James Webb, İlk Gezegenini Buldu: Dünya’ya Çok Benziyor

Şimdiye kadar uzaya gönderilmiş en güçlü teleskop olan NASA’nın James Webb Uzay Teleskobu (JWST) ilk gezegenini buldu. Bilim insanlarına göre gezegen kendi dünyamızla neredeyse aynı büyüklükte ve JWST’nin hassasiyeti onlara gözlemlerinden son derece emin olabilme imkanı sunuyor.

Independent Türkçe‘de yer alan habere göre, bunun NASA’nın yeni uzay teleskobu tarafından bulunan bir dizi gezegenin sadece ilki olması bekleniyor. Dahası JWST, uzak gezegenlerin atmosfer özelliklerini tespit edebilen tek teleskop olarak bu gezegenleri hiç olmadığı kadar çok ayrıntılı görebilecek.

Fakat şimdilik bilim insanları sadece gezegenin atmosferinde neyin bulunmadığını söyleyebiliyor. Örneğin bu gezegen, Satürn’ün uydusu Titan’daki gibi metan ağırlıklı yoğun bir atmosfere sahip olamaz.

Araştırmacılar, bu uzak gezegenin atmosferinin özelliklerini zamanla daha iyi saptayabilmeyi umuyor. Fakat bulgular JWST’nin diğer gezegenleri incelemedeki kullanımını da ortaya koyuyor. Gelecek haftalarda ve aylarda çok daha fazla keşif yapılması bekleniyor.

NASA’nın Washington’daki genel merkezinden Astrofizik Bölümü Direktörü Mark Clampin, bu konuda hemfikir olarak “Dünya büyüklüğünde, kayalık bir gezegenden elde edilen bu ilk gözlemsel sonuçlar, Webb’le kayalık gezegen atmosferlerini incelemek için gelecekteki birçok olasılığın kapısını açıyor” diyor.

Webb bizi Güneş Sistemi dışındaki Dünya benzeri gezegenlere dair yeni bir anlayışa giderek daha çok yaklaştırıyor ve görev henüz daha yeni başlıyor.

LHS 475 b adı verilen gezegen Octans takımyıldızında, 41 ışık yılı uzaklıkta bulunuyor. Gezegene dair bir ipucu ilk olarak NASA’nın Geçiş Halindeki Ötegezegen Araştırma Uydusu (TESS) verilerinde tespit edildi fakat JWST bunu kısa sürede görüntüleyebilip doğrulayabildi.

Bu gezegen hakkında hâlâ pek çok şey bilinmiyor. Fakat ilk gözlemler gezegenle ilgili bazı detayları doğruladı: Çapı, Dünya çapının yüzde 99’u kadar ve gezegenimizden birkaç yüz derece daha sıcak.

Böyle küçük ve kayalık gezegenler, küçük boyutları görülmesi için güçlü araçlar gerektiğinden zor bulunuyor. Bununla birlikte yeni bulgular, JWST’nin artan gücünün yeni teknolojiyi kullanarak bu gezegenlerin nispeten kolay görülmelerini sağlayacağına işaret ediyor.

Johns Hopkins Üniversitesi’nden çalışmanın yürütülmesine katkıda bulunan Kevin Stevenson, “Bu kayalık gezegenin doğrulanması, görev araçlarının hassasiyetini vurguluyor” dedi.

Ve bu, Webb’in yapacağı birçok keşfin sadece ilki.

Teleskobun kızılötesi gözleri evrenin derinliklerine bakıyor

25 Aralık 2021’de ESA’nın Ariane 5 adlı kargo roketiyle fırlatılan teleskobun kaydettiği görüntüler, yıldızların ve galaksilerin evriminin daha iyi anlaşılmasını sağlayacak.

Gözlem aracının MIRI ve diğer kızılötesi kameraları, bir zaman makinesi görevi görüyor.

Güçlü teleskopları kullanarak çok uzaktaki gök cisimlerini inceleyen bilim insanları, ilgili gök cisminden gelen ışığın Dünya’ya ulaşma süresi uzadığı için “zamanda geriye bakma” imkanı yakalıyor.

James Webb Uzay Teleskobu ise 13,5 milyar yıl öncesini, yani evrenin yeni oluştuğu zamanı gözlemleyebilecek kadar güçlü bir cihaz.

Evrendeki en eski galaksiler, Büyük Patlama’ya o kadar yakın bir dönemde oluştu ki bunların ışığı Dünya yörüngesine ulaştığında son derece soluk oluyor.

Bu ışık evrende ilerlerken genişleyip dağılarak spektrumun kızılötesi ucuna doğru kayıyor. Gözlemlenebilmesi içinse son derece güçlü bir teleskop gerekiyor.

Hubble şimdiye dek geçmişe dair birçok gizemi aydınlatmayı başardı. Ancak gücü bu türden gözlemlere yetmiyordu. Ayrıca Hubble çoğunlukla ultraviyole ve görünür ışıkta gözlem yapmıştı.

Öte yandan James Webb Uzay Teleskobu, kızılötesinde rahatça gözlem yapabilmek için gereken tüm kriterleri karşılıyor.

Paylaşın

Araştırma: Dünyanın En Akıllı Köpek Cinsi Belli Oldu

Uzun bir süredir ‘en akıllı köpek türü’ olarak bilinen Border Collie cinsi köpeklerin aslında en akıllı köpekler olmadığı ortaya çıktı. Yayınlanan yeni bir araştırmada, Belçika Malinois kurdu en zeki köpek olarak kayıtlara geçti.

Finlandiya’daki Helsinki Üniversitesi’nden bilim insanları 13 farklı türden binden fazla köpeği karşı karşıya getirerek davranışsal ve zihinsel bir dizi testten geçirdi.

Bilim insanları, köpekleri incelerken hangisinin ‘en akıllı’ olduğu sorusuna da yanıt aradı.

Araştırma sonucunda, uzun bir süredir ‘en akıllı köpek türü’ olarak bilinen Border Collie cinsi köpeklerin aslında en akıllı köpekler olmadığı ortaya çıktı.

Bulguları Scientific Reports isimli tıp dergisinde yayınlanan araştırmada, Belçika Malinois kurdu en zeki köpek olarak kayıtlara geçti.

Polis birimleri tarafından da kullanılan köpeklerin bağımsız olduğu, problem çözmede, insanları anlamada ve tepkiye yanıt vermede ‘kusursuz’ olduğu belirtildi.

Ayrıca araştırmada bu iki köpek türünün yanı sıra Hovawart türü köpekler ile Spanish Water Dog isimli köpek türü de üst sıralarda yer aldı.

Araştırmayı yürüten Saara Junttila, yaptığı açıklamada, “Birçok türün kendine göre güçlü ve zayıf yanları var. Örneğin Labrador Retriever’lar insanları anlamada çok iyi ama problem çözme konusunda zayıf” dedi.

Araştırmada yer alan Dr. Katriina Tiina ise, “Belçika Malinois kurtları birçok test sonucunda çok iyi sonuçlar aldı. Border Collies isimli çoban köpekleri de birçok testte iyi sonuçlar elde etti” ifadelerini kullandı.

Paylaşın

“Teknolojik İlerleme Hızı Önemli Ölçüde Yavaşladı” Uyarısı

Minnesota Üniversitesi’nden araştırmacı Russell Funk, “Sağlıklı bir bilimsel ekosistemde yıkıcı keşiflerin ve pekiştirici gelişmelerin bir karışımı vardır fakat araştırmanın doğası değişiyor” dedi ve ekledi:

“Kademeli yeniliklerin yaygınlaşmasıyla, bilimi daha çarpıcı şekilde ilerleten o kilit atılımları yapmak daha uzun sürebilir.”

Bilim insanları, bilimsel yıkıcılığın ve teknolojik buluşların hızının önemli ölçüde yavaşladığını tespit etti.

Yeni bir makale, muazzam miktardaki yeni bilimsel ve teknolojik bilginin görünüşe göre yeni yıkıcı bulgu ve buluşlara katkı sağlamadığı uyarısını yapıyor.

Bilim insanları, teknolojik sürecin hızlandığını mı yoksa yavaşladığını mı incelemeye çalıştı. Bunu yapmak için 60 yıl boyunca yayımlanmış 45 milyon bilimsel makaleyi ve alınmış 3,9 milyon patenti incelediler.

Araştırmacılar bu bilgiyi, makalelerin ve patentlerin bilim ve teknolojideki atıflar üzerinde etkisini ölçen ve CD endeksi olarak bilinen bir araçla analiz etti. Bu endeks, bir makalenin bilim ve teknolojiyi ne kadar değiştirdiğini söylemekte kullanılabilecek bir “yıkıcılık puanı” verebiliyor.

Bilim insanları, bu muazzam boyuttaki bilimsel araştırma dizisini kullanarak iki farklı atılım türünü incelemeyi amaçladı: Mevcut bilgiye katkıda bulunarak sahip olduğumuz anlayışımızı güçlendirenler ve gerçekten yıkıcı olup araştırmacılara incelemek için yeni yollar gösterirken eski bilgileri kullanılmaz kılanlar.

Yazarlar, yeni araştırmaların daha az yıkıcı hale geldiğini ve mevcut duruma daha fazla ayak uydurduğunu tespit etti. Yazarların tespitine göre bu tüm disiplinlerde, özellikle sosyal bilimlerde ve teknolojide gerçekleşiyor.

Bunun neden yaşandığıysa tam olarak belli değil. Fakat yazarlar, bilim insanlarının ve mucitlerin yeni keşifleri için giderek daralan alanlara baktıklarını öne sürüyor.

Makalenin baş yazarı, Minnesota Üniversitesi’nden araştırmacı Russell Funk şunları söyledi:

Sağlıklı bir bilimsel ekosistemde yıkıcı keşiflerin ve pekiştirici gelişmelerin bir karışımı vardır fakat araştırmanın doğası değişiyor.

Kademeli yeniliklerin yaygınlaşmasıyla, bilimi daha çarpıcı şekilde ilerleten o kilit atılımları yapmak daha uzun sürebilir.

Bulguları açıklayan “Papers and patents are becoming less disruptive over time” (Makaleler ve patentler zaman içinde daha az yıkıcı hale geliyor) başlıklı makale dün Nature akademik dergisinde yayımlandı.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Evli Olmak, Alzheimer Ve Bunama Riskini Azaltıyor

Bunama (demans) spesifik bir hastalık olmayıp, hatırlama, düşünme veya günlük aktiviteleri yapmayı engelleyen karar verme yeteneğinin bozulması için kullanılan genel bir terimdir. Alzheimer hastalığı en yaygın türüdür. Demans çoğunlukla yaşlı yetişkinleri etkilese de, normal yaşlanmanın bir parçası değildir.

Norveç Halk Sağlığı Enstitüsü’nde yapılan bir araştırmaya göre evli olmak, Alzheimer ve bunama riskini azaltıyor. Hakemli bilimsel dergi Journal of Aging and Health’de yayımlanan bulgular, yaşlılıkta bekar olmanın bilişsel gerileme riskini artırdığı anlamına geliyor.

Araştırma, Norveç devletinin sağlık kayıtlarında yer alan 44 ila 68 yaşındaki 8 bin 706 yetişkinin verileri üzerinden yapıldı. Araştırma ekibi öncelikle bu yaşlı yetişkinlerin medeni durumlarını not etti. Daha sonra bu kişiler 70’li yaşlara kadar takip edildi ve kaçında 70 yaşından sonra bunama görüldüğüne bakıldı.

Araştırmanın başyazarı Vegard Skirbekk, “Orta yaşlarını evlilik birliği içinde geçirmekle yaşlılıkta daha düşük bunama riski arasında bağlantı tespit ettik” diye konuştu: Verilerimiz, demans vakalarının önemli bir kısmının boşanmış kişilerden oluştuğunu gösteriyor.

Araştırmacılara göre bu kişilerde bunama riskinin daha düşük olması, evliliğin önemli bir sosyal temas kaynağı olduğunu düşündürüyor.

Önceki araştırmalar, sosyal açıdan izole yaşamanın, özellikle erkeklerde ve çocuğu olmayanlarda demans için güçlü bir risk faktörü olduğunu ortaya koymuştu. Öte yandan, bu çalışma hem erkekleri hem de kadınları ve hem çocuklu hem de çocuksuz kişileri içeriyor.

Skirbekk, “Çalışmamızda evlilik hem erkekler hem de kadınlar için eşit derecede önemliydi” ifadelerini kullandı.

Bulgular verileri incelenen kişilerin yüzde 11,6’sında bunama, yüzde 35,3’ünde ise hafif bilişsel bozukluk geliştiğini ortaya koydu.

Katılımcılar arasında en düşük demans riski yaşam boyu evli kalanlarda, en yüksek risk ise evlenmemiş kişilerde tespit edildi. Evlenmemiş olanları sırasıyla boşanmış kişiler ve aralıklı olarak eşlerinden ayrılanlar izledi.

Araştırmacılar, hiç evlenmemiş kişilerdeki yüksek bunama riskinin çocuksuz olmalarına da bağlanabileceğini belirtiyor.

Skirbekk, “Çocuk sahibi olmak önemli gibi görünüyor” diyor: Öte yandan analizler, çocuksuz olmanın veya evlenmemenin bunama riskini artıran birincil mekanizma olup olmadığını belirleyemedi.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Bilim İnsanları, Dünya’daki Suyun Yaşını Belirledi

Güneş Sistemi, Güneş nebulası adı verilen dev bir moleküler buluttan doğdu. Bu bulut çoğunlukla suyun ana bileşeni olan hidrojeni içeriyordu. Onu da sırayla helyum, oksijen ve karbon takip ediyordu. Bulut ayrıca küçük silikat tozu ve karbonlu toz tanelerine de ev sahipliği yapıyordu.

Güneş Sistemi’ndeki suyun tarihi de bu noktada başladı. Dünya üzerindeki en eski suyun ise 4 milyar 571 milyon yıllık olduğu anlaşıldı.

GeoScienceWorld Elements adlı hakemli bilimsel dergide yayımlanan çalışmada Çinli ve İtalyan iki araştırmacı bir dizi karmaşık hesaplamayla gezegenin suyunun hangi dönemlerde oluştuğunu ayrıntılarıyla ortaya çıkardı.

Buna göre Dünya’daki suyun iki kaynağı var. İlki Güneş Sistemi soğuk bir bulutken ortaya çıktı. İkincisiyse gezegenlerin oluştuğu dönemde (4 milyar 543 milyon yıl önce) meydana geldi.

Araştırmacılar, Güneş Sistemi’nin doğuşunun erken aşamalarında meydana gelen ilk suyun da bir şekilde Dünya’ya ulaştığını söylüyor.

Güneş Sistemi aslında Güneş nebulası adı verilen dev bir moleküler buluttan doğdu. Bu bulut çoğunlukla suyun ana bileşeni olan hidrojeni içeriyordu. Onu da sırayla helyum, oksijen ve karbon takip ediyordu. Bulut ayrıca küçük silikat tozu ve karbonlu toz tanelerine de ev sahipliği yapıyordu.

Araştırma makalesine göre Güneş Sistemi’ndeki suyun tarihi de bu noktada başladı. Yani hidrojen ve oksijen reaksiyona girdi ve iki tür su buzu oluştu: Normal su ve döteryum içeren ağır su.

Döteryum, ağır hidrojen (HDO) adı verilen bir hidrojen izotopu. Çekirdeğinde bir proton ve (normal suyun aksine) bir de nötron yer alıyor.

Yeni araştırmanın arkasındaki Cecilia Ceccarelli ve Fujun Du, bu en eski suyun Dünya’da olup olmadığını anlamak için toplam su miktarı ve döteryumlu su miktarını kullandı.

Hesaplamaları sonucunda Dünya’daki suyun yüzde 1 ila 50’sinin Güneş Sistemi’nin doğuşunun ilk aşamasından geldiği ortaya çıktı.

Araştırmacılar yüzde 1 ila 50’nin çok geniş bir aralığa işaret ettiğini kabul ediyor. Ancak yine de Dünya’yı anlamak için son derece önemli bir bilgi olduğunu vurguluyor.

Araştırma makalesinde konuyla ilgili, “Kuyruklu yıldızlar ve asteroitlerdeki su da büyük oranda miras alındı” ifadelerine yer verdi.

Önde gelen hipotezlerden biri, kuyruklu yıldızlardan kopan asteroitlerin Dünya’yı bombardımana tuttuğu ve bu sırada gezegene su molekülleri taşıdığını iddia ediyor.

Ancak Ceccarelli ve Fujun, bunun doğru olmayabileceğini söylüyor: Dünya ilk suyunu büyük olasılıkla asteroitlerin ve gezegenlerin öncüleri olduğu varsayılan gezegenciklerden (planetesimal) miras aldı.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

‘Pırlanta’ Gibi Parlayan Yeni Bir Galaksi Keşfedildi

Şimdiye kadar uzaya gönderilmiş en güçlü teleskop olan James Webb, uzayda daha önce hiç görülmemiş bir galaksiyi görüntüledi. Görüntüye ilişkin araştırma, 14 Aralık’ta The Astronomical Journal adlı akademik dergide yayımlandı.

Teleskobun yeni görüntüsü, Yeniden İyonlaşma ve Mercekleme Bilimi için Samanyolu Dışı Alanlar (PEARLS) adlı gözlem programının bir parçası olarak çekildi.

PEARLS kapsamında James Webb’den çekilen fotoğrafla, ‘pırlanta’ gibi parlayan yeni bir galaksi görüntülendi.
Fotoğrafın, evrenin ilk ‘görülebilen en sönük gök cisminin’ ve ‘en geniş alanının’ yakalandığı görüntülerinden biri olduğu belirtildi.

Uzayın Kuzey Ekliptik Kutbu isimli bir kısmına odaklanan James Webb teleskobu, çıplak gözle görülebilenden 1 milyar kat daha sönük olan gök cisimlerini görüntülemek için sekiz farklı yakın kızılötesi ışık rengi kullandı.
Araştırmacılar, görüntüyü netleştirmek için James Webb verilerini Hubble Uzay Teleskobu tarafından yakalanan üç renk ultraviyole ve görünür ışıkla birleştirdi.

Görüntünün, program tamamlandığında, halihazırda çekilen kısmına göre 4 kat daha büyük olması bekleniyor.
PEARLS programının baş araştırmacısı ve çalışmanın yazarı Rogier Windhorst, açıklamasında, “Keşfedilen alan James Webb ile yılda 365 gün gözlemlenebilir olacak şekilde tasarlandı, bu nedenle zaman alanı, kapsanan bölge ve ulaşılan derinlik ancak zamanla daha iyi hale gelecektir” ifadesini kullandı.

Teleskobun kızılötesi gözleri evrenin derinliklerine bakıyor

25 Aralık 2021’de ESA’nın Ariane 5 adlı kargo roketiyle fırlatılan teleskobun kaydettiği görüntüler, yıldızların ve galaksilerin evriminin daha iyi anlaşılmasını sağlayacak. Gözlem aracının MIRI ve diğer kızılötesi kameraları, bir zaman makinesi görevi görüyor.

Güçlü teleskopları kullanarak çok uzaktaki gök cisimlerini inceleyen bilim insanları, ilgili gök cisminden gelen ışığın Dünya’ya ulaşma süresi uzadığı için “zamanda geriye bakma” imkanı yakalıyor. James Webb Uzay Teleskobu ise 13,5 milyar yıl öncesini, yani evrenin yeni oluştuğu zamanı gözlemleyebilecek kadar güçlü bir cihaz.

Evrendeki en eski galaksiler, Büyük Patlama’ya o kadar yakın bir dönemde oluştu ki bunların ışığı Dünya yörüngesine ulaştığında son derece soluk oluyor. Bu ışık evrende ilerlerken genişleyip dağılarak spektrumun kızılötesi ucuna doğru kayıyor. Gözlemlenebilmesi içinse son derece güçlü bir teleskop gerekiyor.

Hubble şimdiye dek geçmişe dair birçok gizemi aydınlatmayı başardı. Ancak gücü bu türden gözlemlere yetmiyordu. Ayrıca Hubble çoğunlukla ultraviyole ve görünür ışıkta gözlem yapmıştı. Öte yandan James Webb Uzay Teleskobu, kızılötesinde rahatça gözlem yapabilmek için gereken tüm kriterleri karşılıyor.

Paylaşın

Bilim İnsanları Şaşkına Döndü: Güneş Sistemi’ni Bir Parıltı Sardı

Güneş Sistemi’nin etrafını belli belirsiz bir parıltının sarması karşısında şaşkına dönen bilim insanları ışığın tam olarak nereden geldiğini henüz bulabilmiş değil. Bilim insanları, parıltının güneş sistemimizdeki bilinmeyen bir yapıdan kaynaklanabileceğini tahmin ediyor. 

Bu yapı, güneş sistemine düşen kuyruklu yıldızlardan oluşan ve güneş ışığını yansıtan bir toz küresi olabilir. Ancak bu toz kabuğu varsayımsal kalmaya devam ediyor ve eğer gerçekse, o zaman güneş sisteminin mimarisine ilişkin anlayışımızı değiştirecek.

Güneş sistemimizi “belli belirsiz bir parıltının” sardığını söyleyen bilim insanları bunun nereden geldiğinden emin değil.

Independent Türkçe‘nin aktardığına göre, bilim insanları, beklenen ışık kaynakları çıkarıldığında bile loş parıltının devam ettiğini söylüyor. Yeni bir çalışmada yıldızlar ve galaksiler gibi bilinen kaynaklardan gelen ışığı çıkaran araştırmacılar, bir şeyin kaldığını buldu.

Işık miktarı çok az: tüm gökyüzüne yayılmış 10 ateşböceğine eşdeğer. Fakat yine de bu parıltı karşısında şaşkına dönen bilim insanları ışığın tam olarak nereden geldiğini henüz bulabilmiş değil.

Bu keşif, bilim insanlarının NASA’nın Hubble Uzay Teleskobu’ndan alınan 200 bin görüntüyü kullanmasıyla yapıldı. Araştırmacılar daha sonra beklenen tüm ışığı kaldırarak herhangi bir arka plan parıltısı olup olmadığına baktı.

Bilim insanları, parıltının güneş sistemimizdeki bilinmeyen bir yapıdan kaynaklanabileceğini tahmin ediyor. Bu yapı, güneş sistemine düşen kuyruklu yıldızlardan oluşan ve güneş ışığını yansıtan bir toz küresi olabilir.

Ancak bu toz kabuğu varsayımsal kalmaya devam ediyor ve eğer gerçekse, o zaman güneş sisteminin mimarisine ilişkin anlayışımızı değiştirecek.

2021’de New Horizons (Yeni Ufuklar) uzay aracı da güneş sisteminde az miktarda arka plan ışığı olduğunu bulmuştu. Bu ışık da hâlâ açıklanabilmiş değil ve önerilen olası açıklamalar arasında bir dizi gizli uzak galaksiden, çürüyen karanlık maddeye kadar her şey yer alıyor.

Ancak New Horizons’ın tespit ettiği ışık, Hubble görüntülerinde bulunandan daha az yoğundu. Bunun nedeni New Horizons’ın daha uzakta, Güneş’ten yaklaşık 6,5 ila 8 milyar kilometre uzakta olması olabilir.

Bu da araştırmacıları ışığın yakınımızdan, güneş sistemimizin içinden geldiğine inanmaya itiyor. Bu iki bulgu birlikte ele alındığında, güneş sisteminin daha önce ölçülmemiş bazı elementler içerebileceğini düşündürüyor.

Bulgular, The Astronomical Journal ve The Astrophysical Journal Letters adlı bilimsel dergilerde yayımlanan yeni makalelerde rapor edildi.

Paylaşın

Nesli Tükenen Tazmanya Kaplanı’nı Geri Getirmek İçin Çalışmalara Başlandı

50 bilim insanından oluşan bir ekip, nesli tükenen hayvanlarla ilgili süreci tersine çevirmeye çalışıyor. Bilim insanları, Tazmanya Kaplanı’nı gen düzenleme yöntemiyle geri getirmeye çalışacaklar.

Bilim insanları, yürüttükleri çalışma kapsamında benzer DNA’ya sahip bir türden önce kök hücreler alacak ve gen düzenleme teknolojisi ile Tazmanya Kaplanı’nın kök hücrelerine dönüştürmeye çalışacaklar.

Köpeği andıran suratı ve sırtındaki çizgileriyle nadir bir görünüme sahip olan Tazmanya Kaplanı’nın aşırı avlanma nedeniyle nesli tükenmişti.

Son Tazmanya Kaplanı, 1936 yılında Hobart’taki Beaumaris Hayvanat Bahçesi’nde ölmüştü.

BBC Türkçe’nin aktardığına göre, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Avustralya’daki 50 bilim insanından oluşan bir ekip, nesli tükenen hayvanlarla ilgili süreci tersine çevirmeye çalışıyor.

Tazmanya Kaplanı’nı gen düzenleme yöntemiyle geri getirmeye çalışan bilim insanları, yürüttükleri çalışma kapsamında benzer DNA’ya sahip bir türden önce kök hücreler alacak ve gen düzenleme teknolojisi ile Tazmanya Kaplanı’nın kök hücrelerine dönüştürmeye çalışacaklar.

Genç üyenin kalıntıları sayesinde

Bu hücrelerden embriyo üreten bilim insanları daha sonra taşıyıcı olan başka bir hayvan aracılığıyla Tazmanya Kaplanı’nı geri getirmeyi deneyecekler.

Projeyi, Melbourne Üniversitesi ve nesli tükenen türleri yeniden hayata döndürme ile ilgili çalışmalar yürüten ABD merkezli biyoteknoloji şirketi Colossal birlikte gerçekleştirecek.

Bilim insanları, Tazmanya Kaplanı’nın genomunu, türün iyi korunmuş genç bir üyesinin kalıntıları sayesinde halihazırda sıralamıştı.

Ekibin başındaki Profesör Andrew Pask, bunun Tazmanya Kaplanı’nı türetmek için gereken “tam bir prototip” olduğunu söylemişti.

Gen düzenleme nedir?

Genom düzenleme, genom mühendisliği veya gen düzenleme, DNA’nın canlı bir organizmanın genomuna eklendiği, silindiği, modifiye edildiği veya yer değiştirildiği bir tür genetik mühendisliği.

Genetik materyali bir konakçı genomuna rastgele yerleştiren erken genetik mühendislik tekniklerinden farklı olarak, genom düzenleme, eklemeleri bölgeye özel konumları hedefleyerek başarıya ulaşması ile biliniyor.

Gen düzenlemenin geçmişi ise 1953’te DNA’nın çift sarmal bir yapıda olduğunun keşfedilmesine dayanıyor. Bu tarihten itibaren bilim insanları genetik koddaki spesifik DNA dizilerinin silinmesi, eklenmesi veya değiştirilmesini sağlamak için farklı yöntemler üzerinde çalışmaya başladı.

Tazmanya Kaplanı

Tazmanya kaplanı ya da Tazmanya kurdu (thylacinus cynocephalus), 20. yüzyılda soyu tükenen Avustralya’ya özgü büyük bir etobur keseli. Soyu tükenen birçok türden sadece biri olmasına rağmen bu türlerin en büyüğü ve en ünlüsü.

Tazmanya Kaplanı’nın yaşayan en yakın akrabasının, Tazmanya canavarı veya keseli karıncayiyen olduğu tahmin ediliyor. Tazmanya kaplanı, her iki cinsinin de kese taşıdığı bilinen, iki keseli memeli türünden biriydi.

Paylaşın

Çığır Açan Keşif: 2 Milyon Yıl Öncesine Ait DNA Bulundu

Kap Kopenhag olarak adlandırılan Grönland’ın en kuzey ucundaki tortul tabakalarda iki milyon yıl öncesine ait DNA (Deoksiribo Nükleik Asit) bulunduğu açıklandı. En eski DNA parçalarının keşfi, paleogenetik alanında yeni bir çığır açtı.

Kopenhag Üniversitesi öğretim üyelerinden Mikkel Winther Pedersen, DNA’nın hayatta kalma süresinin bir milyon yıl olduğu sanıldığını belirterek şimdi bunun iki katı uzun süre hayatta kalan bir örneğin keşfedildiğine dikkat çekti.

AFP haber ajansına konuşan Pedersen “Genetik çalışmalar açısından daha önce var olduğunu düşündüğümüz bariyeri kırdık” dedi.

Nature dergisinde yayımlanan araştırmanın baş yazarı Pederson bulunan parçaların bugün bildiğimiz Dünya’nın hiçbir yerinde görülmeyen bir çevreden geldiğini belirtti. DNA’ın donmuş, uzak ve insanın yerleşmemiş olduğu alanlarda çok iyi şekilde kalmayı başarabildiği sanılıyor.

Bilinen en eski DNA, bir milyon yıl öncesinde bir Sibirya mamutunun dişinden çıkarılmıştı. Yeni teknolojiler sayesinde bulunan 41 parçanın en eski bilinen DNA’dan en az bir milyon yıl daha eski olduğunu anlaşıldı.

“Pandora’nın kutusunu açmak üzereyiz”

Araştırmayı yürüten bilim insanları öncelikle DNA’nın kilde mi yoksa kuartzta mı saklı olduğu, ardından da bulunduğu tortul tabakadan çıkarılıp çıkarılamayacağını anlamaya çalıştı.

Kopenhag Üniversitesi jeobiyoloji ekibinin başındaki Karina Sand kullanılan yöntemin DNA’nın neden mineraller ya da tortul tabakalarda korunabildiği konusunda temel bir bilgi sunduğunu belirtti ve “Pandora’nın kutusunu açmak üzereyiz” diye konuştu.

Winther Pedersen’a göre ortamdaki nehirler mineral ve organik maddeleri deniz ortamına taşıdı. Karasal tortullar burada saklandı. Yaklaşık iki milyon yıl önce de suyun altındaki kara kütlesi yükseldi ve Kuzey Grönland’ın bir parçası oldu.

Günümüzde bir Arktik çöl olan Kap Kopenhag’da çok iyi şekilde korunmuş halde bitki ve böcek fosilleri gibi farklı türler keşfedildi. Ancak bilim insanları henüz fosillerin DNA’sını saptama çalışmasına girişmedi ve o dönemlerdeki hayvanların varlığı hakkında çok az şey biliniyor.

Türlerin adaptasyonu

Çalışmalarına 2006 yılında başlayan araştırma ekibi şimdi bölgenin iki milyon yıl önce nasıl bir görünüme sahip olduğu konusunda bir resim çizebiliyor. Mamut, ren geyikleri ve tavşanların koşturduğu ve çeşitli bitkilerin yer aldığı bir ormanlık çevre tanımlayan Pedersen, 102 farklı bitki türü bulduklarını belirtti.

Daha önce hiç bu kadar kuzeyde rastlanmayan mamutların varlığının özellikle önemli olduğunu vurgulayan bilim insanı bu keşfin türlerin adaptasyonu konusunda daha fazla bilgi sunduğuna vurgu yaptı.

İki milyon yıl önce Grönland günümüzden 11 ila 17 derece daha sıcaktı, ancak yüksek enlemde bulunmasından dolayı yazları güneş batmıyor, kışları ise doğmuyor. Ancak günümüzde Dünya’nın hiçbir yerinde böyle bir ortam bulunmuyor.

Dünya çapında gerçekten bu kadar ve hatta daha da eski jeolojik depoların bulunduğu birçok farklı alan olduğunu belirten Pedersen, “Türlerin esnekliği, farklı iklim türlerine nasıl adapte olabildikleri daha önce düşündüklerimizden farklı olabilir ve bu bizi yeni ve eski alanlara bakmaya itiyor” diye açıkladı.

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

Şaşırtıcı: Karıncaların “Süt” Ürettiği İlk Kez Gözlemlendi

Karıncaların kolonideki diğer bireyleri besleyen süt benzeri bir sıvı salgıladığı gözlemlendi. Yapılan testle “sütün” içeriğinde, sıvıya özgü 185 proteinin yanı sıra aminoasit, şeker ve vitamin gibi 100’den fazla metabolit olduğu ortaya konuldu.

ABD’deki Rockfeller Üniversitesi’nden bilim insanları, karıncaların kolonideki diğer bireyleri besleyen süt benzeri bir sıvı salgıladığını gözlemledi. Nature adlı hakemli bilimsel dergide 30 Kasım’da yayımlanan bulgular, “sütün” pupa evresinde salgılandığı belirtildi.

Biyolog Orli Snir ve ekibi keşfi, sosyal izolasyonun Ooceraea biroi türü karıncaları nasıl etkilediğini araştırırken yaptı.

Uzmanlar izole karınca pupalarını gözlemlerken, karın uçlarında sıvı damlacıkların belirdiğini fark etti. Bu sıvı biriktiğinde pupaların boğulduğu, çıkarıldığında hayatta kaldığı görüldü. Sıvının birikmesi ayrıca pupayı öldüren mantarların oluşmasına yol açtı.

Araştırma ekibi bunun ardından pupalara mavi gıda boyası enjekte ederek sıvının izini sürdü.

Yetişkin karıncaların salgılandıkça sıvıyı tükettiği ve larvalarını da pupalara taşıyarak “sütü” içmelerini sağladığı keşfedildi. Uzmanlar, larvaların hayatta kalmak ve gelişmek için bu sıvıya bağımlı olduğunu söyledi.

Araştırma sonucunda en büyük 5 karınca alt familyasına ait türlerde pupa “sütü” tespit edildi. Uzmanlar bu yüzden sıvının, karıncaların sosyal yapısının evriminde rol oynayabileceğini düşünüyor.

Yapılan testle “sütün” içeriğinde, sıvıya özgü 185 proteinin yanı sıra aminoasit, şeker ve vitamin gibi 100’den fazla metabolit olduğu ortaya kondu.

Biyolog Snir yetişkinlik, larva ve pupa gibi karıncaların gelişim aşamaları boyunca koloniyi birleştiren bir mekanizma belirlediklerini belirtti. Bilim insanı sıvıyı denediğini, tadının ilk başta biraz şekerli gibi geldiğini ancak daha sonra fikrinin değiştiğini söyledi. Snir, ekibindeki kimsenin sıvıyı tatmayı kabul etmediğini de sözlerine ekledi.

Makalade imza atan isimlerden biyolog Daniel Kronauer, “İlk düşüncem ‘Bu çılgınca’ oldu” dedi.

Araştırmayı yorumlayan biyolog Bert Hölldobler, çalışmanın çok önemli olduğunu ve kendisini heyecanlandırdığını vurguladı.

“Bunu daha önce kimsenin fark etmemesi gerçekten şaşırtıcı” diyen etolojist Patrizia d’Ettorre ise karınca pupalarının daha önce işlevsiz olarak görüldüğünü ancak çalışmanın bu düşünceyi yıktığını ifade etti.

Independent Türkçe

Paylaşın