Genişleyen Evren Teorisine Meydan Okumak: Karanlık Enerji “Yok”

Karanlık enerji, bilimin en büyük gizemlerinden biri olmaya devam ediyor. Bilim insanları, geçtiğimiz yüzyıl boyunca, Evren’in her yöne doğru genişlediğini ileri sürdüler.

Haber Merkezi / Bilim insanları, karanlık enerji fikrini de, açıklayamadıkları fiziğin yerine geçen bir kavram olarak kullandılar.

Yeni Zelanda’nın Christchurch kentindeki Canterbury Üniversitesi’nden bir grup bilim insanı, Tip Ia süpernovalarının geliştirilmiş ışık eğrisi analizini kullanarak, Evren’in “daha engebeli” bir şekilde genişlediğini ileri sürerek, geleneksel anlayışa meydan okuyor. Araştırmada yer alan bilim insanlarına göre, karanlık enerji yok.

Mevcut anlayış, Evren tekdüze bir şekilde genişlediğini varsayar.

Boş bir uzayda zaman bir galakside olduğundan daha hızlı geçer, çünkü yer çekimi, zamanı yavaşlatır. Araştırmaya göre, Samanyolu’ndaki bir saat, Evren’deki boşluklardaki ortalama bir saatten yaklaşık yüzde 35 daha yavaştır; bu da bu boşluklarda milyarlarca yıl daha geçeceğini göstermektedir. Evren’in genişlemesi hızlanıyor gibi görünmektedir, çünkü Evren’de uzanan boş boşluk ne kadar genişlerse, genişleme için o kadar fazla alan sağlar.

Araştırmayı yöneten Profesör David Wiltshire, “Bulgularımız, evrenin giderek artan bir oranda genişlemesinin nedenini açıklamak için karanlık enerjiye ihtiyacımız olmadığını gösteriyor” diyor ve ekliyor: Karanlık enerji, içinde yaşadığımız evren kadar engebeli bir evrende, genişlemenin kinetik enerjisindeki değişimlerin yanlış tanımlanmasıdır.

“Araştırma, genişleyen evrenimizin tuhaflıkları etrafındaki temel sorulardan bazılarını çözebilecek ikna edici kanıtlar sunuyor” diyen David Wiltshire, “Yeni verilerle evrenin en büyük gizemi on yılın sonunda çözülebilir” ifadelerini kullanıyor.

Karanlık enerji, Evren’in kütle – enerji yoğunluğunun yaklaşık üçte ikisini oluşturur ve genel olarak maddeden bağımsız olarak işleyen zayıf bir anti-yerçekimi kuvveti olduğuna inanılır.

Karanlık madde ve karanlık enerji nedir?

Karanlık madde, evrenin yapısının muhtemelen yaklaşık yüzde 27’sini oluşturduğu düşünülen gizemli bir maddedir. Nedir? Ne olmadığını söylemekten biraz daha kolaydır.

Lambda Soğuk Karanlık Madde Modeli (diğer adıyla Lambda-CDM modeli veya bazen sadece Standart Model) adı verilen bir modele göre atomlar evrenin yaklaşık yüzde 5’ini oluşturur. Karanlık madde, karanlık enerji ile aynı şey değildir. Standart Model’e göre karanlık enerji evrenin yaklaşık yüzde 68’ini oluşturur.

Karanlık madde görünmezdir; ışık veya X-ışınları veya radyo dalgaları gibi herhangi bir elektromanyetik radyasyon yaymaz, yansıtmaz veya emmez. Bu nedenle, evrene dair tüm gözlemlerimiz, kütle çekim dalgalarını tespit etmenin yanı sıra teleskoplarımızda elektromanyetik radyasyonu yakalamayı içerdiğinden, aletler karanlık maddeyi doğrudan tespit edemez.

Yeni gözlemler Evrenin mevcut genişleme hızını sorgulamaya devam ediyor. Büyük Patlama’nın art ışımasından elde edilen kanıtlar, Evren’in “son genişlemesi” ile açıkça çelişiyor; bu anomali “Hubble gerilimi” şekline ifade ediliyor.

“Artık o kadar çok veriye sahibiz ki, 21. yüzyılda nihayet şu soruyu cevaplayabiliriz: Karmaşıklıktan basit bir ortalama genişleme yasası nasıl ve neden ortaya çıkıyor?” sorunu soran Wiltshire, “Einstein’ın genel görelilik kuramıyla uyumlu basit bir genişleme yasasının Friedmann denklemine uyması gerekmez” diyor.

Friedmann denklemi, genel görelilik kapsamında homojen ve izotropik modellerde evrenin genişlemesini belirleyen denklemlerdir. Evrenin yoğunluğu, yeterince büyük bir hacim göz önüne alınarak ve gözlenen kütle ölçülerek bulunur. Bu kütleyi belirlemek için, bu hacim içinde gözlenen parlak galaksiler sayılır ve bu sayı ortalama bir galaksinin kütlesiyle çarpılır.

Bir galaksinin kütlesinin, galaksinin sarmal ya da elips biçiminde olduğu belirtildiğinde, ortalama olarak türünü temsil ettiği varsayılır. Bu yöntemlerden birinde, galaksi merkezi çevresinde dönen gaz bulutlarının yaydığı 21 cm hidrojen çizgisi ölçülür ve galaksi merkezinden itibaren ölçülen çeşitli uzaklıklar için dönme hızı, çizgi genişliklerinden çıkarılır. Buradan da merkezcil ve kütleçekim kuvvetinin eşit olduğu bilindiğinden kütle hesaplanabilir.

Paylaşın

NASA, “Güneş’e Dalmaya” Hazırlanıyor

NASA’nın “Touch the Sun (Güneş’e Dokun)” adı verilen görev kapsamında 2018 yılında fırlattığı Parker Solar Probe’nin 24 Aralık’ta Güneş yüzeyine çok yakın bir noktadan dalması bekleniyor.

NASA’nın heliofizik bölümünde program bilimcisi Kelly Korreck, “Eğer hayal edebilirseniz bu, Güneş’in yüzeyine giden yolun yüzde 96’sını aştığımız anlamına geliyor,” dedi.

NASA’nın Güneş’i yakından incelemek için tasarladığı uzay aracı Parker Solar Probe, Güneş’in ‘içinden geçmeye’ hazırlanıyor.

Gelmiş geçmiş en hızlı ve Güneş’e en çok yaklaşmış uzay aracı unvanlı Parker Solar Probe, yıldızın dış atmosferi olarak da bilinen taç kürede uçarak ‘Güneş’e dokunmayı’ başarmıştı.

NASA şimdi uzay aracı için Güneş’in merkezine hiç olmadığı kadar yaklaşacağı bir rota çizdi.

Küçük bir araba boyutundaki uzay aracı, 24 Aralık’ta Güneş yüzeyine yaklaşık 6 milyon kilometre yaklaşacak. NASA’ya uzay aracı bu esnada yaklaşık 692.000 kilometre hızla hareket ediyor olacak.

NASA’nın heliofizik bölümünde program bilimcisi Kelly Korreck, “Eğer hayal edebilirseniz bu, Güneş’in yüzeyine giden yolun yüzde 96’sını aştığımız anlamına geliyor,” dedi.

Dünya’daki kontrolörler bu manevra sırasında uzay aracıyla iletişim kuramayacak. NASA, Parker Solar Probe’un Güneş’le buluşmasından sağ çıktığına dair bir sinyal alabilmek için yaklaşık üç gün beklemek zorunda kalacak.

Uzay ajansı, yakın temastan ilk görüntülerin muhtemelen ocak ayı içinde Dünya’ya iletileceğini bildirdi.

Korreck, aracın muhtemelen Güneş plazmalarının arasından geçeceğini ve hatta yıldızın aktif bölgelerine dalabileceğini belirtiyor.

Uzay aracı, Güneş’in gizemlerini keşfetme amacıyla, “Touch the Sun (Güneş’e Dokun)” adı verilen görev kapsamında 2018’de fırlatılmıştı.

Daha fırlatıldığı yıl “Güneş’e en çok yaklaşan yapay cisim” unvanını alan araç, Güneş’in korona diye bilinen atmosferinin daha önce keşfedilmeyen kısımlarını araştırıyor.

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

Kara Delikler Ve Karanlık Enerjinin Gizemi: Birbirleriyle Bağlantılı Olabilir Mi?

Bilim insanları, evrenin hızlı genişlemesini açıklamak için karanlık enerjiye güvenirken, evrenin hızlı genişlemesinin nedeni veya nedenleri kozmolojideki en büyük sorulardan biri olmaya devam ediyor.

Haber Merkezi / Yeni bir teori, şu ana kadar konuya ilişkin teorilere meydan okuyor: Kara delikler karanlık enerjinin kaynağı olabilir mi ?

Araştırmalar, kara deliklerin “kozmolojik olarak eşleşmiş” olabileceğini, yani kara deliklerin büyümelerinin doğrudan evrenin genişlemesine bağlı olduğunu öne sürüyor. Daha basit bir ifadeyle, evren büyüdükçe kara delikler de büyüyor. Bu bağlantı her iki yönde de kabul edilebilir: kara deliklerin genişlemesi evrenin büyümesini aktif olarak yönlendirebilir.

Bu teori, ilk olarak 1960’larda kara delik fiziğinin erken dönem çalışmaları sırasında öne sürülen fikirlere dayanmaktadır: Kara deliklerin karanlık enerji ürettiğini ileri sürülmektedir. Bir kara delik bir yıldız veya yıldızlararası madde gibi bir madde tükettiğinde, yalnızca yoğun kütle çekim etkileri üretmekle kalmaz, aynı zamanda karanlık enerjinin oluşmasına da katkıda bulunur.

Bilim insanları, be teoriyi test etmek için evrenin boyutunu çeşitli zaman noktalarında haritalayan Karanlık Enerji Spektroskopik Aleti’nden (DESI) gelen verileri analiz ettiler. Bilim insanları ardından, bu bilgiyi evrendeki bilinen yıldız oluşumu oranlarıyla birleştirerek, kara deliklerin büyümesinin evrenin genişlemesiyle uyumlu olup olmadığını değerlendirmek için bir model oluşturdular.

Sonuçlar, kara delik büyümesi ile kozmik genişleme arasında çarpıcı bir ilişki olduğunu ortaya koydu ve karanlık enerjinin yıldızların ve geride bıraktıkları kara deliklerin yaşam döngüsüyle bağlantılı olabileceğini düşündürdü.

Kara delikler gerçekten karanlık enerji üretiyorsa, bu kozmolojideki birkaç kalıcı soruyu çözebilir. Birincisi, uzun zamandır genel görelilik teorisi için bir sorun olan kara deliklerin merkezlerindeki tekilliklere (sonsuz yoğunluk noktaları) olan ihtiyacı ortadan kaldırabilir. Ek olarak, evrenin ivmesinin keşfinden beri bir gizem olan karanlık enerjinin kökenine dair bir açıklama sunar.

Teori ayrıca evrenin genişleme oranının ölçümlerindeki bir tutarsızlık olan Hubble gerginliğine de ışık tutuyor. Galaksilere dayalı gözlemler megaparsek başına saniyede 72,8 kilometrelik bir genişleme oranı verirken, Büyük Patlama’nın artçı ışıması olan kozmik mikrodalga arka planından (CMB) gelen veriler megaparsek başına saniyede 67,4 kilometrelik daha yavaş bir oran öneriyor, bu değerler birbiriyle örtüşmüyor.

Ancak, karanlık enerji kara deliklerden kaynaklanıyorsa, CMB’den çıkarılan genişleme oranı megaparsek başına saniyede 70 kilometreye yakın bir değere kayacak ve galaksi tabanlı ölçümlerle daha yakın bir uyum sağlayacaktır. Bu düzenleme, çelişkili verileri uzlaştırabilir.

Bilim insanları, şimdi daha fazla kanıt toplamaya odaklanarak, karanlık enerjili kara deliklerin var olup olmadığını ve evreni nasıl etkilediklerini belirlemeyi amaçlıyor.

Kara deliklerin karanlık enerji için fabrikalar olarak hizmet edebileceği fikri, keşfedilmemiş topraklara atılmış cesur bir adımdır. Çoğu şey teorik olarak kalsa da, yeni teori hem evrenin genişlemesini hem de onu yönlendiren gizemli güçleri anlamanın yeni yollarına kapı aralıyor.

Kara delikler evrenin en büyük gizemlerinden birini çözmenin anahtarı olabilir mi? Bunu ancak zaman ve daha fazla araştırma gösterecek.

Paylaşın

Güneş Sistemi’ni Yıldızlararası Geçiş Yapan Büyük Bir Nesne Mi Şekillendirdi?

Yeni bir teori, milyarlarca yıl önce yıldızlararası geçiş yapan devasa bir nesnenin Güneş Sistemi’nden geçerken gezegenlerin yörüngelerini değiştirmiş olabileceğini öne sürüyor.

Haber Merkezi / Bu şaşırtıcı teori, Güneş Sistemi’nin nasıl şekillendiğine dair düşüncelerimizi yeniden şekillendiriyor.

Güneş Sistemi, varoluş yolculuğuna yaklaşık 4,6 milyar yıl önce, yoğun, dönen bir gaz ve toz bulutundan çıkarak başladı. Gezegenler bu dönen gaz bulutunun içinde oluştu ve dairesel, eş düzlemli yörüngelerde hizalandı. Ancak bu pastoral resim, özellikle Jüpiter ve Neptün gibi dış gezegenlerin yörüngelerindeki bazı kafa karıştırıcı düzensizlikleri hesaba katmıyor.

Bilim insanları, bu düzensizliği açıklamak için gezegenler arasındaki kütle çekim etkileşiminin gezegenlerin konumlarını değiştirdiği “gezegen göçü” teorisine güvendiler. Ancak bu teori bile temel soruları cevapsız bırakıyor. Gaz devlerinin yörüngeleri neden hafifçe eksantrik görünüyor? Neden sadece gezegensel dinamiklerin ötesinde bir bozulmayı ima edecek kadar eğikler?

Yeni teori, henüz hakem denetiminden geçmemiş olsa da, ilgi çekici bir olasılığı ortaya koyuyor: Jüpiter’in kütlesinin 50 katı kadar olan yıldızlararası geçiş yapan bir nesne, milyarlarca yıl önce güneş sisteminden geçmiş olabilir. Güneş’e 20 astronomik birim (AU) mesafeden geçen böylesine büyük bir cisim, gezegenleri kütleçekimsel olarak bugün gözlemlediğimiz yörüngelere itmiş olabilir.

Bilim insanları, gelişmiş bilgisayar simülasyonları kullanarak bu karşılaşmanın gerçekleşme olasılığının 100’de 1 olduğunu hesapladılar. Bu düşük bir ihtimal gibi görünse de, astronominin geniş zaman ölçeğinde, ciddi olarak değerlendirilmesi gereken bir olasılıktır.

Böyle bir bozulmaya ne tür bir nesne neden olmuş olabilir? Kendi yıldız sisteminin dışına fırlatılmış bir gaz devi olabilir. Ayrıca, yıldızlararası daha büyük bir yapının parçası da olabilir. Her şeye rağmen, böyle büyük bir nesnenin etkisi derin olurdu, gezegenlerin yörüngelerini değiştirir ve güneş sisteminin yapılandırmasında kalıcı iz bırakırdı.

Bu yıldızlararası geçiş yapan büyük nesne teorisi geçerliyse, teori, yıldız sistemleri hakkında uzun süredir kabul gören varsayımlara meydan okuyor. Ayrıca yeni sorular da ortaya çıkarıyor: Kaç yıldız sistemi benzer karşılaşmaların izlerini taşıyor olabilir? Bunun gibi nesneler sadece yörüngeleri değil, yeni oluşan sistemlerdeki yaşam koşullarını da etkileyebilir mi?

Paylaşın

Çin’in Yeni Hayalet Savaş Uçağı Taklit Bir F-35 Mi?

Geçtiğimiz ay, Çin’in Zhuhai şehrinin bulutlu gökyüzü altında yeni bir savaş uçağı görücüye çıktı. Uçak, coşkulu bir izleyici kitlesine performansını sergilerken, Amerikan F-35 Lightning II savaş uçağıyla karıştırılabilirdi.

Haber Merkezi / Shenyang Aircraft Company’nin J-35 Gyrfalcon saldırı uçağı F-35’e benzese de, Çin Halk Cumhuriyeti’nde tasarlanmış ve üretilmiş bir savaş uçağıydı.

Çin’in ABD askeri teknolojilerini tersine mühendislikle işleme konusundaki köklü geçmişi göz önüne alındığında, akılda birkaç soru canlanıyor. Gyrfalcon, F-35’in bir kopyası mı? Tamamen orijinal bir tasarım mı? Yoksa gerçek ortada bir yerde mi?

ABD ordusu 1990’ların sonlarında, F-35 Lightning II’yi hizmet veren birkaç uçağın yerini alabilecek tek bir uçak olarak tasarladı. Geleneksel kalkış ve iniş versiyonu olan F-35A, ABD Hava Kuvvetleri’nin F-16 Fighting Falcon ve A-10 Thunderbolt II’sinin yerine geçmesi için planlandı.

Kısa yuvarlanma kalkışları ve dikey inişler yapabilen F-35B, ABD Deniz Piyadeleri hizmetindeki F/A-18A ve F/A-18D Hornet avcı uçaklarının yanı sıra AV-8B Harrier II’nin, genişletilmiş bir kanada sahip ve uçak gemisi inişlerine dayanacak şekilde güçlendirilmiş F-35C ise, ABD Donanma hizmetindeki F/A-18C Hornet’in yerini alacak.

Lockheed Martin tarafından “Ortak Saldırı Uçağı Programı” kapsamında geliştiren F-35, ilk uçuşunu 2 bin yılında gerçekleştirdi ve altı yıl sonra ABD Hava Kuvvetleri için ilk prototipi göklere çıktı. Ortalama 15,5 metre uzunluğundaki F-35, sivri uçlu bir burun, tek kişilik bir kokpit ve kokpiti çevreleyen ikiz hava girişlerine sahiptir.

Gizliliğe odaklanılarak tasarlanan uçak, karma bir kanat ve gövde tasarımına sahiptir. Uçağın omurgasına dik tek bir büyük dikey dengeleyici veya kuyruk yüzgeci yerine, dışarı doğru eğimli iki küçük dengeleyiciye sahiptir. Kuyruk yüzgeçlerinin arasına tek bir motor memesi gömülmüştür ve bu uçağın radara yakalanmasını önleyen özelliği.

F-35, AIM-120 hava-hava füzeleri ve JDAM uydu güdümlü bombaları, yedek saldırı silahları (SiAW) ve GBU-53/B Stormbreaker bombası gibi mühimmatlar kullanarak, uçaklara ve kara hedeflerine karşı tespit edilmeden saldırılar gerçekleştirmek için tasarlandı.

Gyrfalcon’a giriş

Shenyang Uçak Şirketi (SAC) tarafından 2 binli yıllarda geliştirilen  J-35, yırtıcı bir kuştan esinlenerek Gyrfalcon lakabını almıştı.

2012 Zhuhai Hava Gösterisi’ndeki ilk uçuşunun ardından, J-35 uygun motorların eksikliği nedeniyle yaklaşık on yıl boyunca geri planda kalmıştır. Prototip uçak, 1980’ler dönemi MiG-29 savaş uçağının motoru Klimov RD-93 donatılmıştı. Çin’in J-35’i üretime sokmak için yeterli RD-93 motor stoku yoktu. Çin, J-35’i RD-93’ten türetile WS-19 motoruyla donattı. Yaklaşık 16,7 metre uzunluğa sahip J-35 , F-35A’dan 1,2 metreden biraz daha uzundur.

İki savaş jeti arasındaki benzerlik o kadar fazladır ki birinin tanımı diğerini açıklamaya çok yardımcı oluyor. İnce farklardan biri, F-35 kokpitin ve burun alanının üst ve alt yarısını düzgün bir şekilde harmanlarken, J-35’in kokpitin hemen altında, uçağın uzunluğu boyunca yatay olarak bir araya gelen her iki taraftaki yivlere sahip olmasıdır.

Bir diğer ince fark ise F-35 kokpitinin arkasındaki gövdenin J-35’ten belirgin şekilde daha uzun olmasıdır, bu da aviyonik, yakıt ve silah gibi dahili depolar için daha fazla yer açmaktadır. Son olarak, J-35’in F-35’inkine kıyasla iki motoru vardır.

F-35 gibi, J-35 de hayalet bir savaş uçağıdır, dahili silah bölmelerine ve buruna monteli bir radara sahiptir. Bunların dışında J-35’in yeteneklerine dair net bir gösterge yok. İyi bir varsayım, jetin ipuçlarını selefi F-35’ten aldığıdır.

Peki, Çin J-35’i ABD F-35’inin bir kopyası mı?

İki uçak arasındaki benzerlikler tesadüf olamayacak kadar belirgin, ancak Çin, ABD savaş uçağını kopyaladı demekte her şeyi açıklamıyor. Sonuçta, beşinci nesil savaş uçakları ortalama aynı özelliklere veya yeteneklere sahip, bu da farklı uçak programlarını aynı tip özelliklere yönlendiren bir faktör.

Aynı zamanda, Çin’in F-35 programı da dahil olmak üzere ABD savunma sanayisini yüklenen firmaları defalarca hacklediği ve değerli bilgiler elde ettiği de bilinmektedir. 2007 yılında gerçekleştirilen Bizans Hades kod adlı bir dizi siber saldırı ile Çinli hackerlar, F-35, F-22 Raptor, B-2 gizli bombardıman uçağı ve diğer programlarla ilgili bilgileri elde etmişti.

J-35’in bazı özellikleri, F-35’te bulunan özelliklerin bir kopyası veya değil, bunu yalnızca uçakları tasarlayan tasarımcılar kesin olarak bilebilir. Hatta J-35, F-35’te olmayan özelliklere bile sahip olabilir.

Paylaşın

Araştırma: Güneş, Dünya’yı Felakete Sürükleyebilir

Yeni bir araştırma, Dünya’nın milyarlarca atom bombasından daha güçlü olabilecek yıkıcı bir Güneş parlamasına maruz kalabileceği konusunda uyardı. Süper parlamaların birkaç bin yılda bir gerçekleştiği düşünülüyordu.

Ancak şimdi, 56 bin Güneş benzeri yıldız üzerinde yapılan yeni bir çalışma, bizimki gibi yıldızlarda düşünüldüğünden çok daha sık süper patlama meydana gelebileceğini ortaya koydu.

Bilim insanları, Güneş’in yakın gelecekte Dünya’yı bir süper parlamayla vurmasının muhtemel olduğunu kesin biçimde söyleyebilmek için bu tür açık uçlu konuların daha fazla araştırılması gerektiğini söylüyor.

Yeni gözlemler, Güneş benzeri yıldızların her 100 yılda bir kez milyarlarca atom bombasına denk enerjiye sahip süper parlamalar ürettiğini ortaya koydu.

Süper parlamalar, Güneş’teki diğer parlamalardan binlerce kat daha güçlü olan, elektronik cihazları yakabilecek, veri sunucularına hasar verebilecek ve uyduları yörüngeden çıkararak birçok hasara yol açabilecek mega fırtınalar oluşturabiliyor.

Güneş’ten fırlatılan parçacık ve plazma dalgalarının Dünya’ya yönelerek gezegenin manyetik alanına girmesine Güneş fırtınası adı veriliyor. Bu fırtınalar halihazırda GPS sistemlerini bozabiliyor ve elektrik kesintlerine yol açabiliyor. Bunlardan daha güçlü fırtınalar daha da büyük hasara yol açabilir.

Güneş benzeri yıldızları gözlemleyerek yapılan önceki çalışmalar, süper parlamaların birkaç bin yılda bir gerçekleştiğini öne sürmüştü.

Ancak şimdi, 56.000 Güneş benzeri yıldız üzerinde yapılan yeni bir çalışma, bizimki gibi yıldızlarda düşünüldüğünden çok daha sık süper patlama meydana gelebileceğini ortaya koydu.

Yakın tarihin en büyük Güneş fırtınalarından biri, yaklaşık 10 milyar 1 megatonluk atom bombasıyla eş enerji açığa çıkaran 1859 Carrington Olayı’ydı. Bu olayda Güneş parçacıkları Dünya’ya çarptıktan sonra dünyanın dört bir yanındaki telgraf sistemlerini ateşe vermiş ve dolunay ışığından daha parlak auroraların güneyde Karayipler’e kadar uzanmasına neden olmuştu.

Ancak eski ağaç halkalarının içinde bulunan ve tarihte radyokarbon seviyelerinde ani artışlar meydana geldiğini gösteren izler, Güneş’in Carrington Olayı’ndan yüzlerce kat daha güçlü parlamalar üretebileceğini gösteriyor. Bu tür fırtınalar Dünya’ya doğru yönelirse felaketle sonuçlanabilir.

13 Aralık’ta hakemli bilimsel dergi Science’ta yayımlanan araştırma makalesinde süper parlama yapan yıldızların yüzde 30’unun çiftler halinde olduğu ifade edildi. İki yıldızın ortak bir kütle merkezi etrafında döndüğü bu çiftlere ikili yıldız sistemleri deniyor.

Bu bulgu, süper parlamaların Güneş’te de meydana gelip gelmediğini kesin biçimde cevaplamak için önemli olabilir.

Araştırmacılar, Güneş’in yakın gelecekte Dünya’yı bir süper parlamayla vurmasının muhtemel olduğunu kesin biçimde söyleyebilmek için bu tür açık uçlu konuların daha fazla araştırılması gerektiğini söylüyor.

(Kaynak: Eurnews Türkçe)

Paylaşın

Neandertaller, Modern İnsanlar Gibi Düşünebiliyorlardı

Bilim insanları, daha önce modern insanlara özgü olduğu düşünülen “düşünme” yeteneğinin yaklaşık 40 bin yıl önce soyu tükenen Neandertaller için de geçerli olduğunu öne sürüyorlar.

Haber Merkezi / Neandertaller, Homo Sapienslere (modern insanlar) göre, fiziksel olarak daha büyük organlara sahiptiler ve özellikle soğuk iklimlere daha iyi adapte olmuşlardı.

Yeni bir fosil keşfi, Neandertallerin insanlar ile etkileşime girmeden önce soyut düşünce ve fikirlere sahip olabileceğini gösteriyor.

Bilim insanları, Neandertallerin şimdiye kadar anlık deneyimlerinin ötesinde düşünme yeteneğinden yoksun olduklarını düşünüyorlardı.

Bilim insanları, İspanya’daki bir mağarada bulunan fosilleri analiz ettikten sonra, daha önce Homo Eapiense özgü olduğu düşünülen “düşünme” yeteneğinin Neandertaller için de geçerli olduğunu söylüyorlar.

İspanya’daki Burgos Üniversitesi ve Malaga Üniversitesi’nden araştırmacılar, Burgos’taki Prado Vargas Mağarası’nda bulunan 15 küçük deniz fosilini incelediler.

Deniz fosillerinin, Neandertaller için bir değeri olmadığı, bunun yerine koleksiyon amaçlı toplandıkları düşünülüyor.

Deniz fosillerinin, 39 bin 800 ila 54 bin 600 yıl öncesine ait olduğu ve Neandertallerin yaşadığı bir kampta bulunduğu ifade ediliyor.

Bilim insanları, deniz fosillerinin bir amaç için toplanmadığı, bu nedenle soyut düşünceye işaret ediyor olabileceğini düşünüyor: “Fosiller, alet olarak kullanıldıklarına dair hiçbir kanıt yok. Bu nedenle, fosiller, toplama faaliyetlerine atfedilebilir.

Bu faaliyetler çok sayıda somut ve soyut nedenden kaynaklanıyor olabilir; bu da toplama faaliyetlerinin ve bununla ilişkili soyut düşüncenin modern insanlardan önce Neandertallerde de mevcut olduğunu düşündürmektedir.”

Bulunan fosillerin amacı konusunda bazı tartışmalar yaşanmıştır; bunların çocuklar için oyuncak olduğu, takas için kullanıldığı, süs değeri taşıdığı veya grubun kültürel kimliği olarak hizmet ettiği yönünde teoriler ortaya atılmıştır.

Bilim insanları, “Bunlar kasıtlı olarak veya tesadüfen bulunmuş olabilir, ancak yaşam alanına taşınmaları kasıtlı olmalı, bu da bu fosilleri toplama dürtüsünü ima ediyor” diyor ve ekliyorlar: “Her iki durumda da, özel bir anlam ifade ederler.”

Paylaşın

Neandertaller Ve Modern İnsanlar: Ayrı Mı Yoksa Aynı Türler Mi?

Neandertaller, Homo Sapiens’e ne kadar benziyordu? Neandertaller ile Homo Sapiens tek bir tür müydü yoksa insanın büyük ve karmaşık aile ağacında sadece kardeşler (belki de sadece kuzenler) miydi?

Haber Merkezi / Bu sorular, Neandertal fosilleri ilk olarak 19. yüzyılda ortaya çıkarıldığından beri tartışılıyor, ancak yeni bir araştırma tartışmayı daha ileri bir boyuta taşımayı amaçlıyor. Londra Doğa Tarihi Müzesi ve Leuven Katolik Üniversitesi’nden araştırmacılar, Neandertaller ile günümüz insanının (H. Sapiens) alt tür olarak değil, ayrı türler olarak sınıflandırılması gerektiğini savunuyor.

Her iki türe ilişkin çok sayıda morfolojik, ekolojik, genetik ve zamansal kanıtı inceleyen bilim insanları, coğrafi alanın bulmacanın hayati bir parçası olduğunu ve Neandertaller ile modern insanın iki farklı tür olarak sınıflandırılabilecek kadar ayrı oldukları fikrini doğrulamaya yardımcı olduğunu savunuyorlar.

Araştırmanın baş yazarı Dr. Andra Meneganzin, “Türümüzün ve Neandertallerin sınıflandırılması konusundaki taksonomik anlaşmazlık, türleşmenin doğasına ilişkin aşırı basitleştirilmiş beklentilerin başlıca bir örneğini sunuyor. Hem şimdiki hem de geçmiş taksonlarda türleşme, farklı karakterlerin kademeli olarak edinilmesini içeren çoklu aşamalar boyunca uzay ve zaman boyunca ortaya çıkar” diyor.

Andra Meneganzin, “Fosil kayıtlarını, geçmişteki insan çeşitliliğini şekillendiren zamansal ve coğrafi boyutlar üzerinden okuyarak, mevcut veriler sınırlayıcı olmaktan ziyade giderek daha bilgilendirici hale gelebilir ve tartışmaların verimsiz çıkmazların ötesine taşınmasına yardımcı olabilir” diye ekliyor.

Bir türü tanımlamak çok zordur ve biyologlar hala bir türün tam olarak ne olduğu konusunda anlaşamıyorlar. Yeni araştırmada bilim insanları özellikle H. Sapiens ile Neandertaller arasındaki anatomik farklılıklarla ve bunun evrimleştikleri dünyanın farklı bölgelerine nasıl yansıdığıyla ilgileniyorlardı.

Fosil kanıtları H. Sapiens’in Afrika’da ortaya çıktığını, Neandertallerin ise Avrasya’da evrimleştiğini göstermektedir. Bu kökenler fizyolojilerinde açıkça görülebilir.

Neandertaller, H. Sapienslere göre, fiziksel olarak daha büyük organlara sahiptiler ve özellikle soğuk iklimlere daha iyi adapte olmuşlardı. Buna karşılık, H. Sapiens, ince bir iskelet ve enerji açısından verimli bir fizyoloji ile Afrika’nın sıcak koşullarında hayatta kalmak için evrimleşmişti.

H. Sapiens, Afrika’yı terk etti ve Avrasya’daki Neandertallere katıldı ve belirli bir dönem beraber yaşadılar. Bu birlikte yaşama, bazı insanların DNA’sında günümüze kadar devam eden genetik bir miras bıraktılar.

Araştırmanın ortak yazarı olan Prof. Chris Stringer, “Neandertaller ve Homo Sapiens bağlamında, türleşmeyi 400 bin yıldan uzun bir sürede gerçekleşen kademeli bir süreç olarak görmemiz gerekiyor. İkisinin coğrafi olarak ayrı olmadıkları yerde çiftleştiği doğrudur, ancak zamanla farklılaşma, ikisinin belirgin şekilde farklı türler olduğu bir noktaya kadar devam etti” diye açıklıyor.

Prof. Chris Stringer, “Neandertaller yaklaşık 40 bin yıl önce yok olduklarında, iki tür türleşme sürecinin son aşamasındaydı ve birbirlerinden üreme izolasyonu geliştiriyorlardı” diye ekliyor.

Araştırma Linnean Society’nin Evrim Dergisi’nde yayımlandı.

Paylaşın

Dünya Geçici “Mini Uydusuna” Veda Ediyor

Dünya’nın geçici “mini uydusu” asteroit 2024 PT5, Dünya’nın yörüngesine girişinden iki ay sonra yani 25 Kasım’da gezegenin yörüngesinden ayrılmaya hazırlanıyor.

Haber Merkezi / 10 metre genişliğindeki asteroit, NASA’nın Asteroid Son Uyarı Sistemi (ATLAS) tarafından keşfedilmişti. Dünya için bir tehdit oluşturmasa da minik ay, Ay’ın tarihi hakkında değerli bilgiler sunmuştu.

Spektral analizler, 2024 PT5’in özelliklerinin NASA’nın Apollo programı ve Rusya’nın Luna görevleri de dahil olmak üzere geçmiş Ay görevlerinde toplanan materyallerle uyuştuğunu gösteriyor. Bu, 2024 PT5’in milyarlarca yıl önce meydana gelen bir çarpışma sırasında Ay’ın yüzeyinden fırlayan bir malzeme parçası olabileceği anlamına geliyor.

Madrid Complutense Üniversitesi’nde Profesör Carlos de la Fuente Marcos, bu asteroitin Ay kökenli olduğuna dair çok sayıda kanıt bulunduğunu söyledi. Marcos, mevcut araştırmaların, kanıtları desteklediğini de sözlerine ekledi.

Ay’ın aksine, 2024 PT5 gibi asteroitler Dünya yörüngesinde uzun süre kalmıyor. Düşük hızları nedeniyle geçici olarak yörüngeye yakalanırlar ve Ay’ın Güneş’in etrafında dönmesi gibi Dünya’nın etrafında dönerler.

Dünya ile minik uydusu ile arasındaki ilişki Ay’ın oluşumuna kadar uzanıyor. Dev çarpışma hipotezine göre Ay, yaklaşık 4,5 milyar yıl önce Dünya ile Mars büyüklüğünde bir gök cisminin çarpışması sonucu oluşmuştur.

Çarpmanın etkisiyle erimiş maddeler uzaya fırladı ve soğuyarak Ay’ı oluşturdu.

Mini ay nasıl keşfedildi?

“2024 PT5” isimli mini ay ilk olarak 7 Ağustos’ta Güney Afrika’nın Sutherland kentinde bulunan otomatik bir teleskop tarafından keşfedildi.

Bu otomatik teleskop, potansiyel olarak tehlikeli asteroitleri tespit etmeyi amaçlayan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA) tarafından finanse edilen bir sistemin parçası.

Bu ayın başlarında Marcos ve araştırma ortağı Carlos de la Fuente Marcos, 2024 PT5’in keşfini Amerikan Astronomi Topluluğu Araştırma Notları dergisinde duyurdu.

Paylaşın

Dünyanın “En Eski Alfabesi” Suriye’de Keşfedildi

Yıllardır, Antik Mısırlıların ilk alfabeyi bulduğuna dair yaygın bir inanış vardı. Şimdi ise bu sorgulanıyor ve son keşif bilinen ilk alfabetik yazının yaşını yaklaşık 500 yıl geriye çekiyor.

Haber Merkezi / Johns Hopkins Üniversitesi’nden bilim insanları, kilden yapılmış küçük silindirlerin üzerinde bilinen en eski alfabetik metnin kazındığını ifade ediyorlar.

Parmak uzunluğundaki silindirler, bir zamanlar iki ticaret yolunun kavşağında bulunan ve bugünkü Suriye’nin kuzeybatısında yer alan Tell Umm-el Marra adlı eski bir kentte keşfedildi.

Testler, silindirlerin MÖ 2400 ile 4400 yılları arasına tarihlendiğini ortaya koyuyor. Bu tarih, bilinen diğer alfabetik yazılardan yaklaşık 500 yıl önceye denk geliyor.

Bilim insanları kil silindirlerin üzerindeki küçük deliklerden yola çıkarak, bunların büyük ihtimalle başka bir nesneye bağlı olduğunu ve bir tür etiket görevi gördüğünü tahmin ediyor.

Arkeolog Glenn Schwartz, “Belki bir geminin içindekiler hakkında ayrıntılı bilgi veriyorlar, belki de geminin nereden geldiği veya kime ait olduğu hakkında bilgi veriyorlar” diye açıkladı: “Yazıyı tercüme edecek bir araç olmadan, sadece spekülasyon yapabiliriz.”

Glenn Schwartz, bilim insanlarının daha önce alfabenin MÖ 1900’den sonra Mısır’da veya civarında icat edildiğini düşündüklerini belirterek şu ifadeleri kullandı:

“Ancak bizim eserlerimiz daha eski ve haritada farklı bir bölgeden, bu da alfabenin düşündüğümüzden tamamen farklı bir köken hikayesi olabileceğini gösteriyor.”

Alfabenin kökenine ilişkin genel kabul gören teori, M.Ö. 1900’lü yıllarda Mısır’da yaşayan okuma yazma bilmeyen bir grup madenciye dayanmaktadır.

Çevrelerinde gördükleri hiyerogliflerden esinlenen göçmen işçiler, Mısır hiyerogliflerinin biçimlerini temel alarak kendi Sami dilleri için harfler oluşturdular.

MÖ 1300 civarında Batı Asya’nın Doğu Akdeniz bölgesi olan Levant’a yayıldı. Buradan Akdeniz’e yayılmaya başlamış ve zamanla Yunan ve Latin alfabelerine dönüşmüştür.

Paylaşın