“Var Olmaması Gereken” Dev Galaksiler Keşfedildi

Şimdiye kadar uzaya gönderilmiş en güçlü teleskop olan ABD Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi NASA’nın James Webb Uzay Teleskobu (JWST) var olmaması gereken bir dizi devasa galaksi buldu.

James Webb Uzay Teleskobu, Büyük Patlama’dan yaklaşık 500-700 milyon yıl sonra, evren şu anki yaşının sadece yüzde 3’ündeyken oluşan bir dizi devasa galaksiyi gözlemlemek için kullanıldı.

Bu galaksilerin bizim güneşimizin sahip olduğundan 10 milyar kat kadar fazla yüksek yıldız kütleleri olabilir ve yıldızlardan biri, güneşimizin 100 milyar katı kadar büyük olabilir.

Bilim insanları toplam 6 galaksi buldu. Bu 6 galaksi birlikte, bilim insanlarının evrenimizdeki galaksilerin başlangıcı hakkında bildiklerini değiştirme tehdidi barındırıyor.

Araştırmacılar “evren kırıcılar” olarak bahsettikleri bu nesnelerin, evrenin mevcut modellerinin yüzde 99’uyla ters düştüğünü söylüyor.

Araştırmacılar, bu tür galaksilerin evrenin başlangıcından bu kadar kısa bir süre sonra bu denli büyümesinin beklenmemesi gerektiğini belirtiyor. Yeni araştırmada incelenen yıldızların kütlesi, araştırmacıların daha önce düşündüğünden 100 kat kadar daha büyük.

Galaksilerden gelen ışığı modelleyen Pensilvanya Eyalet Üniversitesi’nden astronomi ve astrofizik yardımcı doçenti Joel Leja, yaptığı açıklamada, “Bu nesneler herkesin beklediğinden çok daha devasa” diyor:

“Zamanın bu noktasında yalnızca minicik, genç, bebek galaksiler bulmayı bekliyorduk ancak daha önce evrenin şafağı olarak anlaşılan şeyde bizimki kadar eski galaksiler keşfettik.”

Doğrulanabilirlerse, bu keşif erken kozmos tarihimizin yanlış olabileceğini ve galaksilerin sandığımızdan çok daha hızlı büyüdüğünü öne sürebilir. Bu, ya evren modellerimizi ya da galaksilerin nasıl başladığına dair anlayışımızı değiştirmemizi gerektirecektir.

Leja, “Evrenin çok erken dönemlerine ilk kez baktık ve ne bulacağımız hakkında hiçbir fikrimiz yoktu” diyor: Öyle beklenmedik bir şey bulduk ki bu, aslında bilim için sorunlar yaratıyor. Erken galaksi oluşumuna dair tüm tabloyu şüpheli kılıyor.

Fakat bilim insanları galaksilerin uzaklığının ve yaşının, onların ne olduklarında kesin karar kılamayacakları anlamına geldiği uyarısını yapıyor. Araştırmacılar, bazılarının süper kütleli karadeliklere dönüşmüş olabileceğini söylüyor. Ancak 6 adayın bazılarının düşünüldüğü gibi galaksi olması muhtemel.

Yeni araştırmanın ortak yazarı ve Colorado Boulder Üniversitesi’nde astrofizik yardımcı doçenti olan Erica Nelson, “Bu galaksilerden biri bile gerçekse, kozmoloji anlayışımızın sınırlarını zorlayacaktır” diyor.

Araştırmacılar, diğer nesnelerin bile şoke edici olacağını söylüyor. Nelson, “Başka bir olasılık da bu şeylerin, soluk kuasarlar gibi farklı türde tuhaf nesneler olması ki bu da bir o kadar ilginç olabilir” diyor.

Bulgular, galaksilerin ne kadar uzakta olduklarını ve nelerden oluştuklarını daha iyi doğrulayacak spektrum görüntüleri alınarak teyitlenebilir. Bu da bilim insanlarının onların neye benzeyebileceklerini ve ne kadar büyük olduklarını anlamalarına olanak verecektir.

“A population of red candidate massive galaxies ~600 Myr after the Big Bang” (Büyük Patlama’dan yaklaşık 600 milyar yıl sonra kırmızı aday devasa galaksilerin popülasyonu) başlıklı yeni makale dün Nature’da yayımlandı.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Dünya’nın Merkezinde Yeni Bir Katman Keşfedildi

Bilim insanları, depremler sayesinde yeryüzünün merkezinde yeni bir ‘iç çekirdek’ keşfetmiş olabilirler. Dünya’nın çekirdeği hakkında doğrudan bir ölçüm ve hiçbir örnek yoktur.

Çekirdek hakkındaki bilgiler çoğunlukla sismik dalgaların ve Dünya’nın manyetik alanının analizinden gelir. İç çekirdek, yoğunluk ve ağırlık bakımından en ağır elementlerin bulunduğu bölümdür. Dünya’nın en iç bölümünü oluşturan çekirdeğin, 5120–2890 km’ler arasındaki kısmına dış çekirdek, 6371–5150 km’ler arasındaki kısmına iç çekirdek denir.

Bilim insanları depremler sonrası yaşanan sismik dalgaların yansımalarını ölçerek yeryüzünün merkezinde yeni bir katman ya da “iç çekirdek” olabileceğini ileri sürdü.

Nature Communications adlı dergide yayınlanan araştırmada yerbilimciler, Dünya’nın bin 600 kilometre derinliğinde 644 kilometre çapında bir metalik çekirdek bulunduğu ve bu çekirdeğin demir-nikel karışımı bir yapıdan oluştuğu yönündeki savın ağırlık kazandığını belirtti.

Sismik dalgaların katmanlardan nasıl yansıdığını izleyen araştırmacılar, Dünya’nın sanıldığının aksine dört değil beş katmandan oluştuğunu ve su katmanı, yer kabuğu (Litosfer), magma katmanı (Pirosfer) ve çekirdek katmanının (Barisfer) içinde katı ve metalden gizli bir iç çekirdek yattığı sonucuna ulaştı.

Avustralya Ulusal Üniversitesi Yer Bilimleri Araştırma Okulu’nda çalışmanın yazarlarından Sismolog Dr. Thanh-Son Phạm yayınladığı mesajda, “Bu çalışmada, ilk kez, güçlü depremlerden kaynaklanan sismik dalgaların dünyanın bir tarafından diğerine sekme gibi beş kata kadar gidip geldiğine dair gözlemleri rapor ediyoruz” dedi.

Bu teorinin doğrulanması yerbilimcilerin gezegenin nasıl oluştuğu, manyetik alanının nasıl geliştiği ve gelişmeye devam edeceğini daha iyi anlamalarına yardımcı olabilir.

Bu katmanın bugüne kadar tespit edilememesini ise Pham, bir üst katmanla çok benzemesine bağlıyor. Sismolog metal olduğunu düşündükleri çekirdeğin kabuğunda ise oldukça fazla miktarda demir-nikel alaşımı bulunduğunu da sözlerine ekliyor.

Araştırmacılar ayrıca kullandıkları titreşim dalgalarının bu yeni çekirdeğin ‘anizotropik’ bir yapıya sahip olduğunu gösterdiğini de belirtiyor. Bu bilimsel terim, bir maddenin yaklaşıldığı açıya bağlı olarak farklı özelliklere sahip olması olarak tanımlanıyor. Anizotropiyi açıklamak için bir odun parçasını örnek veren bilim insanları, parçayı damarları yönünde vurarak kolayca kırmakla damarlara dik yönde vurarak kırmaktan daha kolay olması olarak açıklıyor.

Bu yapı sayesinde araştırmacılar sismik dalgaların farklı yönlerde ne kadar hızlı ilerlediğine bakarak en içteki çekirdeğin bu dalgaların hızını, üzerindeki katmandan, farklı şekilde değiştirdiğini gözlemledi. Bu hız farkı da yeni bir katmanın tespit edilebilmesini sağladı.

Paylaşın

Bilim İnsanları Karanlık Enerjinin Kaynağını Bulmuş Olabilir

Bilim insanları, ilk kez ünlü fizikçi Albert Einstein tarafından ortaya atılan karanlık enerjinin kaynağı bulmuş olabilirler. Süper kütleli karadeliklerin karanlık enerjinin kaynağı olabileceğine dair bir ipucu keşfedildi.

Karanlık enerji, evreni sürekli genişlettiği ve galaksileri birbirlerinden uzaklaştırdığı varsayılan bir enerji türü.

Son 9 milyar yıl içinde ortaya çıkmış süper kütleli karadelikleri karşılaştıran gökbilimciler, bunların karanlık enerjinin kaynağı olabileceğine dair bir ipucu keşfetti.

Bulgulara göre çoğu büyük galaksinin merkezinde gizlenen bu devasa kara delikler, aynı zamanda evrenin genişlemesini sağlayan “motorlar” olabilir.

Karanlık enerji, evreni sürekli genişlettiği ve galaksileri birbirlerinden uzaklaştırdığı varsayılan bir enerji türü. Doğrudan gözlemlenemeği için “karanlık” diye nitelenen bu enerjinin varlığına dair dolaylı ipuçları mevcut.

Bilim insanları ilk kez ünlü fizikçi Albert Einstein’ın ortaya attığı bu enerjinin kaynağını uzun yıllardır arıyor.

The Astrophysical Journal ve The Astrophysical Journal Letters adlı bilimsel dergilerde yayımlanan son bulgular ise bilinen evrenin yüzde 68’ini oluşturduğu düşünülen bu gizemli enerjinin süper kütleli karadeliklerden kaynaklandığını öne sürüyor.

Birleşik Krallık’taki Rutherford Appleton Laboratuvarı’ndan astrofizikçi Chris Pearson, “Sonunda kozmologları ve teorik fizikçileri şaşırtan karanlık enerjinin kökeni için bir cevap bulduk” diye konuştu: Teorimiz, eğer doğruysa, tüm kozmolojide devrim yaratacak.

Karanlık enerji nasıl ortaya çıktı?

Geçen yüzyılda gökbilimciler, evrenin her zamankinden daha hızlı genişlediğini keşfetti.

Kendi başına hareket eden kütle çekim kuvvetinin kozmosu tavaş yavaş parçalaması beklendiği için bu keşif son derece şaşırtıcıydı.

Bilim insanları bu tutarsızlığı açıklamak için kütle çekim kuvvetine karşı koyacak kadar güçlü bir şeyin var olması gerektiğini öne sürdü.

Teoriye göre bu gizemli güç, evrendeki her şeyi hızla birbirinden daha da uzaklaştırıyordu. Buna karanlık enerji adı verildi.

Yeni araştırmada gökbilimciler, iki gökada kümesinin merkezindeki kara deliklerin kütlelerini karşılaştırdı.

Devasa kara deliklerin bir zamanlar olduklarından 7 ila 20 kat daha büyük hale geldiği tespit edildi.

Dahası araştırmacılara göre bu büyüme, kara deliklerin yıldızları içine çekmesi veya birbiriyle birleşmesi gibi sıradan kozmik olaylarla açıklanamayacak kadar fazla.

Kara deliklerin evrenle uyumlu bir şekilde büyüdüğünü öne süren ekip, bunların sürekli dışa doğru genişlemelerini sağlayan ve “vakum enerjisi” adı verilen varsayımsal bir karanlık enerji türüne dikkat çekti.

Buna göre kara delikler büyürken kozmosun da tüm dokusunu kendileriyle birlikte sürüklüyor.

Imperial College London’dan Astrofizikçi Dave Clements, “Bu gerçekten şaşırtıcı bir sonuç” ifadelerini kullandı: Kara deliklerin zaman içinde nasıl büyüdüğüne bakıyorduk. Ama kozmolojideki en büyük sorulardan birinin cevabını bulmuş olabiliriz.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Kıvırcık Saçın Evrimsel Arka Planı

Yeni yapılan bir araştırma sıkı kıvırcık saçların, Güneş’in potansiyel zararlı ışınlarına karşı en iyi korumayı sağladığını ortaya koydu. Araştırma çeşitli iklim koşullarının simüle edildiği bir laboratuvar ortamında yapıldı.

Araştırmada elde edilen bulgular, kıvırcık saçın neden Afrika’daki ilk insanlarda ortaya çıktığını ve soğuk bölgelere göç edenlerin saçlarının neden zamanla düzleştiğini açıklayabilir.

ABD’deki Pensilvanya Eyalet Üniversitesi’nden araştırmacılara göre kıvırcık saç, insanları Güneş’ten korumak için evrimleşmiş olabilir.

Yeni araştırmada sıkı kıvırcık saçların, Güneş’in potansiyel zararlı ışınlarına karşı en iyi korumayı sağladığı görüldü.

Bulgular, kıvırcık saçın neden Afrika’daki ilk insanlarda ortaya çıktığını ve soğuk bölgelere göç edenlerin saçlarının neden zamanla düzleştiğini açıklayabilir.

Araştırmada çeşitli iklim koşullarının simüle edildiği bir laboratuvar ortamı kuruldu. Bu ortamda bir cansız mankene insan saçından yapılan çeşitli peruklar takıldı.

Araştırma ekibi mankenin bu perukların her biriyle ne kadar ısı emdiğini takip etti.

İnternet sitesi BiorXiv’de erişime açılan bulgular, tüm perukların serin kalmayı sağladığını ve mankenin peruklu olduğu denemelerde kel olduğu zamanki kadar ısı emmediğini gösterdi.

Araştırmacılar aynı zamanda, manken üzerinde düz, gevşek bukleli ve kıvırcık gibi birçok farklı peruk tipini test etti.

Nihayetinde perukların tümünün, Güneş’i temsil eden lambaların sıcak ışıkları altında benzer şekilde performans gösterdiği anlaşıldı.

Ancak sıkı kıvırcık saçların, mankeni yukarıdaki “Güneş” radyasyonundan korumada ve serin tutmada en iyi performansı sergilediği saptandı.

Peruğun kıvrımı arttıkça, kafa derisinden ısıyı atmak için daha az terleme gerektiği ve böylece kıvırcık saçın suyla enerji tasarrufu sağladığı tespit edildi.

Sonuçlar, kafa derisindeki kıllarının insan türünün iki ayağı üzerinde dik yürümeye başlaması ve beyinlerinin de giderek büyümesiyle kol kola evrimleştiği tezini destekliyor.

Makalede, “Saçların ortaya çıkması, kafa derisinin doğrudan beyin üzerindeki küçük yüzey alanında Güneş ısısı emilimini en aza indirmek için optimal bir denge kurmuş olabilir” ifadeleri yer aldı:

Sıkı kıvrık saçlar, ısı akışında düz saçların kapasitesinin ötesinde, ek bir azalma sağlayabilir.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

James Webb’den Yıldızların Ve Galaksilerin Başlangıcına Eşsiz Bakış

Şimdiye kadar uzaya gönderilmiş en güçlü teleskop olan ABD Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi NASA’nın James Webb Uzay Teleskobu (JWST) gökbilimcilere yıldızların ve galaksilerin başlangıcına eşsiz bir bakış sundu.

James Webb Uzay Teleskobu tarafından yakalanan yeni görüntüler yakındaki uçsuz bucaksız galaksilerin karmaşık yapısını gösteriyor. Uzay teleskobundan gelen bir başka muhteşem görüntü olmasının yanı sıra, bu fotoğraf bilim insanlarının yeni yıldızların nasıl oluştuğunu ve içine doğdukları galaksileri nasıl etkilediklerini anlamalarını sağlayabilir.

Yeni görüntüler, yakın galaksilerdeki bu süreçleri kızılötesi dalga boylarında ilk kez bu kadar detaylı gösterdi.

Bilim insanları, yıldızların başlangıcından geniş galaksilere her şeyi ele alarak çok küçükten çok büyüğe evrenimizin süreçlerine ışık tutan 21 araştırma makalesinde bu yeni verileri halihazırda kullandı.

Çalışma, dünyanın dört bir yanından 100’den fazla araştırmacının yer aldığı Yakın Galaksilerde Yüksek Açısal Çözünürlükte Fizik (PHANGS) işbirliği tarafından yürütülüyor. Bu araştırmacılar Webb’i, yakındaki 19 galaksiye yönelik devasa araştırmanın bir parçası olarak kullanıyor.

Şimdiye kadar gökbilimciler bu hedeflerden 5’ini, M74, NGC 7496, IC 5332, NGC 1365 ve NGC 1433 olarak bilinen galaksileri gözlemleyebildi.

ABD’nin Maryland eyaletinin Baltimore şehrindeki Johns Hopkins Üniversitesi’nden, araştırma ekibinin üyesi David Thilker, “İncelikli yapıyı gördüğümüz netlik bizi kesinlikle şaşırttı” diyor.

Kanada’daki Alberta Üniversitesi’nden araştırma ekibinin üyesi Erik Rosolowsky ise şu ifadeleri kullanıyor: Genç yıldızların oluşumundan gelen enerjinin çevrelerindeki gazı nasıl etkilediğini doğrudan görüyoruz ve bu kesinlikle olağanüstü.

James Webb Uzay Teleskobu’nun incelikli detayı, daha önce karanlık olan alanların şimdi aydınlatıldığı ve bilim insanlarının bir zamanlar görünmez olan bölgeleri inceleyebileceği anlamına geliyor. Araştırmacılar artık yıldızlar arasındaki tozun ışığı nasıl emdiğini ve kızılötesi olarak nasıl geri gönderdiğini inceleyebiliyor ki bu da girdaplı gaz ve toz ağlarını aydınlatıyor.

Ulusal Bilim Vakfı’nın NOIRLab’ına bağlı Gemini Gözlemevi’nin baş bilim insanı ve Tucson’daki Arziona Üniversitesi’nde üye gökbilimci olan, çalışmayı yürüten Janice Lee “Teleskobun çözünürlüğü sayesinde, ilk kez yıldız oluşumunun tam bir sayımını yapabilir ve Yerel Grubun ötesinde yakındaki galaksilerdeki yıldızlararası orta kabarcık yapılarının envanterlerini çıkarabiliriz” diyor.

Bu sayım, yıldız oluşumunun ve geri beslemesinin kendilerini yıldızlararası ortama nasıl işlediğini, daha sonra yeni nesil yıldızları nasıl meydana getirdiğini ya da yeni nesil yıldızların oluşumuna aslında nasıl ket vurduğunu anlamamıza yardımcı olacak.

Teleskobun kızılötesi gözleri evrenin derinliklerine bakıyor

25 Aralık 2021’de ESA’nın Ariane 5 adlı kargo roketiyle fırlatılan teleskobun kaydettiği görüntüler, yıldızların ve galaksilerin evriminin daha iyi anlaşılmasını sağlayacak.

Gözlem aracının MIRI ve diğer kızılötesi kameraları, bir zaman makinesi görevi görüyor.

Güçlü teleskopları kullanarak çok uzaktaki gök cisimlerini inceleyen bilim insanları, ilgili gök cisminden gelen ışığın Dünya’ya ulaşma süresi uzadığı için “zamanda geriye bakma” imkanı yakalıyor.

James Webb Uzay Teleskobu ise 13,5 milyar yıl öncesini, yani evrenin yeni oluştuğu zamanı gözlemleyebilecek kadar güçlü bir cihaz.

Evrendeki en eski galaksiler, Büyük Patlama’ya o kadar yakın bir dönemde oluştu ki bunların ışığı Dünya yörüngesine ulaştığında son derece soluk oluyor.

Bu ışık evrende ilerlerken genişleyip dağılarak spektrumun kızılötesi ucuna doğru kayıyor. Gözlemlenebilmesi içinse son derece güçlü bir teleskop gerekiyor.

Hubble şimdiye dek geçmişe dair birçok gizemi aydınlatmayı başardı. Ancak gücü bu türden gözlemlere yetmiyordu. Ayrıca Hubble çoğunlukla ultraviyole ve görünür ışıkta gözlem yapmıştı.

Öte yandan James Webb Uzay Teleskobu, kızılötesinde rahatça gözlem yapabilmek için gereken tüm kriterleri karşılıyor.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Hayvanlar Büyük Depremleri Önceden Hissedebilir Mi?

Türkiye’nin güney bölümünde yer alan 10 ilde ve Suriye’nin kuzey bölümünde büyük yıkıma neden olan Kahramanmaraş Pazarcık ve Elbistan merkezli depremler, hayvanların büyük depremleri insanlardan önce hissedebildikleri fikrini yeniden tartışmaya açtı.

VOA Türkçe’nin Washington Post gazetesinden aktardığı Leo Sands imzalı haber, hayvanların depremleri önceden hissedip hissedemeyeceğini ele alıyor.

Hayvanların büyük depremleri hissedebildikleri teorisini destekleyebilecek bilimsel araştırmalar mevcut. Uzmanlar, tıpkı sismoloji cihazlarının insan bedeninin hissedemediği sarsıntıları algılayabildiği gibi hayvanların da büyük depremlerden saniyeler önce yayılan çok küçük öncü şokları hissedebilecek donanıma sahip olduğunu söylüyor. Hatta bazı araştırmacılar, hayvanların öncü şoklardan bile önce sarsıntıları hissedebileceği görüşünde.

ABD Jeolojik Araştırmalar Merkezi’ne (USGS) göre depremden hemen önce hayvanların anormal davranışlar sergilemesi, iki tür sismik dalga arasındaki farkla açıklanabilir. P dalgası olarak adlandırılan birincil dalgalar, bir depremin yaydığı ilk dalgalar olarak biliniyor. USGS, merkez üssünden saniyede birkaç kilometre hızla yayılan bu dalgaların hayvanlar tarafından daha kolay algılandığını kaydediyor. P dalgalarını S dalgası olarak adlandırılan ikincil dalgalar izliyor. S dalgaları, yeryüzünü sarsıyor.

USGS’e göre ”Çok az sayıda insan, depremin merkez üssünden en hızlı hareket eden, daha küçük olan ve daha büyük S dalgalarından önce gelen P dalgalarını hisseder. Ancak daha hassas duyulara sahip birçok hayvan, S dalgaları çarpmadan saniyeler önce P dalgalarını hissedebilir.”

Sismoloji cihazlarının tespit ve analiz ettiği ilk sarsıntılar, depremleri önceden tahmin etmek için erken uyarı sistemleri tarafından kullanılıyor. Bu sistemler, depreme sadece bir dakikadan az süre kala bildiriyor. Peki hayvanlar, depremleri daha önce haber verebilir mi? Bu konuda bilimsel veriler daha belirsiz.

Bir araştırmacı, hayvanların öncü şoklardan bile önce depremleri hissedebileceği görüşünde. Max Planck Hayvan Davranışı Enstitüsü Direktörü Martin Wikelski, ”Hayvanların depremlerin ön işaretlerini gerçekten hissettiklerine ilişkin çok iyi gösterge var” dedi.

Wikelski’nin 2020’de yayınladığı ve bağımsız uzmanlar tarafından değerlendirilen araştırmasında İtalya’da bir çiftlikte inek, köpek ve koyunlara elektronik fiş takıldı. Amaç, bölge yakınında depremler tespit edildiği dönemde birkaç ay boyunca hayvanların davranışlarını gözlemlemekti. Uzmanlar, hayvanların olağandışı şekilde ”aşırı hareketli” olduğunu gördü. Aşırı hareketlilik, bölgedeki sekiz büyük depremin yedisinden önce hayvanların 45 dakikadan uzun süre hareketlilik içinde olması şekilde tanımlandı. Wikelski’nin ”hayvanlar için küçük cep telefonları” olarak tarif ettiği cihazlarla yapılan araştırma, hayvanların depremleri insanlara kıyasla 12 saat ya da daha uzun süre önce hissedebileceği, bu sürenin öncü şoklardan da önce olduğuna işaret ediyor.

Hayvanların neden olağandışı tepki gösterdiğinin netlik kazanmadığını kaydeden Wikelski, hayvanların tehlike algılama becerisinin birbirleriyle iletişim kurma becerisiyle bağlantılı olabileceğine inanıyor.

Uzman, ”İnekler ilk önce dondu kaldı, hiç hareket etmediler. Bu durum köpekleri huzursuz etti ve havlamaya başladılar. Sonra da koyunlar delirdi. Hep beraber de inekleri delirttiler” diye konuştu.

Ancak 2018 yılında, depremlerden önce hayvanların anormal davranışlar sergiledikleriyle ilgili 700 kayıtlı iddianın değerlendirildiği çalışma, bazı sonuçlara varmadan önce daha fazla kanıt gerektiğine işaret ediyor.

Uzmanlar hayvanların tuhaf davranışlarının çoğu zaman büyük deprem dalgalarından birkaç saniye önce gelen sismik öncü şoklarla açıklanabileceğini kaydediyor. Uzmanlar ayrıca mevcut kanıtların çoğunu, geriye dönük ve anekdot nitelikli olduğu için güvenilmez olarak kabul ediyor.

Paylaşın

Dünya Genelinde 15 Milyon İnsan Buzul Erimesi Tehdidi Altında

Yapılan yeni araştırma dünya genelinde 15 milyona yakın insanın buzul erimesi sonucu oluşacak ani ve ölümcül taşkın tehdidi altında yaşadığını ortaya koydu. Tehdit altındaki 15 milyona yakın kişinin yarıdan fazlasının Hindistan, Pakistan, Peru ve Çin’de yaşıyor.

1941 yılında buzulların yol açtığı seller, Peru’da 1800 ila 6000 arasında kişinin yaşamını yitirmesine yol açmıştı. 2020’de Kanada’nın British Columbia bölgesindeki buzulların yarattığı taşkın yüz metre yüksekliğinde tsunamiye yol açarken, can kaybı olmamıştı. Nepal’de 2017 yılında buzulların yarattığı taşkın ise geniş çaplı heyelana yol açmıştı.

Bilim insanlarının yaptığı son araştırma, buzullar eriyip yakınlarındaki göllere büyük miktarlarda su bırakması ihtimali yüzünden dünya genelinde 15 milyona yakın insanın ani ve ölümcül taşkın tehdidi altında yaşadığını ortaya koydu.

Bu tehlikenin en fazla tehdit ettiği ülkeler içinde Hindistan, Pakistan, Peru ve Çin gösterildi.

“Nature Communications” dergisinde yayımlanan araştırmaya göre, tehdit altındaki 15 milyona yakın kişinin yarısından fazlası bu ülkelerde yaşıyor.

Hakemli bir dergide yayınlanmayı bekleyen ikinci bir araştırma ise tarihte ve yakın zamanlarda 150’den fazla buzul taşkını patlamasının en ince ayrıntılarına kadar detaylarını ortaya koyuyor.

Bu tehdidi Amerikalıların ve Avrupalıların çok az düşündükleri kaydedilen araştırmada, bununla birlikte bu iki kıtada da 1 milyon insanın potansiyel olarak dengesiz buzullarla beslenen göllerin ortalama yaklaşık sadece 10 kilometre yakınında yaşadığı uyarısında bulunuldu.

1941 yılında buzulların yol açtığı seller, Peru’da 1800 ila 6000 arasında kişinin yaşamını yitirmesine yol açmıştı.

2020’de Kanada’nın British Columbia bölgesindeki buzulların yarattığı taşkın yüz metre yüksekliğinde tsunamiye yol açarken, can kaybı olmamıştı. Nepal’de 2017 yılında buzulların yarattığı taşkın ise geniş çaplı heyelana yol açmıştı.

Araştırmayı kaleme alan ekibin yöneticisi İngiltere’deki Newcastle Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışan Caroline Taylor, Alaska’nın Mendenhall buzulunun, 2011’den bu yana Ulusal Hava Durumu Servisi’nin “intihar havzası” olarak adlandırdığı yerde yıllık küçük buzul patlaması sellerine yol açtığını bildirdi.

Aşırı yağış ve buzulların erimesinin yol açtığı seller

Hindistan’da aşırı yağış ve buzulların erimesinin 2013 yılında yol açtığı sel binlerce kişinin ölümüne yol açmıştı.

Bilim insanları daha önce sadece iklim değişikliği yüzünden ellerin daha sık gerçekleşmediği görüşünü dile getiriyordu.

Ancak, buzullar ısındıkça küçüldükçe göllerdeki su miktarının artması ve barajların taşmasının sel tehlikesinin de artırdığı gerçeği herkes tarafından kabul görür oldu.

En tehlikeli bölgeler neresi?

New Zealand Canterbury Üniversitesi’nde görevli, araştırmayı yapan ekibin diğer yöneticisi Tom Robinson, “Geçmişte, tek bir feci sel olayında binlerce insanı öldüren buzul gölü taşkınları yaşadık. Şimdi iklim değişikliğiyle birlikte buzullar eriyor, dolayısıyla bu göller büyüyor ve potansiyel olarak daha dengesiz hale geliyor.” diyerek buzulların erimesinden doğan tehlikeye işaret etti.

Yaptıkları çalışmada özellikle 1.089 buzul havzasının tamamı içinde “dünyanın en tehlikeli yerlerinin neresi olduğuna dair iyi bir veriye sahip olmak istediklerini kaydeden Robinson, bunun için iklim, coğrafya, nüfus, savunmasızlık gibi tüm bu faktörleri de mercek altına aldıklarını bildirdi.

Robinson, bunlar içinde Pakistan’daki Khyber Pakhtunkhwa havzasını en tehlikeli bölge olarak gösterdi.

Bu araştırmada bilim insanları, Pakistan, Hindistan, Çin ve Himalaya Dağları, ardından Peru’daki Santa havzasıyla, Bolivya’daki Beni havzasını en fazla tehlike arz eden bölgeler içinde gösterdi.

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

Yeni Bir Buz Türü Keşfedildi: Suya Bakışımızı Değiştirebilir

University College London (UCL) ve Cambridge Üniversitesi’nden bilim insanları, su hakkındaki düşüncelerimize ışık tutabilecek yeni bir buz formu keşfetti: Dış Güneş Sistemi’ndeki buzlu uyduların içinde bulunabilir.

Bu buz amorf, yani molekülleri sıradan, kristal buzda olduğu gibi düzgün bir şekilde sıralanmak yerine düzensiz bir forma sahip.

Yeni isimlendirilen MDA (orta yoğunluklu amorf buz), diğer buz formlarından daha çok sıvı suya benziyor ve bilim insanlarının H2O’yu daha iyi anlamasını sağlayabilir.

University College London (UCL) ve Cambridge Üniversitesi’ndeki araştırmacılar bu beklenmedik keşfi, “cuma öğleden sonra yaptığınız ve ne olacak diye izlediğiniz deneylerden biri” sırasında yaptı.

Ekip, eksi 200 santigrat dereceye kadar soğutulmuş bir kavanozda, çelik toplarla birlikte sıradan buzları çalkaladı. İşlem küçük sıradan buz parçaları üretmedi ve bunun yerine bilim insanları sıvı suyla aynı yoğunluğa sahip bir buz formu buldu.

Soğuk ortamından dolayı kristal oluşturacak yeterli termal enerjiye sahip olmadığından amorf buz, bilhassa uzayda bulunan ana buz türüdür. Dünya’daysa nadirdir.

İnce beyaz bir toz gibi görünen MDA, Dış Güneş Sistemi’ndeki buzlu uyduların içinde var olabilir.

Jüpiter ve Satürn’den gelen gelgit kuvvetleri de sıradan buz üzerinde topla yapılan deneyde meydana gelenlere benzer kuvvetler sergileyebilir.

Çalışmada buzun, ısınıp yeniden kristalleştiğinde Jüpiter’in Ganymede’si gibi buzla kaplı uydularda tektonik hareketleri ve “buz depremlerini” tetikleme potansiyeline sahip büyük miktarda ısı açığa çıkardığı da bulundu. Bu buz birkaç kilometre kalınlığında olabilir.

University College London’dan Profesör Christoph Salzmann, “Su tüm yaşamın temelidir” diyor ve ekliyor:

“Varlığımız suya bağlı, onu aramak için uzay görevleri düzenlesek de bilimsel açıdan çok az anlaşılmış durumda.

20 kristal buz formunu biliyoruz fakat bugüne kadar yüksek yoğunluklu ve düşük yoğunluklu amorf buzlar diye bilinen sadece iki ana amorf buz türü keşfedilmişti.

Bu bulgu, sıvı su ve onun birçok anormalliğini anlamamız açısından geniş kapsamlı sonuçlar verebilir.”

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Heyecan Yaratan Keşif: Yaşanabilir Bölgede Yeni Bir Gezegen Bulundu

Gökbilimciler sadece 31 ışık yılı uzakta Dünya benzeri bir ötegezegen keşfetti. Gezegenin Dünya’nın kütlesinin 1,36 katına sahip olduğu belirtiliyor. Bilim insanları yüzeyinde sıvı halde su bulundurabilecek koşullara sahip gezegenlerin yaşanabilir bölgede yer aldığını ifade ediyor.

Zira bu gezegenler yıldıza daha yakın olduklarında sıcaklık arttığı için su buharlaşıyor, daha uzak olduğunda ise donmuş halde olabilir.

Ancak bir gezegenin yaşanabilir bölgede yer alması, yüzeyinde mutlaka su olduğu anlamına gelmiyor. Gezegenin organik bileşikleri içerip içermediği, bir atmosfere sahip olup olmadığı gibi ayrıntılar ancak ileri gözlemlerle ortaya çıkarılabilir.

Almanya’daki Max Planck Astronomi Enstitüsü’nden Diana Kossakowski liderliğindeki bir astronom ekibinin keşfettiği gezegen, yıldızının yaşanabilir bölgesinde yer alıyor.

Kossakowski ve ekibinin keşfettiği Wolf 1069b adlı gezegen de yörüngesinde döndüğü yıldızın yaşanabilir bölgesinde yer alıyor. Ekip bu yıldıza da Wolf 1069 adını verdi.

Gezegenin Dünya’nın kütlesinin 1,36 katına sahip olduğu belirtiliyor. Wolf 1069b, aynı zamanda Dünya’ya benzemesiyle de heyecan yaratıyor.

Kossakowski, “Wolf 1069 yıldızının verilerini analiz ettiğimizde, kabaca Dünya kütlesine sahip bir gezegenden geldiği görülen net, düşük genlikli bir sinyal keşfettik” diye konuştu.

Hakemli bilimdel dergi Astronomy & Astrophysics’te yayımlanan bulgular, Güneş Sistemi dışındaki gezegenlerde yaşanabilirlik belirtilerini aramaya yönelik çalışmalara bilgi sağlayabilir.

Öte yandan gökbilimci Wolf 1069 yıldızının bir kırmızı cüce olduğunu vurguladı. Nispeten küçük ve soğuk olan kırmızı cüceler, genelde Güneş’in yarısından daha az kütleye sahip oluyor.

Kossakowski yeni keşfedilen gezegenin yıldızın etrafında Dünya’ya kıyasla çok daha hızlı döndüğünü belirtiyor:

Yıldızın yörüngesinde dönüşü 15,6 gün içinde tamamlanıyor. Dünya ve Güneş arasındaki mesafenin sadece 15’te 1’ine denk gelen bir mesafede dönüyor.

Diğer bir deyişle Dünya’nın Güneş’e uzaklığı, Wolf 1069b’nin kendi yıldızına uzaklığından 15 kat fazla. Ayrıca Wolf 1069b’de bir yıl sadece 15,6 gün sürüyor.

Max Planck Enstitüsü’nün keşifle ilgili açıklamasına göre, Wolf 1069b’nin daima bir tarafı yıldızına dönük. Bu da Ay’ın sürekli aynı yüzünün Dünya’ya bakmasına benziyor. Yani Wolf 1069b’nin bir yüzünde sürekli gündüz diğer yüzünde sürekli gece yaşanıyor.

Ancak bu durum, yaşanabilir koşulların oluşmasına engel değil. Açıklamada, “Ekip, gezegenin gündüz tarafının geniş bir alanında yaşanabilir koşulların olabileceğini düşünüyor. Bu konuda iyimserler” ifadeleri yer alıyor:

Yıldızda görünürde (şiddetli patlamalar gibi) herhangi bir aktivite olmaması, Wolf 1069b’nin atmosferinin önemli bir kısmını muhafaza etmiş olma ihtimalini de artırıyor.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Jüpiter’in Etrafında 12 Yeni Uydu Keşfedildi; Uydu Sayısı 92’ye Çıktı

Güneş Sistemi’nin en büyük gezegeni Jüpiter’in etrafında 12 yeni uydu keşfedildi. Jüpiter’in uydularından biri olan Europa, 1610’da İtalyan gökbilimci Galileo Galilei tarafından keşfedilmişti.

ABD Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi NASA’nın Voyager 2 uzay aracı 1979’da Europa’ya yakın geçiş yaparak uydunun ilk yörünge fotoğraflarını çekmişti.

Gökbilimciler, Jüpiter’in etrafında 12 yeni uydu keşfetti. Böylece Güneş Sistemi’nin en büyük gezegeninin çevresindeki uyduların sayısı 92’ye yükseldi.

Bu sayı, güneş sistemindeki diğer tüm gezegenlerden daha fazla. Daha önce ilk sırada 83 teyit edilmiş uydusuyla Satürn bulunuyordu.

Yeni keşiflerin ardından Satürn ikinci sıraya yerleşti.

Keşfi gerçekleştiren ekipten bir isim olan Carnegie Enstitüsü’nden bilim insanı Scott Sheppard, Jüpiter’in uydularının Uluslararası Astronomi Birliği’ne bağlı Küçük Gezegen Merkezi’nce listeye eklendiğini dile getirdi.

Uydular 2021 ve 2022 yıllarında Hawaii ve Şili’deki teleskoplar kullanılarak keşfedildi ve yörüngeleri de takip gözlemleriyle teyit edildi.

Sheppard’a göre yeni uyduların boyutları 1 kilometre ile 3 kilometre arasında değişiyor.

Bilim insanı Scott Sheppard, “Umarım yakın gelecekte bu dış uydulardan birini yakından görüntüleyerek kökenlerini daha iyi tespit edebiliriz.” ifadesini kullandı.

Avrupa Uzay Ajansı nisan ayında Jüpiter’e bir uzay aracı göndererek gezegenin kendisini ve en büyük, buzlu uydularından bazılarını inceleyecek.

NASA da gelecek yıl Jüpiter’le aynı ismi taşıyan uydusunu keşfetmek için “Europa Clipper”ı fırlatacak. Zira donmuş kabuğunun altında bir okyanus barındırıyor olabilir.

NASA, Europa Clipper uzay aracını, 2024’te yaşam için uygun koşullara sahip olup olmadığını araştırmak için Europa’ya fırlatmayı planlıyor.

ABD Havacılık ve Uzay Ajansının (NASA) Jüpiter keşif aracı Juno, gezegenin buzullarla kaplı uydusu Europa’yı yakın geçişi sırasında fotoğraflamıştı.

Europa’nın ekvatoruna yakın bir alana odaklanan ilk görüntüde, Europa’nın buzlu kabuğuna işaret eden çıkıntı ve çukurlar göze çarpmıştı.

Sheppard, Jüpiter ve Satürn’ün, bir zamanlar birbirleriyle ya da kuyruklu yıldızlarla veya asteroitlerle çarpışan daha büyük uyduların parçaları olduğuna inanılan küçük uydularla dolu olduğunu belirtiyor.

Aynı durum Uranüs ve Neptün için de geçerli, ancak mesafenin çok uzak olması uydu tespitini oldukça zorlaştırıyor.

Jüpiter’in 92’ye çıkan uydusundan biri olan Europa, 1610’da İtalyan gökbilimci Galileo Galilei tarafından keşfedilmişti.

NASA’nın Voyager 2 uzay aracı 1979’da Europa’ya yakın geçiş yaparak uydunun ilk yörünge fotoğraflarını çekmişti.

(Kaynak: Eurnews Türkçe)

Paylaşın