Doğanın Bir Gizemi Daha Çözüldü: Balıklar Yüzerken Neden Aşağı Bakıyor?

Dünyanın en iyi üniversiteleri arasında yer alan Northwestern Üniversitesi’nden bilim insanları, doğanın bir gizemini daha çözmenin mutluluğunu yaşıyor: Balıklar yüzerken neden aşağı bakar?

Northwestern Üniversitesi’nde yapılan araştırmalar, bunun sebebinin balıkların akıntıya karşı yüzdüklerinde dengede durmalarını sağlaması olduğunu doğruladı.

Balıklar nehir yatağına bakarak, yüzdükleri yönü ve hızlarını daha iyi algılıyor. Çevredeki diğer balıklara, bitkilere veya döküntülere odaklanmak, onlara yanlış bir yön duygusu verebilir.

Araştırmanın başındaki Emma Alexander şunları söyledi:

“Bu, hareket etmeyen bir tren vagonunda oturmaya benziyor. Treninizin yanındaki trenin istasyondan uzaklaşmaya başlaması sizi de kandırarak hareket ettiğinizi düşünmenize yol açabilir.

Diğer trenin görsel işareti o kadar güçlüdür ki diğer tüm duyularınızın size hareketsiz oturduğunuzu söylediği gerçeğine baskın gelir. Bu, balıklarda çalıştığımız olgunun tamamen aynısı. Balıkların üstünde birçok yanıltıcı hareket işareti var fakat en bol ve güvenilir sinyaller nehrin dibinden geliyor.”

Çalışma, laboratuvarlar yerine Hindistan’daki kendi doğal çevrelerinde zebra balıklarına odaklandı.

Northwestern’deki McCormick Mühendislik Fakültesi’nden bilgisayar bilimleri yardımcı doçenti Alexander şunları söyledi:

“Balıkların altlarındaki harekete üstlerindeki harekete göre daha güçlü tepki verdiği kısa süre önce keşfedildi. Bu gizemi araştırmak ve nedenini anlamak istedik.

Çalıştığımız birçok zebra balığı laboratuvar tanklarında büyüyor fakat beyinlerinin ve davranışlarının gelişimini doğal yaşam alanları şekillendirdi. Bu nedenle organizmanın geliştiği bağlamı araştırmak için kaynağa geri dönmemiz gerekiyordu.”

Araştırmacılardan oluşan ekip, Hindistan genelinde zebra balıklarının yaşadığı sığ nehirlerin bulunduğu 7 bölgeyi ziyaret etti.

Uzaktan kumandalı robotik bir kola bağlı su geçirmez bir dalış çantasının içinde 360 derecelik bir kamera kullanan araştırmacılar, kamerayı suya daldırdı ve balıkları izledi.

Araştırmacılar bu davranışın, balıkların akıntıya karşı yüzerken kendilerini dengede tutabilmek için geliştirdiği bir adaptasyon davranışı olduğu sonucuna vardı.

Araştırma Current Biology adlı akademik dergide yayımlandı.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Bilim İnsanları, Mars’ta Astronotların Yaşayabileceği 9 Mağara Buldu

Bilim insanları, Mars’ta yeraltında kayda değer bir mesafeye kadar uzanan çukurlara odaklanıldı ve 9 mağara belirledi. Bilim insanları, bu boşlukların astronotların gelecekteki mürettebatlı görevlerde barınak inşa etmeleri için uygun olabileceğine inanıyor.

Araştırmacı Nicole Bardabelias, en büyüğü bir futbol sahasından daha büyük olan Mars’taki bu çukurların daha fazla incelenmeye değer olabileceğini söyledi.

Bilim insanları, gelecekteki Mars keşif görevleri için gezegendeki en uygun bölgeler olduğuna inandıkları 9 mağara buldu.

Geçen ay The Geological Society of America’s Connects 2022 (Amerika Jeoloji Topluluğunun Bağlantıları) konferansında sunulan araştırma, bu mağaraların Kızıl Gezegen’deki zorlu ortama karşı koruma sağlayabileceği için, gelecekteki astronotların barınaklarını inşa etmeye uygun olduğunu ortaya koydu.

ABD’deki Arizona Üniversitesi’nden araştırmacıların da dahil olduğu ekip, gelecekteki mürettebatlı görevlerin bu habitatlardaki doğal kaynaklardan da yararlanabileceğini söylüyor.

Mars’ın gündüz ve gece arasında aşırı derecede dalgalanan sıcaklıklara, sert radyasyona, ayrıca meteoritler ve uzay kayaları tarafından sık sık bombardımana maruz kalan zorlu bir ortama sahip olduğu biliniyor.

Bilim insanları uzun zamandır Mars’ta yüzey altı boşlukları olarak bilinen mağara benzeri yapıların, gelecekteki astronotlara bu zorlu koşullar karşısında biraz nefes aldırabileceğine inanıyor.

Mars’ta bu tür mağaraların ilk keşfinden bu yana NASA’nın robotik uzay aracı Mars Odyssey Orbiter, Kızıl Gezegen’de Mars Küresel Mağara Adayları Kataloğu’na (MGC3 olarak da biliniyor) konan 1000’den fazla olası boşluğun tanımlanmasına yardımcı oldu.

Yeni çalışmada, araştırmacılar ilk olarak uzay aracı için iniş sahası olmaya elverişli bölgeye yaklaşık 100 kilometre uzaklıktaki yerleri seçerek listeyi gelecekteki görevler için daha uygun mağaralara indirgedi.

Mars yüzeyine iniş için yükseltilerinin neden olduğu sınırlamalar veya giriş, alçalma ve iniş teknolojisinin kısıtlamaları nedeniyle bazı mağaraları gözden çıkaran bilim insanları, seçenekleri ilk etapta 214 olası odak noktasına indirebildi.

Araştırmacılar, uygun iniş alanına sahip bölgeleri yaklaşık 1000 metre yüksekliğin altındaki sahalar olarak tanımladı.

Bilim insanları bu tür alçak alanların daha uygun olduğunu söylüyor. Zira bu alanlar, geniş kesimlerce “7 dakikalık dehşet” diye adlandırılan zorlu bir görev olan Mars’a uzay aracı indirme sırasında avantaj sağlıyor.

Araştırmacılar bunun ardından listeyi daha da daralttı ve yüksek çözünürlüklü görüntüleri olan mağaraları seçti.

Bu adaylardan yeraltında kayda değer bir mesafeye kadar uzanan çukurlara odaklanıldı ve 9 mağara belirlendi.

Mars yüzeyindeki bu boşlukların astronotların gelecekteki mürettebatlı görevlerde barınak inşa etmeleri için uygun olabileceğine inanılıyor.

The New York Times’a konuşan, çalışmanın başyazarı Nicole Bardabelias, en büyüğü bir futbol sahasından daha büyük olan Mars’taki bu çukurların daha fazla incelenmeye değer olabileceğini söyledi.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Neandertallerin Sonunu Çatışmalar Değil, Çiftleşme Getirdi

Britanyalı bilim insanları, yaklaşık 250 bin ila 40 bin yıl önce yaşamış ve insanın ilk türü olarak kabul edilen Neandertallerin çatışmalar değil, çiftleşmeler yüzünden yok olduğunu öne sürdü. 

Hakemli bilimsel dergi PalaeoAnthropology’de yayımlanan yeni makaleye göre, Homo sapiens’le çiftleşmek, kendi aralarında üreyen Neandertallerin sayısını azaltmış ve nihayetinde nesillerinin tükenmesine yol açmış olabilir.

250 bin yıl önce ortaya çıkan ve 40 bin yıl önce yok olan bu eski insan türünün, Homo sapiens’le hem çiftleştiği hem de savaştığı biliniyor.

Öyle ki Afrika dışında yaşayan tüm insanların genomunun yaklaşık yüzde 2’si Neandertallerden geliyor.

Öte yandan bilim insanları şimdiye dek, Neandertallerin, bugünkü tek insan türü olan Homo sapiens’le savaştığı için yok olduğuna inanıyordu. Yeni makale tam tersini öne sürüyor.

Birleşik Krallık’taki Doğa Tarihi Müzesi’nde (Natural History Museum) İnsan Evrimi Araştırma Lideri ve yeni makalenin yazarlarından Profesör Chris Stringer, şu ifadeleri kullandı:

“Neandertaller düzenli olarak Homo sapiens’le ürediyse nüfusları aşınmış ve bu da sonunda neslinin tükenmesine yol açmış olabilir. Biz böyle düşünüyoruz.”

Stringer’a göre Homo sapiens ve Neandertaller arasındaki etkileşime dair bilgi dağarcığı son yıllarda epey arttı. Ancak halen yeterli değil: Gruplar arasındaki melezleşmenin gerçekte nasıl yaşandığına dair bilimsel tartışmaların sayısı çok az.

Bilim insanlarına göre, Neandertal ve Homo sapiens yaklaşık 600 bin yıl önce birbirlerinden ayrıldı ve dünyanın çok farklı bölgelerinde evrimleşti.

Neandertal fosilleri Avrupa ve Asya ve hatta Sibirya’nın güneyinde ortaya çıkıyor. Bu da Neandertallerin 400 bin yıl boyunca soğuk iklimlere adapte olmaya çalıştığı anlamına geliyor.

Homo sapiens’in ise Afrika’da evrimleştiği belirtiliyor. Fosil kayıtlarına göre, Homo sapiens yaklaşık 250 bin yıl önce Afrika’dan çıkmaya ve dünyanın farklı bölgelerine akın etmeye başladı. İki türün ilk kez bu akınlar sırasında karşılaştığı tahmin ediliyor.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

‘Gezegen Katili’ Asteroidler Uyarısı: Dünya’yı Tehdit Ediyorlar

Gökbilimciler, şimdiye dek Dünya’ya yakın binlerce asteroit keşfettiler, ancak, gökbilimcilerinde göremediği bazı kör noktalar var. Şili’deki Karanlık Enerji Kamerası adlı teleskobu kullanan gökbilimciler, Güneş’ın parlak ışığının içine gizlenen üç asteroit tespit etti.

Bunlardan ikisi çapı yaklaşık bir kilometre olduğu için “gezegen katili” diye nitelendi. Bu asteroitler, bir gezegenle çarpışmaları durumunda felakete yol açabilecek kadar büyük.

ABD’deki Carnegie Bilim Enstitüsü’nde görev alan baş araştırmacı Scott Sheppard, “Dünya ve Venüs’ün yörüngeleri içindeki alanı araştırdık. Şimdiye kadar, yaklaşık 1 kilometre çapında, yani gezegen katili dediğimiz boyutta iki büyük asteroit bulduk” diye konuştu.

Araştırmacılar bu göktaşlarının Dünya için risk teşkil edip etmediğini anlamak için yörüngelerini de hesapladı.

Üç asteroitten ikisinin Dünya’ya çarpma riskinin olmadığı anlaşılırken, 2022 AP7 adı verilen 1,5 kilometrelik göktaşı “potansiyel tehlike” diye sınıflandırıldı.

Gezegen için küçük de olsa risk barındıran, yani gelecekte çarpma ihtimali olan asteoritler, potansiyel tehlike diye kategorize ediliyor.

Gizlenen asteroit tehlikesi

Gökbilimciler, şimdiye dek Dünya’ya yakın binlerce asteroit keşfetti. Ancak bazı kör noktalar var. Güneş’in ötesindeki asteroitleri tespit etmek, yıldız ve Dünya arasında yer alanları saptamaktan daha kolay.

2013’te Rusya üzerinde bir meteor patlamış, şok dalgası yüzünden patlayan pencerelerden dolayı 1500 kişi yaralanmış ve 4 bin 300’den fazla bina hasar görmüştü. Bilim insanları bu meteorun gelişini öngörememişti. Zira göktaşı kör noktadan gelen bilinmeyen bir cisimdi.

Bu yüzden aslında yeni asteroitlerin tespit edilmesi olumlu bir gelişme olarak görülüyor. Yakın çevredeki tehlikeler önceden fark edilebilirse gezegen savunma sistemleriyle olası bir felaket engellenebilir.

Örneğin NASA gezegen savunma denemesi için eylül ayında DART adı verilen bir uzay aracını fırlatmıştı. Araç Dünya’ya yakın konumda yer alan Dimorphos asteroidine kasten çarpmış ve cismin yörüngesini değiştirmeyi başarmıştı.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Gizemli Bir Gök Cismi, Dünya’yı Radyasyon Yağmuruna Tutuyor

Proceedings of the Royal Society A adlı hakemli bilimsel dergide yayımlanan yeni bir çalışmaya göre, ne olduğu bir türlü anlaşılmayan bir gök cismi, Dünya’yı yaklaşık her 1000 bin yılda bir radyasyon yağmuruna tutuyor.

Bilim insanları eskiden, Dünya’nın yüzeyine ulaşan radyasyon seviyesindeki tarihsel artışların Güneş rüzgarlarından kaynaklandığını düşünüyordu. Yayımlanan çalışmaya göre, bu radyasyon akışı çok daha güçlü ve gizemli bir kaynaktan geliyor olabilir.

Avustralya’daki Queensland Üniversitesi’nden astrofizikçi Benjamin Pope, “Anlamadığımız bir tür aşırı astrofiziksel olgu var ve bu aslında bizim için bir tehdit olabilir” diye konuştu.

Çalışmanın arkasındaki bilim insanları, ağaç halkalarındaki “karbon 14” diye bilinen radyoaktif izotopları inceledi. Bu elementler, gezegene tarih boyunca ulaşan radyasyon seviyelerindeki artışı gözler önüne seriyor.

Radyasyon seviyelerinde dönem dönem meydana gelen uzun erimli artışları ilk kez Japon fizikçi Fusa Miyake keşfetmişti. O yüzden bu artışlar “Miyake olayları” diye biliniyor.

Pope’a göre, son 10 bin yılda 6 Miyake olayı oldu. Bunlardan sonuncusu MS 993’te gerçekleşti.

Şimdiye kadar, bu artışların Güneş’teki aktivitenin arttığı “solar maksimum evrelerinde” meydana geldiğine inanılıyordu. Ancak ağaç halkaları, artışların maksimum evrenin dışında da meydana geldiğini ortaya koydu.

Bunun yanı sıra bazı ani artışların çok uzun sürmesi de soru işaretleri yarattı.

ABC News’e konuşan Pope, “Bu olaylardan en az ikisi ve belki de üçü, bir yıldan uzun sürmüş” dedi: Şaşırtıcı bir durum. Zira bu bir Güneş patlamasıysa artış bu kadar uzun süremez.

Güneş rüzgarlarından 100 kat güçlü

Güneş patlamalarının uzaya savurduğu radyoaktif parçacıklara Güneş rüzgarı adı veriliyor. Bu rüzgarlar bazen Dünya’ya ulaşıyor ve telekomünikasyonda aksamalara neden oluyor.

Gezegene ulaşan son son güçlü Güneş rüzgarı olayı 1859’da meydana gelmişti. Carrington Olayı diye bilinen hadise, iletişim altyapısına ciddi zarar vermişti.

Öte yandan, bilim insanları Miyake olaylarına yol açan kozmik olayın Carrington’dan 100 kat daha güçlü olduğunu ifade ediyor.

Gizemli kaynak ne olabilir?

Daha önce bu gizemli olayların gama ışını patlamaları, süpernovalar ve gezegenin yakınındaki nötron yıldızlarından kaynaklanabileceği öne sürülmüştü.

Pope, “Bu sorunu çözmemiz gerçekten önemli. Zira Carrington Olayı bile bu Miyake olaylarından 100 kat küçüktü” ifadelerini kullandı.

Öte yandan Pope, Güneş seçeneğinin yine de ihtimal dışı olmadığını söylüyor. Hatta Güneş, bu radyasyon yağmurları açısından halen en olası kaynak.

Bilim insanına göre Güneş’te hızla art arda meydana gelen patlamalar bir çeşit yaylım ateşi yaratıyor olabilir.

Araştırma ekibinden fizikçi Andrew Smith, “Bu olayların ciddiyetini gerçekten anlamamız gerekiyor” dedi: Kısa ölçekte bile böyle bir olay yaşarsak kaosa sürükleniriz.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

NASA, ‘Yaratılış Sütunları’nın Yeni Fotoğrafını Paylaştı

Şimdiye kadar uzaya gönderilmiş en güçlü teleskop olan James Webb Uzay Teleskobu, nefes kesici görüntüler kaydetmeye devam ediyor. James Webb, Yaratılış Sütunları’nı bir kez daha görüntüledi.

Haber Merkezi / James Webb’in Orta Kızılötesi (Enstrüman Mid-Infrared Instrument/MIRI) adlı kamerasıyla çekilen görsel, ABD Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi NASA, tarafından dün paylaşıldı.

Yaratılış Sütunları, yıldızlar arası toz ile gazın etkileyici şekilde bir araya gelmesinden oluşuyor. Sütunlardan yansıyan ışığın Dünya’ya ulaşması 6 bin 500 ışık yılı sürdüğü için hala sütunların 6 bin 500 yıl önceki halini görebiliyoruz.

Üç boyutlu sütunlar, görkemli kaya oluşumlarına benziyor, ancak çok daha geçirgen. Bu sütunlar, yakın kızılötesi ışıkta bazen yarı saydam görünen soğuk yıldızlararası gaz ve tozdan oluşuyor.

Yeni görüntü, gaz miktarlarıyla birlikte yeni oluşan yıldızların çok daha kesin sayılarını belirleyerek araştırmacıların yıldız oluşum modellerini yenilemelerine yardımcı olacak.

Araştırmacılar zamanla, yıldızların nasıl oluştuğunu ve milyonlarca yıl boyunca bu tozlu bulutlardan nasıl çıktığını daha net bir şekilde anlamaya başlayabilirler.

Gaz ve toz sütunları içinde yeterli kütleye sahip düğümler oluştuğunda, kendi yerçekimi altında çökmeye, yavaş yavaş ısınmaya ve sonunda yeni yıldızlar oluşturmaya başlarlar.

Bazı sütunların kenarlarında lav gibi görünen dalgalı çizgiler ne anlama geliyor?

Bunlar, gaz ve toz içinde hala oluşmaya devam eden yıldızlardan kalıntıları temsil ediyor.

Genç yıldızlar periyodik olarak bu kalın sütunlar gibi malzeme bulutlarıyla çarpışan süpersonik jetler fırlatır. Bu bazen, suda hareket eden bir tekne gibi dalgalı desenler oluşturabilen pruva şoklarına da neden olur. Kızıl parıltı, jetler ve şoklardan kaynaklanan enerjik hidrojen moleküllerinden gelir.

Sütunlar Kartal Nebulası’nda yer alıyor. Burası, yıldızların oluşmaya devam ettiği aktif bir bölge.

Avrupa Uzay Ajansı Kıdemli Bilim Danışmanı Prof. Mark McCaughrean “Kartal Nebulası’nı 1990 ortasından beri inceliyorum, Hubble’ın gösterdiği o ışık yılları uzunluğundaki sütunların içindeki genç yıldızları görmeye çalışıyorum” diyor ve ekliyor: James Webb’ten gelecek fotoğrafların büyüleyici olacağını biliyordum. Öyle de oldu.

Kartal Nebulası’ndaki bu sütunlar, etraftaki dev yıldızların yoğun morötesi ışıklarıyla şekil alıyor ve aydınlanıyor. Fakat bu radyasyon aynı zamanda sütunları dağıtıcı bir etkiye sahip.

Teleskobun kızılötesi gözleri evrenin derinliklerine bakıyor

25 Aralık 2021’de ESA’nın Ariane 5 adlı kargo roketiyle fırlatılan James Webb Uzay Teleskobu’nun kaydettiği görüntüler, yıldızların ve galaksilerin evriminin daha iyi anlaşılmasını sağlayacak.

Gözlem aracının kızılötesi kameraları, bir zaman makinesi görevi görüyor.

Güçlü teleskopları kullanarak çok uzaktaki gök cisimlerini inceleyen bilim insanları, ilgili gök cisminden gelen ışığın Dünya’ya ulaşma süresi uzadığı için “zamanda geriye bakma” imkanı yakalıyor.

James Webb Uzay Teleskobu ise 13,5 milyar yıl öncesini, yani evrenin yeni oluştuğu zamanı gözlemleyebilecek kadar güçlü bir cihaz.

Evrendeki en eski galaksiler, Büyük Patlama’ya o kadar yakın bir dönemde oluştu ki bunların ışığı Dünya yörüngesine ulaştığında son derece soluk oluyor.

Bu ışık evrende ilerlerken genişleyip dağılarak spektrumun kızılötesi ucuna doğru kayıyor. Gözlemlenebilmesi içinse son derece güçlü bir teleskop gerekiyor.

Hubble Uzay Teleskobu şimdiye dek geçmişe dair birçok gizemi aydınlatmayı başardı. Ancak gücü bu türden gözlemlere yetmiyordu. Ayrıca Hubble çoğunlukla ultraviyole ve görünür ışıkta gözlem yapmıştı.

Öte yandan James Webb Uzay Teleskobu, rahatça kızılötesi gözlem yapabiliyor.

Paylaşın

NASA, Güneş’i ‘Gülerken’ Yakaladı

2010 yılından beri Güneş’i gözlemleyen NASA’nın Güneş Dinamikleri Gözlemevi, Güneş’in yüzeyinde ‘gülümseme’ye benzeyen görüntüyü yakaladı. Güneş üzerindeki koyu lekeler, koronal delikler olarak bilinir ve hızlı güneş rüzgarının uzaya taştığı bölgelerdir.

Haber Merkezi / Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Uzay ve Havacılık Dairesi’ne (NASA) bağlı Güneş Dinamikleri Gözlemevi, Güneş’in yüzeyinde ‘gülümseme’ye benzeyen görüntüyü yakaladı.

Sosyal medya hesabından yapılan paylaşımda, “Bugün, NASA’nın Güneş Dinamikleri Gözlemevi Güneş’i ‘gülümseyerek’ yakaladı. Ultraviyole ışığında görülen güneş üzerindeki bu koyu lekeler, koronal delikler olarak bilinir ve hızlı güneş rüzgarının uzaya taştığı bölgelerdir.” ifadeleri kullanıldı.

Solar Dynamics Observatory (Güneş Dinamikleri Gözlemevi), 2010 yılından beri Güneş’i gözlemleyen bir NASA misyonudur. Gözlemevi, 11 Şubat 2010 tarihinde uzaya fırlatılan Living With a Star (Bir Yıldız ile Yaşama) programının bir parçasıdır.

Bir Yıldız ile Yaşama programının amacı, Güneş-Dünya sisteminin hayatı ve toplumu doğrudan etkileyen yönlerini etkin bir şekilde ele alarak gerekli bilimsel anlayışı geliştirmektir.

Güneş Dinamikleri Gözlemevi’nin amacı, Güneş atmosferini küçük uzay ve zaman ölçeklerinde ve aynı anda birçok dalga boylarında inceleyerek, Güneş’in yeryüzünde ve Dünya’ya yakın uzayda etkisini anlamaktır.

Güneş Dinamikleri Gözlemevi, Güneş’in manyetik alanının nasıl oluştuğunu ve yapılandığını, bu depolanmış manyetik enerjinin nasıl dönüştürüldüğünü ve güneş rüzgârı şeklinde heliosfere ve jeo-uzaya nasıl salındığını, enerji yüklü parçacıkları ve güneş ışınımı varyasyonlarını araştırmaktadır.

Paylaşın

Bilim İnsanları, Açıklanamayan Bir Madde Yaptı

Beş duyu organımızla algılayabildiğimiz ve uzayda yer kaplayan hacmi ve kütlesi olan canlı veya cansız yapılara madde yada özdek denir. Bilim insanları tamamen yeni, açıklanamayan bir madde yarattıklarını söylediler.

Madde plastik gibi işlenebilirken, elektriği metal gibi iletiyor. Araştırmacılar, keşfin bilim insanlarının bulmayı beklediklerinin tersine olduğunu ve yeni tür buluşlara yol açabileceğini ifade ediyor.

Çalışmanın kıdemli yazarı, Şikago Üniversitesi’nden kimya doçenti John Anderson yaptığı açıklamada, “Prensipte bu, elektriği ileten, şekillendirilmesi kolay ve günlük koşullarda çok dayanıklı olan yepyeni bir madde sınıfının tasarımının önünü açıyor” dedi.

Bilim insanları her türden iletken madde yarattılar ve aralarındaki farklar, değişik koşullarda çalışan çeşitli elektronik cihazlar üretmemizi sağladı.

Fakat tüm bu farklılıklara rağmen iletken maddelerin benzer özellikleri var. Bu maddeler, bilim insanlarının elektriği etkili bir şekilde iletebilmeleri için gerekli olduğunu düşündükleri düz, yoğun biçimde sıkıştırılmış sıralar halinde ilerleyen atomlardan veya moleküllerden oluşuyor.

Ancak yeni çalışmada bilim insanları bu parçaların sıralı değil, dağınık olduğu yeni bir tür madde yarattıklarını söylüyor. Ama yine de elektriği çok iyi iletebiliyor.

Profesör Anderson, “Temel bir çerçeveden bakıldığında, bunun bir metal olamaması gerekir” dedi ve ekledi: Bunu açıklayacak sağlam bir teori yok.

Araştırmacılar maddenin bükülmeye, ezilmeye ve çeşitli biçimlere dönüştürülmeye dayanabildiğini söylüyor. Çeşitli biçimlerde şekillendirilebilmesi ve yine de elektriğin içinden akmasına izin vermeyi sürdürmesinden dolayı yaratıcıları onu “iletken oyun hamuruna” benzetiyor.

Yaratıcıları bu keşfin elektronik cihazların yeni şekillerde yapılmasına olanak sağlayacağını söylüyor. Örneğin, mevcut çip veya cihaz tasarımının metalin doğru formda eritilmesi şartıyla sınırlanması diğer bileşenler için sorunlara neden olabilir. Ama yeni madde oda sıcaklığında işlenebildiği için daha az risk oluşturuyor.

Benzer şekilde maddenin ısı, nem, aşırı asitlik veya alkalinite dayanıklılığı, alışıldık maddelerin tahrip olacağı koşullarda çalışabilecek cihazlar oluşturmak için kullanılabileceği anlamına geliyor.

Bulgu, bugün Nature adlı bilimsel dergide yayımlanan “Intrinsic glassy-metallic transport in an amorphous coordination polymer” (Amorf koordinasyon bileşeninde içsel camsı-metalik taşıma) başlıklı yeni bir makalede açıklandı.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Dünya’nın Manyetik Alanının Sesi Yayımlandı: Gerçekten Çok Korkutucu

Dünya’yı koruyucu bir kalkan gibi saran manyetik alan, atmosferin zamanla uzaya savrulmasını engellerken gezegen yüzeyini de Güneş’ten gelen radyasyondan koruyor. Manyetik alan yüzeyin yaklaşık 3 bin kilometre altındaki dış çekirdeği oluşturan aşırı ısınmış sıvı demir okyanusundaki akıntılar tarafından üretiliyor.

Danimarka Teknik Üniversitesi’ndeki araştırmacılar, Avrupa Uzay Ajansı’nın (ESA) Swarm uydu projesinde kaydedilen manyetik sinyalleri sese dönüştürdü. ESA’nın internet sitesinde yayımlanan ses kaydı, “korkunç” diye nitelendi.

ESA’nın 2013’te fırlatılan Swarm uyduları, Dünya’nın çekirdeği, mantosu ve yerkabuğundan gelen manyetik sinyalleri titizlikle kaydediyor. Bu veriler manyetik alanın nasıl oluştuğunun daha iyi anlaşılması için kullanılıyor.

Projeye katılan müzisyen Klaus Nielsen, “Ekip, ESA’nın Swarm uydularından ve diğer kaynaklardan gelen verileri ele aldı” diye konuştu: Bu manyetik sinyaller, çekirdek bölgesinin sesli bir temsilini sağlamada kullanıldı.

Nielsen projeyi “sanat ve bilimi bir araya getiren ödül gibi bir çalışma” diye niteledi.

Dünya’nın manyetik alanı Güneş rüzgarlarının taşıdığı radyoaktif parçacıkların yüzeye ulaşmasını engelliyor. Parçacıklar, gezegeni saran bu görünmez kalkanla çarpıştığında kutup ışıklarını (aurora borealis) meydana getiriyor.

Kutup ışıkları gezegenin üst enlemlerinde büyüleyici manzaralar sunarak görsel şölen yaratsa da Güneş rüzgarlarının manyetik alanla etkileşimini duymak çok daha zor.

Danimarka Teknik Üniversitesi’nden araştırmacılar yeni projeyle bunu mümkün kılmış oldu.

Nielsen “Dünya’nın manyetik alanının gümbürtüsüne 3 Kasım 2011’de meydana gelen bir Güneş patlamasının yarattığı rüzgarların sesi de eşlik ediyor” diye konuştu: Gerçekten de kulağa çok korkutucu geliyor.

Proje kapsamında araştırmacılar, başkent Kopenhag’daki Solbjerg Meydanı’nın zeminine 30’dan fazla hoparlör yerleştirdi.

Hoparlörler bu hafta boyunca ziyaretçilerin manyetik alan seslerini dinlemesine olanak tanıyor.

Nielsen, “Ziyaretçiler manyetik alanımızın inanılmaz gürültüsünü duyabilecek” ifadelerini kullandı: Kopenhag’daysanız gelin ve bu eşsiz fırsatı değerlendirin.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

En Hafif ‘Nötron Yıldızı’ Keşfedildi

Cüsseli bir yıldızın şiddetli bir süpernova patlamasıyla ölmesinin muhtemel sonuçlarından biri olarak ortaya çıkan nötron yıldızları, bir kara delik kadar olmasa da, aklınıza gelebilecek herhangi bir cisimden çok daha yüksek yoğunluğa sahip olan, sıra dışı gök cisimleridir.

Patlamada kütlesinin çoğunu havaya uçurduktan sonra kalan yıldız çekirdeği, kendi üzerine çöküyor ve bir kara delik veya nötron yıldızı oluşturuyor. Nötron yıldızı genellikle Güneş’in yaklaşık 1,4 katı kütleye sahip ama sadece 9,65 kilometre çapındaki ultra yoğun bir yıldız.

Bilim insanları şimdiye kadarki en hafif nötron yıldızını keşfetti. Bu küçük, son derece yoğun gök cismi, aynı zamanda maddenin çok tuhaf bir halinin varlığını da doğrulayabilir.

Ancak bilim insanları HESS J1731-347 adlı geçmiş bir süpernovanın kalıntılarında bulunan nötron yıldızının kütlesini ölçtü ve pazartesi bilimsel dergi Nature Astronomy’de yayımlanan makalede bu yıldızın Güneş’in kütlesinin yüzde 77’sine sahip olduğunu aktardı. Makalenin yazarlarına göre bu yalnızca keşfedilmiş en hafif nötron yıldızı değil, aynı zamanda “tuhaf yıldız” diye bilinen, egzotik ve şimdiye kadar sadece varsayımsal olan bir yıldız nesnesinin de örneği olabilir.

Tuhaf yıldızlar hem konuşma dilinde hem de teoride isimlerinin hakkını veriyor.

Nötron yıldızlarının devasa ve ölmekte olan bir yıldızın çökmekteki çekirdeğinden oluştuğu sırada son derece sıkıştırıldıkları düşünülüyor. Öyle ki normalde yüklü olan madde bileşenleri (atom çekirdeklerindeki pozitif yüklü protonlar ve her bir atomun çekirdeğinin yörüngesinde dönen negatif yüklü elektronlar), birlikte ezilip negatif yüklü nötron parçacıklarına dönüşüyor.

Ancak teoriye göre, doğru koşullar altında nötron yıldızlarının iç yapıları daha da tuhaflaşabilir.

Bir nötron yıldızının derinliklerindeki maddenin, nötronlar gibi olağan atom altı parçacıklar artık var olmayana kadar sıkıştırılabileceği ve daha yaygın bilinen proton ve nötronları oluşturan, kuarklar diye adlandırılan daha küçük parçacıklara dönüşeceği teorisi mevcut. Kuarklar; yukarı, aşağı, üst, büyülü ve hatta “tuhaf” gibi garip sıfatlara sahip.

Tuhaf kuarklar içeren bir kuark maddesi çekirdeğine sahip nötron yıldızı, “tuhaf yıldız” olarak kabul edilebilir ve teoride tipik nötron yıldızlarından daha düşük kütleye sahip olabilir.

Gökbilimcilerin neyle uğraştığı henüz net değil ve ister tipik bir nötron yıldızı isterse “tuhaf yıldız” olsun, nesneyi incelerken ona dair muhtemelen çok şey öğrenebilirler.

Araştırmacılar, “Tahminimiz, bu nesnenin bilinen en hafif nötron yıldızı veya daha egzotik bir durum denklemine sahip bir ‘tuhaf yıldız’ olduğunu gösteriyor” diye yazdı: Nötron yıldızı maddesine dair standart bir hipotez benimsemek, maddenin hallerine yönelik uyumlu denklemlerin sınırlandırılmasını sağlar.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın