ABD, Nükleer Kapasiteli Hayalet Bombardıman Uçağı B-21’i Tanıttı

Amerika Birleşik Devletleri (ABD) savunma sanayi şirketi Northrop Grumman,  hem konvansiyonel hem de nükleer silah taşıma kapasitesine sahip bombardıman uçağı B-21’i tanıttı. ABD hava kuvvetlerinin B-2 uçaklarının yerine en az 100 adet B-21 uçağı satın alması bekleniyor.

Projede uçağın motorunu üreten Pratt & Whittney’in yanı sıra BAE Systems, Collins Aerospace, GKN Aerospace gibi 40 ülke ve 400’den fazla tedarikçi yer alıyor. Farklı montaj aşamalarındaki 6 uçağın 2023 yılı ortalarında havalanması bekleniyor.

ABD Savunma Bakanlığı uzun süredir gizli şekilde geliştirilen yeni nesil hayalet nükleer bombardıman uçağını tanıttı. ABD’nin 30 yılı aşkın bir süre sonra geliştirdiği ilk bombardıman uçağı olan B-21 Raider, Çin’le gelecekte olası bir çatışma konusunda gittikçe artan endişelere Pentagon’un bir yanıtı olarak değerlendiriliyor.

Programın neredeyse her boyutu gizli tutuluyor. Altıncı nesil bombardıman uçağının California’nın Palmdale kentindeki bir hava tesisinde tanıtılması öncesinde yalnızca tasarımı gösteren birkaç çizim paylaşıldı.

Düşman radarını daha kolay atlatabiliyor

Uçağın tasarımını gösteren çizimler Raider’ın yerini alacağı siyah nükleer hayalet uçak B-2 Spirit’e benzediğini gösteriyor.

Yeni bombardıman uçağı Raider’ı geliştiren Northrop Grumman şirketinin genel müdürü Kathy Warden, benzerlikler olsa da özelliklerine ayrıntılı şekilde bakıldığında, bilgisayar sistemindeki gelişmeler ve uçağa eklenebilen yazılım özellikleri açısından, yeni uçağın B-2’ye kıyasla aşırı gelişmiş olduğunu vurguladı.

Savunma uzmanları yeni nesil uçağın dış cephesinde daha gelişmiş malzemelerin kullanıldığını, bu özelliğin uçağın tespit edilmesini zorlaştırdığını, yeni bombardıman uçağının düşman devletlerin radarlarını daha kolay atlatabildiğini ve kendisini başka bir obje olarak gizleyebildiğini söylüyor.

Pentagon bu hafta içinde açıkladığı yıllık Çin raporunda Pekin’in 2035 yılına kadar bin 500 nükleer silaha sahip olma yolunda ilerlediğini; hipersonik silah, siber savaş ve uzay kabiliyeti gibi alanlardaki kazanımlarının, ABD’nin ulusal güvenliğine yönelik en somut ve sistemik sorun olduğunu belirtmişti.

Altı adet B-21 üretim aşamasında

Şu anda altı adet B-21 Raider’ın üretim aşamasında olduğu ve ABD Hava Kuvvetleri’nin nükleer ya da konvansiyonel silah taşıyabilen ve mürettebatlı ya da mürettebatsız uçabilen bu uçaktan 100 adet geliştirmeyi planladığı kaydediliyor.

Hem ABD Hava Kuvvetleri hem Northtrop, Raider’ın nispeten hızlı bir şekilde geliştirildiğini, sözleşme sürecinden tanıtım aşamasına yedi yıl içinde gelindiğini belirtiyor. Diğer yeni savaş uçakları ve gemi programlarının onlarca yıl aldığı ifade ediliyor.

Yeni nesil bombardıman uçağının maliyeti bilinmiyor. Hava Kuvvetleri 2010 yılında 100 adetlik bir alımda tek bir uçağın fiyatının ortalama 550 milyon dolar olduğunu belirtmişti.

Raider’ın ilk uçuşunu en erken 2023’te yapması planlanıyor. Ancak Northtrop Grumman, gelişmiş bilgisayar teknolojisiyle Raider’ın performansını, ‘dijital ikizini’ yani tanıtılacak olan uçağın sanal bir replikasını kullanarak test ettiğini söylüyor.

ABD’nin gelecekteki hava gücünün bel kemiğini oluşturması beklenen B-21 Raider’ın bazı özellikleri şu şekilde:

  • Yeni nesil hayalet uçak teknolojisine sahip ve çevik bir yazılım kullanıyor
  • Düşman radarlarını daha kolay atlatabiliyor
  • Kendisini başka bir obje olarak gizleyebiliyor
  • Gelişmiş uzun menzilli tam isabetli vuruş kapasitesine sahip
  • Hava Kuvvetleri’nin yeni programa en az 55 milyar dolar harcaması bekleniyor.
Paylaşın

Dikkat Çeken Araştırma: Kovid 19 Salgını Ergenlerin Beyinlerini Yaşlandırdı

Yeni yapılan bir araştırma, yeni tip koronavirüs (Kovid 19) salgınıyla bağlantılı stresin ergenlerin beyinlerinde fiziksel değişikliğe yol açtığını ve beyin yapısında salgın öncesindeki yaşıtlarına kıyasla daha yaşlandırdığını ortaya koydu.

Salgının dünya genelinde özellikle gençlerin ruh sağlığını olumsuz etkilediği her geçen gün yeni bir çalışma ile kanıtlanıyor. Karantina tedbirleri nedeniyle okulların ve diğer sosyalleşme alanlarının kapalı olması çocukların ve gençlerin duygusal sağlığına büyük zarar verdi.

Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Stanford Üniversitesi’nde yapılan yeni bir araştırma ise salgınla bağlantılı stresin ergenlerin beyinlerinde fiziksel değişikliğe yol açtığını ve beyin yapısında salgın öncesindeki yaşıtlarına kıyasla daha yaşlandırdığını ortaya koydu.

Biological Psychiatry dergisinin Global Open Science bölümünde yayımlanan çalışma kapsamında araştırmacılar, San Francisco körfez alanındaki 81 ergenin salgın öncesi çekilen manyetik rezonans görüntüleme (MRI) taramasını, 82 ergenin Ocak 2020 ve Mart 2022 tarihlerinde, salgının sürdüğü ancak karantinanın kaldırıldığı dönemde çekilen MRI taramalarıyla karşılaştırdı.

Bu katılımcıların 64’ünün yaş ve cinsiyet gibi faktörleri açısından eşleştirildi.

Araştırmacılar karantina sonrasında değerlendirilen ergenlerin, salgın öncesindekilere göre ruh sağlığı sorunlarını daha ağır şekilde içselleştirdiğini fark etti. Daha da ötesi, karantina sonrası değerlendirilen ergenlerde beyin zarı kalınlığının azaldığı, hippokampal ve amigdala hacminin büyüdüğü ve beyin yaşının daha fazla ilerlediği anlaşıldı.

Sonuç itibariyle, karantina sonrasında değerlendirilen ergenler, tipik olarak yaşlılarda ya da çocuklukta kayda değer talihsizlikler deneyimlerde görülen nöroanatomik özellikler sergiledi. Bir başka deyişle bu ergenlerin beyinleri zamanından önce yaşlandı.

Araştırmacılar başka bir çalışma üzerindeydi

Çalışma esasında salgının ergenlerin beyin yapısını nasıl etkilediğini araştırmak için başlamadı. Araştırmaya katılan çocuklar, ergenlikte depresyonla ilgili uzun soluklu bir çalışma grubunda yer alıyordu. Ancak Kovid 19 salgını ile araştırmacılar planladıkları düzenli MRI taramalarını yapamadı.

Beyin taramaları yeniden başladığında ise, araştırmacılar çalışmaya kaldıkları yerden devam edemeyeceklerini anladı.

Euronews Next’e konuşan Stanford Üniversitesi’nden psikoloji profesörü Ian Gotlib araştırmada büyük bir açık oluştuğunu belirterek, “İstatistiksel olarak bu açığı kontrol edebilirdik, ama bu o çocukların salgın öncesindeki çocuklarla aynı olduğunu varsayımına dayanıyordu ve biz durumun böyle olduğundan emin değildik” dedi.

Prof Gotlib, “Bu çocukların karantinalardan sonra yüksek oranda depresyon ve endişe ve üzüntü yaşadığını biliyorduk. Ama bilmediğimiz beyinlerinde değişim olup olmadığıydı. Ve beyinleri değişmişti” diye konuştu.

Prof Gotlib, bugüne kadar bu şekilde beyin yaşının ilerlemesi yalnızca şiddet, ihmal ya da ailesel sorunlar gibi kronik sıkıntılar yaşayan çocuklarda görüldüğüne dikkat çekti.

Beyin yapısındaki değişimler ne anlama geliyor?

Her ne kadar beyindeki fiziksel değişimler kulağa çok ciddi gelse de, bu değişimlerin ne anlama geldiği ya da  kalıcı olup olmadığı henüz bilinmiyor.

Prof Gotlib, “Bir karşılaştırma grubu yok. Önümüzdeki beş yıl içinde salgını yaşamamış çocuklarla kıyaslama yapamayacağız çünkü böyle bir grup yok” diyerek bu sorularının yanıtını bulmanın zorluğuna işaret etti.

“Belki bu değişim onları daha hızlı bir biyolojik yaşlanmaya götürür. Ya da belki bu geçici bir şeydir ve salgın stresine karşı bir tür tepkidir” diyen Gotlib, ergen beyninin hala esnek olduğunu ve görece daha kolay adapte olup değişebildiğine dikkat çekti.

Prof Gotlib, “Belki de bu salgın stresine uyumdur ve stres ne zaman azalırsa yaşlanma da yavaşlar” değerlendirmesinde bulundu.

Araştırmanın, kötüleşen ruh sağlığının değişebileceğini ortaya koymasının önemli olduğuna vurgu yapan Prof Gotlib, “İçine girip beyni doğrudan değiştiremezsiniz ama ruh sağlığını, depresyonu, anksiyeteyi doğrudan tedavi edebilirsiniz. Ve bence bu çok önemli” diye konuştu.

Gotlib bu gençlerin 20 yaşına geldiklerinde yeniden beyin taramasından geçeceklerinin bilgisini verdi.

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

Dikkat Çeken Araştırma: Gençlerde Sosyal Medya Bağımlılığı Yoksullukla İlişkili

Sosyal medya bağımlılığıyla ilgili bir anket üzerinden kullanıcıların maddi durumları analiz edildi. Bulgular, daha yoksul ergenlerde sorunlu sosyal medya kullanımı ihtimalinin daha yüksek olduğunu gösterdi. Uzmanlar sorunun, ekonomik eşitsizliğin daha fazla olduğu okullardaki gençlerde daha yaygın olduğunu bildirdi.

Sorunlu sosyal medya kullanımıyla gelir eşitliği arasındaki bağlantı, sadece ailesinin kendisine az destek verdiğini söyleyen gençlerde görüldü. Araştırma ekibi bulguların arkasındaki nedenlerden biri olarak, yoksul gençlerin fotoğraf ve videoları statü ve güçle eş tutukları için paylaşmaya daha yatkın olmasını düşünüyor.

