Hatay: Karamanlı Göleti

Hatay, gezilecek yerleri ve tarihi yapılarıyla dikkat çekiyor. Karamanlı Göleti; Hatay’ın Samandağ İlçesi sınırları içerisinde yer almaktadır. Sulama amaçlı inşaa edilmiştir.

Göletin tipi kil dolgu olup yüksekliği 32 m, yüzölçümü 0.22 km2, göl hacmi 2.104,106 m3, kret uzunluğu 406 m ve dolgu hacmi 450.000 m3tür.

Göletin Bulanık Deresi’nin üzerinde yapılışının nedeni yörede bulunan tarım arazilerine sulama suyu teminidir. Samandağ, insanının en büyük geçim kaynağı sebze ve narenciye yetiştiriciliği olduğundan bu gölet sulama açısından son derece önemli olmaktadır.

Hatay’ın kısa tarihi

Hatay Anadolu’nun en eski yerleşim merkezlerinden biridir. Yöredeki tarihi yaşam bulguları M.Ö. 100.000’lere kadar uzanır. Elde edilen buluntular; bölgenin orta paleolitik, neolotik, kalkolit dönemlerde ve tunç çağında yaygın bir yerleşim yeri olarak kullanıldığını göstermektedir. Amik Ovası´nda; Çatalhöyük, Tel Tainat, Tel Cüdeyde ve Tel Atçana’da ilk Tunç Çağı yerleşmeleri tespit edilmiş ve mimari kalıntılara rastlanmıştır. Kalıntılar; bu yerleşmelerde beylikler biçiminde yaşandığının ipuçlarını vermektedir.

İlk tunç çağından itibaren Amik Ovası’ndaki bu beylikler; sırasıyla Akadların, Yamhad Krallığı´nın, Hititlerin ve Mısırlıların egemenliğine girmiş, Hitit İmparatoru I. Şuppiluliuma döneminde tekrar Hitit egemenliğine girerek, bu durum M.Ö. 13. yüzyıla kadar devam etmiştir.

Hitit İmparatorluğu´nun M.Ö. 1200 yıllarında parçalanmasından sonra Sami-Aramiler tarafından “Hattena” adıyla bir Geç Hitit Krallığı kurulmuştur. Hattena Krallığı M.Ö. 9. yy’da Asurluların daha sonra da Urartuların egemenliğinde kalmıştır.

M.Ö. 6. yüzyılın ortalarından itibaren Hatay yöresi Pers İmparatorluğuna bağlı Kilikya Satraplığı’nın içinde yer almış ve Pers İmparatorluğu’na vergi ödemiştir. M.Ö. 333 yılında Büyük İskender ile Pers İmparatoru III. Dareios’un orduları İssos kenti civarında savaştılar ve Büyük İskender Pers ordusunu ağır bir yenilgiye uğrattı. Myriandros’un (bugünkü İskenderun) adını değiştirerek Aleksadria adını vermiş ve bölge kısa bir süre Makedon hâkimiyetine girmiştir.

Büyük İskender’in M.Ö. 323 yılında ölümünden sonra komutanlarından Seleucus I. Nicator iktidar mücadelesini kazanarak Seleukoslar dönemini başlatmış ve M.Ö. 300 yılında Seleucia Pieria, ardından Antiacheia (Antakya) kentleri kurulmuştur. M.Ö. 64 yılında Antakya serbest şehir statüsü ile Roma İmparatorluğuna katıldı ve imparatorluğun Suriye Eyaletinin başkenti oldu.

M.S. 1. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan Hristiyanlık, Kudüs dışında ilk defa Antakya’da yayıldı. Hz. İsa’ya inananlara ilk defa Antakya’da “Hristiyan” adı verildi. M.S. II. yüzyılda Antakya; Roma ve İskenderiye’den sonra 200.000–300.000 nüfusu ile imparatorluğun üçüncü büyük metropoliti durumunda idi. Şehrin başlıca gelir ve zenginlik kaynağı ticaret ve ihracat idi. Şehir; saraylara, köşklere, heykellere, suyollarına, hipodroma, hamamlara ve hatta kanalizasyon sistemine sahipti.

395 yılında Roma İmparatorluğu ikiye bölündü. Doğu Roma (Bizans) sınırları içinde kalan Antakya 638’de İslam orduları kumandanı Ebu Ubeyde İbn’ül Cerrah tarafından fethedildi. Emeviler döneminde (661-750) Antakya Halep’e bağlandı. Ardından Hatay bölgesi Abbasiler, Tolunoğulları ve İkşitlerin eline geçti.

944 yılında Kuzey Suriye’de Antakya’yı da içine alan Hamdanoğulları Devleti kuruldu. 967-969 yıllarında Hamdanilerle Bizanslılar arasında şiddetli çatışmalar oldu. Sonunda Antakya Bizans kuşatmasına 969 yılına kadar dayanabildi. Antakya Bizans İmparatoru Nikephorus Phokas’ın kumandanlarından Mikhail Burtzes tarafından zaptedildi.

9. ve 10. yüzyıllarda Antakya ve civarına çok sayıda Türk nüfusu gelerek yerleşmeye başladı. Bunda doğudaki Selçuklu varlığının büyük etkisi vardı. Sultan Melikşah döneminde (1072-1092), Kutalmışoğlu Süleyman Bey 1074 yılında önce Halep’i daha sonra Antakya’yı kuşattı. Vali İsaakios Komnenos 20.000 altın karşılığında barış yaparak kuşatmayı kaldırttı. 1084 yılında Antakya Askeri Valisi Philaretes Urfa’ya gidince kötü yönetim ve baskıdan bıkan halk bunu fırsat bilip İznik’te bulunan Süleyman Bey´i kente davet etti. Bunun üzerine Kuzey Suriye’ye bir sefer düzenleyen Kutalmışoğlu Süleyman Bey 12 Aralık 1084’te Antakya’ya girdi.

Süleyman Bey, Filistin Selçuklu hükümdarı Sultan Melikşah’ın kardeşi Dımışk Meliki Sultan Tutuş arasında Halep yakınında yapılan savaşı kaybetti ve öldü. Antakya Selçuklu Meliki Sultan Tutuş’un hâkimiyetine girdi. Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah Kuzey Suriye’de çıkan hâkimiyet kavgasını çözmek için 1086 yılında önce Halep, oradan Antakya’ya geldi. Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah, Tutuş’u sadece Dımışk (Şam) Meliki olarak bırakıp, Antakya’ya Yağısıyan’ı Vali tayin ederek Antakya’yı doğrudan doğruya imparatorluğa bağladı.

1097 yılında Anadolu’dan Çukurova’ya gelerek İskenderun’u alan Haçlı orduları 21 Ekim 1097’de Antakya’yı kuşattı. Uzun süren bir kuşatma sonunda 1098’de Antakya Haçlılar tarafından zapt edildi. 1. ve 2. Haçlı seferleri sırasında Suriye Bizanslıların elinden çıktı, bölgeyi mahalli Müslüman Beyliklerle Latinler paylaştı. Antakya’da Kudüs’e bağlı olan Dükalık (Antakya Prensliği veya Antakya Kontluğu) kuruldu. 1268 yılında yöreye gelen Baybars komutasındaki Memluk ordusu Antakya’yı kuşattı ve 18 Mayıs 1268 günü yapılan hücumla şehre girildi.

Memlukluların 1268’de gelişleri ile 171 yıl süren Antakya Haçlı Prensliği sona erdi. Baybars’ın hükümdarlığı zamanında bölgede Türkmenlerin göç ve yerleşimleri yoğun olarak gerçekleşti. 14. ve 15. yüzyıllarda Halep, Antep ve Antakya bölgesine göç eden Türkmen boylarının başında Avşarlar ve Bayatlar geliyordu. Kuzey Suriye Avşarlarından olan Gündüzoğulları Amik Ovası´nda, Köpekoğulları Antep’te ve Özeroğulları Dörtyol çevresinde yaşamaktaydı.

Osmanlı toprakları genişleyip Memluk sınırlarına ulaşınca iki devlet arasında savaşlarda başladı. Ard arda yapılan savaşlar sonunda Memluk ordusu, Osmanlı ordusunu Çukurova’dan çekmek zorunda bıraktı ve 1490 yılında barış antlaşması yapıldı.

Antakya ve çevresi 1516 yılında Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sırasında Osmanlı hâkimiyetine girdi. Osmanlı yönetiminde Antakya Halep eyaletine bağlı bir sancak ve bu sancağın merkezi idi. Sancak beyi tarafından yönetiliyor idi. Zaman içinde yapılan düzenleme ile Antakya kaza statüsüne getirilerek, Şam Beylerbeyliğine bağlı olarak yönetildi.

Kanuni Sultan Süleyman Tebriz seferi dönüşü Aralık 1535’te Antakya-İskenderun üzerinden Adana’ya geçmiş; daha sonraki yıllarda 1548-1549 kışını geçirdiği Halep’te iken yaptığı gezilerin birinde Antakya’ya tekrar uğramıştır. Kanuni Sultan Süleyman´ın buyruğuyla Belen’de cami, han, hamam ve imaret yapıldı. Belen´ e 250 nefer derbentçi yerleştirdi. Daha sonraki yıllarda bölgeye 65 hane daha yerleştirilerek köy haline getirildi. Payas’ta eski kale yeniden yapıldı.

Yine Payas’ta Sokullu Mehmet Paşa tarafından 1568 yılında yapımına başlanan cami, han, hamam, imaret 1574 yılında tamamlandı. Ayrıca yapılan iskele ve tersaneyi korumak için 1577 yılında limanın üst tarafına bir kale (Cin Kulesi) inşa edildi. Derbentçi olarak buraya 541 aile yerleştirildi. 1832’de Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa´nın oğlu İbrahim Paşa Suriye’yi fethederek Osmanlı ordusu ile 28 Temmuz 1832 günü Belen Boğazında (Belen Geçidi) yaptığı savaşı kazanarak, Adana’ya doğru ilerledi. 1839’da Osmanlılar bölgeyi Halep’e kadar geri aldılar.

Tanzimat’ın ilanıyla Antakya ve çevresinde idari yapılanmada yeni düzenlemeler gerçekleştirildi. Antakya Sancağında Kaymakamlık ihdas edilerek çevresiyle birlikte (Şeyhülhadid, Kuseyr, Karamurt, Süveydiye, Altunözü, Cebel-i Akra- namı diğer Ordu) Halep eyaletine, Payas kazası, Uzeyr ve Belen sancakları çevresiyle birlikte (Bakras nahiyesi, İskenderun, Nahiye-i Arsuz) Adana eyaletine bağlandı.

1. Dünya Savaşı´ndan sonra Fransızlar tarafından işgal edilen bölge, 18 yıl Fransızların egemenliğinde kalmıştır. Yayladağı, 1938’de kurulan Hatay Devleti sınırları içine kaldı. Hatay Devleti´nin de 7 Temmuz 1939’da Anavatana katılmasıyla, Türkiye sınırlarına dâhil oldu. Aynı yıl Hatay iline bağlı ilçe konumuna getirilmiştir.

Paylaşın

Sorunsuz Gözler İçin ‘Sağlıklı Beslenme’

Gözlerin sağlıklı ve güçlü olması için bazı besinlerin düzenli olarak tüketilmesi gerekiyor. Göz kasları, sinirleri, müköz membranları ve görme olayı kişinin beslenme durumundan etkilenmektedir.

Yaşla birlikte görüşün zayıflaması, gözlere iyi geldiği bilinen bazı yiyeceklerle yavaşlatılabilir. Kişinin gözünün karanlık ortama adaptasyonu, A vitaminini yeterli alması ile yakın ilişkilidir. A vitamini yetersizliğinde keratomalasi, kseroz, Bitot lekesi ve kseroftalmi oluşur.

Riboflavin yetersizliği korneada damarlanma, konjonktivit, fotofobi, gözlerde yanma ve kaşınmaya neden olur. Pridoksin yetersizliğinde angular blefarit ve konjonktivit oluşur. Elzem amino asitler, C vitamini ve niasin, göz lenslerinin sağlığını ve bütünlüğünü korurlar.

Son yıllarda n-3 yağ asitlerinden dokozahegzaenoik (DHA) asidinde retinada önemli miktarlarda bulunduğu tesbit edilmiştir. Bu durum, göz sağlığı ile ilişkili olduğunu düşündürmektedir. Yaşlılarda diyete antioksidan vitaminlerin (vitamin E, C ve beta karoten) ilave edilmesi yaşlılığa bağlı katarakt riskini azalttığı bildirilmektedir.

Ancak sizin sağlık koşullarınıza uygun besin önerileri için bir uzmana danışmanızı tavsiye ederiz.

Aşağıdaki listede yer alan gıdalar genel olarak göze iyi geldiği bilinen beta-karoten, C ve E vitaminleri bakımından zengin gıdalardır.

Beta Karoten Kaynakları: Havuç ve havuç suyu, tatlı patates, kabak, portakal ve portakal suyu, kavun, mango, kayısı, lahana, ıspanak, kırmızı dolmalık biber, Brüksel lahanası ve balık yağı.

C Vitamini Kaynakları: Turunçgiller ve suları, papaya, kiraz, ahududu, çilek, yaban mersini, kivi, brokoli, yeşil ve kırmızı biber, karnabahar ve lahana.

E Vitamini Kaynakları: Buğday tohumu, badem ve badem ezmesi, fıstık ve fıstık ezmesi, ayçekirdeği, keten tohumu, avokado ve yumurta.

Lutein ve Zeaksantin Kaynakları: Koyu yeşil yapraklı sebzeler lutein ve zeaksantin için en iyi kaynaklarıdır. Kale, ıspanak, pazı, su teresi ve şalgam bu besinlerin arasında ilk sıralarda gelmektedir. Diğer iyi kaynaklar ise; yeşil bezelye, mısır, marul, brokoli, kabak, havuç, Brüksel lahanasıdır. Çinko ve Selenyum Kaynakları: Çinko, vücudun A vitaminini absorbe etmesine yardımcı olarak gözleri güçlendirir. Fıstık, kabak çekirdeği, leblebi, mayalı gıdalar, istiridye ve diğer deniz ürünleri çinko bakımından en iyi gıdalar arasında yer almaktadır.

Dokosaheksaenoik Asit Kaynakları: Retina ve gözün dış segmentlerinde bulunan önemli bir yağ asidi olan dokosaheksaenoik asit göz sağlığını korumak açısından düzenli olarak alınmalıdır. Daha çok somon, orkinos, uskumru, sardalye, ringa gibi yağlı, soğuk su balıklarında bulunan dokosaheksaenoik asit için kabuklu deniz hayvanları da iyi birer kaynaktır. Bazı balıklarda cıva seviyesi yüksek olduğu için aşırı balık tüketiminin bazı yan etkileri olabilir. Doktorunuz bu durumda balık yerine cıva testi yapılmış balık yağı tüketmenizi önerebilir.

Göz Sağlığı İçin Havuç: Çocukluğumuzdan beri, havucun göz sağlığı için en iyi sebze olduğu söylenir ve bu öneri neredeyse her türlü göz rahatsızlığı için geleneksel olarak kullanılmaktadır. Bazı geleneksel/bitkisel tedavi yöntemlerinin geçerli olmadığı yıllar içinde yapılmış çalışmalarla kanıtlanmış olsa da “havuç ve göz” için bunu söyleyemeyiz.

Çünkü göze iyi gelen beta-karoten için en iyi kaynaklardan biri olan havuç, aynı zamanda göz sağlığını korumak için uzmanların önerdiği C ve E vitaminlerini de içermektedir. 1 adet orta boy havuç, günlük A vitamini ihtiyacının neredeyse 2.5 katı A vitamini sağlar. A vitamininin formları olan retinol ve retinal, gözün bazı temel fonksiyonları için önem taşımaktadır.

Hafif dereceli A vitamini eksikliği durumunda gece görüşü belirgin oranda azalır. İleri derecelerdeki A vitamini eksikliği ise kalıcı göz hasarına ve görüşün tamamen kaybolmasına yol açabilmektedir. 1 adet orta boy havuç günlük C vitamini ihtiyacının %7’sini karşılar. Antioksidan vitamin olan C vitamini kemikler, tendonlar ve kan damarı duvarlarının bir parçası olan kolajenin sentezlenmesinde gereklidir.

C vitamini eksikliği diş eti kanaması, saç dökülmesi, eklem ağrısı gibi rahatsızlıklara yol açar. Ayrıca, uzun dönemli C vitamini eksikliğinin katarakt riskini yükselttiği bilinmektedir. 1 adet orta boy havuç günlük E vitamini ihtiyacının yaklaşık %2’sini karşılar. Yağda çözülen bir vitamin olan E vitamini kalp sağlığı korumak başta olmak üzere damar tıkanıklığı ve katarakt riskini azaltır.

Paylaşın

Kırşehir: Seyfe Gölü

Seyfe Gölü; Kırşehir’in Mucur İlçesi sınırları içerisinde yer almaktadır. 15 kilometrekarelik bir alanı kaplamaktadır. Denizden 1080 metre yükseklikte olan gölün bulunduğu Seyfe ovasının tamamı 152.200 hektardır.

Bunun 1550 hektarı göl, 9700 hektarı geçici bataklık, geriye kalanı ise tarım alanıdır. Gölün derinliği; içeriye doğru 200 metre ilerledikçe 4-5 metreyi bulmaktadır. En derin yeri 10 -12 metre arasındadır. Yazın suyu iyice azalan Seyfe Gölü’nün kış aylannda bol yağış nedeniyle kabardığı ve etrafının bataklığa dönüştüğü görülür. Kapalı havza olduğu için suyu, durdukça tuzlanır. Bu nedenle toprak çoraklaşır. Tuzlu suya sahip olması nedeniyle Tekel İşletmesi tarafından tuz işletmeleri açılmıştır.

Seyfe Gölü, dünyada nesilleri azalan flamingo kuşlarının konakladığı bir yerdir. 600 binden fazla çeşitli türden kuşların bulunduğu bu alan Milli Park alanı haline getiriliyor. Av mevsiminde avcılar tarafından vurulan bu kuşların nesillerinin azalmaması için önlemler alınıyor. 50 ayrı kuş türünün kuluçkaya yattığı, 182 kuş türünün barındığı “Kuş Cenneti” ne yaklaşık 25 kuş türü de göç sırasında uğramaktadır.

Nesli tehlikeye düşmüş türlerden Toy (Otis Tarda) ile, Angıt (Tadorna Ferruyinea) kuşların yaşadığı bir habitat oluşu, nesli tehlikeye düşebilir olarak nitelendirilen flamingo(Phoenicopterus ruber) nun en fazla sayıda bulunduğu başlıca üreme alanlarından birini teşkil etmesi, 167 su kuşu türünün mevcutiyeti, yarım milyonu aşkın su kuşuna sahip oluşu ile uluslararası öneme sahip bir sulak alan olarak nitelendirilmesi özelliklerini oluşturmaktadır.

Sahada; başta flamingo, gri balıkçıl, angıt, suna, boz ördek, elmabaş, yeşilbaş, macar ördeği, kılkuyruk, turna, toy, kılıçgaga, incegagalı, martı, gülen sumru, bataklık kırlangıcı, akgerdan yağmurcun, büyük yağmurcun, mahmuzlu kızkuşu, kızılbacak olmak üzere toplam 167 tür su kuşu bulunmaktadır. Mucur’a 20 kilometre olan tektonik göl niteliğindeki Seyfe Gölü nün batısında Seyfe ve Gümüşkümbet, doğusunda Kızıldağ ve Karaarkaç, kuzeyinde Malya Düç, güneyinde Yazıkınık ve Budak köyleri bulunmaktadır.

Seyfe Gölü ve çevresindeki 10.700 hektar alanın Tabiatı Koruma alnı olarak belirlenmesi, 2873 sayılı Milli Parklar kanununun 3 üncü maddesine göre, Bakanlar Kurulunca 26/08/1990 tarihinde 90/825 karar numarası ile kararlaştırılmış olup 20/10/1990 tarih ve 20671 Sayılı Resmi Gazetede yayımlanmasıyla hayata geçmiştir. Son yıllarda küresel ısınmanın etkisiyle kuruma tehlikesi ile karşılaşan göl 2006 yılında kurumuştur, yoğun kurtarma çabaları neticesinde kuruyan Seyfe Gölü tekrar canlandırılmıştır.

Kırşehir’in kısa tarihi

Tarihçiler, Kırşehir adının eski çağlarda “Parnassos” yada “Makissos” olduğu üzerinde durmaktadırlar. Hititler döneminde Kırşehir havzasına “Ahiyuva” ülkesi denilmekte idi. Roma ve Bizans döneminde ise “Kapodakya” olarak tanımlanmıştır. Kırşehir tarihte yeniden canlanışını Anadolu Selçuklularına borçludur. Özellikle XI. Yüzyıldan sonra Kırşehir’in ilim ve güzel sanatlar dalında büyük bir ağırlığı olduğu gözlenmiştir.

Selçuklular döneminde Kırşehir’in adı Gülşehir olarak geçmektedir. 1243 yılında yapılan Kösedağ Savaşı’ndan sonra Moğollar tamamıyla Anadolu’ya hakim oldular. Bu dönemde Kırşehir’e vali olarak atanan Cacaoğlu Nureddin Moğallara karşı barışçı bir siyaset güderek Kırşehir’i bayındır bir duruma getirmiştir.

Bu dönemde Kırşehir Türk Kültür Merkezlerinin en önemlilerinden biri haline gelmiş olup, Aşık Paşa, Caca Bey, Ahi Evran, Süleyman Türkmani, Ahmedi Gülşehri, Hacı Bektaş Veli gibi Türk İslam şair, düşünür ve mutasavvıfları yetiştirmiştir. Taptuk Emre ve Yunus Emre’ninde Kırşehir ve çevresinde yaşadığı göz önüne alınırsa bu gönül erenlerinin Moğol istilasına karşı koyarak Türklüğün Anadolu ya yerleşmesini sağladıklarını görmekteyiz.

Daha sonra Kırşehir çeşitli beyliklerin egemenliği altında sık sık el değiştirmiştir. Son olarak Kırşehir II. Murat zamanında tam ve kesin olarak Osmanlılar yönetimine girmiştir. Kırşehir XIX. yüzyılın ortalarında önemini yitirmiş yollar üzerinde küçük bir durak yeri olmuştur. Konya eyaletine bağlı olan bir sancak olan Kırşehir XIX. Yüzyılın ikinci yarısında önce Konya vilayeti Niğde sancağına bağlı bir kaza, sonrada Ankara vilayetine bağlı bir sancak durumuna, 1921 yılında bağımsız bir sancak durumuna getirildi.

Daha önceleri bir çok kahraman yetiştiren Orta Anadolu’nun bu güzel beldesi Kurtuluş Savaşı’nda da kendisine düşen görevi yapmış 210 şehit ve 87 gaziyle bunu kanıtlamıştır. Kırşehir 1921’de bağımsız mutasarrıflık haline gelmiştir. Cumhuriyet döneminde ilk merkezi olmuştur. 1924’de Kırşehir’e Avanos, Çiçekdağı, Hacıbektaş ve Mucur bağlanmıştır. 1944’de Kaman’da ilçe haline gelince, Kırşehir’in ilçe sayısı beş olmuştur.

20 Temmuz 1954 tarih ve 6429 sayılı kanun, Nevşehir’i il, Kırşehir’i de ona bağlı ilçe haline getirmiştir. Çiçekdağı Yozgat’a, Kaman Ankara’ya, Hacıbektaş, Avanos ve Mucur ise Nevşehir’e bağlanmıştır. 1 Temmuz 1957 ‘de çıkarılan 7001 sayılı kanunla Kırşehir yeniden il olmuştur. Bu yeni düzenlemede Kırşehir’e Çiçekdağı, Kaman ve Mucur bağlanmıştır. Hacıbektaş ve Avanos ise Nevşehir’e dahil edilmiştir. Akpınar ( 1990 ) yılında Kırşehir’in yeni ilçeleri olmuştur. Halen Kırşehir’e bağlı altı ilçe vardır.

Paylaşın

Ağız Kokusu Nedir? Nedenleri, Belirtileri, Teşhisi, Tedavisi

Ağız Kokusu (Halitosis), nefes verme ile birlikte dışarıya salınan kötü kokulu bir şikayettir. Bireyler için utanç verici hatta bazen kaygıya neden olabilen bir sorundur. 

Genel olarak ağız kokusu yapan nedenlere bakıldığında, yetersiz ağız hijyeni, tedavi edilmeyen diş çürükleri, diş eti hastalıkları ile sigara kullanımının ön planda olduğu görülüyor.

Ağız Kokusu nedenleri:

Gıdalar: Dişlerin arasındaki veya çevresindeki biriken yiyecek parçacıklarının parçalanması bakterileri artırabilir ve kötü kokuya neden olabilir. Soğan, sarımsak ve baharat gibi bazı yiyeceklerin tüketilmesi de ağız kokusuna neden olabilir.

Tütün ürünleri: Sigara içmek hoş olmayan ağız kokusuna neden olur. Sigara içenlerin ve diğer tütün ürünleri kullanıcılarının, bir başka ağız kokusu kaynağı olan diş eti hastalığına sahip olma olasılıkları daha yüksektir.

Yetersiz diş bakımı: Düzenli diş fırçalamayan ve diş ipi kullanmayan bireylerde, yiyecek parçacıkları ağızda kalıp ağız kokusuna neden olur. Bu gibi durumlarda, dişlerde renksiz ve yapışkan bir bakteri plağı oluşur. Bakteri plağı temizlenmediği takdirde, diş etlerini tahriş edebilir ve sonunda diş ve diş etlerinin arasında plak dolgulu cepler oluşturabilir (periodontitis). Dil ayrıca koku üreten bakterileri de hapsedebilir. Düzenli olarak temizlenmeyen veya uygun şekilde takılmayan protezler, kokuya neden olan bakteri ve yiyecek parçacıklarını barındırabilir.

Ağız kuruluğu: Tükürük, kötü kokulara neden olan partikülleri temizleyerek, ağzı temizlemeye yardımcı olur. Tıp dilinde kserostomi denilen ağız kuruluğunda, tükürük üretimi azaldığı için ağız kokusu artabilir. Ağız kuruluğu uyku sırasında doğal olarak oluşur, sabahları insanlarda normal olarak gözlenen kötü ağız kokusuna yol açar. Bu durum ağzı açık uyuyanlarda kötüleşerek daha fazla fark edilir. Kronik kuru ağız, bazı hastalıklardan ya da tükürük bezlerindeki problemlerden kaynaklanabilir.

İlaçlar: Bazı ilaçlar ağız kuruluğuna katkıda bulunup dolaylı olarak ağız kokusuna neden olur. Bazı ilaçlar ise vücutta metabolize olup parçalandıktan sonra birtakım kimyasallar oluştururlar. Bu kimyasallar kan dolaşımına katılıp ciğerlere ilerler ve kötü kokuya neden olur.

Ağızdaki enfeksiyonlar: Diş çekilmesi gibi ağız ve çene cerrahisi sonrasında ağızda oluşan yaralar, kötü kokuya neden olabilir. Bunun haricinde diş çürümeleri ve diş eti hastalıkları da kötü kokulara neden olur.

Burun ve boğaz hastalıkları: Sinüs enfeksiyonları, geniz akıntıları ve boğaz enfeksiyonları ağız kokularına neden olur.

Diğer tıbbi sebepler: Gastroözofageal reflü hastalığı gibi mide ile ilgili problemler ağız kokusuna neden olabilir. Bunun haricinde diyabet gibi metabolik bozukluklar veya kanserler belirgin bir ağız kokusuna neden olur. Küçük çocuklarda ağız kokusu, bir burun deliğine gizli bir şekilde yerleşen bir yiyecek parçasından ya da yabancı bir cisimden kaynaklanabilir.

Ağız Kokusu nasıl giderilir?

Ağız içinde kokuya yol açabilecek bir sorun saptanırsa, tedavisi kolaylıkla yapılıyor. Çinkolu, karbonatlı sakız çiğnemek, ağız hijyenine önem vermek, diş ipi ve özel içerikli gargaralar kullanmak, sigara ve alkol tüketimini sınırlamak ve bol sıvı alımına özen göstermek ağız kokusunu kabus olmaktan çıkaracak önlemler arasında.

Ancak sorun akciğer, sinüsler ve burun kaynaklıysa ayrıntılı bir incelemenin ardından altta yatan neden tespit edilir ve tedavi planlanır. Genellikle alt solunum yolları enfeksiyonları ve kan gazlarındaki değişimler nedeniyle ortaya çıkan ağız kokusu ise öncelikle sorunun tüketilen herhangi bir yiyecekten kaynaklanıp kaynaklanmadığına bakılıyor. Böyle bir neden saptanırsa da kokuya neden olan yiyecek ya da içecekleri tüketmemek ağız kokusunu gidermede yeterli oluyor.

Paylaşın

Hatay: Kırıkhan, Gölbaşı Gölü

Hatay, gezilecek yerleri ve tarihi yapılarıyla dikkat çekiyor. Gölbaşı Gölü; Hatay’ın Kırıkhan İlçesi, Adalar Mahallesi sınırları içerisinde yer almaktadır. Şehir içi ulaşım araçları ile ulaşım sağlanmaktadır.

Amik Ovası’nın kuzey doğusunda, Kurt Dağları eteğindeki Gölbası Gölü, Reyhanlı’ya 29 km, Kırıkhan’a ise 11 km uzaklıkta yer alıyor. Bugün 79 ha göl ve 462 ha bataklıktan oluşan Göl bünyesinde 174 kuş türünü barındırıyor.

Türkiye’de pasifik incir kuşunun (Anthus rubescens ) tesbit edildiği iki noktadan biri olan, Göl Adana Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulunca 1993 yılında Doğal Sit alanı ilan edilerek koruma altına alındı.

Günümüzde değişen yasalar ve kurumlar arası görev değişikliği nedeniyle gölü etkileyen başlıca sorunlar olarak, aşırı avcılık, kıyı gelişimlerinde meydana gelen yapılaşma, tarımsal ve evsel kaynaklı yoğun kirlilik, aşırı su kullanımı, saz ve kamışların yakılması olarak görülüyor.

Hatay’ın kısa tarihi

Hatay Anadolu’nun en eski yerleşim merkezlerinden biridir. Yöredeki tarihi yaşam bulguları M.Ö. 100.000’lere kadar uzanır. Elde edilen buluntular; bölgenin orta paleolitik, neolotik, kalkolit dönemlerde ve tunç çağında yaygın bir yerleşim yeri olarak kullanıldığını göstermektedir. Amik Ovası´nda; Çatalhöyük, Tel Tainat, Tel Cüdeyde ve Tel Atçana’da ilk Tunç Çağı yerleşmeleri tespit edilmiş ve mimari kalıntılara rastlanmıştır. Kalıntılar; bu yerleşmelerde beylikler biçiminde yaşandığının ipuçlarını vermektedir.

İlk tunç çağından itibaren Amik Ovası’ndaki bu beylikler; sırasıyla Akadların, Yamhad Krallığı´nın, Hititlerin ve Mısırlıların egemenliğine girmiş, Hitit İmparatoru I. Şuppiluliuma döneminde tekrar Hitit egemenliğine girerek, bu durum M.Ö. 13. yüzyıla kadar devam etmiştir.

Hitit İmparatorluğu´nun M.Ö. 1200 yıllarında parçalanmasından sonra Sami-Aramiler tarafından “Hattena” adıyla bir Geç Hitit Krallığı kurulmuştur. Hattena Krallığı M.Ö. 9. yy’da Asurluların daha sonra da Urartuların egemenliğinde kalmıştır.

M.Ö. 6. yüzyılın ortalarından itibaren Hatay yöresi Pers İmparatorluğuna bağlı Kilikya Satraplığı’nın içinde yer almış ve Pers İmparatorluğu’na vergi ödemiştir. M.Ö. 333 yılında Büyük İskender ile Pers İmparatoru III. Dareios’un orduları İssos kenti civarında savaştılar ve Büyük İskender Pers ordusunu ağır bir yenilgiye uğrattı. Myriandros’un (bugünkü İskenderun) adını değiştirerek Aleksadria adını vermiş ve bölge kısa bir süre Makedon hâkimiyetine girmiştir.

Büyük İskender’in M.Ö. 323 yılında ölümünden sonra komutanlarından Seleucus I. Nicator iktidar mücadelesini kazanarak Seleukoslar dönemini başlatmış ve M.Ö. 300 yılında Seleucia Pieria, ardından Antiacheia (Antakya) kentleri kurulmuştur. M.Ö. 64 yılında Antakya serbest şehir statüsü ile Roma İmparatorluğuna katıldı ve imparatorluğun Suriye Eyaletinin başkenti oldu.

M.S. 1. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan Hristiyanlık, Kudüs dışında ilk defa Antakya’da yayıldı. Hz. İsa’ya inananlara ilk defa Antakya’da “Hristiyan” adı verildi. M.S. II. yüzyılda Antakya; Roma ve İskenderiye’den sonra 200.000–300.000 nüfusu ile imparatorluğun üçüncü büyük metropoliti durumunda idi. Şehrin başlıca gelir ve zenginlik kaynağı ticaret ve ihracat idi. Şehir; saraylara, köşklere, heykellere, suyollarına, hipodroma, hamamlara ve hatta kanalizasyon sistemine sahipti.

395 yılında Roma İmparatorluğu ikiye bölündü. Doğu Roma (Bizans) sınırları içinde kalan Antakya 638’de İslam orduları kumandanı Ebu Ubeyde İbn’ül Cerrah tarafından fethedildi. Emeviler döneminde (661-750) Antakya Halep’e bağlandı. Ardından Hatay bölgesi Abbasiler, Tolunoğulları ve İkşitlerin eline geçti.

944 yılında Kuzey Suriye’de Antakya’yı da içine alan Hamdanoğulları Devleti kuruldu. 967-969 yıllarında Hamdanilerle Bizanslılar arasında şiddetli çatışmalar oldu. Sonunda Antakya Bizans kuşatmasına 969 yılına kadar dayanabildi. Antakya Bizans İmparatoru Nikephorus Phokas’ın kumandanlarından Mikhail Burtzes tarafından zaptedildi.

9. ve 10. yüzyıllarda Antakya ve civarına çok sayıda Türk nüfusu gelerek yerleşmeye başladı. Bunda doğudaki Selçuklu varlığının büyük etkisi vardı. Sultan Melikşah döneminde (1072-1092), Kutalmışoğlu Süleyman Bey 1074 yılında önce Halep’i daha sonra Antakya’yı kuşattı. Vali İsaakios Komnenos 20.000 altın karşılığında barış yaparak kuşatmayı kaldırttı. 1084 yılında Antakya Askeri Valisi Philaretes Urfa’ya gidince kötü yönetim ve baskıdan bıkan halk bunu fırsat bilip İznik’te bulunan Süleyman Bey´i kente davet etti. Bunun üzerine Kuzey Suriye’ye bir sefer düzenleyen Kutalmışoğlu Süleyman Bey 12 Aralık 1084’te Antakya’ya girdi.

Süleyman Bey, Filistin Selçuklu hükümdarı Sultan Melikşah’ın kardeşi Dımışk Meliki Sultan Tutuş arasında Halep yakınında yapılan savaşı kaybetti ve öldü. Antakya Selçuklu Meliki Sultan Tutuş’un hâkimiyetine girdi. Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah Kuzey Suriye’de çıkan hâkimiyet kavgasını çözmek için 1086 yılında önce Halep, oradan Antakya’ya geldi. Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah, Tutuş’u sadece Dımışk (Şam) Meliki olarak bırakıp, Antakya’ya Yağısıyan’ı Vali tayin ederek Antakya’yı doğrudan doğruya imparatorluğa bağladı.

1097 yılında Anadolu’dan Çukurova’ya gelerek İskenderun’u alan Haçlı orduları 21 Ekim 1097’de Antakya’yı kuşattı. Uzun süren bir kuşatma sonunda 1098’de Antakya Haçlılar tarafından zapt edildi. 1. ve 2. Haçlı seferleri sırasında Suriye Bizanslıların elinden çıktı, bölgeyi mahalli Müslüman Beyliklerle Latinler paylaştı. Antakya’da Kudüs’e bağlı olan Dükalık (Antakya Prensliği veya Antakya Kontluğu) kuruldu. 1268 yılında yöreye gelen Baybars komutasındaki Memluk ordusu Antakya’yı kuşattı ve 18 Mayıs 1268 günü yapılan hücumla şehre girildi.

Memlukluların 1268’de gelişleri ile 171 yıl süren Antakya Haçlı Prensliği sona erdi. Baybars’ın hükümdarlığı zamanında bölgede Türkmenlerin göç ve yerleşimleri yoğun olarak gerçekleşti. 14. ve 15. yüzyıllarda Halep, Antep ve Antakya bölgesine göç eden Türkmen boylarının başında Avşarlar ve Bayatlar geliyordu. Kuzey Suriye Avşarlarından olan Gündüzoğulları Amik Ovası´nda, Köpekoğulları Antep’te ve Özeroğulları Dörtyol çevresinde yaşamaktaydı.

Osmanlı toprakları genişleyip Memluk sınırlarına ulaşınca iki devlet arasında savaşlarda başladı. Ard arda yapılan savaşlar sonunda Memluk ordusu, Osmanlı ordusunu Çukurova’dan çekmek zorunda bıraktı ve 1490 yılında barış antlaşması yapıldı.

Antakya ve çevresi 1516 yılında Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sırasında Osmanlı hâkimiyetine girdi. Osmanlı yönetiminde Antakya Halep eyaletine bağlı bir sancak ve bu sancağın merkezi idi. Sancak beyi tarafından yönetiliyor idi. Zaman içinde yapılan düzenleme ile Antakya kaza statüsüne getirilerek, Şam Beylerbeyliğine bağlı olarak yönetildi.

Kanuni Sultan Süleyman Tebriz seferi dönüşü Aralık 1535’te Antakya-İskenderun üzerinden Adana’ya geçmiş; daha sonraki yıllarda 1548-1549 kışını geçirdiği Halep’te iken yaptığı gezilerin birinde Antakya’ya tekrar uğramıştır. Kanuni Sultan Süleyman´ın buyruğuyla Belen’de cami, han, hamam ve imaret yapıldı. Belen´ e 250 nefer derbentçi yerleştirdi. Daha sonraki yıllarda bölgeye 65 hane daha yerleştirilerek köy haline getirildi. Payas’ta eski kale yeniden yapıldı.

Yine Payas’ta Sokullu Mehmet Paşa tarafından 1568 yılında yapımına başlanan cami, han, hamam, imaret 1574 yılında tamamlandı. Ayrıca yapılan iskele ve tersaneyi korumak için 1577 yılında limanın üst tarafına bir kale (Cin Kulesi) inşa edildi. Derbentçi olarak buraya 541 aile yerleştirildi. 1832’de Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa´nın oğlu İbrahim Paşa Suriye’yi fethederek Osmanlı ordusu ile 28 Temmuz 1832 günü Belen Boğazında (Belen Geçidi) yaptığı savaşı kazanarak, Adana’ya doğru ilerledi. 1839’da Osmanlılar bölgeyi Halep’e kadar geri aldılar.

Tanzimat’ın ilanıyla Antakya ve çevresinde idari yapılanmada yeni düzenlemeler gerçekleştirildi. Antakya Sancağında Kaymakamlık ihdas edilerek çevresiyle birlikte (Şeyhülhadid, Kuseyr, Karamurt, Süveydiye, Altunözü, Cebel-i Akra- namı diğer Ordu) Halep eyaletine, Payas kazası, Uzeyr ve Belen sancakları çevresiyle birlikte (Bakras nahiyesi, İskenderun, Nahiye-i Arsuz) Adana eyaletine bağlandı.

1. Dünya Savaşı´ndan sonra Fransızlar tarafından işgal edilen bölge, 18 yıl Fransızların egemenliğinde kalmıştır. Yayladağı, 1938’de kurulan Hatay Devleti sınırları içine kaldı. Hatay Devleti´nin de 7 Temmuz 1939’da Anavatana katılmasıyla, Türkiye sınırlarına dâhil oldu. Aynı yıl Hatay iline bağlı ilçe konumuna getirilmiştir.

Paylaşın

Alkalen Fosfataz (ALP) Testi Nedir? Bilinmesi Gereken Her Şey

Kanınızdaki bir enzim olan Alkalin Fosfatın miktarını ölçmek için yapılan Alkalin Fosfataz Testi, karaciğer ve kemik hastalıklarının teşhisi için ölçülür.

Alkalen Fosfataz; karaciğerde, kemiklerde, endometriumda, bağırsakta, plasentada, akciğerde ve pek çok dokuda, aslında temelde kanda bulunan bir enzime verilen addır. Yetişkin kişilerde bulunan alkalen fosfatazın yarısı karaciğerden diğer yarısı da kemikten kaynaklanmaktadır.

Kaynaklandığı yerlere göre pek çok farklı şekilde alabilen Alkalen Fosfataz, yani ALP vücuttaki proteinlerin parçalanmasına yardım eder. Hamilelerde plasentada yapılan Alkalen Fosfataz, diğer kişilerde genelde karaciğer olmak üzere, kemikler, bağırsaklar ve böbreklerde de bir miktar yapılır.

Alkalen Fosfataz (ALP) Testi neden yapılır?

Kişinin karaciğerinin ne kadar iyi çalıştığını test etmek ya da kemiklerin genel sağlık durumunu belirlemek amacıyla yapılmaktadır. Bununla birlikte safra salgısı bozukluklarında, safra yolları tıkanıklığında da tanı amacıyla alkalen fosfataz testine başvurulur. Bu test ile kandaki alkalen fosfataz enzimi miktarı ölçülür. Genel olarak basit bir kan testi olduğundan, diğer kan testlerinin bir parçası olarak uygulanabilir.

Normal Alkalen Fosfataz (ALP) değerleri;

Yetişkinler için normal seviyeler: 25-100 U/L
Çocuklar için normal seviyeler: 350 U/L’ den düşük

Alkalen Fosfataz (ALP) yüksekliği ne anlama gelir?

ALP (Alkalen Fosfataz) kemikler, bağırsaklar, böbrekler ve hamile kadınlarda plasenta tarafından üretilebilir. Alkalen fosfataz yüksekliği bu organların herhangi birinde sorun olabileceği anlamına gelir.

Alkalen Fosfataz (ALP) yüksekliğinin nedenleri;

Sigara ve tütün kullanımı
Kalp krizi
Bağırsak iltihaplanması
Zona gibi ciddi enfeksiyonlar
Eklem iltihabı
Sarkodoz
Kemik kanseri

Paget hastalığı
Kemik yumuşaması ve raşitizm
Kemik kırılması
Kemik metastazı
Renal osteodistrofi
Kemik büyümesi sırasında kemik osteoklatı aktivitesinde artış

Hamilelik
Testis kanseri gibi diğer kanser çeşitleri
Kolestaz, çok az veya hiç safra sıvısı üretilmemesi veya safra kanallarının tıkanması
Hepatit hastalığı
Kontrol edilmeyen şeker hastalığı
Antibiyotik, antiepileptik, antidepresan ve iltihap önleyici ilaçların aşırı kullanımı

Doğum kontrol haplarının aşırı kullanımı
Aşırı alkol tüketimi
Hipertiroid veya paratiroid bezinin fazla çalışması
Miyokardinal veya akciğer enfarktüsü
Sindirim sistemi iltihapları

Alkalen Fosfataz (ALP) düşüklüğü ne anlama gelir?

ALP düşüklüğü, yüksekliğin aksine herhangi bir sorun olarak değerlendirilmez. Uygun olmayan diyet ve besin değeri düşük yiyecek seçimi B6 vitamini, folik asit, C vitamini, fosfor ve çinko yetersizliğine sebep olarak alkalen fosfataz düşüklüğüne yol açar. Alkalen Fosfataz değerlerinin normal değerlerin altında çıkmasının hiçbir anlamı ve zararı yoktur.

Alkalen Fosfataz (ALP) düşüklüğünün nedenleri;

Kansızlık
Tiroid hormonu yetersizliği
Fosfat değerinin düşük olması
B12, çinko, magnezyum eksikliği
Beslenme bozuklukları
Çölyak hastalığı

C vitamini eksikliğine bağlı olarak gelişen skorbüt hastalığı
D ve B vitaminin vücuda fazla alınması
Persiniyöz anemi
Menapoz dönemlerinde uygulanan östrojen tedavileri

Alkalen Fosfataz (ALP) ve karaciğer ilişkisi

Karaciğer fonksiyon testinin rutin bir parçası olarak da kanda ALP testi yapılır. Eğer sarılık, bulantı, kusma ve karın ağrısı gibi şikayetleriniz varsa karaciğer veya safra kesinizde bir sorun olduğundan şüphe edilir. Bu durumda ALP testi sonuçları önemlidir. Özellikle; hepatit, siroz, kolesistit ve safra kanalları sorunlarında alkalen fosfatazın yüksekliği karaciğer ile bağlantılıdır.

Hepatit; inflamasyon ya da karaciğer enfeksiyonu ile ilgilidir.

Siroz; karaciğerde doku ölümü gerçekleşmesi durumunda oluşur.

Kolesistit; safra kesesi inflamasyonudur.

Safra kanalları sorunları; safra kesesinde taş, inflamasyon ya da kanserli oluşum durumlarında ortaya çıkar.

Alkalen Fosfataz (ALP) ve kemik ilişkisi

Alkalen fosfataz testi sonucu ile kemiklerle bağlantılı olan; raşitizm, osteomalasi, paget rahatsızlığı sorunlarında tanı konabilir.

Raşitizm; D vitamini, kalsiyum ya da fosfat eksikliğinde ortaya çıkar.

Osteomalasi; D vitamini eksikliğinde ya da yeterli D vitamini olduğu halde vücudun bunu parçalayamadığı durumlarda ortaya çıkar.

Paget rahatsızlığı; kemik parçalanması ve sonrasında tekrardan büyümesi ile ilgili sorunlarla ilişkilidir.

Paylaşın

Büyük İzmir Yangını’nda Yok Olan ‘Kiliseler’

Büyük İzmir Yangını (Great Fire of Smyrna), 13 Eylül 1922 günü İzmir Basmane’de başlayan ve dört gün sürerek şehir merkezini geniş ölçüde tahrip eden yangına verilen addır.

Büyük İzmir Yangını’nda bir çok yapı yok olmuştur. Bu yok oluştan Kiliselerde kendi payına düşeni almıştır. Büyük İzmir Yangını’nda yok olan Kiliseler şöyle;

Aya Apastolos Kilisesi: 1922 yılı büyük yangınından önce, Murtakya semtinde (Şimdiki Kahramanlar  “Darağacı” ile “Umurbey” mahallelerinin yan tarafına isabet eden; ünlü Murtakya semti) bulunan Ortodoks Rum Kilisesi.

Aya Dimitri Kilisesi: 1922 yılı büyük yangınından önce, yine o yangında yok olan dönemin en kalabalık Rum mahallesi olan Aya Dimitri Mahallesi’nde bulunan Ortodoks Rum Kilisesi

Aya Haralambos Kilisesi: 1832 yılında inşa edilmiş kendi adını taşıyan Rum mahallesinde bulunan fakat büyük yangında yok olan Ortodoks Rum Kilisesi.

Aya Katerina Kilisesi: 1857 yılında inşa edilmiş kendi adını taşıyan Rum mahallesinde bulunan fakat büyük yangında yok olan Ortodoks Rum Kilisesi.

Aya Konstantin Kilisesi: Tepecik’te bulunan ve XX. yüzyıl başlarında öksüz çocuklar için yuva olarak ta kullanılan Ortodoks Rum Kilisesi, Cumhuriyet Dönemi’nde okul binası olarak kullanılmıştır. 1922 yılındaki büyük yangında yok olmuştur.

Aya Markella Kilisesi: 1914 yılında inşa edilmiş Darağacı semtinde bulunan fakat büyük yangında yok olan Ortodoks Rum Kilisesi.

Aya Nikola Kilisesi: 1882 yılında inşa edilmiş kendi adını taşıyan Rum mahallesinde bulunan fakat büyük yangında yok olan Ortodoks Rum Kilisesi.

Aya Paraskevi Kilisesi: Adını verdiği Rum mahallesinde bulunan fakat büyük yangında yok olan Ortodoks Rum Kilisesi.

Aya Taksiarhos Kilisesi: 1872 yılında inşa edilmiş Rum mezarlığında bulunan fakat büyük yangında yok olan Ortodoks Rum Kilisesi.

Aya Trifon Kilisesi: 1887-1897 yıllarında inşa edilmiş Çikudya semtinde bulunan fakat büyük yangında yok olan Ortodoks Rum Kilisesi.

Aya Yani Ligaria Kilisesi: 1922 yılı büyük yangınından önce adını verdiği mahallede bulunan Ortodoks Rum Kilisesi (XIX. yüzyılda Rum göçleriyle Rum mezarlığının güneyinde gelişen Rum mahallesi; şimdiki Kuruçay- Ege Mahallesi) . XX. Yüzyılın başlarında inşa edilmiştir.

Aya Yorgi Kilisesi: 1922 yılı büyük yangınından önce adını verdiği mahallede (1885 yılında İzmir’de muhtarlık teşkilatı kurulması sırasında var olan Rum mahallelerinden biri) bulunan Ortodoks Rum Kilisesi. XVII. yüzyılda inşa edilmiş olan Aya Fotini Kilisesi ile aynı tarihlerde yapıldığı bilinen kilise, şehrin ikinci büyük Rum Kilisesi idi.

Saint Apotre Kilisesi: Konak ilçesi, Konak Mahallesi Kemeraltı semti 872 Sokak numara 52’de bulunan günümüze ulaşmamış olan kilisedir. Bazı kaynaklara göre Saint Apotre Kilisesi’nin temelleri üzerine 1636 yılında Bıyıklı Süleyman Ağa tarafından ‘fevkani’ olarak adlandırılan zemindeki dükkânların üzerine şimdiki Kestane Pazarı Cami yaptırılmıştır.

Saint Elie Kilisesi ( Profitis İlios Kilisesi): 1922 yılı büyük yangınından önce, adını Aya Anna Vadisi’nde (Günümüzde Yeşildere) Ortodoks Rum Kilisesi. Yapıldığı tepede o yıllarda bulunan ve Aziz Elie’ye ait olduğu düşünülen bir ikona nedeniyle Saint Elie Kilisesi olarak bilinmektedir. İnşa edilen kilise binasının yıkıntıları günümüzde Yeşildere’deki askeri arazi içerisinde bulunmaktadır. Bakanlığımızca restorasyon çalışmaları başlatılmıştır.

Saint Etienne Kilisesi: 1922 yılı büyük yangınından önce Ermeni mahallesinde bulunan Ortodoks Ermeni Kilisesi’dir. Günümüzde Gazi Bulvarı’nın Çankaya’ya yakın bir bölümüne düşen bölgede bulunan kilisenin bahçesinde Metropolit binası da bulunmaktaydı. (Metropolit: Ortodokslarda patrikten sonra gelen ve bir bölgenin din işlerine başkanlık eden din adamı) 1922 yangını bu kilisenin hemen yakınında bulunan bir ev ile başlamış ancak kilise geniş bir alanın ortasında bulunduğundan tamamen yanmamışsa da büyük hasar görmüş ve kalıntılar Cumhuriyet Dönemi’nde yıkılmıştır.

Saint Giovanni Kilisesi (Aya Yani Kilisesi): 1922 yılı büyük yangınından önce Aya Yani Mahallesinde bulunan Ortodoks Rum Kilisesidir.  Aya Yani ya da Saint Giovanni olarak ta anılan kilise 1818 yılında inşa edilmiştir. Kilisenin kalıntıları günümüzde Agora semti Sakarya Mahallesi’nde bulunan İsmet Paşa İlköğretim Okulu avlusu içindedir.

İzmir

Türkiye’nin üçüncü büyük kenti olan İzmir; çağdaş ve gelişmiş bir kent olmasının yanı sıra önemli bir kültür, sanat, turizm ve ticaret merkezidir. Ege Denizi, lacivertten turkuaza mavinin tüm renklerine hakim koyları ve plajlarıyla bir dantel zarafetinde ilin batı kıyısı boyunca uzanır.

“Güzel İzmir” olarak da adlandırılan İzmir; 8500 yıllık tarihi ile Anadolu yarımadasının batısında uzun ve dar bir körfezin başlangıcında yer alır. Antik Dönem’in ünlü tarihçisi Herodot, tipik Akdeniz ikliminin yaşandığı kenti binlerce yıl öncesinde; “Onlar kentlerini bizim yeryüzünde bildiğimiz en güzel gökyüzü ve en güzel iklimlerinde kurdular…” ifadesiyle tanımlamıştır.

Şehrin güneyinde yer alan Efes ve kuzeyinde yer alan Bergama, Antik Çağ’ın en büyük ve en ünlü kentleri arasında yer almaktaydı. Tüm İyon kültürünün zenginliklerini bünyesinde barındıran bu kentler yoğun sanatsal, kültürel, ticari ve dini etkinliklerle de adını duyuruyordu. Günümüzde de dünyaca bilinen Efes ve Bergama Antik Kentleri tarih meraklıları için büyüleyici birer çekim merkezidir. Şairlerin ustası Homeros’un doğduğu yer olan İzmir, Anadolu’nun hızla değişen tarihi ile Ege’nin renkli tarihinin bir harmanıdır. Kent, modern Türkiye’nin batıya açılan çağdaş yüzü olarak kültür, sanat, turizm, ticaret ve sanayi alanlarındaki gelişimini hızla sürdürmektedir.

İzmir; Tepekule(Bayraklı), Symrna, Efes, Pergamon(Bergama), Teos (Sığacık), Lebedos (Ürkmez), Kyme (Aliağa), Allianoi (Yortanlı), Thyrea (Tire), Phokaia (Foça), Kolophon (Değirmendere), Erythrai (Çeşme), Klazomenai (Urla), Metropolis (Torbalı), Claros (Ahmetbeyli) ve Myrina (Aliağa) gibi tarihte hüküm sürmüş olan uygarlıkların yaşadığı topraklara ve hâlâ gün yüzüne çıkmamış pek çok uygarlık merkezinin miraslarına sahip binlerce yıllık yerleşim yeridir.

İzmir tarihin her döneminde insan sağlığına hizmet etmiş dünyaca bilinen Agamemnon, Asklepion, Allianoi, Karakoç ve Çeşme-Şifne, Ilıca vb. şifa merkezleri ile günümüzde de özellikle İskandinav ülkelerinden ve dünyanın her yerinden gelen ziyaretçilerine sağlıklı yaşam alternatiflerini sunan ve potansiyeli çok yüksek olan sağlık ve termal turizm merkezidir.

Paylaşın

Hatay: Erzin, İçmeler Kaplıcası

İçmeler Kaplıcası; Hatay’ın Erzin İlçesi, Başlamış Mahallesi, İçmeler Sokak üzerinde yer almaktadır. İlçe merkezinin  3 km doğusunda yer almaktadır. Şehir içi ulaşım araçları ile ulaşım sağlanmaktadır. 

Erzin İçmeleri özellikle yaz aylarında iç turizme hitap eder. 150 yatak kapasiteli Belediye Moteli ile şahıslara ait pansiyonlar artan talebi karşılamakta güçlük çekmektedir. Çevre, maki ve meşe-çam karışık bir orman örtüsü ile kaplıdır. Sıcaklığı 24 derece, pH sı 6,7 olan Erzin İçme Suları bikarbonatlı, sülfatlı, magnezyumlu, kalsiyumlu, karbondioksitli ve bromürlü bir bileşime sahiptir.

İçme kürlerine elverişli olan bu sular sindirim sistemi hastalıkları, böbrek ve idrar yolları rahatsızlıkları ve metabolizma bozukluklarına olumlu etki yapar. Kaplıca ve içme sularımızın sağlık etkinliklerinin (olumlu etki yaptıkları hastalıkların) İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıbbi Ekoloji ve Hidroklimatoloji Ana Bilim Dalı Başkanlığınca (Çekmece-Nükleer Araştırma Enstitüsü) ile işbirliği içinde yapılmaktadır.

Yılın 12 ayı hizmet veren Belediye Motelinde mükemmel ortam tatile gelen tüm turistlerin beğenisini kazanmış ve yeni misafirlerini ağırlayacak olmanın heyecanını hiç bir zaman kaybetmemiştir.

Hatay’ın kısa tarihi

Hatay Anadolu’nun en eski yerleşim merkezlerinden biridir. Yöredeki tarihi yaşam bulguları M.Ö. 100.000’lere kadar uzanır. Elde edilen buluntular; bölgenin orta paleolitik, neolotik, kalkolit dönemlerde ve tunç çağında yaygın bir yerleşim yeri olarak kullanıldığını göstermektedir. Amik Ovası´nda; Çatalhöyük, Tel Tainat, Tel Cüdeyde ve Tel Atçana’da ilk Tunç Çağı yerleşmeleri tespit edilmiş ve mimari kalıntılara rastlanmıştır. Kalıntılar; bu yerleşmelerde beylikler biçiminde yaşandığının ipuçlarını vermektedir.

İlk tunç çağından itibaren Amik Ovası’ndaki bu beylikler; sırasıyla Akadların, Yamhad Krallığı´nın, Hititlerin ve Mısırlıların egemenliğine girmiş, Hitit İmparatoru I. Şuppiluliuma döneminde tekrar Hitit egemenliğine girerek, bu durum M.Ö. 13. yüzyıla kadar devam etmiştir.

Hitit İmparatorluğu´nun M.Ö. 1200 yıllarında parçalanmasından sonra Sami-Aramiler tarafından “Hattena” adıyla bir Geç Hitit Krallığı kurulmuştur. Hattena Krallığı M.Ö. 9. yy’da Asurluların daha sonra da Urartuların egemenliğinde kalmıştır.

M.Ö. 6. yüzyılın ortalarından itibaren Hatay yöresi Pers İmparatorluğuna bağlı Kilikya Satraplığı’nın içinde yer almış ve Pers İmparatorluğu’na vergi ödemiştir. M.Ö. 333 yılında Büyük İskender ile Pers İmparatoru III. Dareios’un orduları İssos kenti civarında savaştılar ve Büyük İskender Pers ordusunu ağır bir yenilgiye uğrattı. Myriandros’un (bugünkü İskenderun) adını değiştirerek Aleksadria adını vermiş ve bölge kısa bir süre Makedon hâkimiyetine girmiştir.

Büyük İskender’in M.Ö. 323 yılında ölümünden sonra komutanlarından Seleucus I. Nicator iktidar mücadelesini kazanarak Seleukoslar dönemini başlatmış ve M.Ö. 300 yılında Seleucia Pieria, ardından Antiacheia (Antakya) kentleri kurulmuştur. M.Ö. 64 yılında Antakya serbest şehir statüsü ile Roma İmparatorluğuna katıldı ve imparatorluğun Suriye Eyaletinin başkenti oldu.

M.S. 1. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan Hristiyanlık, Kudüs dışında ilk defa Antakya’da yayıldı. Hz. İsa’ya inananlara ilk defa Antakya’da “Hristiyan” adı verildi. M.S. II. yüzyılda Antakya; Roma ve İskenderiye’den sonra 200.000–300.000 nüfusu ile imparatorluğun üçüncü büyük metropoliti durumunda idi. Şehrin başlıca gelir ve zenginlik kaynağı ticaret ve ihracat idi. Şehir; saraylara, köşklere, heykellere, suyollarına, hipodroma, hamamlara ve hatta kanalizasyon sistemine sahipti.

395 yılında Roma İmparatorluğu ikiye bölündü. Doğu Roma (Bizans) sınırları içinde kalan Antakya 638’de İslam orduları kumandanı Ebu Ubeyde İbn’ül Cerrah tarafından fethedildi. Emeviler döneminde (661-750) Antakya Halep’e bağlandı. Ardından Hatay bölgesi Abbasiler, Tolunoğulları ve İkşitlerin eline geçti.

944 yılında Kuzey Suriye’de Antakya’yı da içine alan Hamdanoğulları Devleti kuruldu. 967-969 yıllarında Hamdanilerle Bizanslılar arasında şiddetli çatışmalar oldu. Sonunda Antakya Bizans kuşatmasına 969 yılına kadar dayanabildi. Antakya Bizans İmparatoru Nikephorus Phokas’ın kumandanlarından Mikhail Burtzes tarafından zaptedildi.

9. ve 10. yüzyıllarda Antakya ve civarına çok sayıda Türk nüfusu gelerek yerleşmeye başladı. Bunda doğudaki Selçuklu varlığının büyük etkisi vardı. Sultan Melikşah döneminde (1072-1092), Kutalmışoğlu Süleyman Bey 1074 yılında önce Halep’i daha sonra Antakya’yı kuşattı. Vali İsaakios Komnenos 20.000 altın karşılığında barış yaparak kuşatmayı kaldırttı. 1084 yılında Antakya Askeri Valisi Philaretes Urfa’ya gidince kötü yönetim ve baskıdan bıkan halk bunu fırsat bilip İznik’te bulunan Süleyman Bey´i kente davet etti. Bunun üzerine Kuzey Suriye’ye bir sefer düzenleyen Kutalmışoğlu Süleyman Bey 12 Aralık 1084’te Antakya’ya girdi.

Süleyman Bey, Filistin Selçuklu hükümdarı Sultan Melikşah’ın kardeşi Dımışk Meliki Sultan Tutuş arasında Halep yakınında yapılan savaşı kaybetti ve öldü. Antakya Selçuklu Meliki Sultan Tutuş’un hâkimiyetine girdi. Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah Kuzey Suriye’de çıkan hâkimiyet kavgasını çözmek için 1086 yılında önce Halep, oradan Antakya’ya geldi. Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah, Tutuş’u sadece Dımışk (Şam) Meliki olarak bırakıp, Antakya’ya Yağısıyan’ı Vali tayin ederek Antakya’yı doğrudan doğruya imparatorluğa bağladı.

1097 yılında Anadolu’dan Çukurova’ya gelerek İskenderun’u alan Haçlı orduları 21 Ekim 1097’de Antakya’yı kuşattı. Uzun süren bir kuşatma sonunda 1098’de Antakya Haçlılar tarafından zapt edildi. 1. ve 2. Haçlı seferleri sırasında Suriye Bizanslıların elinden çıktı, bölgeyi mahalli Müslüman Beyliklerle Latinler paylaştı. Antakya’da Kudüs’e bağlı olan Dükalık (Antakya Prensliği veya Antakya Kontluğu) kuruldu. 1268 yılında yöreye gelen Baybars komutasındaki Memluk ordusu Antakya’yı kuşattı ve 18 Mayıs 1268 günü yapılan hücumla şehre girildi.

Memlukluların 1268’de gelişleri ile 171 yıl süren Antakya Haçlı Prensliği sona erdi. Baybars’ın hükümdarlığı zamanında bölgede Türkmenlerin göç ve yerleşimleri yoğun olarak gerçekleşti. 14. ve 15. yüzyıllarda Halep, Antep ve Antakya bölgesine göç eden Türkmen boylarının başında Avşarlar ve Bayatlar geliyordu. Kuzey Suriye Avşarlarından olan Gündüzoğulları Amik Ovası´nda, Köpekoğulları Antep’te ve Özeroğulları Dörtyol çevresinde yaşamaktaydı.

Osmanlı toprakları genişleyip Memluk sınırlarına ulaşınca iki devlet arasında savaşlarda başladı. Ard arda yapılan savaşlar sonunda Memluk ordusu, Osmanlı ordusunu Çukurova’dan çekmek zorunda bıraktı ve 1490 yılında barış antlaşması yapıldı.

Antakya ve çevresi 1516 yılında Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sırasında Osmanlı hâkimiyetine girdi. Osmanlı yönetiminde Antakya Halep eyaletine bağlı bir sancak ve bu sancağın merkezi idi. Sancak beyi tarafından yönetiliyor idi. Zaman içinde yapılan düzenleme ile Antakya kaza statüsüne getirilerek, Şam Beylerbeyliğine bağlı olarak yönetildi.

Kanuni Sultan Süleyman Tebriz seferi dönüşü Aralık 1535’te Antakya-İskenderun üzerinden Adana’ya geçmiş; daha sonraki yıllarda 1548-1549 kışını geçirdiği Halep’te iken yaptığı gezilerin birinde Antakya’ya tekrar uğramıştır. Kanuni Sultan Süleyman´ın buyruğuyla Belen’de cami, han, hamam ve imaret yapıldı. Belen´ e 250 nefer derbentçi yerleştirdi. Daha sonraki yıllarda bölgeye 65 hane daha yerleştirilerek köy haline getirildi. Payas’ta eski kale yeniden yapıldı.

Yine Payas’ta Sokullu Mehmet Paşa tarafından 1568 yılında yapımına başlanan cami, han, hamam, imaret 1574 yılında tamamlandı. Ayrıca yapılan iskele ve tersaneyi korumak için 1577 yılında limanın üst tarafına bir kale (Cin Kulesi) inşa edildi. Derbentçi olarak buraya 541 aile yerleştirildi. 1832’de Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa´nın oğlu İbrahim Paşa Suriye’yi fethederek Osmanlı ordusu ile 28 Temmuz 1832 günü Belen Boğazında (Belen Geçidi) yaptığı savaşı kazanarak, Adana’ya doğru ilerledi. 1839’da Osmanlılar bölgeyi Halep’e kadar geri aldılar.

Tanzimat’ın ilanıyla Antakya ve çevresinde idari yapılanmada yeni düzenlemeler gerçekleştirildi. Antakya Sancağında Kaymakamlık ihdas edilerek çevresiyle birlikte (Şeyhülhadid, Kuseyr, Karamurt, Süveydiye, Altunözü, Cebel-i Akra- namı diğer Ordu) Halep eyaletine, Payas kazası, Uzeyr ve Belen sancakları çevresiyle birlikte (Bakras nahiyesi, İskenderun, Nahiye-i Arsuz) Adana eyaletine bağlandı.

1. Dünya Savaşı´ndan sonra Fransızlar tarafından işgal edilen bölge, 18 yıl Fransızların egemenliğinde kalmıştır. Yayladağı, 1938’de kurulan Hatay Devleti sınırları içine kaldı. Hatay Devleti´nin de 7 Temmuz 1939’da Anavatana katılmasıyla, Türkiye sınırlarına dâhil oldu. Aynı yıl Hatay iline bağlı ilçe konumuna getirilmiştir.

Paylaşın

Ayva Boranı, Malzemeleri, Hazırlanışı

Ayva Boranı; herkesin mutlaka tatması gereken bir lezzettir. Yapımı o kadar zor olmayan tarifimiz ellerinizle buluştuğunda daha da lezzetlenecektir. Öyleyse hemen verilen adımları takip edin ve bu kolay tarifi sevdikleriniz için yapın! 

Haber Merkezi / Ortalama 30 dakikada hazırlayacağınız bu tarifi denedikten sonra yorum bölümüne değerlendirebilirsiniz.

Malzemeleri;

Kıyma
Ayva
Soğan
Biber
Salça
Şeker ve tuz

Hazırlanışı;

Kuşbaşı şeklinde doğranmış et tencerede biraz kavrulur. Daha sonra etin üzerine dilim dilim ayva doğranır.

Soğan, biber, salça ve yeteri kadar su ilave edilir. Pişmeye yakın şekeri ve tuzu katılır. Piştikten sonra ateşten indirilerek servis yapılır. (şeker yerine pekmezde katılabilir)

Paylaşın

Hatay: Tıbbi ve Aromatik Bitkiler Müzesi

Tıbbi ve Aromatik Bitkiler Müzesi; Hatay’ın Antakya İlçesi, Şehitler Mahallesi, Ayyıldız Sokak üzerinde yer almaktadır. Şehir içi ulaşım araçları ile ulaşım sağlanmaktadır.

Tarihi ve kültürel zenginliği yanında hoşgörü kenti Hatay doğal güzellikleriyle de önemli bir yere sahiptir. Ülkemizde bulunan yaklaşık 10000 bitki türünün 3300 kadarı endemik, Hatay da ise 2000 den fazla tespit edilen bitki türünden 300 kadarı endemik bitkiden oluşuyor.

Buna göre ülkemizde yetişen endemik bitkilerin %10 u Hatay’da yetişmektedir. Bu bölgede 2000den fazla tespit edilen bitki türlerinden birçoğunun tıbbi ve aromatik bitki olduğu saptanmıştır.

Hatay ‘da tespit edilen bazı tıbbi ve aromatik bitkileri tanıtmak amacıyla 2012 yılında restorasyonun tamamlanması sonucu ziyarete açılan Türkiye’nin ilk Tıbbi ve Aromatik bitkiler müzesine ev sahipliği yapan yapı 19. yy da inşa edilen 2 katlı eski bir Antakya Evi. Yani bu mekanda tarihi ve doğal güzellikleri iç içe görmeniz mümkün. 280 tane tıbbi ve aromatik bitki müzede halkın ilgisine sunuluyor.

Cam kavanozda ve el örgüsü sepetlerde kullanıma hazır nihai hallerinin sergilendiği tıbbi ve aromatik bitkilere adaçayı, civanperçemi, tilki üzümü, oğulotu, fesleğen, defne, kantaron, karabaş otu, hartlap, çakşır kökü, meyan kökü, taş nanesi, böğürtlen kökü, erguvan yaprağı, pelin otu, hatmi gülü, ebegümeci ve ölmez çiçeği gibi örnekler verilebilir.

Bitki örneklerinin yanı sıra büyük ebatta fotoğraflarının, botanik bilgilerinin ve ne için kullanıldıklarının mevcut olduğu müzenin kısımlarını da gezebilir ; alt katta bulunan girildiğinde çok hoş bir kokuyla sizleri karşılayan hülasa odalarında ise bitkilerin yağlarını görüp ne için kullanıldıkları hakkında bilgi sahibi olabilirsiniz.

Hatay’ın kısa tarihi

Hatay Anadolu’nun en eski yerleşim merkezlerinden biridir. Yöredeki tarihi yaşam bulguları M.Ö. 100.000’lere kadar uzanır. Elde edilen buluntular; bölgenin orta paleolitik, neolotik, kalkolit dönemlerde ve tunç çağında yaygın bir yerleşim yeri olarak kullanıldığını göstermektedir. Amik Ovası´nda; Çatalhöyük, Tel Tainat, Tel Cüdeyde ve Tel Atçana’da ilk Tunç Çağı yerleşmeleri tespit edilmiş ve mimari kalıntılara rastlanmıştır. Kalıntılar; bu yerleşmelerde beylikler biçiminde yaşandığının ipuçlarını vermektedir.

İlk tunç çağından itibaren Amik Ovası’ndaki bu beylikler; sırasıyla Akadların, Yamhad Krallığı´nın, Hititlerin ve Mısırlıların egemenliğine girmiş, Hitit İmparatoru I. Şuppiluliuma döneminde tekrar Hitit egemenliğine girerek, bu durum M.Ö. 13. yüzyıla kadar devam etmiştir.

Hitit İmparatorluğu´nun M.Ö. 1200 yıllarında parçalanmasından sonra Sami-Aramiler tarafından “Hattena” adıyla bir Geç Hitit Krallığı kurulmuştur. Hattena Krallığı M.Ö. 9. yy’da Asurluların daha sonra da Urartuların egemenliğinde kalmıştır.

M.Ö. 6. yüzyılın ortalarından itibaren Hatay yöresi Pers İmparatorluğuna bağlı Kilikya Satraplığı’nın içinde yer almış ve Pers İmparatorluğu’na vergi ödemiştir. M.Ö. 333 yılında Büyük İskender ile Pers İmparatoru III. Dareios’un orduları İssos kenti civarında savaştılar ve Büyük İskender Pers ordusunu ağır bir yenilgiye uğrattı. Myriandros’un (bugünkü İskenderun) adını değiştirerek Aleksadria adını vermiş ve bölge kısa bir süre Makedon hâkimiyetine girmiştir.

Büyük İskender’in M.Ö. 323 yılında ölümünden sonra komutanlarından Seleucus I. Nicator iktidar mücadelesini kazanarak Seleukoslar dönemini başlatmış ve M.Ö. 300 yılında Seleucia Pieria, ardından Antiacheia (Antakya) kentleri kurulmuştur. M.Ö. 64 yılında Antakya serbest şehir statüsü ile Roma İmparatorluğuna katıldı ve imparatorluğun Suriye Eyaletinin başkenti oldu.

M.S. 1. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan Hristiyanlık, Kudüs dışında ilk defa Antakya’da yayıldı. Hz. İsa’ya inananlara ilk defa Antakya’da “Hristiyan” adı verildi. M.S. II. yüzyılda Antakya; Roma ve İskenderiye’den sonra 200.000–300.000 nüfusu ile imparatorluğun üçüncü büyük metropoliti durumunda idi. Şehrin başlıca gelir ve zenginlik kaynağı ticaret ve ihracat idi. Şehir; saraylara, köşklere, heykellere, suyollarına, hipodroma, hamamlara ve hatta kanalizasyon sistemine sahipti.

395 yılında Roma İmparatorluğu ikiye bölündü. Doğu Roma (Bizans) sınırları içinde kalan Antakya 638’de İslam orduları kumandanı Ebu Ubeyde İbn’ül Cerrah tarafından fethedildi. Emeviler döneminde (661-750) Antakya Halep’e bağlandı. Ardından Hatay bölgesi Abbasiler, Tolunoğulları ve İkşitlerin eline geçti.

944 yılında Kuzey Suriye’de Antakya’yı da içine alan Hamdanoğulları Devleti kuruldu. 967-969 yıllarında Hamdanilerle Bizanslılar arasında şiddetli çatışmalar oldu. Sonunda Antakya Bizans kuşatmasına 969 yılına kadar dayanabildi. Antakya Bizans İmparatoru Nikephorus Phokas’ın kumandanlarından Mikhail Burtzes tarafından zaptedildi.

9. ve 10. yüzyıllarda Antakya ve civarına çok sayıda Türk nüfusu gelerek yerleşmeye başladı. Bunda doğudaki Selçuklu varlığının büyük etkisi vardı. Sultan Melikşah döneminde (1072-1092), Kutalmışoğlu Süleyman Bey 1074 yılında önce Halep’i daha sonra Antakya’yı kuşattı. Vali İsaakios Komnenos 20.000 altın karşılığında barış yaparak kuşatmayı kaldırttı. 1084 yılında Antakya Askeri Valisi Philaretes Urfa’ya gidince kötü yönetim ve baskıdan bıkan halk bunu fırsat bilip İznik’te bulunan Süleyman Bey´i kente davet etti. Bunun üzerine Kuzey Suriye’ye bir sefer düzenleyen Kutalmışoğlu Süleyman Bey 12 Aralık 1084’te Antakya’ya girdi.

Süleyman Bey, Filistin Selçuklu hükümdarı Sultan Melikşah’ın kardeşi Dımışk Meliki Sultan Tutuş arasında Halep yakınında yapılan savaşı kaybetti ve öldü. Antakya Selçuklu Meliki Sultan Tutuş’un hâkimiyetine girdi. Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah Kuzey Suriye’de çıkan hâkimiyet kavgasını çözmek için 1086 yılında önce Halep, oradan Antakya’ya geldi. Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah, Tutuş’u sadece Dımışk (Şam) Meliki olarak bırakıp, Antakya’ya Yağısıyan’ı Vali tayin ederek Antakya’yı doğrudan doğruya imparatorluğa bağladı.

1097 yılında Anadolu’dan Çukurova’ya gelerek İskenderun’u alan Haçlı orduları 21 Ekim 1097’de Antakya’yı kuşattı. Uzun süren bir kuşatma sonunda 1098’de Antakya Haçlılar tarafından zapt edildi. 1. ve 2. Haçlı seferleri sırasında Suriye Bizanslıların elinden çıktı, bölgeyi mahalli Müslüman Beyliklerle Latinler paylaştı. Antakya’da Kudüs’e bağlı olan Dükalık (Antakya Prensliği veya Antakya Kontluğu) kuruldu. 1268 yılında yöreye gelen Baybars komutasındaki Memluk ordusu Antakya’yı kuşattı ve 18 Mayıs 1268 günü yapılan hücumla şehre girildi.

Memlukluların 1268’de gelişleri ile 171 yıl süren Antakya Haçlı Prensliği sona erdi. Baybars’ın hükümdarlığı zamanında bölgede Türkmenlerin göç ve yerleşimleri yoğun olarak gerçekleşti. 14. ve 15. yüzyıllarda Halep, Antep ve Antakya bölgesine göç eden Türkmen boylarının başında Avşarlar ve Bayatlar geliyordu. Kuzey Suriye Avşarlarından olan Gündüzoğulları Amik Ovası´nda, Köpekoğulları Antep’te ve Özeroğulları Dörtyol çevresinde yaşamaktaydı.

Osmanlı toprakları genişleyip Memluk sınırlarına ulaşınca iki devlet arasında savaşlarda başladı. Ard arda yapılan savaşlar sonunda Memluk ordusu, Osmanlı ordusunu Çukurova’dan çekmek zorunda bıraktı ve 1490 yılında barış antlaşması yapıldı.

Antakya ve çevresi 1516 yılında Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sırasında Osmanlı hâkimiyetine girdi. Osmanlı yönetiminde Antakya Halep eyaletine bağlı bir sancak ve bu sancağın merkezi idi. Sancak beyi tarafından yönetiliyor idi. Zaman içinde yapılan düzenleme ile Antakya kaza statüsüne getirilerek, Şam Beylerbeyliğine bağlı olarak yönetildi.

Kanuni Sultan Süleyman Tebriz seferi dönüşü Aralık 1535’te Antakya-İskenderun üzerinden Adana’ya geçmiş; daha sonraki yıllarda 1548-1549 kışını geçirdiği Halep’te iken yaptığı gezilerin birinde Antakya’ya tekrar uğramıştır. Kanuni Sultan Süleyman´ın buyruğuyla Belen’de cami, han, hamam ve imaret yapıldı. Belen´ e 250 nefer derbentçi yerleştirdi. Daha sonraki yıllarda bölgeye 65 hane daha yerleştirilerek köy haline getirildi. Payas’ta eski kale yeniden yapıldı.

Yine Payas’ta Sokullu Mehmet Paşa tarafından 1568 yılında yapımına başlanan cami, han, hamam, imaret 1574 yılında tamamlandı. Ayrıca yapılan iskele ve tersaneyi korumak için 1577 yılında limanın üst tarafına bir kale (Cin Kulesi) inşa edildi. Derbentçi olarak buraya 541 aile yerleştirildi. 1832’de Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa´nın oğlu İbrahim Paşa Suriye’yi fethederek Osmanlı ordusu ile 28 Temmuz 1832 günü Belen Boğazında (Belen Geçidi) yaptığı savaşı kazanarak, Adana’ya doğru ilerledi. 1839’da Osmanlılar bölgeyi Halep’e kadar geri aldılar.

Tanzimat’ın ilanıyla Antakya ve çevresinde idari yapılanmada yeni düzenlemeler gerçekleştirildi. Antakya Sancağında Kaymakamlık ihdas edilerek çevresiyle birlikte (Şeyhülhadid, Kuseyr, Karamurt, Süveydiye, Altunözü, Cebel-i Akra- namı diğer Ordu) Halep eyaletine, Payas kazası, Uzeyr ve Belen sancakları çevresiyle birlikte (Bakras nahiyesi, İskenderun, Nahiye-i Arsuz) Adana eyaletine bağlandı.

1. Dünya Savaşı´ndan sonra Fransızlar tarafından işgal edilen bölge, 18 yıl Fransızların egemenliğinde kalmıştır. Yayladağı, 1938’de kurulan Hatay Devleti sınırları içine kaldı. Hatay Devleti´nin de 7 Temmuz 1939’da Anavatana katılmasıyla, Türkiye sınırlarına dâhil oldu. Aynı yıl Hatay iline bağlı ilçe konumuna getirilmiştir.

Paylaşın