyde olumlu ifadeler, daha küçük beyin dalgalarını aktifleştirdi. Ancak araştırmacıların beklediğinin aksine bunlar zamanla azalmadı ve bir çeşit doygunluğa ulaştı.

Bulgular, beynin olumsuz olaylara, olumlu deneyimlerden daha fazla odaklanmasının en önemli nedenlerinden birini gözler önüne seriyor.

Öte yandan araştırma ekibi, deneyin çok küçük bir kitle üzerinde yapıldığını ve katılımcıların tamamının kadınlardan oluştuğunu vurguladı. Bu da elde edilen sonuçların ileri araştırmalarla desteklenmesi gerektiği anlamına geliyor.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Dondurulmuş Embriyolardan Doğan Çocuklarda Kanser Riski Daha Yüksek

Bilim insanları, donmuş embriyolardan doğan tüp bebeklerinin (IVF) daha yüksek kanser riski altında olduğu sonucuna ulaştı. Geniş kapsamlı bir İskandinav araştırması, donmuş embriyoların kullanımıyla doğan çocukların diğer yöntemlerle doğan çocuklara göre kanser olma riskinin az da olsa artabileceğini gösteriyor.

Gerçekte kansere yakalanmış çocukların sayısı düşük ancak araştırmacılar, embriyoların dondurulup çözülmesinin gelecek nesillerin sağlığını nasıl etkileyebileceği hakkında daha fazla şey öğrenilene kadar kliniklerin “her şeyi dondur” yaklaşımından uzaklaşmaları gerektiğini söylüyorlar.

Avrupa’da yaklaşık 12 çocuktan birinin şu anda tüp bebek (IVF) dahil olmak üzere doğurganlık tedavileri ile doğduğu tahmin ediliyor. Bu yardımcı üreme teknoloji, bir laboratuvarda insan yumurtası ve sperminden embriyoların oluşturulmasına ve üç gün sonra hastanın rahmine transfer edilmesine olanak tanıyor.

Ancak giderek daha sık olarak, IVF embriyolarının hamilelik için implante edilmeden önce birkaç ay veya yıl boyunca dondurulması tercih ediliyor.

8 milyon çocuk 170 bin IVF vakası incelendi

İsveç’teki Göteborg Üniversitesi’ndeki araştırmacılar, açık erişimli PLOS Medicine dergisinde yayınlanan çalışmaları için Danimarka, Finlandiya, Norveç ve İsveç’teki yaklaşık 8 milyon çocuğun tıbbi verilerini analiz etti.

Bunların 22 bin 630’u donmuş çözülmüş embriyo transferinden sonra doğanlar da dahil olmak üzere 170 bin IVF vakası incelendi.

Araştırma, donmuş ve çözülmüş embriyo transferinden sonra doğan çocukların, taze embriyo transferinden sonra doğan ve herhangi bir doğurganlık tedavisi görmeden doğan çocuklara göre kanser riskinin yaklaşık 1,6 ila 1,7 kat daha yüksek olabileceğini buldu.

Risk bu şekilde görünse de gerçekte oluşan rakamlar binde 2 gibi çok daha az sayıda.

Göteborg Üniversitesi’nde kadın doğum ve jinekoloji profesörü ve araştırmanın ortak yazarlarından Christina Bergh, Euronews Next’e verdiği demeçte, “Aslında bu artış oldukça mütevazı. Bu şekilde doğmuş çocukların çoğu şimdilik sağlıklı” dedi.

Bu neden önemli?

Yine de ekip, donmuş çözülmüş embriyo transferi kullanılarak doğan çocukların sayısı arttığından ve birçok ülkede artık taze embriyo transferlerinden sonra doğan çocukların sayısını aştığından, bulguların dikkate değer olduğunu söylüyor.

Önceki araştırmalar, donmuş embriyo transferlerinden sonra doğan bebeklerin, makrozomi (4 kg’ı aşan doğum ağırlığı) riskinin de yüksek olduğunu ve bunun kendisinin daha yüksek çocukluk kanseri riski ile ilişkili olduğunu gösteriyor.

Bununla birlikte, ’embriyoların dondurulması’ uygulaması ile ‘çocukluk kanseri riski’ arasındaki herhangi bir doğrudan bağlantı üzerine yapılan araştırmalar çelişkili sonuçlar gösteriyor.

Araştırmacılar, bu çelişkilerin  bu tür çalışmaların sınırlı boyutundan kaynaklanabileceğini söylüyor. Çünkü hem çok az çocuk gerçekten kanser geliştiriyor hem de ülkeler arasındaki kanser kayıt uygulamalarında farklılıklar mevcut.

Ancak yeni çalışmanın gücü, yüksek kaliteli sağlık kayıtları ile bilinen dört İskandinav ülkesinde otuz yıl kadar bir süre boyunca doğan popülasyonlara bakarak geniş örneklem büyüklüğüne sahip olması.

Ancak yazarlar, yeni çalışmalarının donmuş embriyo transferlerinin çocuklukta artan kanser riski ile kesin olarak ilişkilendiremeyeceğine de dikkat çekiyor. Verilerin gözlemsel olduğunu ve bunun yanı sıra genetik, ve yaşam tarzı gibi diğer faktörlerin göz ardı edilemeyeceğini belirtiyorlar.

Lösemi ve beyin tümörleri

Bu çalışmada bulunan en yaygın kanser türleri  lösemi ve merkezi sinir sistemi tümörleri oldu.

Ekip, ‘IVFTen sonra doğan çocuklar’ ile ‘spontan gebe kalma’ arasındaki; ‘dondurulmuş embriyo transferi’ ve ‘taze embriyo transferinden sonra’ doğan çocuklar arasındaki ve ‘donmuş embriyo transferinden sonra’ doğan çocuklar ile ‘spontan gebe kalma’ arasındaki kanser risklerini de karşılaştırdı.

Embriyo evresi, anne yaşı, doğum sırası, cinsiyet, doğum ağırlığı ve bebeklerin tek mi yoksa daha fazla sayıda mı olduğu gibi olası değişkenleri de hesaba kattılar.

Analizler; ‘donmuş-çözülmüş embriyo’ transferinden sonra doğan çocukların, ‘taze embriyo’ transferinden sonra doğan ve ‘yardım olmadan doğan’ çocuklara göre daha yüksek kanser riski altında olduğunu gösterdi.

Tek bir grup olarak analiz edildiğinde ise (donmuş-çözülmüş transfer ve taze embriyo transferi dahil) herhangi bir doğrum yardımı türünün kanser riskinde artışa neden olduğu görülmedi.

Çalışma, “Donmuş-çözülmüş embriyo transferi sonrası doğan çocuklarda olası daha yüksek kanser riskinin nedeni bilinmiyor” diyor.

Araştırmacılar, araştırma büyük olmasına rağmen, donmuş-çözülmüş embriyo transferinden sonra doğan ve daha sonra kanser geliştiren çocuk sayısının düşük olması (48 vaka) nedeniyle, bulgularının dikkatle yorumlanması gerektiğini vurguladı.

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

Nasıl Uyuduğunuz ‘Ne Zaman Öleceğinizin’ En Güçlü Göstergesi Olabilir

Yeni bir incelemeye göre, artan uyku bölünmesi “ölümün en güçlü belirtisi”. Yakın zamanda Digital Medicine akademik dergisinde yayımlanan araştırma, bireylerin çene ve bacak hareketi, nefes alma ve kalp atışı dahil uyku sırasındaki özelliklerini araştıran 12 bin çalışmayı değerlendirdi.

Stanford Üniversitesi’nden Emmanuel Mignot’nun da aralarında bulunduğu bilim insanları, bir kişinin “uyku yaşını” tahmin etmek ve ölümle en yakından bağlantılı uyku türlerini belirlemek için makine öğreniminden faydalanarak bir sistem geliştirdi.

Bilim insanları uyku yaşının bir kişinin sağlığıyla ilintili uyku kalitesine dayanan tahmini yaşı olduğunu söylüyor.

Önceki araştırmalar uykunun birçok hastalıkta ilk bozulan şeylerden biri olduğunu belgeledi.

Parkinson hastaları örneğine atıfta bulunan bilim insanları, çoğu vakada hastaların diğer semptomlar ortaya çıkmadan yaklaşık 5 ila 10 yıl önce rüyalarını şiddetle dışa vurduklarını söyledi.

Bireylerin uykusunun farklı özelliklerini değerlendiren yeni çalışma, kişilerin geceleri sonradan hatırlamadan birkaç kez uyandıkları uyku bölünmesinin ölümün “en güçlü belirtisi” olduğunu ortaya koydu.

Araştırmacılar, bu tür bir uyku bozukluğunun, bir kişinin uyandığını fark ettiğini bildirdiği insomnia ve uyku apnesi gibi uyku bozukluklarından farklı olduğunu belirtiyor.

Ancak bilim insanları, uyku bölünmesinin ölüm riskiyle bağlantısının belirsiz olduğunu söylüyor.

Dr. Mignot yaptığı açıklamada, “Uyku bölünmesinin sağlığa neden bu kadar zararlı olduğunu belirlemek gelecekte üzerinde çalışmayı planladığımız bir şey” dedi.

Bilim insanları araştırmada belirli bir yaşta ortalama uykunun nasıl göründüğünü belirledi.

Daha sonra araştırmacılar, 12 bin çalışmadaki bireylerin verilerinde bulunan örüntüleri değerlendirmek için bir makine öğrenimi sisteminden yararlandı ve bunu bireylerin uyku yaşlarını tahmin etmek için kullandı.

Kişilerin kronolojik yaşıyla uyku yaşı arasındaki farkı kullanan araştırmacılar, daha sonra daha yüksek uyku yaşının bir sağlık sorununun göstergesi olduğu varsayımına dayanarak ölüm ihtimalini tahmin etti.

Araştırmada bilim insanları, daha yüksek uyku yaşının çoğunlukla “artan uyku bölünmesine” yol açtığını ve bunun gelecekteki sağlığın göstergesi olduğunu öne sürdü.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

‘Elmas Yağmuru’ Sanılandan Daha Sık Yaşanıyor Olabilir

Yeni bir bilimsel çalışmada Uranüs ve Neptün gezegenlerinin derinliklerinde oluştuğu sanılan garip yağışın sıradan plastikle yeniden yaratılmasının ardından evrenin her yanında gezegenler üzerine elmas yağıyor olabileceği ileri sürüldü. 

Bilim insanları daha önce bu soğuk gezegenlerin on binlerce kilometre derinlerinde aşırı yüksek basınç ve sıcaklıkta hidrojen ve karbonun katı elmasa dönüştüğü teorisini ileri sürmüştü.

Sciences Advances bilimsel dergisinde yeni yayımlanan bir araştırma ise bu karışıma oksijen eklendiğinde ortaya “elmas yağmuru” çıkmasının tahmin edilenden daha sık görüldüğü sonucuna vardı.

Neptün ve Uranüs gibi buz devlerinin Güneş Sistemi dışındaki en sık görülen gezegenler olması sebebiyle evrenin her yanında elmas yağmuru yaşandığı sanılıyor.

Elmas yağmuru Dünya’daki yağmurdan farklı

Araştırmayı yürüten Almanya’daki HZDR araştırma laboratuvarından fizikçi Dominik Kraus, elmas yağmurunun Dünya’daki yağmurdan farklı olduğunu söyledi.

Kraus, gezegenlerin yüzeyinin altında, elmas oluştuğuna ve yavaşça 10 bin kilometre derinlikteki Dünya büyüklüğünde kayalık çekirdeğe battığına inanıldığını aktardı. Kraus “Bu düşen elmaslar devasa tabakalar oluşturabiliyor ve yüzbinlerce kilometre hatta daha büyük alana yayılabiliyor.

Parlak olmayan ve bir yüzüğe yerleştirmek için mücevher gibi kesilemeyen bu elmaslar, Dünya’daki elmasların oluşumunu sağlayan güçlerin benzerleri ile meydana geliyor.

Bu süreci aynen tekrar etmeyi amaçlayan araştırma ekibi ihtiyaç duydukları karbon, hidrojen ve oksijen karışımını Polietilen Tereftalat (PET) yani gündelik hayatta sıklıkla kullandığımız plastikte hazır halde buldu.

Araştırmacıların çok temiz pet şişeleri kullandığını belirten Kraus, temelde koka kola şişesinin bile bu deneylerde kullanılabileceğini belirtti.

Nano elmaslar üretmek için yeni bir yöntem olabilir

Araştırmacılar Kalifoniya’daki Ulusal Hızlandırıcı Laboratuvarı’nda (SLAC) yüksek güçlü optik lazeri plastiğin üzerine çevirdi.

Kraus “çok çok kısa X-ışınlarının inanılmaz parlaklığı” sayesinde nano elmas denilen ve çıplak gözle görülmesi mümkün olmayan küçüklükteki elmasların izlenmesine imkan sağladığını aktardı.

Araştırmayı AFP haber ajansına anlatan Kraus “Bu gezegenlerde büyük miktarlarda bulunan oksijen, hidrojen atomlarının karbondan emilmesini sağlıyor, o nedenle bu elmasların oluşumu çok daha kolay” bilgisini paylaştı.

Nano elmaslar ilaç sevkinden, medikal sensörlere, invaziv olmayan cerrahiden kuantum elektronlarına kadar çok geniş ve giderek artan uygulama alanı bulunuyor. Deney, nano elmasların üretimi için yeni yönteme de işaret etmiş oldu.

SLAC bilim insanlarından ve çalışmanın yazarlarından Benjamin Ofori-Okai nano elmasların şu anda “bir tutam karbon alıp patlayıcılarla patlatarak” elde edildiğini belirterek “Lazer üretimi daha temiz ve daha kolay bir yöntemle nano elmas üretimini bize sunabilir” dedi.

Araştırma henüz hipotez

Elmas yağmuru araştırması henüz bir hipotez, çünkü Güneş Sistemi’nin en uzak gezegenleri olan Uranüs ve Neptün hakkında hala çok az şey biliniyor.

Bugüne kadar yalnızca bir uzay aracı, 1980’de NASA’nın Voyager 2 uzay aracı, bu iki buz devini geçti ve araştırmalarda gönderdiği veriler hala kullanıyor.

NASA önümüzdeki 10 yıl içinde gezegenlere yönelik yeni bir göreve başlanacağını açıkladı. Kraus, bunun gerçekleşebilmesi için 10 ya da 20 yıl daha geçmesi gerekse de yine de “harika bir şey” olacağı görüşünde.

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

James Webb, ‘Hayalet Galaksi’nin Detaylarını Ortaya Çıkardı

32 milyon ışıkyılı uzaklıktaki göz kamaştırıcı ‘Hayalet Galaksi’nin (Phantom Galaxy) James Webb tarafından çekilmiş yeni görüntüsü daha önce hiç olmadığı kadar net. Fotoğraf, evrendeki yıldız oluşumunun en erken evreleri hakkında daha fazla bilgi edinilmesine yardımcı olacak.

NASA ve Avrupa Uzay Ajansı (ESA) tarafından yayınlanan fotoğraf kozmosun yeni detaylarını ortaya çıkardı.

ABD Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi NASA ve ESA’dan yapılan açıklamada, “Webb’in keskin vizyonu, bu görüntünün merkezinden dışarı doğru sarkan görkemli sarmal kollardaki hassas gaz ve toz ipliklerini ortaya çıkardı. Nükleer bölgedeki gaz eksikliği, galaksinin merkezindeki nükleer yıldız kümesinin belirsiz bir görünümünü de sağlıyor” denildi.

Bilimsel ismi ‘M74’ olan galaksiye görüntüsünden ötürü ‘Hayalet Galaksi’ denilmekte. Hayalet Galaksi, Dünya’dan 32 milyon ışık yılı uzaklıkta ve Balık takımyıldızında yer almakta.

James Webb’in çektiği yeni görüntü, galaksinin parlak beyaz, kırmızı, pembe ve açık mavi toz uzantılarını ve parlak mavi bir merkezin etrafında dönen yıldızları gösteriyor.

M74 daha önce, galaksinin sarmal halindeki mavi ve pembe kollarını yakalayan, ancak bunun yerine parlak merkezini yumuşak bir sarı olarak gösteren Hubble teleskobu tarafından fotoğraflanmıştı.

Bazı gizemlerin çözülmesine yardımcı olabilir

NASA ve ESA, M74’ün “galaktik spirallerin kökenini ve yapısını inceleyen gökbilimciler için favori bir hedef” olduğunu belirtti.

Çekilen yeni fotoğraf, evrendeki yıldız oluşumunun en erken evreleri hakkında daha fazla bilgi edinmelerine yardımcı olacak.

Araştırmacılar bu fotoğrafı ayrıca “galaksilerdeki yıldız oluşum bölgelerini saptamak, yıldız kümelerinin kütlelerini ve yaşlarını doğru bir şekilde ölçmek ve yıldızlararası uzayda sürüklenen küçük toz taneciklerinin doğası hakkında fikir edinmek” için kullanacaklar.

Paylaşın

Ekranlardan Gelen ‘Mavi Işık’ Yaşlanmayı Hızlandırıyor

Araştırmacılar televizyon, bilgisayar ve akıllı telefonlar gibi cihazlardan gelen mavi ışığa çok fazla maruz kalmanın yaşlanma sürecini hızlandırabileceğini öne sürdü. Mavi ışığın ayrıca obezite ve psikolojik hastalıkları tetikleyebileceği belirtildi. 

Frontiers in Aging dergisinde önceki gün yayımlanan çalışmaya göre, her gün kullanılan cihazlardan yansıyan mavi ışığa aşırı maruz kalmak, deri ve yağ hücrelerinden duyu nöronlarına kadar vücuttaki çeşitli hücrelere zarar verebiliyor.

Uzmanlar yapılan deneylerde mavi ışığın, insanlarla benzer hücresel özelliklere sahip meyve sineklerini etkilediği sonucuna ulaştı.

Araştırma ekibinden Oregon Eyalet Üniversitesi Biyoloji Bölümü’nden Profesör Dr. Jadwiga Giebultowicz, “Sinek ve insan hücrelerinde sinyal veren kimyasallar aynı. Dolayısıyla mavi ışık insanlar üzerinde de olumsuz etkiler yaratma potansiyeline sahip.” ifadelerini kullandı.

Sineklerde erken yaşlanmaya yol açan kimyasal değişimler gözlendi

Dr. Giebultowicz, mavi ışığın yaşlanmayı hızlandırıcı etkisini anlamak için 2 hafta boyunca mavi ışığa maruz bırakılan meyve sinekleriyle tamamen karanlıkta bırakılanların metabolit seviyelerinin karşılaştırıldığını söyledi.

Giebultowicz çalışmaya ilişkin, “Mavi ışığa maruz kalan meyve sineklerinde hücrelerin doğru çalışması için gerekli belirli kimyasalların seviyelerinde değişim yaşandığını ilk kez göstermiş olduk.” değerlendirmesini yaptı.

Uzmanlar mavi ışığa maruz kalan sineklerde bazı hücrelerin uygun şekilde çalışmadığını ve bunun da erken ölümlere neden olabileceğini belirtti. Mavi ışıkta bırakılan sineklerin beyinlerinde yapılan incelemede, glutamat seviyelerinin azaldığı tespit edildi.

Düşük glutamat seviyelerininse beyin fonksiyonlarında azalmaya ve erken yaşlanmaya yol açabileceği ifade edildi. Araştırmacılar mavi ışığın insan hücreleri üzerindeki etkisini incelemek için yeni çalışmalara ihtiyaç duyulduğunu ifade etti.

Paylaşın

Araştırma: Dini İnancı Güçlü Olanlar Daha Fazla Cinsel Tatmin Yaşıyor

İngiltere’de yürütülen yeni bir çalışma, dini inancı daha güçlü kişilerin daha yüksek cinsel tatmin duygusu yaşadığını ortaya koydu. Araştırmacılar, bu bulguların cinsel davranışların ve cinsel doyumun oluşmasında sosyokültürel normların önemini gösterdiğini vurguladı.

The Journal of Sex Research dergisinde hafta içinde yayımlanan araştırmada, farklı medeni durumlardaki kadın ve erkeklerde dindarlık düzeyi ile cinsel ilişki sıklığı ve tatmin duygusu arasındaki bağlantı incelendi.

Araştırmada, 18 ila 59 yaş arasındaki kadın ve erkeklere yönelik İngiltere Ulusal Cinsel Tutumlar ve Yaşam Tarzları Araştırması’ndan elde edilen veriler kullanıldı.

Uzmanlar sonuçlara ilişkin, “Dindarlık genel olarak daha yüksek cinsel yaşam tatmini düzeyleriyle bağlantılıydı. Bu ilişkiye büyük ölçüde, cinsel ilişki için uygun koşullara yönelik tutumların neden olduğu görülüyor.” ifadelerini kullandı.

Öte yandan, verilere göre dinin hayatlarında daha büyük yer kapladığını belirten kadın ve erkeklerin cinsel ilişki sayısı ortalamada diğerlerine göre daha düşüktü.

‘Evliliğin kutsallığına ilişkin dini duygular kadınlar için daha önemli’

Çalışmayı yürüten uzmanlardan Norveç Halk Sağlığı Enstitüsü ve Columbia Üniversitesi’nden Dr. Vegard Skirbekk, “Dindar bireylerin gündelik cinsel ilişkiye girme olasılıkları daha düşük olduğundan ve cinsel aktiviteyi aşka dayalı bir ilişkiyle sınırlandırma olasılıkları daha yüksek olduğundan, resmi birlikteliğin dışındaki cinsel aktivitelere ilişkin beklentileri azalabilir. Bu ayrnı zamanda cinsel hayatlarında yaşadıkları doyumu artırabilir.” şeklinde konuştu.

Skirbekk, evlilik dışı cinsel ilişkinin onaylanmaması ve evliliğin kutsiyetine ilişkin dini duyguların kadınlar için erkeklere oranla daha fazla önem arz ettiğini söyledi. Ancak genel olarak dini hayatlarında daha önemli olarak görenlerin genel olarak cinsel yaşamlarından daha memnun olduğu görüldü.

Araştırma ayrıca yaşam boyunca hiç cinsel partnere sahip olmamanın ya da çok sayıda cinsel partnere sahip olmanın daha düşük cinsel tatmin oranlarıyla bağlantılı olduğu öne sürdü. Kadın ve erkeklerde günü birlik ya da aşk olmadan cinsel ilişkiye verilen onayın da cinsel tatmin duygusunu olumsuz etkilediği ifade edildi.

Araştırmacılar, bu bulguların cinsel davranışların ve cinsel doyumun oluşmasında sosyokültürel normların önemini gösterdiğini vurguladı.

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın