Yeni Bir Dinozor Türü Keşfedildi: Vectipelta Baretti

Britanya’daki Wight Adası’nda yeni bir dinozor türü keşfedildi. Yeni dinozor türünün adı, Londra’daki Natural History Museum’da (Doğal Tarih Müzesi) 20 yıldan uzun süre çalışmış Profesör Paul Barrett’e atfen konuldu.

Prof. Barrett, bunun üzerine yaptığı açıklamada, “Bu şekilde takdir edilmek gururumu inanılmaz okşadı, zevkten dört köşe oldum” dedi ve ekledi: Benim adımı koymalarının bu dinozorla görsel benzerliğimden kaynaklanmadığını da bilmenizi isterim.

Ankilozor familyasından olduğu açıklanan dinazorun korkutucu dikenli görünümüne karşın otçul olduğu tespit edildi.

Wight Adası’nda 1865’ten bu yana ilk defa yeni bir türe ait fosil bulundu. Keşif, 66 milyon ila 145 milyon yıl öncesine ait kayaçlar incelenirken yapıldı.

Yeni tür, adada daha önce bulunan ankilozor familyasından Polacanthus foxii adlı bir türü görünüm olarak andırsa da bilim insanları aslında bu iki türün pek de yakın akraba olmadığını düşünüyor.

Boyunları, sırtları ve leğen kemiklerindeki farklılıkların yanı sıra Vectipelta baretti’nin zırhı diğer türe göre daha dikenli.

Yeni tür aynı adada bulunan eski türdense Çin’deki ankilozorlara daha yakın.

Bu da, bu türün Erken Tebeşir (Kretase) Dönemi’nde Asya’dan Avrupa’ya kadar geniş bir alana yayıldığı çıkarımını yapmamızı sağlıyor.

Natural History Musuem’dan araştırmacı Stuart Pond, bu keşfin İngiltere’de o dönemdeki dinozor çeşitliliğine de ışık tuttuğunu söylüyor.

Pond, daha önce Polacanthus foxii türüne ait olduğu düşünülen fosillerin de tekrar inceleneceğini ve bunların bir kısmının aslında yeni bulunan türe ait olabileceğini de ekliyor.

Keşif Journal of Systematic Paleontology (Sistematik Paleontoloji Dergisi) adlı akademik dergide yayımlandı.

(Kaynak: BBC Türkçe)

Paylaşın

Dünyanın Eğimi Arttı; İklim Değişikliği Hızlanacak

Yapılan yeni bir çalışma, yeraltı sularının kullanımının Dünya’nın dönüşünü önemli ölçüde etkilediğini ortaya koydu. 1993 ile 2010 yılları arasında yer altı sularının kullanımı, Dünya’nın ekseninin 80 cm doğuya doğru eğilmesine neden oldu. 

Haber Merkezi / Geophysical Research Letters’ta yayınlanan çalışma, bu durumun iklim değişikliğini hızlandıracağına işaret etti.

1993 ve 2010 yılları arasında dünya genelinde 2 bin 150 gigaton yeraltı suyu kullanıldı. Yer altından çıkarılarak kullanılan su miktarı, dünya genelinde deniz seviyesinin altı mm yükselmesini sağlayacak oranda.

Güney Kore’deki Seul Üniversitesi’nden çalışmayı yöneten jeolog Ki-Weon Seo, Dünya’nın dönüşündeki değişikliğe bağlı olarak kutupların büyük ölçüde saptığını söyledi.

2016 yılında bilim insanları, su akıntılarının Dünya’nın dönüşünü etkileme gücüne sahip olduğunu keşfetmişlerdi. Ancak, yeraltı sularının Dünya’nın dönüşünde önemli bir etken olduğu ilk kez keşfedildi.

Bilim insanları, çalışmada, yer altı sularının dağılımına bağlı olarak dünyanın dönüş kutuplarındaki değişimi gözlemlediler. Çalışma, başlangıçta buz tabakaları ve buzullara dayanıyordu.

Dünya’nın eksenin kayması kuzey ve güney kutuplarının değişmesine neden olur. Kutup kayması adı verilen bu olgu, küresel iklimi önemli bir şeklide etkiler.

Öte yandan küresel ısınmanın kutup kaymalarına neden olduğu zaten bilinmekte.

Paylaşın

Dünyanın Bilinen En Eski Mezarlığı Bulundu: 236 Bin İla 335 Bin Yıllık

Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Johannesburg kenti yakınındaki “İnsanlığın Beşiği” (Cradle of Humankind) adı verilen paleoantropolojik sit alanında bilinene en eski mezarlık buldu.

Mezarlıkta Homo naledi’lere ait kalıntılar keşfedildi. Dünyadaki en eski mezarların daha önce Ortadoğu ve Afrika’da yer aldığı ve yaklaşık 100 bin yıllık olduğu düşünülüyordu. Güney Afrika’daki mezarlıkta tespit edilen kemiklerse 236 bin ila 335 bin yıllık.

Bilim insanları, mezarlıkta iskelet kalıntıları içeren sığ ve oval çukurların cesetlerin gömülmesi için kasten kazıldığını ve üzerlerinin örtüldüğünü kaydetti: Bu keşifler, ölüm sonrası uygulamaların Homo sapiens ya da beyni büyük boyutlarda olan diğer insansılarla sınırlı olmadığını gösteriyor.

Güney Afrika’da çalışmalarını yürüten bilim insanları, dünyada bilinen en eski mezarlığı bulduklarını söyledi. Kalıntıların, Latince adı Homo naledi olan primatlara ait olduğu açıklandı.

Dünyaca ünlü paleoantropolog Prof. Lee Berger’in yönettiği araştırma ekibi, keşfin insanın evrimine dair düşünceleri değiştirebileceğini belirtti. Zira ölüleri gömmek gibi davranışlar şimdiye kadar daha büyük beyinlere sahip Homo sapiens ve Neandertallerle ilişkilendiriliyordu.

Araştırmacılar mezarlığı, Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Johannesburg kenti yakınındaki “İnsanlığın Beşiği” (Cradle of Humankind) adı verilen paleoantropolojik sit alanında buldu.

Mezarlıkta Homo naledi’lere ait kalıntılar keşfedildi. Dünyadaki en eski mezarların daha önce Ortadoğu ve Afrika’da yer aldığı ve yaklaşık 100 bin yıllık olduğu düşünülüyordu. Güney Afrika’daki mezarlıkta tespit edilen kemiklerse 236 bin ila 335 bin yıllık.

Bilim insanları, mezarlıkta iskelet kalıntıları içeren sığ ve oval çukurların cesetlerin gömülmesi için kasten kazıldığını ve üzerlerinin örtüldüğünü kaydetti: Bu keşifler, ölüm sonrası uygulamaların Homo sapiens ya da beyni büyük boyutlarda olan diğer insansılarla sınırlı olmadığını gösteriyor.

Mezarlığın yakınında, yüzeyinin kasten düzleştirildiği düşünülen bir sütunda geometrik şekiller yer aldığı da görüldü. Berger, “Bu, sadece insanların sembolik uygulamaların geliştirilmesinde benzersiz olmadığını değil bu tür davranışları icat etmemiş olma ihtimalini de akıllara getiriyor” diye konuştu.

57 yaşındaki paleoantropolog, Homo naledilerle ilgili önceki çalışmalarında bilimsel titizlik eksikliği ve acele ettiği gerekçeleriyle bilim camiasının tepkisi çekmişti. AFP, Berger’in yeni açıklamalarının paleontoloji dünyasında tüyleri diken diken edeceğini yazdı.

Homo naledi, Pleistosen Devri’nde, yaklaşık 335 bin yıl önce ortaya çıkmış ve 236 bin yıl önce soyu tükenmiş arkaik bir insan türü.

Türün beyni modern insanlara göre epey küçük. Zira beyin boyutları Homo sapiens’inkinin kabaca üçte birine denk geliyor.

Türün kalıntıları ilk kez 2013’te, yine Rising Star mağara sisteminde keşfedilmişti. Berger bundan iki yıl sonra, küçük beyne sahip Homo naledi’lerin düşünülenden daha fazla iş yaptığını öne sürmüştü. Berger’e çok sayıda kişi karşı çıkmıştı.

Ünlü paleoantropolog şimdiyse şöyle konuştu: O zamanlar bu, bilim insanlarının kabul etmesi için çok fazlaydı… Dünyaya bunun doğru olmadığını söylemek üzereyiz.

Araştırmacılar daha fazla analize ihtiyaç duyulduğunu ancak yine de keşiflerin “insanın evrimine dair anlayışı değiştirdiğini” yazdı.

Araştırmada yer almaya antropolog Carol Ward, bulguların doğrulanması halinde önemli arz edeceğini ifade etti. Berger ve ekibinin konu hakkında yaptığı üç araştırma, eLife adlı hakemli bilimsel dergide yayımlanacak.

Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Bilim İnsanları Bir İlki Başardı: Uzayda Toplanan Güneş Enerjisi Dünya’ya Işınlandı

Bilim insanları, güneş enerjisini uzaydan Dünya’ya başarılı bir şekilde ilettiklerini açıkladılar. Bu yöntem ile enerjiyi elde edebilmek için herhangi bir altyapıya ihtiyaç duyulmayacak.

Güneş enerjisini uzaydan kablosuz olarak iletme çalışmalarının, yenilenebilir enerji ve özellikle de Güneş enerjisinin yaygın kullanımını için devrim yaratan sonuçları olabilir.

Amerika Birleşik Devletleri’ndeki (ABD) Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü’nden bilim insanları, uzayda yakalanan Güneş enerjisini ilk kez Dünya’ya ışınlamayı başardı.

Bu atılım, ocak ayında yörüngeye fırlatılan MAPLE adlı cihaz sayesinde mümkün oldu. MAPLE, Güneş enerjisini toplayıp yansıtmaya yarayan bir prototip.

Söz konusu cihaz, Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü’nün uzaydan kablosuz enerji aktarımının yollarını aramak için başlattığı Uzay Güneş Enerjisi Projesi kapsamında fırlatılmıştı.

Son deneyde MAPLE’ın verici dizisi, mikrodalgalar aracılığıyla uzayda toplanmış Güneş enerjisini enstitünün kampüsündeki Gordon ve Betty Moore Mühendislik Laboratuvarı’nın çatısına yerleştirilen bir alıcıya ışınladı.

Uzay Güneş Enerjisi Projesi’nin eş direktörü Ali Hajimiri, “Şimdiye kadar yaptığımız deneyler sayesinde, MAPLE’ın uzaydaki alıcılara başarılı bir şekilde enerji iletebildiğini onaylamıştık. Bu kez de diziyi, enerjisini Dünya’ya yöneltecek şekilde programladık” ifadelerini kullandı.

Bilim insanı, Elbette onu Dünya’da test etmiştik ama artık uzay yolculuğuna dayanabileceğini ve orada çalışabileceğini biliyoruz” diye de ekledi.

Araştırmalar bu yöntem sayesinde “tıpkı internetin bilgiye erişimi demokratikleştirdiği gibi” enerjiye erişimi de farklı kesimler arasında yaygınlaştırmayı amaçlıyor.

Hajimiri’nin aktardığına göre bu yöntemle enerjiyi elde edebilmek için herhangi bir enerji iletim altyapısına da ihtiyaç duyulmayacak: Bu, uzak bölgelere ve savaş veya doğal afet nedeniyle harap olmuş bölgelere enerji gönderebileceğimiz anlamına geliyor.

Güneş enerjisini uzaydan kablosuz olarak iletme çalışmalarının, yenilenebilir enerji ve özellikle de Güneş enerjisinin yaygın kullanımını için devrim yaratan sonuçları olabilir.

Örneğin Japonya uzaydan iletilen Güneş enerjisini 2030’ların ortalarında kullanmaya başlamayı planlıyor. Ülke 2025’te kamusal kurumlar ve özel şirketlerin ortaklığıyla bu teknolojinin pilot uygulamasını başlatmayı hedefliyor.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Multivitaminler Alzheimer’ı Önler Mi? Dikkat Çeken Araştırma

İnsanlar kendilerini zayıf hissettiklerinde genellikle multivitamin almaya başlarlar. Multivitaminler her zaman faydalı mıdır? Multivitaminlerin vücudu nasıl ve ne kadar etkilediğini hiç merak ettiniz mi? 

Haber Merkezi / Columbia Üniversitesi ve Harvard Üniversitesi’nden bilim insanları, üç yıl süren bir araştırmada düzenli olarak multivitamin almanın vücut üzerindeki etkilerini inceledi.

Bilim insanları araştırmayla, günde bir kez multivitamin almanın yaşla birlikte meydana gelen hafıza kaybını önleyebileceğini ortaya koydular.

American Journal of Clinical Nutrition’da yayınlanan araştırmada, 60 yaş üstü 3500’den fazla yetişkin üzerinde çalışma yapıldı.

Bir gruptan günlük multivitamin verilirken, diğer gruba üç yıl boyunca plasebo verildi. Ardından, her yılın sonunda, katılımcıların hafızasını test etmek için bilişsel değerlendirmeler yapıldı.

Araştırma, günlük multivitamin alan katılımcıların hafızasındaki gerilemenin azaldığını buldu. Plasebo alanların hafızasındaki gerileme ise yaşla birlikte devam etti.

Araştırma ayrıca, kardiyovasküler hastalıkları olan ve günlük multivitamin alanlarda iyileşmenin daha belirgin olduğunu ortaya koydu.

Multivitaminler Alzheimer’ı önler mi?

Columbia Üniversitesi’nde Nöropsikoloji Profesörü Dr. Adam M. Brickman, araştırmanın, multivitaminlerin yaş ilerledikçe bile hafızayı korumada önemli bir rol oynayabileceğini bulduğunu söyledi.

Brickman, iyi bir beslenmenin ve takviyenin, Alzheimer gibi ciddi hastalıklara karşı bilişsel egzersizlerden daha iyi sonuç verebileceğini söyledi.

Brickman, kardiyovasküler hastalığı olan kişilerde multivitaminlerin hafıza üzerinde neden daha hızlı bir etkiye sahip olduğunun ise henüz net olmadığını belirtti.

Bilim insanları, multivitamin takviyelerinin dengeli bir beslenme için iyi bir alternatif olmayacağı konusunda da uyarıyorlar.

Paylaşın

Samanyolu Galaksisi Düşünülenden Farklı Şekilde Olabilir!

Bilim insanları tarafından yapılan yeni ölçümler, Samanyolu Galaksisi’nin dört ana sarmal kolu olan bir gökada olduğu şeklindeki geleneksel görüşün yanlış olabileceğini gösteriyor.

Bilim insanları, aslında Samanyolu’nun şeklinin tıpkı iki ana kola sahip diğer sarmal galaksilere benzediğini öne süren yeni bir araştırma yayımladı.

Yeni ölçümler, Güneş Sistemi’ne ve doğal olarak Dünya’ya ev sahipliği yapan Samanyolu Galaksisi’nin düşünüldüğünden farklı bir şekle sahip olabileceğini gösteriyor.

Son birkaç yılda gökbilimciler, galaksilerin üç ana şekilde göründüğünü tespit etti: Eliptik, düzensiz ve sarmal.

Son kategoriye uyan galaksilerin çoğunda, daha küçük kollara ayrılan iki önemli “kol” var gibi görünüyor.

Samanyolu da bu kategoride yer alıyor.

Öte yandan Samanyolu’nun geleneksel tasviri, kalın bir merkezi yıldız çıkıntısından uzanan 4 ana sarmal kol şeklinde. Bu da diğer sarmal galaksiler arasında Samanyolu’nu aykırı ve benzersiz kılan bir özellik olarak görülüyor.

Ancak galaksinin bu geleneksel tasviri de yanlış olabilir.

Çin Bilimler Akademisi ve Çin Ulusal Astronomi Gözlemevleri’ndeki bilim insanları, aslında Samanyolu’nun şeklinin tıpkı iki ana kola sahip diğer sarmal galaksilere benzediğini öne süren yeni bir araştırma yayımladı.

Hakemli bilimsel dergi Astrophysical Journal’da yayımlanan araştırmada, Samanyolu’nun da iki ana kola sahip olduğu ifade edildi.

Bulgular, gökbilimcilerinin Samanyolu’nun gerçek şeklini daha iyi anlamak için birden fazla astronomik veri kaynağını analiz etmesiyle ortaya çıktı.

Makalede, “Çok sayıda araştırmaya rağmen, Samanyolu’nun genel sarmal yapı morfolojisi belirsizliğini koruyor. Son 20 yılda, doğru mesafe ölçümleri bize bu sorunu çözme fırsatı sağladı” ifadeleri yer aldı.

Ekip, yıldızlara olan mesafeyi daha iyi ölçebilen yeni nesil uzay araçlarından gelen verileri değerlendirdi. Bu sayede yaklaşık 200 yıldız arasındaki mesafeleri ölçüp, Samanyolu’nun yeni bir haritasını oluşturmaya başladı.

Bu haritaya Avrupa Uzay Ajansı’nın (ESA) yıldızların hareketlerini ve Dünya’ya göre konumlarını gözlemleyen Gaia uzay teleskobundan gelen veriler de eklendi.

Böylece ekip, Samanyolu’nun yoğun bir merkez çubuktan uzanan sadece iki ana kola sahip bir çubuklu sarmal galaksi olduğu sonucuna vardı:

Norma ve Perseus kolları muhtemelen Samanyolu’nun iç kısmındaki iki simetrik koldur. Galaksinin iç kısmından dış kısımlara doğru uzanırken çatallanırlar ve sırasıyla Erboğa ve Yay kollarına bağlanırlar.

(Kaynak:Independent Türkçe)

Paylaşın

Uranüs’te Şaşırtan Keşif: Kutuplara Yakın Dev Bir…

Güneş sistemindeki yedinci gezegen olan Uranüs’te kutuplara yakın dev bir siklon keşfedildi. Bu yeni keşif birçok sırrını da hala koruyan Uranüs’ün atmosferinin daha iyi anlaşılmasını sağlayacak.

Siklon, atmosferde bir alçak basınç alanı çevresinde hızla dönen rüzgârların oluşturduğu şiddetli fırtınadır.

New Mexico’da bulunan bir teleskoptan alınan yeni gözlemlerle merkezi Dünya’nın çapının dörtte biri büyüklüğünde olan ve kuzey kutbunun yakınında dönen bir kutup siklonu yani atmosfer döngüsü tespit edildi.

Siklonun tüm çapı ise henüz kesin olarak tespit edilemedi. Bu yeni keşif Uranüs’ün atmosferinin daha iyi anlaşılmasını sağlayacak.

Bilim insanları Uranüs’ü, komşusu Neptün gibi bir buz devi olarak sınıflandırıyor.

Ancak yeni imkanlarla bu gezegenin atmosferine her zamankinden daha derinlemesine bakabilme fırsatı yakalayan bilim dünyası şimdi durumun bilinenden daha dinamik bir gezegen tablosu ortaya koyduğunu görüyor.

NASA gezegen bilimcisi ve araştırmanın baş yazarı Alex Akins şunları söyledi:

“Uranüs, atmosferinin ve iç kısmının genel yapısı Neptün’e benzese de bazı oldukça farklı özellikleri var. Mesela yan dönüyor, ve o zaman bile, manyetik alanı dönme ekseniyle hala yanlış hizalanıyor. Atmosferik dolaşım ve iç ısı salınımı Neptün’den daha zayıf ancak yine de gözlemlenen bir dizi dinamik özellik ve fırtına mevcut.”

Çoğunlukla hidrojen ve helyumdan oluşan bir atmosfere sahip olan Uranüs, metan gazı nedeniyle mavi-yeşil bir renge sahip.

Uranüs, güneş sistemimizdeki en büyük üçüncü gezegen ve yaklaşık 50 bin 700 km çapında. Bu, içine 63 adet Dünya sığdıracak kadar büyük bir hacim anlamına geliyor.

Uranüs, Güneş’e Dünya’dan yaklaşık 20 kat daha uzakta ve yaklaşık 2,9 milyar km mesafede güneşin yörüngesinde dönüyor. Bu yörüngede bir tur 84 yıl sürüyor.

Alışılmadık yatay ekseni, Uranüs’ün güneşin yörüngesinde yuvarlanan bir top gibi görünmesine neden oluyor.

Araştırmacılar, atmosferin tepesindeki bulutların altını görmek için New Mexico’daki çok büyük bir dizi teleskopu aynı anda kullandı ve kuzey kutbunda dolaşan havanın daha sıcak ve daha kuru olduğunu, güçlü bir siklonun kanıtı olarak tespit ettiler.

Aynı araştırma, kutup siklonlarının önemli bir atmosfere sahip güneş sistemimizde, Merkür ve Satürn’ün uydusu Titan hariç, tüm gezegenlerde bulunduğunu doğruladı. Ancak oluşma şekilleri gezegenden gezegene farklılık gösteriyor.

Siklonlar kasırgalardan farklı olarak atmosferin kalıcı ve karakteristik özelliği olarak biliniyor.

Uranüs’ün kütlesinin çoğu su, metan ve amonyaktan oluşan yoğun buzlu bir sıvı. Gezegenin kendisi de, iki set soluk halka ile çevrili ve 27 küçük uydusu mevcut.

Atmosferi de en dıştaki Neptün dahil sekiz gezegen arasında en soğuk olanı.

Uranüs hakkında çok sayıda cevap bekleyen soru var

Bir uzay aracıyla tek yakın karşılaşması da 1986’da Voyager 2 ile oldu. Bu nedenle hakkında hala pek çok bilinmeyen nokta bulunuyor:

Nasıl yan yattı? İçi gerçekten de gaz devleri olan Jüpiter ve Satürn’den daha mı “buzlu”? Neden ölçülen rüzgar hızlarıyla uyumlu olmayan atmosferik kuşaklanma özellikleri var? Kutup ekvatordan daha mı kuru? Uydularında okyanus dünyaları var mı?

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

Afrika İkiye Bölünüyor: Yeni Bir Okyanus Oluşacak..!

Dünyanın en büyük ikinci kıtası olan Afrika ikiye bölünmek üzere. Bilim insanları, Afrika Kıtası’nın bölünmesi ile başka bir okyanusun oluşmasının muhtemel olduğunu açıkladılar.

Haber Merkezi / Üzerinde yaşadığımız Dünya, pek çok sırrı ve gizemi barındırıyor. Dünya’nın barındırdığı bu sırları ve gizemleri çözmek için sürekli çalışmalar yapılıyor, ve her çalışma ile yeni bir şeyler keşfediliyor.

Bilim insanları, önümüzdeki dönemde Afrika’nın kademeli olarak ikiye ayrılacağını ve dolayısıyla yeni bir okyanusun oluşmasının muhtemel olduğunu açıkladılar.

Bunun 2005 yılında Etiyopya çölünde ortaya çıkan ve yaklaşık 60 kilometrelik Doğu Afrika Yarığı’ndan kaynaklandığını söyleyen bilim insanları, bu yarığın giderek genişleyip Afrika’yı ikiye ayırma ihtimalinin yüksek olduğunu belirtiler. 

Afrika’daki dev yarık ne zaman oldu?

Etiyopya’nın ucra bir bölgesi olan Afar’da 2005 yılında açılmaya başlayan bir çatlak, kısa sürede 8 metreye ulaştı. Kısa sürede 60 kilometre uzunluğa erişen derin çatlak, zamanla daha da büyüyerek bölgedeki diğer ülkelerin fiziki yapısını da etkiledi.

Afrika kıtası nasıl bölünüyor?

Bilim insanlarının hesaplamalarına göre, yaklaşık 5-10 milyon yıl sonra, Afrika’nın doğu kısmında tektonik bir bölünme olacak. Bunun sonucunda Afrika kıtası iki parçaya ayrılacak. Araştırmaya göre ayrılmanın olacağı yer, Etiyopya Afar bölgesi.

Afrika kaça ayrılır?

Afrika kıtası Kuzey, Batı, Orta, Doğu ve Güney Afrika olmak üzere bölgelere ayrılmıştır. Her bölgede farklı bir ülke bulunuyor. Kuzey Afrika’da 6, Batı Afrika’da 14, Orta Afrika’da 8, Doğu Afrika’da 18, Güney Afrika’da da 5 ülke yer alıyor.

Kenya yarığı nedir?

Birkaç kilometre uzunluğunda, devasa bir yarık, Güneybatı Kenya’da beklenmedik bir şekilde oluştu. Giderek büyüyen bu yırtık, Nairobi-Narok otoyolunun bir kısmının çökmesine neden oldu. İlk başta bu yarığın oluşması, Doğu Afrika Rift Vadisi’nde meydana gelen tektonik faaliyete bağlanmıştı.

Kıtalar nasıl ayrıldı?

Pangea magma tabakasındaki konveksiyonel hareketler sonucunda güneyde Gondvana ve kuzeyde Laurasia (Lavrasya) olarak ikiye bölünmüştür. İlerleyen evrelerde bu 2 kıta daha fazla parçaya ayrılarak günümüzdeki kıtalara dönüşmüştür.

Paylaşın

“Uzay Canavarlarına” Dair İlk Kanıt Bulundu

Şimdiye kadar uzaya gönderilmiş en güçlü teleskop olan ABD Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi NASA’nın James Webb Uzay Teleskobu (JWST), “uzay canavarlarına” dair kanıt buldu. 

James Webb, bu kanıtı bulmadan sayıları milyonlara varan yıldızların sıkıca bir arada durduğu yıldız kümelerini gözlemledi. “Küresel kümeler” adı verilen bu yapılar içinde devasa yıldızların kimyasal izleri bulundu.

Uzay canavarlarıyla ilgili ilk ipuçlarını bulan araştırmacılar, keşiflerinin başka yerlerde geçerli olup olmadığını görmek için diğer galaksilerdeki küresel kümelere bakacak.

Güneş Sistemi’ne ve dolayısıyla Dünya’ya ev sahipliği yapan Samanyolu Galaksisi’nde yaklaşık 180 küresel kümenin mevcut olduğu biliniyor.

NASA’nın öncülüğünde işletilen James Webb Uzay Teleskobu, evrende Güneş kütlesinin 10 bin katına çıkan milyonlarca süper kütleli yıldız olabileceğine dair ilk kanıtı keşfetti.

Bu tür yıldızların evreni meydana getirdiği varsayılan Büyük Patlama’dan sadece 440 milyon yıl sonra doğduğu düşünülüyor. Bu yüzden bunların varlığını kanıtlamak, bilim insanlarının evrene dair öngörülerini doğrulayabilir ve yeni tahminler geliştirilmesini sağlayabilir.

İsviçre’deki Cenevre Üniversitesi’nden astronomi profesörü Corinne Charbonnel, “Bugün, James Webb Uzay Teleskobu tarafından toplanan veriler sayesinde, bu olağanüstü yıldızların varlığına dair ilk ipucunu bulduğumuza inanıyoruz” dedi.

James Webb, bu kanıtı bulmadan sayıları milyonlara varan yıldızların sıkıca bir arada durduğu yıldız kümelerini gözlemledi. “Küresel kümeler” adı verilen bu yapılar içinde devasa yıldızların kimyasal izleri bulundu.

Bilim insanları bu kümelerdeki bazı yıldızların, kabaca aynı zamanda (13,4 milyar yıl önce) aynı gaz ve toz bulutlarından oluştuğunu ama farklı element oranlarına (oksijen, nitrojen, sodyum ve alüminyum) sahip olduğunu belirtiyor.

Bu farklılığın en olası açıklaması da süper kütleli yıldızların varlığı. Zira bu yıldızların çok daha yüksek sıcaklıklara ulaşarak daha ağır elementler üretmesi bekleniyor.

Ancak bu tür yıldızların var olduğunu kanıtlamak son derece zor. Çünkü daha büyük, daha parlak ve daha sıcak yıldızlar en hızlı şekilde yok oluyor.

Hakemli bilimsel dergi Astronomy and Astrophysics’te yayımlanan yeni araştırmanın ortak yazarı Prof. Mark Gieles, “Küresel kümeler 10 ila 13 milyar yıl yaşındadır. Süper yıldızların maksimum ömrü ise 2 milyon yıl” diye konuştu:

Bu nedenle söz konusu yıldızlar, bugün James Webb gibi güçlü teleskopların gözlemleyebildiği küresel kümelerden kayboldu. Geriye yalnızca dolaylı izleri kaldı.

James Webb, bu yıldızların varlığını kanıtlama amacıyla Dünya’dan 13,3 milyar ışıkyılı uzaklıktaki GN-z11’de yer alan küresel kümelerden gelen ışığı yakaladı.

İncelemeler, kümelerdeki yıldızların yüksek düzeyde azotla çevrili olduklarını ortaya koydu.

Charbonnel, “Azotun yüksek düzeyde var olması, yalnızca hidrojenin sadece süper kütleli yıldızların çekirdeğinin ulaşabileceği aşırı yüksek sıcaklıklarda yanmasıyla açıklanabilir” ifadelerini kullandı.

Uzay canavarlarıyla ilgili ilk ipuçlarını bulan araştırmacılar, keşiflerinin başka yerlerde geçerli olup olmadığını görmek için diğer galaksilerdeki küresel kümelere bakacak.

Güneş Sistemi’ne ve dolayısıyla Dünya’ya ev sahipliği yapan Samanyolu Galaksisi’nde yaklaşık 180 küresel kümenin mevcut olduğu biliniyor.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın

Dünya, En Az Bin Yıl Daha Güvende

Yeni bir çalışmada büyük asteroitlerin bin yıl sonraki yörüngelerini hesaplandı. Çalışmada Dünya’ya yakın nesnelerin çoğunun gezegene bin yıl içinde çarpmayacağı sonucuna varıldı.

Büyük asteroitlerin ve bunlardan biraz daha küçük göktaşlarının 3000 yılından önce Dünya’ya çarpma olasılığı epey düşük.

Çalışmada çarpma olasılığı en yüksek nesne de belirlendi. Ancak 7482 adlı bu göktaşının Dünya’ya Ay’dan daha yakın konuma gelme ihtimali de milyonda 15 olarak belirlendi.

Bilinen asteroitlerin yörüngelerini hesaplayan bilim insanları, Dünya’nın göktaşı çarpmalarına karşı en az bin yıl boyunca güvende olduğunu tespit etti.

NASA ve diğer uzay ajansları, Güneş Sistemi’nde keşfedilen nesnelerin yörüngelerini takip ederek, Dünya’yla yolları kesişirse yıkıma neden olabilecek asteroitlere özellikle dikkat gösteriyor.

Genellikle çapı 140 metre veya daha büyük olan göktaşları potansiyel açıdan tehlikeli görülüyor. Bunlar Dünya yakınlarında yer alıyorsa “Dünya’ya yakın nesneler” diye sınıflandırılıyor.

Diğer yandan astrofizikçiler bu göktaşlarının izlediği yörüngelerden yola çıkarak gelecekte bunların Dünya’ya çarpıp çarpmayacağını tahmin edebiliyor.

Yine de gökbilimciler şimdiye dek bu nesnelerin yörüngelerini yaklaşık 100 yıl sonrasına kadar tahmin edebilmişti.

ABD’deki Kolorado Boulder Üniversitesi’nden Oscar Fuentes-Muñoz liderliğindeki ekip, yeni çalışmasında büyük asteroitlerin bin yıl sonraki yörüngelerini hesaplamayı başardı.

Hakemli bilimsel dergi The Astronomical Journal’da yayımlanan araştırmada Dünya’ya yakın nesnelerin çoğunun gezegene bin yıl içinde çarpmayacağı sonucuna varıldı.

Ekibe göre büyük asteroitlerin ve bunlardan biraz daha küçük göktaşlarının 3000 yılından önce Dünya’ya çarpma olasılığı epey düşük.

Çalışmada çarpma olasılığı en yüksek nesne de belirlendi. Ancak 7482 adlı bu göktaşının Dünya’ya Ay’dan daha yakın konuma gelme ihtimali de milyonda 15 olarak belirlendi.

Öte yandan araştırmacılar, Dünya’ya yakın nesnelerin tamamının saptanamadığını da vurguluyor.

Tahminler, çapı 1 kilometreden büyük nesnelerin yüzde 95’inin gökbilimciler tarafından saptandığını gösteriyor.

Bu da henüz gözlemlenememiş bir göktaşının bin yıldan daha yakın zamanda Dünya’ya çarpma ihtimali olduğu anlamına geliyor.

Araştırma makalesinde konuyla ilgili şu ifadeler yer alıyor:

Uzun vadeli tehlikeyi belirlemek, gezegen savunma çalışmalarına katkı sağlayabilir. Tehlikeli nesneler, gelecekteki keşif görevlerinin odağında yer almalı.

(Kaynak: Independent Türkçe)

Paylaşın