Bilim insanları gençlerde sosyal medya bağımlılığının yoksullukla ilişkili olduğunu ortaya koydu.

Information, Communication and Society adlı hakemli bilimsel dergide yayımlanan araştırma, düşük gelirli aileden gelen ergenlerin, sosyal medya bağımlılığını gösteren davranışları gösterme ihtimalinin daha fazla olduğunu gösterdi.

Uluslararası bir ekibin çalışmasında, aralarında Türkiye’nin de olduğu 43 ülkeden 179 bini aşkın öğrenci incelendi.

Facebook ve Instagram gibi sosyal medya platformlarını kullanmadığında kötü hissetme, daha az kullanmayı deneyip başaramama, olumsuz duygulardan kaçmak için kullanma gibi davranışlardan en az 6’sı olan çocukların sorunlu sosyal medya kullanımı sergilediği belirtildi.

Sosyal medya bağımlılığıyla ilgili bir anket dolduran çocukların maddi durumları da analiz edildi.

Bulgular, daha yoksul ergenlerde sorunlu sosyal medya kullanımı ihtimalinin daha yüksek olduğunu gösterdi. Uzmanlar sorunun, ekonomik eşitsizliğin daha fazla olduğu okullardaki gençlerde daha yaygın olduğunu bildirdi.

Sorunlu sosyal medya kullanımıyla gelir eşitliği arasındaki bağlantı, sadece ailesinin kendisine az destek verdiğini söyleyen gençlerde görüldü.

Araştırma ekibi bulguların arkasındaki nedenlerden biri olarak, yoksul gençlerin fotoğraf ve videoları statü ve güçle eş tutukları için paylaşmaya daha yatkın olmasını düşünüyor.

Uzmanlar “Adım atın” çağrısı yaptı

Michela Lenzi, Frank J. Elgar ve Claudia Marino gibi araştırmacıların imza attığı araştırmada hükümetlerin yeni stratejiler geliştirerek gençlere yardım etmesi gerektiği savunuldu.

Uzmanlar etkin politikalar geliştirerek, gençlerin zararlı davranışlarını bir nebze de olsa önlenebileceğini ifade etti.

Araştırmanın başyazarı Lenzi de yetkililere yaptığı çağrıda “Eşitsizlikleri azaltmak ve ergenlerin sağlıksız sosyal medya kullanım davranışlarını kısıtlamak için adım atılmalı” dedi.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Tarihteki Bilinen En Eski Hayvanların ‘Ne Yediği’ Ortaya Çıktı

575 milyon yıl önce Ediyakaran Dönemi’nde yaşayan hayvanların yeşil algler ve bakterilerle beslendiği anlaşıldı. İncelenen canlılar arasında bilimsel adları Kimberella ve Dickinsonia olan iki hayvan yer aldı.

Salyangoz benzeri Kimberella’nın bir ağzı ve bağırsakları olduğu, yiyecekleri tıpkı modern hayvanlar gibi sindirdiği saptandı. Boyu 1,4 metreye kadar ulaşabilen yassı ve çizgili Dickinsonia’nın ise ağzı yoktu. Bu yüzden, bu hayvanın besinleri gövdesiyle emerek sindirdiği sonucuna varıldı.

Almanya’daki GFZ Yerbilimleri Araştırma Merkezi’nden Dr. Ilya Bobrovskiy liderliğindeki bir ekip, fosilleri çıplak gözle görülebilen, yani mikroskobik boyutlarda olmayan en eski canlılardaki kimyasalları analiz etti.

Bunun sonucunda yaklaşık 575 milyon yıl önce Ediyakaran Dönemi’nde yaşayan hayvanların yeşil algler ve bakterilerle beslendiği anlaşıldı.

İncelenen canlılar arasında bilimsel adları Kimberella ve Dickinsonia olan iki hayvan yer aldı.

Salyangoz benzeri Kimberella’nın bir ağzı ve bağırsakları olduğu, yiyecekleri tıpkı modern hayvanlar gibi sindirdiği saptandı.

Boyu 1,4 metreye kadar ulaşabilen yassı ve çizgili Dickinsonia’nın ise ağzı yoktu. Bu yüzden araştırmacılar, bu hayvanın besinleri gövdesiyle emerek sindirdiği sonucuna vardı.

Hakemli bilimsel dergi Current Biology’de yayımlanan araştırmanın başyazarı Bobrovskiy, konuyla ilgili şu açıklamada bulundu:

“Bulgularımız, Ediyakaran biyotasına ait hayvanların, Dickinsonia gibi tuhaf canlılardan ve Kimberella gibi daha gelişmiş hayvanlardan oluşan karışık bir ortam olduğunu gösteriyor.”

Bobrovskiy, “Özellikle Kimberella, insanların ve bugünkü diğer hayvanlarınkine benzer biyolojik özelliklere sahipti” diye ekledi.

Kimberella ve Dickinsonia fosillerini analiz eden araştırmacılar, önce modern hayvanların alametifarikası olarak görülen kolesterol izlerine rastladı.

Bunun ardından fosillerde başka moleküllere rastlanıp rastlanmayacağını araştıran ekip, bu eski hayvanlara ait olmayan diğer yağ moleküllerini buldu.

Bunların, söz konusu hayvanların ölmeden önce yediği son öğüne ait moleküller olduğu anlaşıldı. Ayrıntılı incelemeler sonucunda bu son öğünün de bakteri ve algler olduğu ortaya kondu.

Araştırma ekibinde yer alan, Avustralya Ulusal Üniversitesi’nden Profesör Jochen Brock, “Özellikle Kimberella’nın bağırsaklarındaki molekülleri analiz ettikten sonra tam olarak ne yediğini ve yiyecekleri nasıl sindirdiğini belirleyebildik” diye konuştu.

Kimberella’nın hangi besinlerin kendisi için iyi olduğunu kesinlikle bildiğini ve geri kalan her şeyi bağırsakları aracılığıyla filtrelediğini aktaran bilim insanı, “Fosillerdeki kimyasalları inceleyerek, hayvanların bağırsakları çoktan çürümüş olsa bile içerikleri görünür hale getirebiliyoruz” diye ekledi:

“Aynı tekniği, Dickinsonia üzerinde de kullandık ve bağırsağı olmadığını keşfettik.”

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Hubble’dan Nefes Kesici Fotoğraf

Hubble Uzay Teleskobu, yaklaşık 671 milyon ışık yılı uzaklıktaki Arp-Madore 417-391 adıyla bilinen sıradışı galaksi birleşimini görüntüledi. Hubble’ın nefes kesici görseli uzay ajansları tarafından dün paylaşıldı.

Arp-Madore 417-391, Eridanos Takımyıldızı’nda yer alıyor. İki galaksi, kütleçekim sebebiyle bir halkayı anımsatacak şekilde bükülmüş görünüyor. Galaksilerin çekirdekleri de yan yana duruyor.

Avrupa Uzay Ajansı (European Space Agenc-ESA) ve NASA’nın yönetimindeki Hubble Uzay Teleskobu, sıradışı galaksi birleşimini görüntüledi. Nefes kesici görsel uzay ajansları tarafından dün paylaşıldı.

Arp-Madore 417-391 adıyla bilinen birleşim, iki galaksiden meydana geliyor. Yaklaşık 671 milyon ışık yılı uzaklıktaki Arp-Madore 417-391, Eridanos Takımyıldızı’nda yer alıyor. İki galaksi, kütleçekim sebebiyle bir halkayı anımsatacak şekilde bükülmüş görünüyor. Galaksilerin çekirdekleri de yan yana duruyor.

Arp-Madore 417-391, A Catalogue of Southern Peculiar Galaxies and Associations’daki (Güney Olağandışı Gökadalar ve İlişkileri Kataloğu) çok sayıdaki büyüleyici gök cisminden biri. Gökbilimciler Halton Arp ve Barry Madore’un derlediği katalogda etkileşimli galaksiler yer alıyor.

Bununla birlikte görsel, Hubble’ın Gelişmiş Ölçme Kamerası’yla (Advanced Camera for Surveys-ACS) yakalandı. NASA, ACS’nin evrendeki galaksileri aramak için geliştirildiğini ifade etti:

Kamera 20 yıldır bilimsel keşiflere katkı sağlıyor. Kullanımı boyunca karanlık maddenin dağılımının haritalandırılmasından galaksi kümelerinin evriminin incelenmesine kadar her şeye dahil edildi.

ESA ve NASA’nın yönetimindeki Hubble, 32 yılını yeni galaksileri keşfetmek ve yıldızların, gezegenlerin ve diğer gök cisimlerinin çarpıcı anlarını kaydetmekle geçirdi.

NASA’ya göre teleskop şimdiye kadar yaklaşık 50 bin gök cismi üzerinde 1,5 milyon kez gözlem yaptı.

1990’da uzay mekiği Discovery aracılığıyla fırlatılan teleskop, adını Astronom Edwin Hubble’dan alıyor. Hubble şu anda James Webb Uzay Teleskobu için bir keşif aracı olarak kullanılıyor.

Paylaşın

James Webb, Bir Ötegezegenin Atmosferini Ayrıntılı Olarak Görüntüledi

Şimdiye kadar uzaya gönderilmiş en güçlü teleskop olan James Webb, nefes kesici görüntüler kaydetmeye devam ediyor. James Webb Uzay Teleskobu sayesinde, 700 ışık yılı uzaklıktaki “WASP-39b” adlı ötegezegenin atmosferi incelendi.

NASA’nın internet sitesinde yer alan habere göre; James Webb Teleskobunun kaydettiği görüntüler yardımıyla söz konusu ötegezegenin atmosferik bileşenlerinin profili çıkarıldı ve sülfür dioksit de dahil olmak üzere çok sayıda bileşen tespit edildi.

Böylelikle NASA, bir ötegezegenin atmosferinin daha önce görülmemiş halini paylaşmış oldu.

26 Ağustos’ta, Güneş Sistemi’nin dışında yer alan “WASP-39b” ötegezegeninin atmosferinde, ilk kez karbondioksit olduğu belirlenmişti.

Satürn’e yakın büyüklükte kütleye sahip olduğu belirtilen WASP-39b, Jüpiter’in ise üçte biri büyüklüğünde.

NASA, 25 Aralık 2021’de dünyanın en büyük ve en gelişmiş uzay teleskobu James Webb’i uzaya fırlatmıştı.

NASA’nın Avrupa ve Kanada uzay ajanslarıyla ortak çalışmasının ürünü olan Webb, bugüne kadar yapılmış en büyük ve güçlü ancak 31 yaşında olan, çalışma ömrünün sonuna yaklaşan Hubble Uzay Teleskobu’nun halefi görülüyor.

Teleskobun kızılötesi gözleri evrenin derinliklerine bakıyor

25 Aralık 2021’de ESA’nın Ariane 5 adlı kargo roketiyle fırlatılan teleskobun kaydettiği görüntüler, yıldızların ve galaksilerin evriminin daha iyi anlaşılmasını sağlayacak.

Gözlem aracının MIRI ve diğer kızılötesi kameraları, bir zaman makinesi görevi görüyor.

Güçlü teleskopları kullanarak çok uzaktaki gök cisimlerini inceleyen bilim insanları, ilgili gök cisminden gelen ışığın Dünya’ya ulaşma süresi uzadığı için “zamanda geriye bakma” imkanı yakalıyor.

James Webb Uzay Teleskobu ise 13,5 milyar yıl öncesini, yani evrenin yeni oluştuğu zamanı gözlemleyebilecek kadar güçlü bir cihaz.

Evrendeki en eski galaksiler, Büyük Patlama’ya o kadar yakın bir dönemde oluştu ki bunların ışığı Dünya yörüngesine ulaştığında son derece soluk oluyor.

Bu ışık evrende ilerlerken genişleyip dağılarak spektrumun kızılötesi ucuna doğru kayıyor. Gözlemlenebilmesi içinse son derece güçlü bir teleskop gerekiyor.

Hubble şimdiye dek geçmişe dair birçok gizemi aydınlatmayı başardı. Ancak gücü bu türden gözlemlere yetmiyordu. Ayrıca Hubble çoğunlukla ultraviyole ve görünür ışıkta gözlem yapmıştı.

Öte yandan James Webb Uzay Teleskobu, kızılötesinde rahatça gözlem yapabilmek için gereken tüm kriterleri karşılıyor.

Paylaşın

Dünya’nın Kütlesi Yaklaşık ‘Altı Ronnagram’ Oldu

Dünya’nın kütlesi yaklaşık 6 ronnagram oldu. 6 ronnagram, 6’nın yanına 27 sıfır ekleneceği anlamına geliyor. Jüpiter ise yaklaşık iki quettagram ediyor. Bu da ikinin yanına 30 sıfır eklenmesi demek.

Dünyanın dört bir yanından bilim insanı, Fransa’da bir araya gelerek, en büyük ve en küçük sayıları daha kolay ifade edebilmek için yeni ölçü birimlerini belirledi.

Böylelikle küresel standart olarak kabul edilen Uluslararası Birimler Sistemi’ne 30 yılı aşkın süre sonra ilk kez yeni örnekler eklenmiş oldu.

Yeni karara göre en büyük sayılar için “ronna” ve “quetta”, en küçükler içinse “ronto” ve “quecto” kullanılacak. Bunlar gram ve metre gibi ölçü birimlerinin önüne ek olarak gelecek.

Değişiklikler, her 4 yılda bir Paris’in batısındaki Versay Sarayı’nda gerçekleşen 27. Ağırlıklar ve Ölçüler Genel Konferansı’na katılan bilim insanları ve hükümet temsilcileri tarafından oylandı.

Yeni ön eklerin getirilmesi girişimine öncülük eden Birleşik Krallık Ulusal Fizik Laboratuvarı, kararın kabul edildiğini bir bildiriyle açıkladı.

Ön ekler, büyük miktarların ifade edilmesini kolaylaştırıyor. Örneğin, bir kilometre yerine 1000 metre, bir milimetre yerine ise metrenin binde biri ifadesini kullanmak, karmaşık hesaplamalarda işleri zorlaştırabilir.

Uluslararası Birimler Sistemi, 1960’ta ilk kurulduğundan beri, bilimsel ihtiyaçlar doğrultusunda ön eklerin sayısını artırıyor. En son 1991’de, büyük moleküler miktarları ifade etmek isteyen kimyagerler, “zetta” ve “yotta” birimlerini listeye ekletmişti.

Büyük ölçümlerde kullanılan yottametre, ilgili rakamın ardına 24 sıfır ekliyor.

Ancak Birleşik Krallık Ulusal Fizik Laboratuvarı’nın yöneticilerinden Richard Brown’a göre, yotta bile dünyanın “doymak bilmez veri iştahıyla” başa çıkmak için yeterli değildi.

Brown, “Şu anda verileri, en büyük ön ek olan yottabayt cinsinden ifade ediyoruz. Ama sınıra çok yakınız” ifadelerini kullandı.

Dünyanın yeni kütlesi

Yeni ön ekler, gezegenlerin ağırlığını ifade etmede de işlevli olabilir.

Brown, “Mesafe yerine kütleyi düşünelim. Dünya’nınki yaklaşık 6 ronnagram olur” dedi. 6 ronnagram, 6’nın yanına 27 sıfır ekleneceği anlamına geliyor.

Bilim insanı, “Jüpiter ise yaklaşık iki quettagram ediyor” diye ekledi. Bu da ikinin yanına 30 sıfır eklenmesi demek.

Öte yandan, Uluslararası Birimler Sistemi tarafından onaylanmamış ama halihazırda kullanılan ekler de mevcut. Veri büyüklüğünü ifade eden rontobayt ve hellabayt bunlardan ikisi.

Google, 2010’dan beri baytlar için bu ön ekleri kullanıyor.

Brown, “Bunlar gayri resmi şekilde dolaşımda olan terimlerdi, bu yüzden bir şeyler yapmamız gerektiği açıktı” diye konuştu.

Kararın arkasındaki uzmanlar, yeni öneklerin “sistemi geleceğe hazırlayacağını” ve en azından önümüzdeki 20 ila 25 yıl boyunca bilim dünyasının ihtiyacını karşılamaya yeteceğini düşünüyor.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Samanyolu Galaksisi’nin ‘En Yaşlı’ Yıldızı Keşfedildi

Dünya’nın da içinde yer aldığı Güneş Sistemi’ni kapsayan Samanyolu Galaksisi’nin en eski yıldız sistemi keşfedildi. Warwick Üniversitesi öncülüğündeki gökbilimciler galaksimizde, yörüngesindeki gezegenlerden enkaz toplayan en eski yıldızı tespit etti ve bu yıldız, Samanyolu’nda keşfedilen en eski kayalık ve buzlu gezegen sistemlerinden biri oldu.

Bilim insanlarının ulaştığı bulgular 5 Kasım günü Royal Astronomical Society’nin aylık bülteninde yayınlandı. Araştırmada, Dünya’ya 90 ışıkyılı mesafedeki soluk bir beyaz cücenin ve yörüngedeki gezegen sisteminin kalıntılarının 10 milyar yıldan daha yaşlı olduğu sonucuna varıldı.

Güneşimize benzeyenler de dahil olmak üzere, yıldızların büyük kısmının yazgısı bir beyaz cüceye dönüşmek. Beyaz cüceler, yakıtının tamamını tüketip dış katmanlarını uzaya saçan ve artık bir küçülme ve soğuma sürecinden geçen yıldızlardır. Bu süreç esnasında, yörüngede dolanan gezegenler parçalarına ayrılır ve kimi durumlarda dağılan enkazlar beyaz cücenin yüzeyine çekilerek yok edilir.

Bu araştırma doğrultusunda, Warwick Üniversitesi öncülüğünde çalışan bir astronomi ekibi, Avrupa Uzay Ajansı’na ait GAIA adlı uzay gözlemevince saptanan iki olağandışı beyaz cüceyi modelledi. Araştırma ekibinin daha fazla analize tabi tuttuğu yıldızların her ikisi de gezegen enkazlarıyla kirlenmiş durumda; biri alışılmadık düzeyde mavi, diğeriyse yerel galaktik mahallemizde bugüne dek saptanan en soluk ve en kırmızı yıldız.

Gökbilimciler, “kırmızı” yıldız WDJ2147-4035’in ne kadar sürede soğuduğunu anlamak için GAIA, Karanlık Enerji Araştırması ve Avrupa Güney Gözlemevi’nde bulunan X-Shooter aracından elde edilen spektroskopik ve fotometrik verileri kullanarak, yıldızın yaklaşık 10,7 milyar yaşında olduğunu ve 10,2 milyar yılını bir beyaz cüceye dönüşerek geçirdiğini ortaya çıkardılar.

Spektroskopi, bir yıldızın atmosferinde bulunan elementlerin farklı renklerdeki ışığı ne kadar zaman boyunca emdiğini saptayabilen ve bunların hangi elementler olduğunu ve ne kadarının atmosferde mevcut olduğunu belirlemeye yardım eden, yıldızdan gelen ışığın farklı dalga boylarındaki analizini içerir. Araştırma ekibi, WDJ2147-4035’in spektrumunu inceleyerek, yıldızda biriken sodyum, lityum, potasyum ve geçici olarak tespit edilen karbon metallerinin mevcudiyetini ortaya çıkardı ve bulgular onu şu ana dek keşfedilen en eski metalle kirlenmiş beyaz cüce haline getirdi.

Gezegenlerin evrimine ilişkin yeni bilgilere ulaşıldı

Mavi olan ikinci yıldız WDJ1922+0233, WDJ2147-4035’ten yalnızca biraz daha genç ve Dünya’nın kıtasal kabuğunu andıran bir bileşime sahip olan gezegen kaynaklı enkazlarla kirlenmiş halde. Bilim ekibi, düşük ısıdaki yüzey sıcaklığına karşın WDJ1922+0233’ün mavi renginin, olağandışı helyum-hidrojen karşımı atmosferinden kaynaklandığı neticesine ulaştı.

Diğer yandan, kırmızı olan WDJ2147-4035 yıldızının barındırdığı neredeyse saf haldeki helyum ve yüksek yer çekimli atmosferinde var olan enkaz yıldızın bir beyaz cüceye dönüşümünden sağ kurtulan eski bir gezegen sisteminden geriye kalanlardan oluşuyordu ve gökbilimcilerin, bunun en eski gezegen sistemi olduğu sonucuna varmasına imkân tanıdı.

Warwick Üniversitesi Fizik Bölümü’nde doktora öğrencisi olan araştırma başyazarı Abbigail Elms, şöyle konuştu: “Bu, metalle kirlenmiş haldeki yıldızlar, Dünya’nın eşsiz olmadığını, Dünya’ya benzer gezegensel yapılara sahip başka gezegen sistemleri olduğunu gözler önüne seriyor. Var olan bütün yıldızların yüzde 97’si beyaz cüce haline gelecek ve evrenin her yerinde o denli çoklar ki, özellikle de bu son derece havalı olanları anlamak büyük önem taşıyor. Galaksimizde var olan en eski yıldızlardan meydana gelen soğuk beyaz cüceler, Samanyolu’ndaki en eski yıldızların yörüngesinde dönen gezegen sistemlerinin oluşumu ve evrimine dair bilgi sağlıyor. Geçmişte Samanyolu’nda Dünya’ya benzeyen gezegenlerce kirletilen en eski yıldız kalıntılarını ortaya çıkardık. Bu olayın 10 milyar yıllık bir ölçekte meydana geldiğini ve bu gezegenlerin Dünya oluşmadan çok daha önceleri yok olduğunu düşünmek şaşkınlık verici.”

“Evrenin geçmişine ve geleceğine bakabileceğiz”

Bunun yanı sıra, gökbilimciler, bu metallerin yıldızın çekirdeğinde ne hızla battığını tespit etmek amacıyla yıldızın spektrumlarını da kullanabiliyorlar ve bu, zamanda geriye doğru bakmalarına ve bu metallerin her birinin orijinal gezegen gövdesinde ne oranda bulunduğunu belirlemelerine imkân sağlıyor. Bu materyal düzeylerini, kendi güneş sistemimizde var olan astronomik nesnelerle ve gezegen kaynaklı materyallerinkiyle karşılaştırarak, yıldız henüz ölmeden ve bir beyaz cüceye dönüşmeden önce bu gezegenlerin ne durumda olacağını öngörebiliriz; bununla birlikte, WDJ2147-4035’in durumunda, bunu yapmanın epey zor olduğu kanıtlandı.

Abbigail, “Kızıl yıldız WDJ2147-4035, yığılan gezegensel enkaz lityum ve potasyum açısından zengin olduğu ve kendi güneş sistemimizde bilinen hiçbir şeye benzemediği için hâlâ gizemini koruyor. O, aşırı soğuk yüzey sıcaklığı, onu kirleten metaller, ileri yaşı ve manyetik oluşu onu son derece ender bulunur hale getirdiği için, fazlasıyla ilgi çekici bir beyaz cüce” diyor.

Warwick Üniversitesi Fizik Bölümü’nden Profesör Pier-Emmanuel Tremblay, şu ifadeleri kullanıyor: “Bu yaşlı yıldızlar günümüzden 10 milyar yıldan daha uzun bir süre önce ortaya çıktığında, metaller evrim geçiren yıldızlarda ve devasa yıldız patlamalarında meydana geldiği için, şimdikine kıyasla evren metal bakımından daha fakirdi. Gözlemlenen iki beyaz cüce, Güneş Sistemi’nin meydana geldiği koşullardan farklı, metaller bakımından fakir ve gazlar bakımından zengin olan bir ortamdaki gezegen oluşumuna dair heyecan verici bir bakış imkânı sunuyor.”

(Kaynak: Gazete Duvar)

Paylaşın

Kızıl Gezegen’e (Mars) Dair Yeni Bulgular Şaşırttı

Yeni yayımlanan bir araştırma, göktaşı çarpmalarından elde edilen kanıtlar doğrultusunda, Mars (Kızıl Gezegen) yüzeyinin altının göründüğü veya beklendiği kadar basit olmadığını öne sürüyor.

Mars’ın yüzeyi bazaltik kayaçtan, yani erimiş lav olarak ortaya çıkan materyalden oluşuyor. Ancak Iowa Üniversitesi Dünya ve Çevre Bilimleri’nde doktor öğretim üyesi ve çalışmanın yazışmadan sorumlu yazarı Valerie Payré’ye göre araştırmacılar, yüzeyin kilometrelerce altından meteor çarpmalarıyla çıkan materyalde daha yüksek yoğunlukta silikon buldu. Normalde bazaltik kayaçlarda bu miktarlarda silikon bulunmamalı.

Dünya’yla karşılaştırıldığında Mars jeolojik açıdan ölü bir gezegen. Mars, Dünya gibi manyetik alan oluşturan sıvı bir demir çekirdeğe sahip değil ve aktif levha tektoniği de yok. Dünya’nın aksine, Kızıl Gezegen’in kabuğu gezegenin dış yüzeyine doğru katlanmadı ve milyarlarca yıllık süren bir katlanma süreciyle tekrar tekrar sıkıştırılmadı.

Bu nedenle bilim insanları uzun zamandır Mars kabuğunun, yani gezegenin en dış katmanının basit bir yapı olduğunu ve kesinlikle Dünya’nın kabuğu kadar çeşitlilik göstermediğini düşünüyordu. Öte yandan, hakemli bilimsel dergi Geophysical Research Letters’ta cuma günü yayımlanan yeni bir araştırma, göktaşı çarpmalarından elde edilen kanıtlar doğrultusunda, Mars yüzeyinin altının göründüğü veya beklendiği kadar basit olmadığını öne sürüyor.

Mars’ın yüzeyi bazaltik kayaçtan, yani erimiş lav olarak ortaya çıkan materyalden oluşuyor. Ancak Iowa Üniversitesi Dünya ve Çevre Bilimleri’nde doktor öğretim üyesi ve çalışmanın yazışmadan sorumlu yazarı Valerie Payré’ye göre araştırmacılar, yüzeyin kilometrelerce altından meteor çarpmalarıyla çıkan materyalde daha yüksek yoğunlukta silikon buldu. Normalde bazaltik kayaçlarda bu miktarlarda silikon bulunmamalı.

Dr. Payré yaptığı açıklamada, “Bileşimde daha fazla çakmaktaşı var ve bu da kayaları bazalt değil, bileşim açısından daha gelişmiş dediğimiz hale getiriyor” dedi.

Bu bize Mars’ta oluşmuş kabuğun kesinlikle bildiğimizden daha karmaşık olduğunu söylüyor. Yani bu, daha çok bu süreci ve bunun özellikle de Dünya’nın kabuğunun ilk olarak oluşum biçimi açısından ne anlama geldiğini anlamakla ilgili.

Dr. Payré ve meslektaşları, NASA’nın Mars Keşif Yörünge Aracı’nın çektiği görüntüleri kullanarak Mars’ın güney yarım küresindeki 9 noktada (çarpma kraterleri ve yüzeydeki diğer çatlaklar veya kırıklar) yüksek silikon yoğunlaşmaları buldu.

Bilim insanları Mars’ın 4,5 milyar yıl önce, muhtemelen uzaydaki devasa kayalık cisimler arasındaki çarpışmanın bir parçası olarak oluştuğuna inanıyor. Böyle bir çarpışma, tüm gezegeni yapışkan, sıvı bir magma karmaşası, nihayetinde de üzerinde ince bir kabuğun donduğu bir “magma okyanusu” haline getirmiş olabilir.

Öte yandan, ilk başta Mars’ın bir kısmı böyle bir çarpışmadan sonra katı kalmışsa, yani magma okyanusu içindeki adalar olarak kalmışsa bu, kabuğun bazaltikten ziyade silikon olduğu alanları açıklayabilir. Araştırmacılar, bu 9 bölgedeki kabuğu 4,2 milyar yıla tarihlendirdi ki bu, şimdiye kadar Mars’ta tespit edilen en eski kabuk oldu.

Dr. Payré, “Yüzeydeki keşif araçları, bazaltikten ziyade silisyumlu kayalar gözlemledi” dedi ve ekledi: Bu yüzden, kabuğun daha silisyumlu olabileceğine dair fikirler vardı. Ancak erken kabuğun nasıl oluştuğunu veya kaç yaşında olduğunu hiç bilmiyorduk ve halen bilmiyoruz, bu yüzden bu halen bir tür gizem.

Mars’ın kabuğunu incelemek, bilim insanlarının Dünya’nın kadim geçmişinde nasıl oluştuğunu daha iyi anlamalarını sağlayabilir. Gezegenimiz jeolojik açıdan aktif olduğundan, en eski kabuğun büyük kısmı, tektonik plakaların birleştiği dalma bölgelerinde gezegenin iç kısımlarına geri dalarak sürece yeniden başlıyor.

Dr. Payré, “Gezegenimizin kabuğunu başlangıcından beri tanımıyoruz; yaşamın ilk ne zaman ortaya çıktığını bile bilmiyoruz” dedi ve ekledi: Pek çok kişi bu ikisinin bağlantılı olabileceğini düşünüyor. Dolayısıyla, uzun zaman önce kabuğun neye benzediğini anlamak, gezegenimizin tüm evrimini anlamamızı sağlayabilir.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Bilim İnsanları, Dünyaya En Yakın ‘Kara Deliği’ Tespit Etti

Bilim insanları, dünyaya şu ana kadar bilinen en yakın kara deliği keşfetti. 1.600 ışık yılı uzaklıkta yer alan kara delik güneşten 10 misli daha büyük ve yeryüzüne daha önce tespit edilenden 3 misli daha yakın.

Bilim insanları kara deliği ona eşlik eden yıldızı sayesinde tespit edebilidi. Yıldızın kara deliğin etrafında dünyanın güneş yörüngesi ile aynı mesafede bir yörüngede seyrettiği keşfedildi.

Astrofizik Merkezi’nde görevli Kareem El-Badry yaptığı açıklamada, Avrupa Uzay Ajansı’nın (ESA), Samanyolu Galaksisi’nin (Milky Way) doğru ve eksiksiz haritasını oluşturmak amacıyla Gaia misyonu kapsamında topladığı veriler değerlendirilirken, “kara deliğin” tespit edildiğini aktardı.

El-Badry ve ekibinin ABD’nin Hawaii eyaletindeki Gemini Uluslararası Rasathanesi’nden aldığı bilgileri de teyit ederek kaleme aldığı bilimsel makale, aylık çıkan Kraliyet Astronomi Derneği (Royal Astronomical Society) dergisinde yayımlandı.

Kara delik nedir?

Kara delik; uzayda bulunan ve ışığın dahi kaçamadığı çok çok güçlü bir çekim gücüne sahip olan kozmik gökcismidir. Einstein’ın genel görelilik kuramıyla tanımlanmış olan kara delikler ışık yaymadığı için kara olarak nitelendirilir.

Kara delikler ne kadar büyüktür?

Kara delikler çeşitli büyüklüklerde olabilirler, fakat temel olarak 3 çeşit kara delik vardır. Kara deliklerin Kütle si ve büyüklüğü onların türünü belirler.

En küçük kara delikler ilksel kara delikler olarak bilinir. Bilimciler, bu tür kara deliklerin bir atom kadar küçük olduklarını ancak büyük bir dağ kadar büyük bir kütleye sahip olduklarını düşünüyorlar.

En yaygın kara delik tipi ise yıldızsal olarak isimlendirilen orta-büyüklükteki kara deliklerdir. Bir yıldızsal kara deliğinin kütlesi Güneş’in kütlesinden yaklaşık 20 kat daha büyük olabilir ve yaklaşık olarak 16 km çapındaki bir topun içerisine yerleştirilebilir. Samanyolu Galaksi’sinde düzinelerce yıldızsal kara delik bulunabilir.

En büyük kara delikler ise “süper kütleli” olarak isimlendirilir. Bu kara delikler bir milyon tane Güneş’in bileşiminden daha büyük kütlelidirler ve çapı, yaklaşık olarak Güneş Sistemi büyüklüğünde olan bir topun içerisine yerleştirilebilir. Bilimsel deliller; büyük galaksilerin her birinin merkezinde bir tane süper kütleli kara delik bulunduğunu gösteriyor.

Samanyolu Galaksisi’nin merkezinde olduğu düşünülen süper kütleli kara deliğin ismi ise Sagittarius A’dır. Bu kara delik, yaklaşık 4 milyon tane Güneş’in kütlesine eşit bir kütleye sahiptir ve yaklaşık bir güneş büyüklüğünde çapı olan bir topun içerisine yerleştirilebilir.

Kara delikler nasıl oluşurlar?

İlksel kara deliklerin evrenin ilk zamanlarında, Büyük Patlama’dan (Big Bang) hemen sonra oluştuğu düşünülüyor.

Yıldızsal kara delikleri ise; çok büyük kütleli bir yıldızın kendi merkezine doğru patlaması (çöküşü) sonucu oluşurlar. Bu çöküş aynı zamanda bir süpernovaya ya da uzaya doğru patlayan yıldız patlamalarına sebep olur.

Süper kütleli kara delikler için ise; bilimciler bu kara deliklerin içerisinde bulundukları galaksiler ile aynı anda oluştuklarını düşünüyorlar. Bu kara deliklerin büyüklüğü içerisinde bulundukları galaksinin kütlesine ve büyüklüğüne bağlıdır.

Paylaşın