BMGK’da Suriye’nin Toprak Bütünlüğü Ve Sivillerin Korunması Vurgusu

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) Suriye toplantısı sonrası açıklamada bulunan Rusya’nın BM Büyükelçisi Vassily Nebenzia, Konsey’in Suriye’nin toprak bütünlüğü ve sivillerin korunması konusunda hemfikir olduğunu söyledi.

Çin’in BM nezdindeki Büyükelçisi Fu Cong, Suriye’de durumun istikrara kavuşturulması ve kapsayıcı bir siyasi sürecin başlatılması gerektiğini söylerken, Suriye topraklarında terörün yeniden canlanmamasının önemine vurgu yaptı. ABD’nin BM nezdindeki Daimi Temsilci Yardımcısı Robert Wood da, “Bu, Suriye halkı için inanılmaz bir an” ifadelerini kullandı.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK), Heyet Tahrir Şam (HTŞ) öncülüğündeki silahlı grupların Şam’ın kontrolünü ele geçirmesi ve Beşar Esad’ın ülkeden kaçması sonrasında Suriye’de yaşanan gelişmeleri kapalı oturumda masaya yatırdı.

Konseyin dönem başkanlığını yürüten ABD’nin BM nezdindeki Daimi Temsilci Yardımcısı Robert Wood, önümüzdeki günlerde 15 üyeli konseyde Suriye konulu bir açıklama üzerinde çalışacaklarını söylerken, yaşanan gelişmeler hakkında “Bu, Suriye halkı için inanılmaz bir an” ifadelerini kullandı.

Wood, “Şu anda sürecin nereye doğru ilerlediğini görmeye çalışmaktayız, buna odaklanmış durumdayız. Suriye’de, Suriye halkının haklarına ve onuruna saygı duyan bir yönetim olabilir mi?” sözleriyle bu aşamada öncelikle Suriye’deki süreci yakından izleyeceklerine işaret etti.

Rusya’nın Birleşmiş Milletler (BM) nezdindeki Daimi Temsilcisi Büyükelçisi Vassily Nebenzia ise “Konsey, Suriye’nin toprak bütünlüğü ve birliğinin korunması, sivillerin korunması, insani yardımların ihtiyaç sahiplerine ulaştırılması gerektiği konusunda aşağı yukarı hemfikirdi” açıklamasını yaptı.

Suriye’de yaşanan gelişmeler için, “Konsey üyeleri de dahil olmak üzere herkes şaşkınlığa uğradı” diyen Nebenzia, “Bekleyip görmemiz, izlememiz ve durumun nasıl gelişeceğini değerlendirmemiz gerekiyor” dedi.

BMGK’nin kapalı oturumu sonrasında Çin’in BM nezdindeki Büyükelçisi Fu Cong da bir açıklama yaptı. Çin büyükelçisi, Suriye’de durumun istikrara kavuşturulması ve kapsayıcı bir siyasi sürecin başlatılması gerektiğini söylerken, Suriye topraklarında terörün yeniden canlanmamasının önemine vurgu yaptı.

Diplomatlar, BMGK toplantısında Şam’da yönetimi ele geçiren İslamcı Heyet Tahrir Şam’ın (HTŞ) yaptırımlar listesinden çıkarılmasının gündeme gelmediğini söyledi.

Reuters haber ajansına bilgi veren diplomatik kaynaklar, Katar’ın bugün Suriye’deki geçiş hükümetine başkanlık edecek HTŞ liderlerinden Muhammed el Beşir ile görüşeceğini söyledi. ABD Dışişleri Bakanlığı da ABD’nin aracılar vasıtasıyla da olsa, Suriyeli gruplarla iletişim hâlinde olduğunu duyurmuştu.

“Suriye halkı için çalışmaya devam edeceğiz”

Suriye’nin BM Daimi Temsilcisi Koussay Aldahhak New York’ta, BMGK önünde gazetecilere yaptığı açıklamada, kendilerine görevlerine devam etme talimatının verildiğini duyurdu.

Aldahhak, tüm Suriye büyükelçiliklerine geçiş döneminde işlerini yapmaya devam etmeleri ve devlet kurumlarının işleyişini muhafaza etmeleri talimatının verildiğini anlatırken, “Şimdi yeni hükümeti bekliyoruz, ancak bu arada biz de mevcut yönetim ve liderlikle devam ediyoruz” dedi, Esad tarafından atanan Dışişleri Bakanı Bassam Sabbagh’ın hâlen Şam’da olduğunu anımsattı.

“Suriye halkıyla birlikteyiz. Suriye halkınını savunmaya ve onlar için çalışmaya devam edeceğiz” ifadelerini kullanan Aldahhak, Suriyelilerin özgürlük, eşitlik, hukukun üstünlüğüne dayalı demokratik bir devletin inşasını dört gözle beklediğine vurgu yaptı, “Ülkemizi yeniden inşa etme, yıkılanları yeniden inşa etme ve Suriye’nin geleceğini, daha iyi geleceğini yeniden inşa etme çabalarına katkı sunacağız” dedi.

(Kaynak: DW Türkçe)

Paylaşın

Sanayi Üretimi Sert Düştü

Sanayi üretimi, ekim ayında bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 3,1 azaldı. Ekim ayında madencilik ve taş ocakçılığı sektörü endeksi bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 14,2 azaldı.

Haber Merkezi / İmalat sanayi sektörü endeksi yüzde 3,3, elektrik, gaz, buhar ve iklimlendirme üretimi ve dağıtımı sektörü endeksi ise bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 7,6 arttı.

Sanayi üretimi aylık yüzde 0,9 azaldı. Sanayinin alt sektörleri incelendiğinde, madencilik ve taş ocakçılığı sektörü endeksi bir önceki aya göre yüzde 4,8, imalat sanayi sektörü endeksi yüzde 1,0 azaldı. Elektrik, gaz, buhar ve iklimlendirme üretimi ve dağıtımı sektörü endeksi yüzde 3,3 arttı.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), Sanayi Üretim Endeksi Ekim 2024 verilerini yayımladı. Buna göre, sanayi üretimi, ekim ayında bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 3,1 azaldı. Ekim ayında madencilik ve taş ocakçılığı sektörü endeksi bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 14,2 azaldı. İmalat sanayi sektörü endeksi yüzde 3,3, elektrik, gaz, buhar ve iklimlendirme üretimi ve dağıtımı sektörü endeksi ise bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 7,6 arttı.

Sanayi üretimi aylık yüzde 0,9 azaldı. Sanayinin alt sektörleri incelendiğinde, madencilik ve taş ocakçılığı sektörü endeksi bir önceki aya göre yüzde 4,8, imalat sanayi sektörü endeksi yüzde 1,0 azaldı. Elektrik, gaz, buhar ve iklimlendirme üretimi ve dağıtımı sektörü endeksi yüzde 3,3 arttı.

Paylaşın

DEM Parti: Onurlu Barış Mücadelemizden Vazgeçmeyeceğiz

DEM Parti, 10 Aralık İnsan Hakları Haftası nedeniyle yayınladığı mesajında, “‘Bütün insanlar özgürdür; onur ve haklar bakımından eşit doğarlar’ ilkesini edinen bizler, tüm farklılıkların demokratik bir zeminde yaşayacağı onurlu barış mücadelemizden vazgeçmeyeceğiz!” ifadelerine yer verdi.

Haber Merkezi / Halkların Eşitlik ve Demokrasi (DEM Parti) Partisi, partinin Eş Genel Başkanları Tülay Hatimoğulları ve Tuncer Bakırhan, “10 Aralık İnsan Hakları Haftası” nedeniyle sosyal medya hesapları üzerinden mesaj yayınladılar.

DEM Parti tarafından yayınlanan mesajda şu ifadelere yer verildi: “10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü’nü, bu yıl da haksız ve hukuksuz uygulamaların bir yönetim biçimi haline getirildiği, temel ve evrensel insan haklarının yok sayıldığı bir ortamda karşılıyoruz. ‘Bütün insanlar özgürdür; onur ve haklar bakımından eşit doğarlar’ ilkesini edinen bizler, tüm farklılıkların demokratik bir zeminde yaşayacağı onurlu barış mücadelemizden vazgeçmeyeceğiz!”

Tülay Hatimoğulları paylaşımında şu ifadeleri kullandı: “Bu yıl da 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü’nü, insan hak ve özgürlüklerinin sistematik olarak ihlal edildiği bir dönemde karşılıyoruz. Dünyanın dört bir yanında emperyalist güçlerin savaş-sömürü politikalarıyla, yaşam hakkı başta olmak üzere temel insan hakları ağır tehdit altında.

Filistin’de, Suriye’de, Rojava’da halklara telafisi mümkün olmayan acılar yaşatılıyor. Ülkemizde insan hak ve özgürlüklerini çiğnemekte sınır tanımayan siyasi iktidar; kayyım darbesiyle, kumpas davalarla, baskıyla, şiddetle, insanlık onurunu ayaklar altına alıyor. Kadınların, gençlerin, çocukların, engellilerin, hak ve özgürlükleri her geçen gün tırpanlanıyor. Alevilerin eşit yurttaşlık hakkı ve tüm inançların özgür yaşam hakkı yıllardır görmezden geliniyor.

10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü vesilesiyle, dünyada ve Türkiye’de insan hak ve özgürlüklerini bir kez daha hatırlatıyoruz. DEM Parti olarak her bir yurttaşımızın haklarına eşit ve adil bir şekilde eriştiği; özgür, demokratik bir ülke için mücadelemizi sürdüreceğiz.”

“Mücadele etmeye devam edeceğiz”

Tuncer Bakırhan ise paylaşımında şunlara dikkat çekti:” 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü’nü başta yaşam hakkı olmak üzere halkların ve inançların haklarının yok sayıldığı, ihlal edildiği bir dönemde karşılıyoruz. İnsan haklarını yok sayan politikalara karşılık, tüm emek, demokrasi güçleri ve İnsan hakları örgütleriyle birlikte mücadele etmeye devam edeceğiz.”

Paylaşın

TÜİK’e Göre İşsizlik Oranı Yüzde 27,6

Atıl işgücü oranı ekim ayında bir önceki aya göre 1,9 puan artarak yüzde 27,6 oldu. Zamana bağlı eksik istihdam ve işsizlerin bütünleşik oranı yüzde 18,5 iken işsiz ve potansiyel işgücünün bütünleşik oranı yüzde 19,0 olarak tahmin edildi.

Haber Merkezi / 15-24 yaş grubunu kapsayan genç nüfusta işsizlik oranı bir önceki aya göre 0,3 puan azalarak yüzde 16,6 oldu. Bu yaş grubunda işsizlik oranı; erkeklerde yüzde 12,6, kadınlarda ise yüzde 23,9 olarak tahmin edildi.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), İşgücü İstatistikleri Ekim 2024 verilerini açıkladı.

Buna göre; Hanehalkı İşgücü Araştırması sonuçlarına göre; 15 ve daha yukarı yaştaki kişilerde işsiz sayısı ekim ayında bir önceki aya göre 61 bin kişi artarak 3 milyon 175 bin kişi oldu. İşsizlik oranı ise 0,1 puan artarak yüzde 8,8 seviyesinde oldu. İşsizlik oranı erkeklerde yüzde 6,9 iken kadınlarda yüzde 12,3 olarak tahmin edildi.

İstihdam edilenlerin sayısı ekim ayında bir önceki aya göre 156 bin kişi artarak 32 milyon 970 bin kişi, istihdam oranı ise 0,2 puan artarak yüzde 49,9 oldu. Bu oran erkeklerde yüzde 67,4 iken kadınlarda yüzde 32,8 oldu.

İşgücü ekim ayında bir önceki aya göre 219 bin kişi artarak 36 milyon 146 bin kişi, işgücüne katılma oranı ise 0,3 puan artarak yüzde 54,7 oldu. İşgücüne katılma oranı erkeklerde yüzde 72,4 iken kadınlarda yüzde 37,4 oldu.

15-24 yaş grubunu kapsayan genç nüfusta işsizlik oranı bir önceki aya göre 0,3 puan azalarak yüzde 16,6 oldu. Bu yaş grubunda işsizlik oranı; erkeklerde yüzde 12,6, kadınlarda ise yüzde 23,9 olarak tahmin edildi.

İstihdam edilenlerden referans döneminde işbaşında olanların, mevsim ve takvim etkilerinden arındırılmış haftalık ortalama fiili çalışma süresi ekim ayında bir önceki aya göre 0,1 saat azalarak 42,5 saat oldu.

Zamana bağlı eksik istihdam, potansiyel işgücü ve işsizlerden oluşan atıl işgücü oranı ekim ayında bir önceki aya göre 1,9 puan artarak yüzde 27,6 oldu. Zamana bağlı eksik istihdam ve işsizlerin bütünleşik oranı yüzde 18,5 iken işsiz ve potansiyel işgücünün bütünleşik oranı yüzde 19,0 olarak tahmin edildi.

Paylaşın

Afganistan’da 6,5 Milyon Kişi Barınma Sorunu Yaşıyor

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR), depremler, heyelanlar ve şiddetli yağışlar gibi doğal afetlerle de karşı karşıya kalan Afganistan’da yaklaşık 6,6 milyon kişi barınma sorunu yaşadığını açıkladı.

Haber Merkezi / Afganistan’daki insani durum, Taliban’ın Ağustos 2021 yılında iktidarı geri almasından bu yana git gide kötüleşiyor.

Afganistan İnsani İhtiyaçlar ve Müdahale Planı (HNRP) 2024’e göre, tahmini 23,7 milyon Afgan’ın (nüfusun yarısından fazlası) insani yardıma ihtiyacı var. Bunların yüzde 52’si çocuk ve yüzde 25’i kadın.

Afganistan aynı zamanda depremler, heyelanlar ve şiddetli yağışlar gibi doğal afetlerle de karşı karşıya kaldı. Bunlar yalnızca insan kayıplarına yol açmakla kalmadı, aynı zamanda zaten yoksul olan halk için önemli maddi kayıplara da neden oldu.

Birleşmiş Milletlerin (BM) Afganistan için 3,07 milyar dolarlık insani yardım çağrısı yetersiz finanse ediliyor ve şu ana kadar gereken fonların yalnızca yüzde 25’i sağlandı. İnsani yardım kuruluşları, yeterli kaynak olmadan Afgan topluluklarının artan ihtiyaçlarını karşılayamayacakları konusunda uyarıyor.

Uluslararası yardım kuruluşları, devam eden krizin yalnızca insani yardımla çözülemeyeceğini vurguluyor. Afganistan’ın derinleşen ekonomik, sosyal ve çevresel zorluklarını ele almak için uluslararası toplumdan kapsamlı, sürdürülebilir ve bağlama özgü bir yanıt çağrısında bulunuyorlar.

Taliban ve Afganistan

Taliban Afganistan’da yönetimi elinde bulunduran Diyubendi İslamcı hareket ve askeri organizasyondur. Kendilerine Afganistan İslam Emirliği demekte olup ülke içinde bir savaş (veya cihat) sürdürmüştür.

İslam şeriatını yayma amacıyla Molla Muhammed Ömer tarafından 1994 yılında kurulan Taliban’ın 2016’dan beri lideri Mevlevi Hibetullah Ahundzade’dir.

Taliban, 1996’dan 2001’e kadar, Afganistan’ın kabaca dörtte üçüne hükmetmiş ve kendilerine göre yorumladıkları şeriatı uygulamıştır. 1994 yılında Afgan İç Savaşı’nın önde gelen gruplarından biri olarak ortaya çıkmıştı ve büyük ölçüde Afganistan’ın doğu ve güneyindeki Peştun bölgelerindeki geleneksel İslami okullarda (medreselerde) eğitim görmüş ve Sovyet-Afgan Savaşı’nda savaşmış öğrencilerden (talebe) oluşmaktaydı.

Muhammed Ömer’in önderliğindeki hareket, Mücahid liderlerinden aldığı güçle Afganistan’ın çoğu bölgesine yayıldı. 1996’da totaliter Afganistan İslam Emirliği kuruldu ve Afganistan’ın başkenti Kandahar’a transfer edildi. 11 Eylül saldırılarının ardından Aralık 2001’de Amerikan liderliğindeki Afganistan işgaliyle devrilene kadar ülkenin çoğunu kontrol etti.

En etkin dönemlerinde, Taliban hükûmeti diplomatik olarak yalnızca Pakistan, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri tarafından tanındı. Grup daha sonra Afganistan Savaşı’nda Amerikan destekli Hamid Karzai yönetimine ve NATO liderliğindeki Uluslararası Güvenlik Destek Gücü’ne karşı bir direniş hareketi olarak yeniden bir araya geldi.

Taliban, birçok Afgan’a uygulanan sert muameleyle sonuçlanan şeriat yorumu nedeniyle uluslararası alanda kınandı. 1996’dan 2001’e kadar olan iktidarları sırasında, Taliban ve müttefikleri Afgan sivillere karşı katliamlar gerçekleştirdi, açlıktan ölmek üzere olan 160.000 sivile Birleşmiş Milletler’in gıda tedarikini engelledi ve yakıp yıkma taktiği uyarınca geniş ve verimli toprakları yakarak on binlerce evi yok etti.

Taliban, Afganistan’ı kontrol ederken, insanları veya diğer canlıları tasvir eden resimler ve filmler ile def haricinde bir enstrümanın kullanıldığı müziği yasakladı, kadınların okula gitmesini engelledi, kadınların sağlık hizmetleri dışındaki işlerde çalışmasını yasakladı (erkek doktorların kadınları görmesi de yasaklandığı için) ve kadınların dışarıda bir erkek akraba ile dolaşmalarını ve burka giymelerini zorunlu kıldı.

Belirli kuralları çiğneyen kadınlar alenen kırbaçlandı veya idam edildi. Dini ve etnik azınlıklar, Taliban yönetimi altında ağır bir şekilde ayrımcılığa uğradı. Birleşmiş Milletler’e göre, 2010’da Afgan sivil ölümlerinin %76’sından, 2011 ve 2012’de ise %80’inden Taliban ve müttefikleri sorumluydu. Kültürel soykırıma da girişen Taliban, Bamyan’ın 1500 yıllık Buda heykelleri de dahil olmak üzere çok sayıda anıtı yok etmiştir.

Taliban’ın ideolojisi; Diyubendi köktendinciliği ve militan İslamcılığın, Peştunvali olarak bilinen Peştun sosyal ve kültürel normlarıyla birleştirilmesine dayanan “yeni” bir şeriat hukuku biçimi olarak tanımlanmıştır.

Uluslararası topluluklar ve Afgan hükûmeti; sıklıkla Pakistan’ın Servislerarası İstihbarat’ını ve ordusunu; kuruluşunda, iktidarda oldukları süre boyunca ve direniş süreci boyunca Taliban’a destek sağlamakla suçlamıştır. Pakistan ise 11 Eylül saldırılarından sonra gruba yönelik tüm desteğini kestiğini belirtmiştir. 2001 yılında, El Kaide lideri Usame bin Ladin komutasındaki 2.500 Arap’ın Taliban için savaştığı bildirilmiştir.

2020’nin Şubat ayında Trump yönetimi, 1 Mayıs 2021 itibarıyla tüm Amerikan güçlerinin Afganistan’dan çekileceğine dair Taliban ile anlaşma imzaladı. Karşılığında Taliban, El Kaide gibi terörist gruplarıyla bağlantısını kesecek, şiddeti azaltacak ve Amerika destekli Afgan hükûmetiyle müzakere edecekti. Her iki taraf da bu anlaşmanın şartlarını tam olarak yerine getirmese de, çekilme başladı.

15 Ağustos 2021’de Kabil’in düşmesiyle Taliban, Afganistan yönetimine tekrar sahip oldu.

Paylaşın

Özgür Özel, İktidara Ekonomi Üzerinden Yüklendi; Erken Seçim Çağrısını Yineledi

TBMM Genel Kurulu’nda konuşan CHP Lideri Özgür Özel, iktidara ekonomi üzerinden yüklendi ve erken seçim çağrısını yineledi: “Artık sandık milletin önüne konmalıdır. Kararı halk vermelidir. Bu millete daha fazla zulüm edilmemelidir.”

Haber Merkezi / Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Özgür Özel, TBMM Genel Kurulu’nda, 2025 Yılı Bütçe Kanunu Teklifi üzerine CHP Grubu adına konuştu. Özgür Özel, şunları söyledi:

“Daha önce bu kürsüden defalarca dile getirdiğim gibi bütçe hakkı, insanlık ve demokrasi tarihi açısından monarşilere ve tek adam rejimlerine karşı zorlu mücadeleler sonunda ağır bedeller ödenerek edinilmiş en önemli haktır. Bu hak, seçilmişlere vergiyi toplayan sağ el ile gelirleri dağıtan şefkatli sol elin dengesini, adalet ve kendi vicdan terazilerinde kurmanın ağır sorumluluğunu yükleyen bir haktır. Bu nedenledir ki milletten bütçe yapma yetkisini almış olan ve bugün bu salonda bulunan milletvekilleri, egemenlik hakkını temsil ettikleri yurttaşlara karşı hiçbir zaman unutulmayacak bir mesuliyeti taşımaktadırlar.

Dolayısıyla bu çatı altında yapılan bütçe görüşmelerini sadece rakamlardan ibaret görmek, el kaldırıp indirilerek geçilecek rutin bir işlem olarak değerlendirmek milletin beklentilerine ve bu millete verdiği yetkiye açık bir istismar olarak kayıtlara geçecektir. Bugün milletiyle birlikte Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ve bu devletin ilk bütçelerini yaparak az zamanda büyük bir kalkınmayı başaran Cumhuriyet Halk Partisi’nin Genel Başkanı olarak karşınızdayım. Geçen sene bugünlerde yeni seçilmiş bir Genel Başkan olarak bu kürsüdeydim. O gün bugünden farklı olarak ana muhalefet partisi ve son seçimlerin ikinci partisiydik.

Şimdi ise milletin iradesiyle 31 Mart seçimlerinde Türkiye’nin birinci partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin Genel Başkanı olarak bu kürsüde olmanın hem gururunu hem de sorumluluğunu taşımaktayım. 1980 darbesi tanklarla bütün örgütlenmelerin, bütün siyasi partilerin, bütün sendikaların üstünden geçtiğinden beri siyaset kalesinin başarı kapısı Cumhuriyet Halk Partisi’ne kapalıydı. Biz bu kapıyı, kurucumuzdan aldığımız ilhamla ve onun mirası olan üç anahtarla; yani daha çok kadınla, gençlerle ve bilimle açtık. Kadınların ve gençlerin enerjisini, bilimin gücünü, partimizin 100 yıllık tecrübesiyle birleştirerek açtık.

Cumhuriyet Halk Partisi, devlet kuran bir partidir. Partimizin ve tüm üyelerinin devlete karşı saygısıyla, devlet çağırdığında askere koşmasıyla, vergisini vermesiyle ve devleti zor duruma düşürecek her durumda doğru yerde durmasıyla övünürüz. İlkelerimizden biri de devletçiliktir zaten. Ama ne zaman ki devleti yönetenler iktidarı şahsileştirmiş, devleti liyakatle ve adaletle yönetmek yerine kendi çıkarlarına alet etmiş, devlet ve parti ayrımını ortadan kaldırmışsa o zaman birileri devleti milletin karşısına dikmiş demektir. Eğer devlet ile millet karşı karşıya gelirse her zaman millet kazanır.

Kenan Evren, asker kökenli bir başbakan adayı işaret ettiğinde milletin onu seçmediği gibi, 15 Temmuz akşamı Atatürk’ün değil Fetullah’ın askerleri olanlara milletin göğsünü siper ettiği gibi 31 Mart seçimlerinin hikayesi de bundan ibarettir. Devleti milletin karşısına dikenler için tarih tekerrür etmiştir.

Atatürk’ün cepheden doğru haberler versin diye kurduğu Anadolu Ajansı ile 86 milyonun vergisi ile hayatına devam eden TRT’nin muhalefet kapalı, tek sesli yayın organlarına dönüştürüldüğü, kaymakamların seçim gezilerine katıldığı, valilerden il başkanı performansı beklendiği, AK Parti’nin seçim kaybettiği illerde valilerin başarısız olsun diye görevden alındığı, gözbebeği ordumuzun mensuplarından hiç yaşamadıkları ve hiç yaşamayacakları beldelerde, ilçelerde oy kullanmalarının istendiği bir dönemde devlet ile millet karşı karşıya getirilmiştir. Cumhuriyet Halk Partisi ise böyle bir ortamda yine milletle aynı tarafta durmuş, devlet ile millet yarışmış ve yine millet kazanmıştır. İçinde siyasi partilerin değil; milletin ta kendisinin olduğu, bölünmeyi, kavgayı, çatışmayı değil; birlik ve beraberliği savunan Türkiye ittifakı kazanmıştır.

Türkiye ittifakını bir araya getiren millet ile devleti yerel yönetimlerimizle buluşturan halkçı ve kamucu yönetim anlayışımızdır. Bunu genel siyasete taşıma iddia ve irademizi de samimi bulan yurttaşlarımız, ülke yönetiminden beklediğinin kalkınmacı, dayanışmacı, refah temelli bir yönetim olduğunun en güçlü mesajını yine o gece vermiştir. İşte biz nasıl ki belediyelerimizde, yerel yönetimlerde bu anlayışla kamu hizmetini götürüyor ve bu hizmetleri merkezine alan bütçelerle yurttaşlarımızın karşısına çıkıyorsak, aynı güçteki bir vizyon ve o vizyonun bütçelerini de merkezi düzeyde yapma iddiasındayız. Ama iktidar, seçmenin sandıkta verdiği mesajı almamış, bundan ders çıkarmamıştır.

İktidar, bu Meclis’e getirdiği bütçe ile yine yanlış tarafta durmakta ve yanlış tarafta durmakta ısrar ettiğini 86 milyona göstermektedir. Bu bütçe kalkınmacı değildir, bu bütçe dayanışmacı değildir, bu bütçe refah temelli değildir. Vergi toplarken adaletli değildir. Yine ve ağır vergi yükü yoksulların ve ücretlilerin sırtındadır. Hakça bölüşüm yoktur. Bütçe imkanları bu toplumun büyük bir bölümünü oluşturan yoksulların değil, zengin bir çevrenin lehine kullanılmaktadır. Siyaset öncelik belirleme işidir.

İktidar siyasi tercihinin ne olduğunu, önlerinizdeki bütçe teklifinin maddelerinde ikrar etmektedir. 31 Mart akşamı seçim sonuçlarını değerlendirdiğim konuşmamda, ‘Her türlü ayrımcılığa karşı birlik ve beraberliğimize sahip çıkıyoruz. Kibir değil tevazu kazanmıştır’ demiştim. ‘Bizim başarımız kimsenin hezimeti olmayacaktır’ demiştik. ‘Bu sonuçları, bizlere rehavete sevk edecek bir galibiyet olarak değil, seçmenin bize açtığı bir kredi olarak görüyoruz’ demiştik. Milletin sandıktaki mesajını doğru okumaya gayret ettik. Millet siyasete ‘Kavgayı bırakın, benim derdimi çözün’ dediği için anormal siyaseti normale çevirmek için mücadele verdik.

Bu sene yeni yıla girerken Türkiye’nin ikinci partisi olarak, Sayın Meclis Başkanımızı ve Meclis’te bizden sonra temsil edilen partilerin genel başkanlarını milletvekili sayılarına göre sırasıyla tek tek aradım ve yeni yıllarını tebrik ettim. O gün Genel Başkan seçildiğimde beni aramayan Sayın Erdoğan’ı aramamıştım. Yerel seçimlerden sonra 10 Nisan’da, Ramazan Bayramı’nda bu kez Türkiye’nin birinci partisi olmanın verdiği sorumlulukla, Sayın Erdoğan dahil 16 genel başkanımızı arayarak, bayramlarını kutladım.

2 Mayıs’ta Sayın Erdoğan’ı Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Genel Merkezi’nde ziyaret ettim. 11 Haziran’da kendisini partimizde ağırladık. Aynı zamanda diğer siyasi partilerin sayın genel başkalarını, sayın eş genel başkanlarını partimizde ağırladık ya da talep ettiğimiz randevularla onları genel merkezlerinde, Meclis’teki makamlarında ziyaret ettik. Yaptığım her görüşmede elbette güncel, sıcak siyasi konuları da konuştum ama ısrarla emeklilerin, asgari ücretlilerin, çiftçilerin, atanmayan öğretmenlerin, adalet bekleyenlerin sorunlarını gündeme getirdim.

Çünkü normali buydu, normal olan zaten buydu. ‘Normalleşme nedir?’ diye soranlara bir kez daha ifade edeyim. Normalleşme, siyasetin kısır kavgalarından, şahsi tartışmalarından ayrılıp sadece milletin gündemine yoğunlaşmaktır. Normalleşme, anormal siyasetin konforuna kapılarak, ülkeyi kutuplaştırıp yerini sağlamlaştırmak isteyenlere karşı milletin konforunu düşünen bir siyaseti var etmektir. Ancak iktidar bu konfordan kurtulmayı, kendi adına maliyetli gördüğü için attığı her adımda bu konuda bir samimiyet ortaya koymamıştır.

Bu Meclis’in emekliye hakkını vermek için mesai yapması normaldir ama onu konuşmayıp kavga edip bu Genel Kurul salonunun mermerlerine kan dökmek normal değildir. Bu Meclis’te emekçiler için, atanmayan öğretmenler için, kadınlar ve çocuklar için önerge verilmesi normal; bunları görmeyip, duymayıp, el kaldırıp reddetmek ise anormaldir.

Hatay’ın seçilmiş milletvekili Can Atalay’ın bugün burada oturması ve aldığı oyları veren Hatay halkını temsil etmesi normaldir ama cezaevinde bir siyasi esir gibi tutulması normal değildir. Tayfun Kahraman’ın serbest kalması, Vera’nın babasına kavuşması, gezi tutuklularının özgürlüğü hukukun gereği olduğu için normaldir. Biz 86 milyonun tamamı için karşımızda ne yapıyor diye bakmadan, bundan kim siyasi menfaat sağlıyor diye düşünmeden bütün millet için normal olanı yapmaya, talep etmeye bunun için mücadele etmeye devam ediyoruz. Biz artık hiçbir suni gündemin, hiçbir çıkar kavgasının milletin sesini bastırmasına izin vermiyoruz, bundan sonra da vermeyeceğiz.

Biz bu anlayışla yerel seçimlerden hemen sonra, bir yandan iktidarın çaresiz bıraktığı vatandaşlarımıza destek olmak için belediyelerimizde var gücümüzle çalışmaya başladık. Bir diğer yandan da mağdur olan ve hak arayan hangi kesim varsa onlara ses olmak için meydanlara çıktık.

İstanbul’da eğitim mitingi, Ankara’da emekli mitingi, Hayrabolu’da buğday, Rize’de Çay Mitingi, Gebze’de Emek, Giresun’da Fındık, Gaziantep’te Fıstık Mitingi, Manisa’da Çiftçi Mitingi, İstanbul Beşiktaş’ta teröre ve şiddete karşı Yaşam Hakkı Mitingi yaptık. Ama bugün iktidarda olanlar, bu sorunları duymaya, görmeye, konuşmaya yanaşmadılar. Adalet ve Kalkınma Partisi, 22 yıl sonra ilk kez seçim kaybetti. Ama ‘Ben neden kaybettim?’ diye düşünmek, milletin sandıktaki mesajını doğru okumak yerine anormal siyasette ısrarı tercih ettiler. Bugün milletimiz kendi menfaatini, Türkiye’nin menfaatinin üstünde gören bir iktidara ve onun adaletsiz politikalarına muhataptır.

Yerel seçimlerden bu yana tam da bu amaçla hem bize hem de millete suni gündemler dayatılmaktadır. Önce ‘yeni Anayasa’ denilerek, gerçek gündeme sis etkisi yapacak yapay bir tartışma başlatıldı. 86 milyon insan, yalnızca tek bir kişinin siyasi ikbalinin anayasal kılıfa uydurulması için meşgul edildi. Bunun için Anayasanın ilk dört maddesi bile hedef alındı, tartışmaya açılmaya çalışıldı. Bu tartışma ile vatandaşın gerçek gündemi ve gerçek sorunların üzerinde bir sis perdesi çekilmek istendi.

Bu nedenle Cumhuriyet Halk Partisi, şekerle kaplanan zehri yutmamış, millete de yutturmamıştır. Cumhuriyet Halk Partisi, mevcut anayasaya uymayanlarla anayasa masasına oturmamıştır, oturmayacaktır. İktidar bundan sonuç alamayınca millet hayat pahalılığı altında ezilirken, kadınlar, çocuklar, bebekler şiddete uğrarken, dikkatleri başka yöne çekmek için ‘İsrail bize saldıracak’ tartışmasını başlatmayı tercih ettiler. Cumhuriyet Halk Partisi, Türkiye’nin nasıl bir tehditle karşı karşıya olduğunun anlatılması için Meclis’te kapalı oturum talep etti. Kamuoyunun bilmediği hiçbir şeyin söylenmediği kapalı oturum ile kurmaca ortaya çıktı. Bu gündem üzerinden vatandaşın sırtına yeni vergiler yüklemeyi de amaçlayan kanun teklifi dahi geri çekildi.

Ardından ‘Türkiye’de Kürt sorunu yoktur’ diyen iktidar, ‘Öcalan gelsin, Meclis’te konuşsun, bu iş çözülsün’ diyerek başka bir tartışmayı başlatmayı tercih etti. ‘Ben yaptım, oldu’ anlayışı ile yeni bir dayatma içine girdiler. Ancak Cumhuriyet Halk Partisi, tarihsel birikimi ile Kürt sorununun çözümünün doğru tarifini Türkiye’nin önüne koymaktadır. Bu sorun demokratik, barışçıl yollarla mutlaka çözülmelidir. Önerimiz samimi, şeffaf, toplumsal mutabakata dayalı bir sürecin hiçbir aktör dışlanmadan, 86 milyonu temsil eden Meclis zemininde yürütülmesidir. Cumhuriyet Halk Partisi, aynı zamanda şehit aileleri ve gazilerin rızasının alınmadığı, onların ‘evet’ demeyeceği hiçbir sürecin de içinde olmayacağını daha ilk günden ifade etmiştir.

İktidar, hiçbir adımdan istediği sonucu elde edemediği için bu kez milletin seçme hakkını elinden alacak, Türkiye’yi yeni bir karanlığa sürükleyecek bir sürece tamah etmektedir. Sandıkta kazanılamayan belediyeler, masa başı operasyonları ile işgal edilmeye çalışılmaktadır. Türkiye’nin en büyük ilçesi Esenyurt’un Belediye Başkanımız Ahmet Özer’e bir şafak operasyonu ile FETÖvari kumpas kurulmuştur. Hiçbir suç, delil olmayan soruşturmada ve elde edilen hukuka aykırı aramadaki belgelerin hiçbir tanesi bir iddianameye temel olacak nitelikte olmadığı için bir gizli tanık üretilmiştir. 200 sanıklı davaya dört günde iddianame yazmakla övünen bir savcı, tek sanıklı davada, 40 gündür iddianame yazamamaktadır. Ardından Ovacık Belediyemize kayyum atanmıştır. 12 yıl önce savcının katıldığı bir cenaze töreninin kılıf yaparak kumpas kurulup ceza verilmiştir.

Her iki örnekte de adalet yoktur, demokrasi yoktur. FETÖ taktikleri vardır, kumpaslar vardır, uydurma deliller vardır. Bizim belediyelerimizin yanında DEM Parti belediyelerine de aynı hukuksuzluklar uygulanarak kayyumlar atanmıştır. Bugün, 31 Mart’ta halkın seçtiği 8 belediyeye siyasi hırslarına yenilen, seçim sonuçlarını tanımayan, devlet gücünü kötüye kullanan bir iktidarın işgali vardır. Yani iktidar, yine yanlış tarafta durmaktadır. Milleti karşısına almaktadır. Ama biz kötülüğe teslim olmadık, olmayacağız. Bugüne kadar iktidarın tüm oyunlarını nasıl bozduysak, millet ile birlikte bu oyunları yine yerle bir edeceğiz. Devletin karşısına diktiğinizde millet kazanmıştı, yine millet kazanacaktır. Kayyum hukuksuzlukları üzerine bu Meclis’in çatısı altında demokrasimiz açısından tarihi bir mutabakata varıldığını ise memnuniyetle kayıtlara geçirmeliyim.

Partimiz Cumhuriyet Halk Partisi, DEM Parti, İYİ Parti, Saadet Partisi, Gelecek Partisi, DEVA Partisi, Demokrat Parti, Yeniden Refah Partisi, Emek Partisi ve Türkiye İşçi Partisi kayyum düzenlemesinin kaldırılması için Meclis’e ortak bir kanun teklifi verdiler. Milliyetçi Hareket Partisi’nin de bu alanda bir düzenleme talebini dile getirmesini çok önemli bulduğumuz ifade etmek isterim. Kanun teklifine verilecek destek ya da amaca matuf yapılacak ortak bir çalışma, bu hukuksuzluğu ortadan kaldıracak ve Türkiye’nin önünü açacaktır. Artık bu demokrasi ayıbına son vermenin zamanı gelmiştir.”

“Bu siyası hazımsızlıktır”

Belediyelerimize yapılan saldırıların en ağırı şüphesiz kayyumlardır ama bununla sınırlı değildir. Milletin gönlünden düşen iktidar, belediyelerimize karşı her alanda topyekun bir saldırı başlatmıştır. Seçim gecesi, 22 yıl sonra ilk defa kaybeden Sayın Erdoğan, balkona çıkıp ‘Dik duracağız ama dikleşmeyeceğiz’ dese de milletin bu beklemediği davranışı ile dikleşmeden bir an bile durmamaktadır. Bu bir siyasi hazımsızlıktır. İktidar bu hastalığını tedavi etmek yerine kendine oy vermeyen seçmenleri cezalandırmayı, millete adeta meydan okumayı tercih etmektedir. Milletin gönlünden düşerseniz geri kazanmanın yolu çalışmaktır. Milletin gönül kapısı, kendini anlayana, çalışana, anlamaya çalışana açıktır. Ama milleti yok sayarsanız, onun kararlarına direnirseniz, gözünden düşersiniz. İşte bunun çaresi yoktur. AK Parti bu yaptıkları ile milletin gözünden düşmüştür.

Geçen hafta Tayyip Bey, ‘Cumhuriyet Halk Partisi nasıl oluyor da bu kadar oy alabiliyor, bu kadar belediye kazanabiliyor?’ demekteydi. Nasıl bu kadar belediye kazandığımızı söylerken derin bir sorgulama içinde olduğunu samimiyetle ortaya koymuştur. Haksız da değildir. Sayın Erdoğan da ölçmektedir, biz de ölçmekteyiz. Tayyip Bey’in şaşırdığı 31 Mart sonuçları değil, 31 Ekim sonuçlarıdır. Vatandaşın belediyelerimizden ortalama memnuniyeti, 7 ayın sonunda yüzde 58’e yükselmiş durumdadır. Çünkü Cumhuriyet Halk Partili belediye başkanları, iyi hizmet ediyorlar. Cumhuriyet Halk Partisi, son seçimlerin birincisi olduğu gibi Sayın Erdoğan’ın önündeki anketlerde de bizdeki anketlerde de açık farkla Türkiye’nin birinci partisidir. Sayın Erdoğan esas buna isyan etmektedir.

Bu isyanın arkasında iktidarın durduramadığı icraatlarımız vardır. 81 ilde sayısı 653’e çıkan, 2025’te bine yükseltme hedefini koyduğumuz kreşlerimiz vardır. Bu kreşler; şehit, gazi çocuklarına ücretsiz, yoksul ailelerin evlatlarına özel sektörün onda biri fiyata hizmet vermektedir. Bunu görüp o kreşleri kapatmak isteyenler suçüstü yakalanmıştır. ‘Hodri meydan’ dedik. Kadınlar, çocuklar, aileler tepki gösterince, ‘Kreşleri kapatın, yoksa gelip biz kapatırız’ diyenler gönderdikleri yazıları inkar edip, geri adım atmak zorunda kaldılar. Buradan bir kez daha söylüyorum: Biz kreş yapmaya devam edeceğiz. Gelin bir garibanın evladını o kreşlerden çıkarın da görelim.

Sayın Erdoğan’ın isyanının arkasında elbette sadece kreşler yoktur. Sayın Erdoğan’ın isyanın arkasında, yurt genelinde dört çeşit yemeği yarım çorba fiyatına sunan, sayısı 76’ya yükselen kent lokantalarımız vardır. Sayın Erdoğan’ın isyanının arkasında, sayıları 70’i bulan öğrenci yurtlarımız vardır. Çünkü iktidar Türkiye’deki öğrencilerin sadece yüzde 13’üne yetecek kadar yurt yapmıştır. Bu rakam İstanbul özelinde yüzde 2.6’dır. Yurt yapma sorumluluğu iktidardadır. Ama belediyelerimiz evlatlarımız tarikatların, cemaatlerin kucağına itilmesin diye sorumluluk almış, ellerini taşın altına koymuştur.

Sayın Erdoğan’ın isyanının arkasında ‘CHP gelirse sosyal yardımlar kesilir’ kara propagandasına karşı, belediyelerimizin sosyal yardımları tam 4.8 kat artıran şefkatli sol elleri vardır. Sayın Erdoğan’ın isyanının arkasında, üreticilere her türlü desteği veren, tarlada kalan ürünleri satın alıp yoksul vatandaşlara dağıtan belediyelerimizin hizmetleri vardır. Sayın Erdoğan’ın isyanının arkasında temelde bir düzenin sona ermiş olması vardır. Sayın Erdoğan, Ankara‘yı parsel parsel satanların, İstanbul’da helikopterle kupon arsaları bulup Arap şeyhlerine pazarlayanların, İstanbul’a ihanet edenlerin düzeninin sona ermiş olmasına isyan etmektedir.

Bugün SGK borçları tartışması adı altında yıllarca AK Partili belediyelerin yediği ve hesaplarını ödemedikleri bu yemeğin faturasını faiziyle ve bir seferde CHP’li belediyelere ödetme gayretinin girişimidir. Belediye şirketlerinin borçlarını, sözde kaynağında kesecek bir işe tenezzül edilmektedir. Cümle alem bilmektedir ki, bu gelirler kesildikten hemen sonra Plan ve Bütçe Komisyonu’na sevk edilecek bir kanun teklifi ile şirketlerin faizleri affedilecek, anapara borçları taksitlere bölünecektir. Burada yapılacak düzenlemeden belediye şirketleri yararlanamasın diye belediyelerin birikmiş, kendi döneminizde de yükseltilmiş, yüksek faizli borçları bir seferde kaynağından kesilmeye çalışılmaktadır.

Milletimiz bilsin ki, iktidarın kastettiği para, belediye işçilerinin çocuklarının rızkıdır. Kastedilen para yoksulların kent lokantasında yedigi yemek, kastedilen para kreşlerde hizmetlerimizdir. Öğrencinin bursu, garibanın sosyal yardımıdır. Yani kastedilen para, milletin parasıdır. Bugün karşımıza milletin parasını milletten kesip millete zulmetmeye çalışan bir anlayış dikilmiştir. Bizim iktidarımızın bütçesinin görüşüldüğü günlerde bırakın var olan kreşlere, yurtlara, kent lokantalarına saldırmayı bunları genel bütçeden yatırım planını alacak ve her mahalleye yayılacak bir büyük dayanışmacı ve kalkınmacı bütçeyi bu salonda hep birlikte görüşeceğiz.

Evet AK Parti yıllarca seçim kazanmış ve kazanmaya alışmıştır. Ama AK Parti’nin zaafı, alışık olmadığı, bilmediği şey seçim kaybetmektir. Kaybetmek aslında hazmetmektir. Bir sonraki seçimi kazanmak için hatayı kendinde aramaktır. Rakibine çelme çakmak, tuzak kurmak, belediye hizmet aracının tekerini geceleyin sinsice indirmek değildir. Bugün yapılan iş siyasi hazımsızlıkla millete meydan okumak, yine milletin karşısında durmaktır.

Millet bunu asla affetmeyecektir. İktidar tüm bu hukuksuzlukları hem muhalefeti sindirmek hem de ülkenin gerçek gündemini konuşturmamak için yapıyor. Ama biz gerçek gündemi konuşmaya inatla devam edeceğiz. Bugün Genel Kurul’da bütçe görüşmelerini gerçekleştiriyoruz. Ancak asgari ücretle çalışan milyonlar, yarın başlayacak Asgari Ücret Tespit Komisyonu toplantısına kilitlenmiş durumdadır. Asgari ücretlilerin Avrupa Birliği ülkelerindeki toplam çalışana oranı yüzde 9’dur. Almanya’da bu oran yüzde 6‘dır. Çünkü asgari ücret, çalışanın bir yıl kıdem aldıktan sonra hızla uzaklaşması gereken bir ücrettir. Oysa ülkemizde 10 yıl önce asgari ücretle çalışanların oranı yüzde 38’ken, bugün yüzde 57’ye yükselmiştir.

Asgari ücret, kıdemle hızla uzaklaşılması gereken bir ücretken, maalesef tüm emekçileri yutmaya çalışan bir canavar haline gelmiş, asgari ücret temel ücrete dönüşmüştür. Bugün 17 bin 2 lira olan asgari ücret vatandaşın girdiği 1 Şubat gününde, açlık sınırı 16 bin 257 liraydı ve asgari ücret açlık sınırından sadece 745 lira fazlaydı. Seçimden önce ‘Asgari ücrete yılda 3-4 kez enflasyon ayarlaması yapacağız’ diyenler bir yılda bir kuruş zam yapmadılar. Bugün asgari ücretin alım gücü, verildiği güne göre 6 bin lira düşmüş, Ocak ayının 11 bin 4 lirasına gerilemiştir. Bugün asgari ücret açlık sınırının 3 bin 500 lira altındadır. Bir işçinin açlık sınırında maaş alabilmesi için 30 gün değil, ayda 40 gün çalışması gerekmektedir.

11 ay önce asgari ücret 42,5 kilo dana kıyma alırken şimdi 26 kilo almaktadır. Yapılmayan zam nedeniyle her ay 16,5 kilo kıyma asgari ücretlinin sofrasından çalınmaktadır. 11 ay önce asgari ücret 5.5 çeyrek altın alırken, bugün 3 çeyrek altın almaktadır. Hele hele iktidarınızın başına dönersek 2002’de 7 çeyrek altın alan asgari ücret şimdi 3 çeyrek altın almaktadır. Bir emekli bir sefer bir çeyrek altını cebinden düşürse, dönüp bütün gün altını arayacak durumdadır. Ama iktidarınızın 22 yılının sonunda bir emekli değil her emekli, bir kez değil her ay, bir altın değil 5.5 altın kaybetmiştir. Bir şey kaybedildiği yerde bulunur, emekliler kaybettiklerini bir sandıkta, 3 Kasım 2002 sandığında kaybettiklerini bilmekte, önlerinde bulacakları ilk sandıkta kaybettiklerini geri alacaklardır.

Diğer yandan asgari ücrete adaletli bir zam talebi, üç büyük işçi sendikalarının konfederasyonun ortak talebidir. DİSK’in, TÜRK-İŞ’in, HAK-İŞ’in söyledikleri, artık alın terinin daha fazla sömürülmemesine yöneliktir. Bugün için asgari ücretlinin gerçek enflasyonu yüzde 80’i aşmışken, yani bir asgari ücretlinin standart harcamaları bir yıl öncesine göre yüzde 80 artmışken, TÜİK enflasyonuyla bile yüzde 47’yken, işçiye yüzde 25-30 zammın makul olduğunu ifade eden insafsızlar vardır. Aç kalan asgari ücretli, bu rakamlara alıştırılmaya çalışılmaktadır. Biz bu oyuna gelmeyeceğiz. Cumhuriyet Halk Partisi’nin 2025 yılının sadece ilk yarısı için asgari ücret önerisi 30 bin liradır. Bizim asgari ücret teklifimiz 30, bunun altında yokuz demekteyiz.

Asgari ücretle ilgili 2016 yılından bugüne, yani toplumdan bu Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denilen dengesiz, denetimsiz sisteme bahane olan süreçten bugüne, dünyada asgari ücret ne olmuş, bugün ne olmuş diye bakarsanız: 2016’dan 2024’e kadar Euro bazında Yunanistan’da asgari ücret 693 Euro’dan 969 Euro’ya çıkmış, yüzde 41 zam almıştır. Almanya’da 8 yıllık asgari ücret zammı yüzde 42’dir. Estonya‘da asgari ücret zammı yüzde 91’dir. Savaştaki Ukrayna’da yüzde 250, asgari ücrette en çok kazanç yaşayan Moldova‘da yüzde 474’tür. Almanya gibi sistemi tam oturmuş bir ülkede yüzde 42’lik asgari ücret Euro bazında artarken, Türkiye’deki artış yüzde 6.8’dir.

Euro’nun nasıl baskılandığı düşünülürse gerçek anlamda asgari ücretin dünyada Euro bazında gerileyen tek asgari ücret olduğunu utançla ifade etmek durumundayım. Bir de yıllardır ‘Asgari ücretliyi enflasyona ezdirmedik hamdolsun’ propagandasını yapanlara soruyorum: Hangi enflasyona ezdirmediniz? 2021-2024 arası sadece son üç yılda, asgari ücretin brüt artışı yüzde 459’ken, dana etinin enflasyonu yüzde 738. Kuzu eti enflasyonu yüzde 719. İlaç enflasyonu yüzde 669, kira enflasyonu yüzde 580. Ve bu üç yıldaki karma gıda enflasyonu yüzde 509’dur. Bu durumda sizin asgari ücretliyi hangi enflasyona ezdirmediğinizi TÜİK verilerinden bulup çıkarmanızı bekliyoruz. Benim gördüğüm sadece pinpon topu vardır. Pinpon topu dışında tüm enflasyonlara emekli ezdirilmiştir.

Tabii Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçişte, her şeyin yetkilisi olan Erdoğan’ın önemli bir ekonomik tespiti vardı. ‘Faiz sebep, enflasyon sonuç’ diyordu. Birazdan eleştirilerimizi yanıtlamak üzere bu kürsüye gelecek olan Cumhurbaşkanı Yardımcımız Sayın Cevdet Yılmaz’a soruyorum: Siz hangisine katılıyorsunuz? ‘Faiz sebep, enflasyon sonuçtur’ deyip, bütün dünya enflasyonla mücadele için makul faiz artışları yaparken, inadına faizleri indirip enflasyonu bu noktaya getiren Erdoğan’a mı katılıyorsunuz? Yoksa biraz önce yanınızda oturan Mehmet Şimşek’in ‘Biz geldik bu irrasyonel işleri bıraktık, rasyonaliteye döndük’ demesine mi inanıyorsunuz? Erdoğan mı irrasyoneldir, Mehmet Şimşek mi gerçekleri çarpıtmaktadır? Buradan bu iki tezden hangisine katıldığınızı duymak hepimiz için önemlidir.

Akla ve bilime aykırı bu politika sayesinde bir yandan da seçimler yaklaşırken, tüketici güven endeksini 90’ın üzerine çıkarabilmek, piyasaya para pompalama noktasında bu parayı kredi garanti fonu üzerinden yüzde 8 faizle öyle fevkalade selektif bir şekilde, övündüğünüz bir seçicilikle yandaşlara ve zenginlere dağıttınız. Yatlar alındı, kotralar alındı. Hepiniz biliyorsunuz, her türlü lüks harcamaya gitti bu para. O para şu anda halen yüzde 8’le ödeniyor.

Aynı günlerde zor durumda kalan esnaf, esnaf kefalet kooperatifinden yüzde 9’la kredi kullandı. Taksitleri ödenirken ‘Faizler arttı arkadaşlar’ dendi. Yüzde 9’la alınan esnaf kefalet kredisi yüzde 25’le ödeniyor. Yüzde 8’le alınan kredi garanti fonu, kotra marinada duruyor, yüzde 8 ile geri ödeniyor. İşte bu yapılan büyük bir insafsızlıktır. Bu yapılan, siyaset açısından tercih belirleme işidir. Siz kotracıların, siz zenginlerin tarafındasınız, biz esnafın, gariban vatandaşın tarafındayız.

“Asgari ücret 2025 yılının ilk yarısı için 30 bin lira olmalıdır”

Esnaf demişken, seçimlerden önce meydanlara çıkıp esnafa dönüp ‘9 bin iş günü olan prim gün sayısı sorunuzu biliyorum, inşallah ilk iş 7 bin 200 güne indireceğiz’ diyen Erdoğan’ın o sözünü bir kez daha tüm esnaflar adına size hatırlatmak isterim. Asgari ücret 2025 yılının ilk yarısı için 30 bin lira olmalıdır. Fakat bu, bu parayı ödeyecek olan küçük esnafın sırtına bırakılamaz, KOBİ’lerin sırtına bırakılamaz. Bunun için bir kanun teklifimiz var. Malum, eğer asgari ücret 30 bin liraya çıkarsa SGK‘nın prim tahsilatı bir trilyon lira artacaktır.

Bu bir trilyonun dörtte birini biraz aşan bir tutarda bir teşvik sistemi getirirseniz. Yani 1-10 arası çalışanlar için çalışan başına 6 bin lira, 10-50 arası için 3 bin lira olmak üzere artan noktada azalan bir teşvik sistemiyle bu yük, küçük esnafa yük olmaktan çıkar. Asgari ücretin berberde çalışan kardeşim için 30 bin lira, onu berberde çalıştıran ustası için 24 bin lira olmasını, asgari ücretin lokantada çalışan garson için 30 bin lira, lokantayı işleten küçük esnaf için 24 bin lira olmasını ve bu paranın da devletin cebinden çıkmamasını öneriyoruz. Önerimiz meclis kayıtlarındadır, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin değerli mensuplarına emanettir.

Biz, kamu yararı yaratacak yatırımlarla canlandırıp kalkındıracağımız bir ekonomide, çalışanlar asgari ücrete mahkum olmasınlar, geçim sıkıntısı yaşamasınlar, asgari ücret temel ücret olmasın diye bir büyük mücadelenin içindeyiz. Ciddi bir hazırlığın içindeyiz. Sayın Erdoğan 2024 yılını emekliler yılı ilan etmişti. Etmez olaydı. Emekliye ilk darbe daha yılın ilk başında vuruldu. En düşük emekli maaşı 7 bin 500 lirayken 10 bin liraya çıkarıldı. TÜİK’in 2023 enflasyonu yüzde 64’ken, emekliye yüzde 33 zam yapıldı. Emekliler bu oranla, daha yılın başında enflasyona ezdirildiler. Milyonlarca emekli, altı ay boyunca 10 bin lira maaş aldı.

Yurt dışındaki temaslarımızda Türkiye’de en düşük emekli maaşının 280 Euro olduğunu söylediğimde yabancı liderler, birlikte görev yaptığımız diğer ülkelerin liderleri, yanlış telaffuz ettiğimi düşünüp 2 bin 800 diye düzeltmeye kalktılar. Dedim ki ‘Hayır 280 Euro Türkiye’de en düşük emekli maaşı.’ Bana Alman mevkidaşım ‘2 bin 800 olmasın’ diye soruyor. Aynı şey Sosyalist Enternasyonal’in bir konsey toplantısında ‘280 Euro’ya Türkiye’de emekliler geçinmek zorunda kalıyorlar’ dendiğinde simultane tercümana itiraz yapılarak dile getirildi. Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcım, emeklileri geçen yılın ilk 6 ayında mahkum ettiğiniz 280 Euro emekli maaşının yabancı dile, Almanca’ya, İngilizce’ye tercümesi yoktur. Bunu yapmaya hiçbirinizin hakkı yoktur.

İkinci altı ayda ise emeklilerin en düşük emekli maaşı 12 bin 500 liraya çıkarıldı. Sadece yüzde 25 zam yapıldı. Bugün 4 milyon emekli 12 bin 500 lira alıyor. 16 milyon emeklinin ortalama maaşı ise 15 bin liradır. Bu maaşla emekli kira öderse aç kalmaktadır, karnını doyurursa sokakta kalmaktadır. 2002’de en düşük emekli maaşı 1.5 asgari ücretken, şimdi 0.7 asgari ücrettir. Asgari ücretin yüzde 70’indedir. Yani hiç dokunmasanız yılbaşında emekli maaşı 25 bin 500 lira olacaktı.

En düşük emekli maaşı 2002’de 8 çeyrek altın alırken, bugün sadece 2.5 çeyrek altın alabilmektedir. 5.5 çeyrek altın kayıptır. Şimdi emeklilerimize karşı yeni bir ihanet planının içinde olanlar var. En düşük emekli maaşının 13 bin 500 ila 15 bin lira arasında olmasını dillendirmeye kalkıyorlar. 2025 yılında da açlık sınırının altında kalsın istiyorlar. Torununa harçlık veremeyen, yılda bir kez memleketine bile gidemeyen, pazarda dağıldıktan sonra ezilmiş sebze meyveleri toplarken yüzünü kapatan emeklileri görmüyorlar. Cumhuriyet Halk Partisi olarak tartışmasız talebimiz şudur: Emekliye geçim haktır, bir asgari ücret şarttır.

Güzel ülkemiz ne yazık ki her alanda çöküş yaşıyor. Tarımda kendi kendine yetebilen 7 ülkeden bir tanesi olan Türkiye, bugün ithalata bağımlı hale gelmiştir. Mercimek, nohut, kuru fasulye bile tarihimizde ilk kez ithal edilmektedir. Çiftçi sayımız 20 yılda 2.8 milyondan, 2.3 milyona düşmüştür. 20 milyon nüfus artarken, oransal olarak 500 bin çiftçinin artması gerekirken, bırakın artmasını, 500 bin çiftçi kayıptır. 500 bin çiftçi yılmıştır, bırakmıştır. Bugün Türkiye’de çiftçilerin yaş ortalaması 58’e tırmanmıştır.

Bugün her genç dört çiftçiden üçü, ‘Gelecek sene asgari ücretle bir iş bulursam, bu işi bırakmayı düşünüyorum’ demektedir. Bugün Türkiye’de her üç çiftçiden ikisi döndüremez, borçlara sahiptir. Çünkü iktidar yıllardır çiftçinin hakkını vermemektedir. 2025 yılı için öngörülen gayrisafi milli hasıla 61 trilyondur. Kanuna göre yüzde 1’i çiftçiye verilmelidir. Bu para 615 milyar liradır. Bu kanun 2006 yılında Cumhuriyet Halk Partisi ile AK Parti’nin müşterek oylarıyla çıkmıştır.

Ama bugün getirdiğiniz bütçede bu desteklere 135 milyar lira ayrılmıştır. Yani kanun yüzde 1’ken, binde 2 reva görülmekte, çiftçiye hakkının 5’te 1’i verilmektedir. Biz Cumhuriyet Halk Partisi iktidarında bütçe yaptığımızda yasalara uyan bir hukuk devletini var edecek ve çiftçilere hakları olan yüzde 1’lik desteklemeyi mutlaka vereceğiz. Uyarıyoruz, çiftçi yok sayılırsa millet aç kalır. Fiyatlar çiftçi için ucuz, tüketici için pahalıdır. Burdur’da bizzat girdiğim fasulye tarlasında, sabah kopardığımız fasulye 8 liraya satılmakta, öğleden sonra gittiğim Bursa pazarında 80 liraya satılmaktadır. Aynı fasulye o gün İstanbul’da 120 lira, Bodrum’da 200 liradır.

Çiftçimiz kan ağlarken, besicimiz de adeta can çekişmektedir. Dana etinin kilosu besiciden 345 liraya alınmakta, markette 650 liraya satılmaktadır. Sayın Erdoğan Türkiye’de kırmızı etin pahalı olduğunu fark etmiş, çare olarak da Güney Amerika’dan hayvan ithalatını bulmuştur. Bu yıl 520 baş sığır ithal edilecektir. Bu ithalatlar zaten 2010’dan beri yapılmaktadır. Bu yüzden üretici üretimden kopmakta ve sorun esas olarak buradan kaynaklanmaktadır. Üreticiye destek için kurulan Et ve Süt Kurumu’nu bir ithalat kurumuna dönüştürenleri milletimize şikayet ediyoruz. Biz Et ve Süt Kurumu‘nu gerçek işlevine kavuşturacağız. Kamuya düşen, vatandaşın sağlıklı beslenmesini ve gıdaya erişimini güven altına almaktır. Bunun için de kurumlara ve kurallara ihtiyaç vardır. İktidar o kurumları yıkmıştır, biz kurumları da kuralları da ayağa kaldırmaya kararlıyız.

Çiftçilere hakkını vermeyen iktidar, çocuklara da acımamaktadır. Ülkemizde yaklaşık 10 milyon çocuk yoksulluk içinde, 2 milyon çocuk derin yoksulluk içindedir. Bir et çeşidini günde bir kez tüketebilen çocukların oranı sadece yüzde 12’dir. Türkiye’de üç öğrenciden biri kahvaltı yapmadan okula gitmekte, beş öğrenciden biri okulda hiçbir şey yiyememektedir. Öğrencilere ücretsiz bir öğün yemek verilmesi teklifimizi, seçimlerde sahiplenip seçim sonrası vazgeçmiştiniz. Ama burada Cumhur İttifakı milletvekilleri olarak bu konuda verdiğimiz kanun teklifini de sizler reddettiniz.

Her yandaşa kaynak bulan iktidar, nedense çocuklarımızın karnını doyurmak için kaynak bulamamaktadır. Cumhuriyet Halk Partisi’nin, Türkiye İttifakı’nın ilk bütçesinde o kaynağı bulduğumuzu da, çocuklarımızı doyurduğumuzu da sizler gözlerinizle göreceksiniz. Okul kantinlerindeki fiyatlar çocuklarımızın beslenme sorununu gerçek gündemlerimizden biri olarak önümüze koymaktadır. İstanbul Yenibosna’da pazar yerinde çalışan çocuklar ‘Harçlık için çalışıyorum’ dediler bana. Simit fiyatı kantinde 20 lira, küçük su 10 lira, çay 20 lira, tost 50 lira. Öğrenci su alsa aç kalıyor, simit alsa susuz kalıyor. Hele hele bir öğrenci sabahleyin bir çay, bir simit alsa, öğlen de o tostu değil ayranla, kolayla, suyla kakıtsa toplam verdiği para 100 liradır. Ayda 2 bin 500 liradır.

Sayın Erdoğan’ı dinleyip 3 çocuk yapan babanın, su ile tost yiyen çocuğuna vereceği toplam harçlık 7 bin 500 liradır. Bugün kantinlerde veresiye defteri vardır. İktidarımızda günde 3 kap sıcak yemeği öğrencilerimize verecek bir bütçeyi bu Meclis’ten geçireceğiz. Sayın Cumhurbaşkanı, Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcısı eğer buradan bir talimatınız olursa, Cumhuriyet Halk Partili belediyeler bölgelerindeki, hatta yakınlarındaki tüm okullarda öğrencilere sıcak yemek vermek ve ücretsiz sağlıklı su vermek için göreve hazırdır. Sadece buradan bir talimatınızı bekliyoruz. Bunu yapmak isteyen belediyelerimizin okul kapılarında engellendiğini de milletimize şikayet etmek isterim.

Çocuklara gelecek kuramayan iktidar, gençlere de umut verememektedir. Tüm dünyada NEET kavramı ile ifade edilen ev gençleri vardır. Bu gençler ne eğitimde, ne istihdamdadırlar. Buna Avrupa çok dertlenmektedir; Almanya bu sorun ile çalkalanmaktadır. Almanya’da ne işte, ne eğitimde olan genç oranı yüzde 6’dır. Avrupa’nın kara kara tasalandığı oran yüzde 9’dur. Türkiye’de bu oran yüzde 25’tir. Dört gençten bir tanesi ne eğitimdedir, ne istihdamdadır. Bugün her dört gençten üçü ‘İmkanım olsa yurtdışında yaşamak isterim’ demektedir. Deyim yerindeyse gençlerimizin yüzde 75’i valizleri kafada toplamış durumdadır.

Meclisimizde bazı Sayın Genel Başkanlarımız farklı beka sorunları tarif etmektedir. Şöyle demektediler: Dünyanın gelişmiş ülkeleri üzerimizde hesap yapıyorlar, hayal kuruyorlar. Kursunlar. Bu beka sorununu 100 yıl önce nasıl bertaraf ettiysek, onu bertaraf etmek, bu ülkenin toprakları üzerinde hesap yapanlara haddini bildirmek boynumuzun borcudur. Ama esas beka sorunu gelişmiş ülkelerin bu topraklarda hayal kurması değil, bu ülkenin evlatlarını dörtte üçünün gelişmiş ülkelerde hayal kurmasıdır. İktidarımızda bu ülkenin her görüşten gençlerine Anadolu’da ve Trakya’da hayal kurdurmayı taahhüt ediyoruz, söz veriyoruz.

Öyle bir adaletsiz düzenin içindeyiz ki artık toplumun canına tak etmiştir. Vergide adaletsizlik, bunun doruk noktasıdır. 2025 bütçesi olarak getirdiğiniz bütçede, dolaylı vergilerin oranı yüzde 65’tir. Dolaylı vergiler dünyanın en adaletsiz vergisidir. Zengin ve fakir ayırt etmeyen vergi türüdür. Fabrikatör ile o fabrikada çalışan işçinin, bekçinin mandıraya gidip peynire aynı vergiyi vermesidir. Türkiye’nin en pahalı jeepine binen ile 30 yıllık yorgun bir traktörü sürenin mazota aynı vergiyi vermesidir. Bu oran yüzde 65’tir. Vergilerin yüzde 20’si de kesinti yoluyla maaş alanların eline bile değmeden kesilmektedir. Gerçekten para kazananlardan alınması planlanan vergi, bu bütçede yüzde 14,5’tir. Gerçekleşmelerin ise yüzde 11’lerde olduğunu geçen seneden tecrübe etmiş durumdayız.

Türkiye’nin kaynaklarını emen, hükümetin övündüğü projelerin müteahhidi 44 firmanın 37’si geçen sene hiç vergi vermemiştir. Matrahsız beyannameler bu 37 şirkete aittir. ‘Kırk haramiler’ elini cebine atmamakta ama devlet elini çalışanların, mavi, beyaz, gri yakalıların ceplerinden çıkarmamaktadır. Bu vergi düzeni yoksulu ezen, zengini kollayan bir düzendir. Yine bu bütçede 701 milyar liralık kurumlar vergisi istisnası getirilmektedir. ‘Kaynak, kaynak, kaynak’ diyorsunuz. Sadece beşte biri etkin teşvike giden, beşte dördü birilerinin cebinde kalan yerde aradığınız kaynağı bulabilirsiniz. Biz yaptığımız bütçelerde, yapacağımız etki analizleriyle doğru teşvikleri devam ettirip kalkınacağız, yanlış yapılanları ise doğru alanlara kaydırıp hep birlikte büyüyecek ve zenginleşeceğiz.

Konuşmamın başında Cumhuriyet’in ilk bütçesine atıf yapıp 1924’te Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk bütçesinin görüşmelerini hatırlatmıştım. Maliye Vekili Abdülhalik Bey kürsüden şu açıklamayı yapmıştı: ‘Halkı ezen aşar vergisini hızla kaldıracağız.’ Daha bir yıl olmadan sözlerini tuttular. Üreticinin ürettiğinden onda birini alan aşar vergisini kaldırdılar.

Bugün aşar vergisini kaldırmış bu Meclis’in 100’üncü yılında öyle adaletsiz bir vergi sistemi vardır ki 12 maaş alan beyaz yakalıların 3 ila 4 maaş kadar vergi ödediklerini biliyoruz. 33 bin lira maaş alan bir çalışan, yıl boyunca 3 net maaşını vergi vermektedir. 66 bin lira maaş alan yani yoksulluk sınırında maaş alan bir beyaz yakalı, 4 maaşını vergiye veriyor. Eskiden beyaz yakalılar, ‘Maaşım bu kadar ama 16 maaş alacağım’ derken, bugün 12 maaş alan beyaz yakalı, maaşının 4 tanesini de vergiye vermektedir. Bu Meclis aşarı kaldırmıştır ama çalışanlar Erdoğan’ın aşırı vergisine muhataptırlar. Eskiden 16 maaş alanlar 8 maaşa çalışmakta, 4 maaşlarını Erdoğan’ın aşar vergisine ödemektedirler. Bu vergiye isyan ediyoruz.

Diğer yandan da kaynak dediğimizde kaynak bulamayanlar, kanunda görev kanunun çıktığı günden beri tam 18 yıldır, 2006’dan beri Sayın Erdoğan’da; bir dönem Sayın Binali Yıldırım’da; son 7 yıldır yine Sayın Erdoğan’da olduğu halde vergi cennetlerinin listesini bir türlü yayınlamamaktadır. Oysa kanun açıktır; vergi cennetleri bellidir. Yarın sabah eğer Resmi Gazete’de vergi cennetleri yayınlanırsa o cennetlere giden ve gelen paradan yüzde 30 vergi alınacaktır. Bermuda’ya, Lüksemburg’a, Virjin Adaları’na, Man Adaları’na, Cayman’a, Seyşeller’e kim para gönderiyorsa 18 yıldır kayırdığınız odur. Siz yapmıyorsunuz. İktidarımızın ilk üç kararnamesinde; bakanları atadıktan, üst düzey devlet yetkililerini atadıktan sonra çıkacak ilk kararnamede bu listeyi yayınlayacağız, sizinkileri vergiye bağlayacağız.

İktidar hem alacağı vergiyi almıyor, hem de yoksulluklardan adaletsizce toplanan vergiyi birilerinin cebine aktarıyor. ‘Vatandaşın cebinden bir kuruş çıkmayacak’ dediğiniz kamu – özel işbirliklerine; köprülere, otoyollara, tünellere maalesef bu bütçede 204 milyar lira yatırdınız. ‘Bunların hiçbirine bir kuruş çıkmıyor’ diyenler, onların yerinde yeller esiyor. Yerine oturanlar 204 milyar lira bu yıl için, 3 yıl için 678 milyar lirayı ayırmışlardır. Biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak asla bu yatırımlara karşı değiliz. Alasını yapacağız, daniskasını yapacağız ama bunu birilerini zengin etmek için bu modelle yapmayacağız.

Siz değil misiniz 10 bin liralık emekli maaşını 12 bin 500 liraya getirirken öfleyen, pöfleyen? 33 milyar lirayı zor bulanlar, vergi ödemeyen yandaşlarına 204 milyar lira kaynak ayırmışlar. Bir diğer yandan da bunlara ödeme yaparken dolar bazında, euro bazında, kendi ülkelerinin enflasyonu da etkilenerek, bir seferde. Ama Çayırhan’daki termik santral; 20 yıl birileri işletmiş, dünyanın parasını kazanmış. Bir mucize olmuş, kesilen altın yumurtlayan tavuk dirilmiş. Bizim küsmese geri gelmiş, ‘Bir daha keselim’ diyorsunuz.

Onu verdiğiniz kişiye kömürü veriyorsunuz, onu verdiğiniz kişiye santrali veriyorsunuz, alım garantisini veriyorsunuz, ‘Parayı öderken TL öde, altı taksitte öde’ diyorsunuz. Utanmasaydınız, bir de üstüne kırmızı fiyonk yapaydınız. Kime veriyorsunuz Çayırhan’ı, kimin malını kime veriyorsunuz? Bu yüzden şu kadarını söyleyeyim ki bu projelerde hem Türk lirasına döneceğiz iktidarımızın ilk gününde. Hukuk gözetilerek buraya kamu yararı gözüyle yeniden bakacağız. Bu kısmı Selin Hanım yazdı. Eğitimli hanımefendi, utanmış diyememiş. Kamulaştıracağız, kamulaştıracağız, kamulaştıracağız.

Ekonomide durum kötüyken, yönetimden ne beklenir? Elbette tasarrufa kendisinden başlaması. Yaptınız bir Tasarruf Genelgesi. Genelgeye göre araçlar sınırlanacak, pek çok sınırlama gelecekti. Bir örneğe değineyim. Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcım, 120 bin araca yazı yazdınız; ‘İhtiyaç fazlalarını belirleyin, kiralamayın, geri kalanı da satın’ diye. Belirlenen ihtiyaç fazlası bin araç arkadaşlar, bin araç. 120 bin araçtan 119 bini lazım, bini ihtiyaç fazlası. Bu bin araç daha elden çıkarılmadan bu bütçeye 3 bin 544 yeni araç satın alımı konulmuş durumdadır.

Yani sizler o araçlarla, o uçaklarla, o şatafatlarla devam eder ve tasarruf etmezken Devlet Su İşleri’nden emekli Mithat Amca, bankadan emekli Emel Teyze, asgari ücretli kardeşim Muammer, babadan kalan maaşla idare etmeye çalışan Leyla kardeşim boş buzdolabına bakacak, akşam pazarında ezik ürünler toplayacak. Böyle adalet olmaz. İktidar, tasarrufu yoksuldan ve işçilerden yapıyor. 2 bin 500 engelli öğretmeni atamıyorlar. ‘Tasarruf ettik’ diye övünüyorlar. Zaten iktidarın derdi halka refah sağlamak da değil. Öyle olsaydı Varlık Fonu’na kamu bankalarını, sigorta şirketlerini, limanları, Türk Hava Yolları’nı devredip, sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan Varlık Fonu’nun başına kendisini atayıp, ondan sonra da Varlık Fonu’nu Sayıştay denetiminden çıkarmazdınız. Biz geldiğimizde Sayıştay, Varlık Fonu başta olmak üzere denetimden kaçırılan tüm kurumları denetleyecektir.

Ekonomik kriz derinleşirken iktidar, ülkeyi herkes için güvensiz hale getirdi. Bugün çocuklarımız güvende değil. Yapılan araştırmalarda toplumun yüzde 86’sı çocukların güvende olmadığını söylüyor. Henüz 8’inde bir kız çocuğu, Narin kaybolduktan 19 gün sonra derede bir çuval içinde taşların altında bulundu. ‘Dicle’nin kenarında bir koyunu kurt kapsa sorumlusu benim’ diyen bir kamu yönetim anlayışından geliyoruz. Hz. Ömer’den vasiyettir. 8 yaşında bir kız çocuğunu koruyamadık, katillerini tespit edemedik ama bütün köyün bildiği, ‘O köyde dostlarımız var konuşamam’ diyen milletvekilinizin bildiğini savcılar bilemiyor, bulamıyor. Araştırmalara göre 2 buçuk yılda 64 çocuk Narin gibi yaşamını yitirmiştir.”

“Bu ülkede kadın ve bebekler güvende değil”

Bugün çocukların ve gençlerin karşı karşıya kaldığı bir diğer büyük tehdit ise hepimizin bildiği gibi uyuşturucudur. Emniyetin resmi raporlarına göre 2023’te ele geçirilen kristal denilen metamfetamin miktarı 2019’a oranla yüzde 2 bin artmıştır. Uyuşturucu ne yazık ki okul önlerine kadar inmiştir. Anneler babalar iktidar olsun muhalefet olsun gördüğü her milletvekiline, ulaştığı her siyasetçiye ‘Evlatlarımızı bu beladan kurtarın, uzak tutun’ diye feryat etmektedir. Zaman zaman birbirini çekemeyen sayın Erdoğan’ın sevgisini paylaşamayan halef-selef iki bakanı dört yılda yüzde 2 bin artan uyuşturucu miktarının sorumluluğunu paylaşmaya davet ediyorum. Uyuşturucu kullanımındaki bu artışın sebepleri araştırılmalıdır. Ama yapılan araştırmaların pek çoğunda alkoldeki astronomik ve adı konmamış düşmanca uygulanan, yaşam tarzı vergisinin yüksekliğinin de etkili olduğuna dikkat çekmek istiyorum.

Çocuklar gibi kadınlar da güvende değildir. OECD’ye göre kadına karşı şiddette Avrupa’ya göre maalesef birinci sıradayız. Neredeyse dört kadından biri şiddete maruz kalıyor. Kadınların yüzde 70’i geceleyin sokaklarda güvende yürüyemediklerini söylüyorlar. Ve bu iktidar emeklilere, emekçilere, madencilere, esnafa, çiftçiye verdiği sözleri tutamamıştır. Depremzedelere ‘Bir yılda 650 bin konut yapacağız’ diye seçime iki gün kala ‘Bir yıl sonra hepiniz evlerinize kavuşacaksınız’ deyip iki yıl dolarken sadece yüzde 25, 4 depremzededen 3’ü, örneğin Hatay’da sadece yüzde 12’si.

Dört depremzededen üçü konteynırda, dört depremzededen üçü çadırda ya da gurbettedir Türkiye’de. Hatay’da ise evine kavuşanların oranı sadece yüzde 12’dir. Hiçbir söz tutulmamıştır. Ama bir tek söz tutulmuş, tutulmaya devam edilmiştir. Sadece HÜDA-PAR’a verdiğiniz İstanbul Sözleşmesi’ne dönmeme sözü ısrarla tutulmaktadır. Cumhuriyet Halk Partisi’nin ilk iktidar haftasında İstanbul Sözleşmesi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yeniden kanunlaşacaktır.

Bu ülkede bebekler de güvende değil. En az 12 yeni doğan yavrumuz ihmalin, denetimsizliğin, para için gözü dönmüşlüğün kurbanı oldu. 19 ay önce bilinen ama bebekler ölmeye devam ederken tedbir alınmayan bir ihmalden bahsediyoruz. Bugün bir kamu görevlisinin dahi ifadesi alınmıyor. Mahkemelerde adeta bir tiyatro oynanıyor. Sistem biliyor ki, sarı öküzü verirsem ucu bize kadar geliyor. Bugün yeni doğanları öldüren, bilmediğimiz yeni doğanların ölümüne sebep olmuş olan, ya da herhangi birimizin yakınlarını, büyüklerini yoğun bakımlarda telef eden sistem, bu iktidarın sağlığı ticarileştiren, denetimsizleştiren sistemidir.

Bu sistemde özel hastaneler ruhsatlar almakta, bonservisler gibi ruhsatlar almakta. İnanabiliyor musunuz, sadece yeni doğan ünitesini istediği birine kiralamakta, o kirayı çıkarmak isteyenler çeteleşmekte, kendi aralarında paslaşmakta, devleti soymakta, bebekleri öldürmektedirler. Sağlığı ticarileştiren, bu vicdansızlığın bu denetimsizliğin hepinizin yüreğini yaktığını biliyorum. Susuyorsunuz, susuyorsunuz ama hepimiz gerçek sorumluları biliyoruz. Sarı öküzü bırakın, vicdanınıza sarılın.

Dış politika üzerinde ciddiyetle durmamız gereken, Türkiye’nin ana meselelerinden bir tanesi. Ülkemizin ve partimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün tüm dünyada bilinen ‘Yurtta barış, dünyada barış’ sözünü hatırlamanın tam da zamanı. Atatürk’ün dış politikada bize nasıl bir miras bıraktığını biliyoruz. ‘Yurtta barış, cihanda barış’ vizyonunu bıraktı. Komşularla iyi ilişkiler bıraktı. Devam eden yıllarda hem Cumhuriyet Halk Partisi hükümetleri ve diğer pek çok hükümet bu vizyona uygun hareket etti. Komşuların iç tartışmalardan uzak durdu. Komşudaki devlet dışı unsurlarla muhatap olmadı. Komşunun toprak bütünlüğünü savundu.

Ancak AK Parti iktidarları, bunun tam tersini yaptı. Dış politikada kurumlar dışlandı, bu parlamento dışlandı. En önemlisi Dışişleri Bakanlığı kadrolarıyla, birikimi ve geleneğiyle dışlandı. Kıbrıs Barış Harekatı sırasında dönemin Başbakan Yardımcısı Erbakan 18 Temmuz günü dönemin Başbakanı Bülent Ecevit 20 Temmuz günü harekat hakkında ilk bilgilendirmeyi kapalı oturumda bu salonda yaptılar. Oysa Suriye’de olan bu kadar olay karşısında parlamento tamamen görmezden gelindi. Suriye’deki maceracı yaklaşım, 2011 yılından itibaren vatandaşlarımızın canına kasteden büyük bir güvenlik tehdidini yarattı. Ve bizi büyük bir göç sorunuyla karşı karşıya bıraktı. Türkiye’nin ödediği maliyeti görmezden gelemeyiz. 13 yılda hiçbir şey olmamış gibi tüm hataların bedelini halkımız ödememiş gibi Aylan bebekler ölmemiş, Ege’de boğulmamış gibi hareket edemeyiz.

Öncelikle geçmişteki hatalardan ders almalıyız, maceracı dış politika yaklaşımından hızla uzaklaşmalıyız. Komşumuz Suriye’yi senelerdir otoriterlikle yöneten Esad dün devrildi. Tıpkı Irak’ta, tıpkı Libya’da olduğu gibi. Atatürk’ün bir tek adam rejimi değil, otoriter bir rejim değil de bizlere demokratik bir cumhuriyet bırakmasının, her ne kadar yıpratılsa, aşındırılsa da ayakta olan kurumları ve kurallarıyla bir demokrasiyi bize emanet etmiş olmasının önemini bir kez daha hatırlamakta fayda var. Yanı başımızda bir ülke paramparça hale geldi. Her parça bir başka küresel gücün elinde oyuncak olma riskiyle karşı karşıya.

Şimdi artık Suriye’de daha fazla kan dökülmeden iç savaşı kesin bir şekilde sonlandırmanın, tüm Suriyelileri temsil eden bir geçiş hükümeti kurmanın zamanıdır. Suriye’de şimdi yaraları sarmanın, demokrasiyi inşa etmenin, insanca bir rejim kurmanın zamanıdır. Biz Suriye halkı için iyi olanın yanındayız. Biz Suriye’nin komşularını, bölgedeki uluslararası aktörleri, iç savaşın bitirilmesine katkı vermeye, insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dayalı, tüm Suriye’yi temsil edecek demokratik bir rejimin kurulmasına yardımcı olmaya çağırıyoruz.

Biz Türkiye’de ana muhalefet partisiyiz, yurt dışına çıktığımızda Türkiye’nin partisiyiz. Temsil edildiğimiz tüm uluslararası kuruluşlarda, kurumlarda Türkiye’nin, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin, Azerbaycan’ın haklarını savunduk, savunmaya devam ediyoruz. Biz doğruya ‘doğru’, yanlışa ‘yanlış’ diyen bir noktadayız. Örneğin Rusya – Ukrayna ile ilişkilerinde taraf olunmayıp denge politikası izlenmesini doğru bulduğumuzu her platformda ifade ettik. Suriye ile ilgili dünden beri yapılan açıklamalarda, Suriye’nin toprak bütünlüğüne yapılan vurgu, demokratik ve özgür seçimler noktasındaki sağduyulu açıklamaları dikkatle takip ediyoruz. Bizim de iktidara çağrımızdır.

Türkiye, Suriye’ye maceracılıktan uzak, fetih heveslerinden uzak bir pozisyondan, barışçıl bir pencereden bakmalıdır. Türkiye’nin Suriye politikası, siyasi propagandaların malzemesi olmayacak kadar önemlidir. Trollerin akıl dışı heyecanları olabilir. Sözde yorumcular, sözde uzmanlar, sırtında yumurta küfesi taşımayanlar macera peşinde koşabilirler. Ancak devlet, ciddi olmak zorundadır; soğukkanlı olmak zorundadır. Suriye’de demokratik, kapsayıcı, hukukun üstünlüğüne dayalı bir rejimden yana olmayan kesimlerden uzak durulmalı, terör ve şiddetin son bulması için çözümler üretilmelidir.

Ülkemizdeki Suriyelilerin evlerine dönmelerine yardımcı olacak kapsamlı bir geri dönüş programı hazırlanmalıdır. Bugün ülkemizdeki sığınmacılar, meydanlarda sevinç gösterilerinde bulunuyorlar. Bu sevinç, dönüş sevinci ise buna iştirak ediyoruz. Ancak iktidarın bir an önce yanıtlaması gereken; ‘Meydanlarımızda gösteri yapan bu kadar sığınmacının nasıl gönderileceği?’ sorusudur. Bizim Suriye’ye dair önceliğimiz; oradaki askerlerimizin güvenliği, Türkiye’nin ve yurttaşlarımızın güvenliği, Türkiye’nin çıkarları ve huzurudur.

Ne kimsenin maşası olmayı kabul ederiz, ne de başka memleketlerde yangına maşa ile müdahaleyi doğru buluruz. Cumhuriyet Halk Partisi, Suriye’nin toprak bütünlüğünden yanadır; demokrasi, barış ve istikrar ortamından yanadır; Suriye halkından ve iradesinden yanadır. Aksi halde yanı başımızda istikrarsızlık üretecek, Afganistan gibi bir yapıyla yaşama riskimiz ortadadır. Böyle bir ülkeye Türkiye’deki Suriyeliler dönmeyecektir. Aksine Türkiye, yeni göç dalgalarına da maruz kalabilecektir.

Buradan Türkiye’nin birinci partisinin genel başkanı olarak, Avrupa’ya da sesleniyorum. Cumhuriyet Halk Partisi ilk seçimlerde iktidar olacaktır ve Cumhuriyet Halk Partisi yalnızca sınır komşularıyla değil, Avrupayla da iyi ilişkiler içinde olmayı istemektedir. Cumhuriyet Halk Partisi, yurttaşların esenliğini ve güvenliğini sizden gelecek hiçbir teklife değişmeyecektir, hakkaniyetli olmayan hiçbir pazarlığa oturmayacaktır. İktidarımızda Türkiye komşularının yanında duracak hem de Avrupa sisteminin parçası olduğunu ısrarla savunacaktır. Türkiye, doğu ile batı arasındaki barışçıl köprüdür, öyle olmalıdır.

Kurucumuzun gösterdiği hedef, milletimizi muasır medeniyetler seviyesine ulaşmasıdır. Onun işaret ettiği yerde güçlü parlamentolar, hukukun üstünlüğü, mütevazi liderler, zengin halklar, kişi başına 45 – 50 – 55 bin dolar milli gelirler vardır. Birilerinin gözünü diktiği tarafta ise zengin liderler, fakir halklar, kişi başına 4 bin 500 dolar milli gelir var. Bizim rotamız Atatürk’ün koyduğu hedeftir, çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmaktır, Avrupa Birliği’dir. 32’si Avrupa’da, toplam 81 siyasi partinin üyesi olduğu, Başkan Yardımcısı olduğum Sosyalist Enternasyonel; partimizin Avrupa Birliği üyeliği mücadelesine tam desteğini açıklamış, 85 siyasi parti bu konuda imza atmıştır.

Biz söylediğimiz sözlerin vatandaşa ne etki oluşturduğunu ölçtüğümüz gibi milletin beklentilerini de ölçüyoruz. Bu kürsüye çıkmadan önce halka ‘Bütçe yapma yetkisi doğrudan sizde olsa bu parayı nereye ayırırdınız?’ diye sorduk. Yüzde 37’si tarıma önem vereceğini, yüzde 28,5’i eğitime para harcanacağını, yüzde 19’u sanayiye ve savunma sanayiine, yüzde 14,2’si sağlığa, yüzde 1,7’si çevreye, yüzde 0,3’ü de Diyanet’e para harcayacağını ifade etmiştir. Halkımız tarımı, sağlığı, eğitimi öncelerken; iktidar ise faizi, garanti ödemelerini ve vergi alınmayan zenginleri öncelemektedir. İşte önümüze konulan bütçenin rakamları bunlardır.

Bütçe geliri 12,8 trilyon, gideri 14,7, açık 1,9 trilyon liradır. Ve hükümetin bu bütçeye koyduğu faiz gideri 1,9 trilyon liradır. Uygulanan akıl dışı politikalarla bütçemiz faize rehin verilmiştir. Vatandaş boşuna mı ‘En önemli sorunum ekonomi’ diyor? Cebindeki 200 lira basıldığı ilk gün, tedavüle girdiği ilk gün 1 Ocak 2019’da 132 Dolar alıyordu. Bugün en büyük banknotumuz 6 Dolar etmiyor. 200 lira 2009’da 76 litre benzin alıyordu, bugün 5 litre almıyor. 4.5 litre benzin alıyor. 76 litre, 4.5 litre. 200 lira 2009’da 500 ekmek alıyorken, bugün 20 ekmek alıyor. Bugün PTT’nin sattığı posta pulu 175 lira. Ancak en büyük banknotla bir tane pul alınabiliyor. Paramız pul olmuştur.

“Bu bütçe zenginlerin bütçesidir”

Ve gelelim bütçenin kimin için hazırlandığına. Bu bütçe kimin bütçesi biliyor musunuz? Bu bütçe maaşları asgari ücretle eşitlensin diye 66 milyar bulunamayan emeklilerin değil, 701 milyar lira vergisi silinen zenginlerin bütçesidir. Bu bütçe atanmayan öğretmenler için kaynak yaratma bütçesi değil, ihalelere servet transfer etme bütçesidir. Bu bütçe sözde tasarruf yapmak için bir öğün yemek verilmeyen yoksul öğrencilerin değil, lüks araçların yanı sıra artık uçaklardan konvoy yapanların bütçesidir. Bu bütçe açlık sınırının altında maaşla geçinen emeklinin, asgari ücretlinin değil, bugüne kadar Kur Korumalı Mevduat’tan 1.8 trilyon lira ödenenlerin bütçesidir. Bu bütçe staj ve çıraklık mağdurlarının, emeklilikte adalet isteyenlerin değil, kamuda 3-4 kıyak maaş alanların, yönetim kurulu üyeliği kapanların bütçesidir.

Bu bütçe hakkı olan desteği alamadığı için ürünü tarlada kalanların, ürününü yola dökenlerin değil, adrese teslim ihaleler verilenlerin, teşviklerle semirtilenlerin bütçesidir. Bu bütçe ekmek parası için yerin yüzlerce metre altında ter döken madencilerin değil, ‘Madencilerin fıtratında ölüm var’ diyenlerin bütçesidir. Bu bütçe yoksulluk nedeniyle derme çatma bir barakada yanarak ölen beş kardeşin değil, ‘Yoksulluğa isyan etmeyin, sabredin’ derken lüks makam arabalarından sıra sıra dizenlerin bütçesidir. Bu bütçe depremzedelerin bütçesi değil, rezerv alan uygulamasıyla rant peşinde koşanların, tevazunun değil kibrin ve şatafatın bütçesidir.

Millet 31 Mart seçimlerinde Türkiye’de bir iktidar değişim sürecini başlatmıştır. İktidara düşen, milletin iradesine saygı duymaktır. Saygı duymamanın iktidara da, millete de hiçbir faydası yoktur. Bu yanlış yoldan bir an önce dönülmeli, kayyum atayarak, hukuktan uzaklaşarak, yoksulları ezerek bu ülkeye daha fazla zarar verilmemelidir. Bu ülkenin insanına daha fazla yazık edilmemeli, Türkiye hızla hukuka dönmeli, adalet hakim kılınmalı, Meclis’in seçilmiş bir milletvekili daha fazla hapiste tutulmamalı, gençler konuşmalı, itiraz edebilmeli, kayırmacılığa son verilmeli, mülakat derhal kaldırılmalı, eğitimde bilim esas alınıp her ne kadar ihtiyaç varsa o kadar öğretmen atanmalı, emekli, asgari ücretli, memur artık hakkını almalıdır.

Demokratik bir ülkede iktidardan bunları yapması beklenir. Ama bu iktidar, ilk seçimde tecelli edecek milletin kararına hukuk dışı yöntemlerle direnmeyi amaçlamaktadır. Bu şahsi beka direnişi tarihin hiçbir döneminde başarılı olmamıştır, bundan sonra da olmayacaktır. Bu yüzden artık sandık milletin önüne konulmalıdır, kararı halk vermelidir. Kararı millet vermelidir. Bu millete daha fazla zulüm edilmemelidir. Biz bunları yapmaya geliyoruz. Gülmeyen yüzleri güldürmeye, doymayan karınları doyurmaya, olmayan adaleti getirmeye, eşitliği getirmeye geliyoruz. Bu ülkeyi ayağa kaldırmaya geliyoruz. Yüzyıl önce olduğu gibi yine kurtarmaya, yine halkın iktidarını kurmaya geliyoruz. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.”

Paylaşın

“Yeni Çözüm Süreci” Tartışmaları: Bakırhan’dan Dikkat Çeken Açıklamalar

TBMM Genel Kurulu’nda konuşan DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan, “Türkiye Cumhuriyeti bu ülkede yaşayan bütün vatandaşların olduğu gibi Kürtlerin de kendini ait hissedeceği bir devlet olmalıdır. Devletten beklentimiz, tüm vatandaşları ayrımsız kucaklayan, farklılığını kabul eden demokratik ve kapsayıcı bir kerim devlet olmasıdır” dedi ve ekledi:

Haber Merkezi / “Gerçek ve demokratik Türkiye böyle inşa edilir. Gerçek Türkiyelilik kimliği de bu değerler etrafında oluşturulur. Geçmişteki hatalardan ders çıkarmak ve bu hatalar üzerinde ısrar etmemek zayıflık değil, gerçek bir olgunluk göstergesidir. Bu yaklaşım, yalnızca tarihsel ittifakımızı derinleştirmekle kalmaz, aynı zamanda barışı güçlendirmek ve kalıcı bir uzlaşıyı inşa etmek için de sağlam bir zemin oluşturur.”

Tuncer Bakırhan, konuşmasının devamında, “İşte bu sağlam zemine sigorta sunan bir açıklama İmralı’dan geldi. Sayın Abdullah Öcalan “Tecrit devam ediyor” dedi ama peşinden de “Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim” dedi. İktidara soruyoruz? Çözüm konusunda teorik ve pratik gücünüz var mı? Bu soruyu günlerdir tüm Türkiye merakla bekliyor.

Madem derdiniz Kürt meselesini çözmek ve bunun adresi olarak Öcalan’ı gösteriyorsunuz. Bu doğru bir tercihtir. O halde neden İmralı’nın kapılarını kapalı tutmaya devam ediyorsunuz? Neden barışa tecrit uyguluyorsunuz? Barışta ısrar etmek, toplumsal dayanışmayı büyütmek ve geleceğimizi kardeşlik temelinde inşa etmek hem bugünü anlamlandırmanın hem de yarınları kurtarmanın en doğru yoludur” ifadelerini kullandı:

Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan’ın 2025 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifi üzerine TBMM Genel Kurulu’nda konuştu. Tuncer Bakırhan, konuşmasında şunları söyledi:

“Sayın Başkan, siyasi partilerin sayın genel başkanları, çok değerli milletvekilleri hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum. Bizleri ekranları başında izleyen değerli halklarımıza selam ve sevgilerimi gönderiyorum. Yine cezaevinde haksız hukuksuz yere tutulan bütün yol arkadaşlarıma da buradan selam ve sevgilerimi gönderiyorum. Bugün Isparta’da yaşanan helikopter kazasında yaşamını yitirenlere Allah’tan rahmet, ailelerine başsağlığı diliyorum. Artvin’de de bir heyelan yaşandı. Orada yaşamını yitiren yurttaşlara Allah’tan rahmet, ailelerine başsağlığı diliyorum.

Ortadoğu’da tarihi anlara tanıklık ediyoruz. Suriye’de 61 yıldır iktidarda olan Baas rejimi dün itibariyle çöktü. Suriye halkı hem öncesinde hem de 2011 yılından sonra yaşanan iç savaşta büyük acılar, zulümler ve katliamlar yaşadı. Suriye, insanlık tarihinin medeniyet merkezlerinden biri olmasına rağmen baskı, zulüm, yok sayma, ölüm ve şiddetten bir türlü kurtulamadı. Bugün Suriye’de yeni bir döneme girme fırsatı var. Artık kin, öfke ve intikam duygularıyla değil demokratik bir düzen yaratma isteğiyle hareket etme zamanıdır.

Suriye’de demokratik bir yönetimin ülkeyi yönetmesini arzuluyoruz. Suriye’de kurulacak geçici hükümet, demokratik bir sürece geçişin hazırlıklarını yaparak bunu dünyaya deklare etmelidir. Suriye, Suriyelilerindir; Suriye halkının ortak iradesine bütün güçler saygı göstermelidir. Suriye’de yaşayan bütün halkların ve inançların hakları demokratik bir anayasayla güvence altına alınmalıdır. Suriye’de geçmiştekine benzer bir siyasal iktidara dönüşün yolu artık kapanmalıdır. Demokrasi, siyasal çözümün harcıdır.

Suriye’de Baas rejiminin devrilmesinden sonra atılacak her kurşun, iç karmaşayı büyütecek; Suriye’yi daha derin bir savaş ve istikrarsızlık adasına dönüştürecektir. Hızla ateşkes sağlanmalı, bitimsiz savaşların adresi olan yeni bir Lübnan veya Libya’nın ortaya çıkması engellenmelidir. 61 yıllık Baas rejiminin devrilmesinden sonra oluşacak psikolojik ve siyasal enerjinin, yeni fay hatlarını tetikleyerek hemen sınırımızda büyük bir karmaşa yaratması, Ortadoğu’nun ve Türkiye’nin istikrarsızlaşmasını getirecektir.

Suriye’nin yeni döneminde halkların bir arada yaşamı konuşulurken, Minbiç’e saldırmak Suriye ve Türkiye’de çözüm arayışlarını baltalama girişimidir. Bu bir akıl tutulmasıdır. Bundan vazgeçilmesi gerekiyor. Türkiye olan biten gelişmelerden azade değildir. Bu sebeple, AKP iktidarının Kürt kazanımlarına dönük yeni bir saldırısı, Suriye’de istikrarı başka bahara bırakacak ve Ortadoğu’daki ateşi harlayacaktır. AKP iktidarını, Suriye’ye dönük barış ve çözüm politikası yürütmeye ve Kuzey-Doğu Suriye Yönetimi ile diyalog içerisine girmeye çağırıyoruz.

Radikal selefi gruplardan Arap Alevilere, Dürzilere, Süryanilere, Hıristiyanlara, Kürtlere, Ermenilere, Türkmenlere, Çerkeslere yönelik herhangi bir saldırı olmaması için başta Birleşmiş Milletler olmak üzere bölgede bulunan bütün güçlere büyük bir sorumluluk düşüyor. Suriye’nin geleceği, halkların ve inançların demokratik katılımıyla inşa edilmeli, ortak irade esas alınmalıdır.

Başta Türkiye olmak üzere dünyanın her bir yerinde yaşamak zorunda bırakılan ve ülkesine dönmek isteyen Suriyelilerin geri dönüşlerinin güven içinde gerçekleştirilmesi ve mal, sağlık ve yaşam güvencelerinin sağlanması için uluslararası kamuoyuna ve güçlere çağrı yapıyoruz.

Dünyada ve bölgede tarihsel kırılmaların yaşandığı bir dönemden geçiyoruz. Bu tarihsel kırılmalar döneminde küresel istikrarsızlığı körükleyen çoklu çatışmalar hızla yayılıyor. 2025 yılına, başta ABD-Çin arasında artan jeopolitik gerilimler olmak üzere, küresel güvenlik ve askeri yarışın, iklim değişikliğinin, darbelerin ve göç hareketliliğinin gölgesinde giriyoruz. Siyasal ve sosyal açıdan birçok kıyamet fragmanı belirmeye başlıyor. Küresel güçlerin devasa tehditlere karşı çözüm üretmekte çaresiz kaldığı bir dönemi yaşıyoruz.

Ortadoğu’da tanık olduğumuz tablo bu dönemin özeti ve gerçeğidir. Genel tabloyu, ABD ve İngiltere istihbarat şeflerinin uluslararası bir gazete için kaleme aldıkları ortak makalede görmek mümkündür. Her iki şef “Dünya düzeni son 40 yıldan bu yana en büyük savaş tehdidi ile karşı karşıya” dediler. Neyin olacağını aslında itiraf ettiler? Avrupa güvenlik mimarisini ve küresel ekonomik dengeleri değiştiren Ukrayna Savaşı bütün yoğunluğuyla devam ediyor. Son NATO toplantısında Rusya açık düşman ilan edilmiş, savaşa kaynak artırımına gidilmiştir.

Afrika’dan Asya’ya, Amerika’dan Ortadoğu’ya birçok alanda sıcak savaşlar sürüyor. Sistemler ve değerler de değişime uğruyor. Egemenlerin tam tekmil “dibe doğru” yarış haline geçtiği bu dönemde, her şey adeta yeniden resetleniyor. Büyük güç rekabeti, jeo-ekonomik rekabet, dijital egemenlik, kültürel kutuplaşma, demokrasi ve otoriterizm şeklinde tezahür ediyor. Tüm ülkeler yeniden çok kutuplu dünyaya çekiliyor. Böylece tarafların oluştuğu, kamplaşmanın yükseldiği bir dönem hayal ediliyor. Tüm yaşananların sonucu olarak kültürel ve politik kutuplaşmalar üzerinden aşırı sağ popülizm güçleniyor. Göçmenlik, azınlık hakları, İslamofobi, cinsiyet ve kimlik politikaları gibi meseleler birer yönetim aracına dönüşüyor. Nefret ve ırkçılık üzerinden yönetimler tahkim ediliyor.

Birleşmiş Milletlere göre yükselen savaş ve şiddet, dünya çapında 160 milyon kişiyi yerinden etti. Demokrasi ile otoriterlik arasındaki mücadele, dünyanın her yerinde çatışmayla devam ederken, otoriter rejimler neden oldukları krizleri fırsat olarak tanımlıyorlar. Sonuç olarak tüm bu olay ve olguların cereyan ettiği yer Ortadoğu olmaktadır. Dünyaya ne söylediğiniz değil Ortadoğu’da ne yaptığınız belirleyicidir.

Küresel ve bölgesel güçler arasındaki sancıların bedelini maalesef Ortadoğu halkları ödüyor. Suriye’de bitmeyen çatışmalar, İran’daki teyakkuz hali, Irak’taki belirsizlik ve hepsinin ortasında İsrail’in saldırıları altındaki Filistin ve Lübnan var. Ortadoğu’da taşlar yerinden oynarken, Türkiye’nin bundan etkilenmeyeceğini düşünmek büyük bir yanılgıdır. Bir yandan küreselde, diğer yandan Ortadoğu’da yaşanan gelişmelere bakıldığında, etrafımızı saran ve yaklaşan “büyük fırtına” görülmelidir. Hepimizi etkileme potansiyel olan bu yangından nasıl kurtulabiliriz? İşte siyaset bütün kurumlarıyla buna yoğunlaşmalı ve bir yol bulmalıdır. Bu yolu ortak bir akılla bulabiliriz. Bu fırtınadan, devlet aklı, onarıcı ve adaletli bir geçiş dönemiyle çıkabilir. Bu, evrensel bir çözüm yoludur. Ya toplumsal birlikteliğimizi, demokrasi, hak ve özgürlükleri güçlendireceğiz ya da bu ateş çemberinin büyüyerek bize doğru gelmesini bekleyeceğiz.

Dünyada paylaşım savaşları, Ortadoğu’da büyük çalkantılar yaşanıyor. Ortadoğu kimliğe dayalı gerilimler, ideolojik çatışmalar ve stratejik rekabetle sarsılıyor. Yüz yıllık düzen yeniden kurulurken, iç barışı ve ekonomisi güçlü olan ülkeler sonuca doğrudan etki edecek. Tarih boyunca savaşta ordular yer alır ama kazanan iç barışı ve ekonomisi güçlü olan ülkelerdir. Bugün Türkiye, Ortadoğu’da yüz yıllık kırılmaların yaşandığı bu dönemde, ekonomi ve iç barış konusunda en kırılgan dönemini yaşıyor. Kırılgan ekonominin temel nedeni AKP’nin yanlış politikalarıdır. Emek ve sermaye, yoksul ve zengin, aç ve tok arasındaki uçurumu büyüten iktidar yüzünden toplumsal barış gittikçe imkânsız hale geliyor.

Yoksulluk sınırının 70 bin TL’yi geçtiği bu dönemde, 50 milyon insan yoksullukla mücadele etmeye çalışıyor. Bir yandan sadece bir haftada 1,5 milyar TL kredi takibe düşerken, diğer yandan bir haftada 1,5 milyar TL kazanç elde edenler var. Ekonomik iç barışın altına döşenen dinamit, günün sonunda büyük bir çürüme getiriyor. Sistem çürüdükçe toplumsal yaşam daha fazla zarar görüyor. Bir halkın belli kesimlerine yönelik yürütülen yoksullaştırma, yok sayma, inkâr politikaları bumerang etkisi gibi yönetim sistemine ve toplumun tümüne bir çürütme dayatıyor.

2025 Bütçesine baktığımızda sosyal yardım ve destekler için bütçeden ayrılan pay 651 milyar TL iken sadece faize ayrılan pay bunun 3 katı, yani 1 trilyon 950 milyar TL’dir. Şimdi bu bütçe yoksulun, işçinin, kadının, emekçinin, memurun, dezavantajlı grupların bütçesidir diyebilir misiniz? Elbette diyemezsiniz. 2025 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesi Teklifiniz bu çürümeyi büyütme pusulasıdır. Milyonlarca insan açlıkla mücadele ederken, kredi borçları ve icralar alıp başını giderken, esnaf siftah bile yapamazken teklif ettiğiniz bu bütçe sorunları derinleştirecektir.

Bu bütçe teklifinde büyük çoğunluğu aç, yoksul, işsiz halktan toplanan 12 trilyon 800 milyar TL gelir bekleniyor. Yoksulun ve emekçinin alın terinden alınan bu kaynak üç kıyak kesime aktarılıyor. Faize 1 trilyon 950 milyar TL; savaş ve güvenlik harcamalarına 1 trilyon 608 milyar TL; teşvik, istisna, muafiyet ve garanti ödeme adı altında sermayeye 3 trilyon TL aktarılıyor. Yani halkın bahçesinden toplanan 12 elmanın 6 buçuğunu faiz lobilerine, zenginlere ve savaş baronlarına aktarıyorsunuz. Geriye kalan 5 buçuk elmayı 85 milyon insan paylaşsın istiyorsunuz.

Öyle bir düzen ki, erkek egemen sistem toplumsal yaşamın kılcal damarlarına kadar etki ediyor. Özellikle iktidarın politikalarıyla ataerkil tahakküm her gün kadınlara sömürü, yoksulluk ve katliam dayatıyor. Dünyada yükselen sağ, erkek, cinsiyetçi siyaset rüzgarının yelkenleri en çok AKP iktidarı tarafından şişiriliyor. Kadın düşmanlığı, iktidar siyasetinin temel kodları olarak hayata geçiriliyor. Haksızlık, hukuksuzluk en çok kadınlara karşı uygulanıyor. Yoksulluğu en derinden kadınlar yaşıyor.

Siz yoksulluğun kökünü kazımıyorsunuz, aksine köklerini derinleştiriyorsunuz. Kurduğunuz sadaka düzeniyle halk yetinsin istiyorsunuz. Düşünün ki bir ülkede insanlar birbirine iyi haber olarak artık sadece marketlerdeki indirimleri söylüyor. Bu korkunç tabloya son vermenin yolu, güçlü iç barışın ve güçlü ekonominin kurulmasıdır. Türkiye halklarının daha fazla faiz ve savaş politikasına değil; güçlü bir toplumsal barış ve demokrasiye ihtiyacı vardır. Bunun yolu da gelir ve servet dağılımında adaletten, baronlar ve lobiler yerine yoksul ve emekçilerin esas alınmasından geçer. Bu yola girilmediği takdirde, ne yazık ki, 2025 yılı içerisinde yeni bir ek bütçe yapılmak zorunda kalınacaktır. Ek bütçe demek zaten sefalet içerisinde yaşayan halka yeni vergiler ve ek maliyetler getirmek demektir.

DEM Parti olarak en sonda söyleyeceğimizi en başta ifade edelim: Bu ülke hepimizin ortak vatanıdır. Bu ortak vatanda eşit ve özgür birer vatandaş olarak yaşayabilir; bütün halkların, inançların huzur ve barış içinde yaşayacağı bir yeni Türkiye’yi hep beraber kurabiliriz. Türkiye’nin sınırları dışındaki Kürtler, Araplar ve Türkmenler Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının akrabaları, soydaşlarıdır. Bunlarla iyi ilişkiler kurulması uzun vadede bölge barışı için son derece önemlidir. Konjonktürel güç dalgalanmalarını ve dönemsel değişim zeminlerini bölgesel barış arayışlarının önüne koymak, orta ve uzun vadede bu topraklara ve halklara yapılmış en büyük kötülük olacaktır.

Türkiye, sınırları dışında yaşayan Kürtler ile hasımlık değil hısımlık yapmalıdır. Hasımlık Türkiye’ye kazandırmaz, hısımlık kazandırır. Suriye’de siyasal denklemin yeniden kurulacağı bir süreçte Kürtlerle diyalog, emin olun ki Türkiye’ye de büyük kazandırır. Türkiye, izleyeceği barışçıl politikalarla Ortadoğu’da örnek olabilir. Türkiye’nin sınırları dışındaki Kürtler, Türkiye için bir tehdit değil bir barış imkanıdır. Bunu Türkiye Cumhuriyeti Devletinin değerlendirmesi gerekir. İnkâr ve dışlama bir siyaset olamaz, olmamalıdır. Ortadoğu’da barışın sağlanması adına bölgesel bir ittifak, sosyal, ekonomik ve kültürel etkileşim şarttır. Bu konuda iktidarın atacağı adımlara her türlü desteği vermeye hazırız.

Bakın, Kürtler son 20 yılda demokratik çözüm için toplam 10 çözüm ve yol haritası sundu: “Demokratik Çözüm Bildirgesi”, “Kürt Sorununda Çözüm ve Çözümsüzlük İkilemi”, “Demokratik Çözüm ve Barış”, “Büyük Barış Çabası”, “Özgür Birliktelik ve Barış Hamlesi”, “Barış Planı”, “Toplumsal Barış ve Demokratik Katılım Yasası”, “Barış İçin Yol Haritası”, “Yol Haritası”, “Demokratik Kurtuluş ve Özgür Yaşam Süreci”

Bu başlıklar önerilen çözüm projeleridir. Bu çözüm metinlerinde bugünkü tüm krizler için reçeteler bulunmaktadır. Hepsi devletin arşivlerinde mevcuttur. Maalesef bu çözüm fırsatları değerlendirilmedi, dikkate bile alınmadı. Aksine, Kürt meselesini çözümsüzlüğe sevk eden bastırma raporları hazırlandı.

Bakın, sadece bizim değil devletin de Kürt hafızası çok canlı ve süreklidir. Bugüne kadar hazırlanan raporlarını bazılarını hatırlatalım:

Abdulhalik Renda Raporu, Cemil Uybadın Raporu, Hamdi Bey Raporu, Ali Cemal Bardakçı Raporu, Şark Islahat Planı Raporu, Şükrü Kaya Raporu, Hüseyin Alpdoğan Raporu ve daha adını sayamadığım onlarca rapor Kürt sorununun inkârı için yazıldı.

Yani Kürtler çözüm için yol haritaları ve raporlar hazırlarken, maalesef Kürtleri inkar eden raporlar hazırlanıyor. Peki, sormak istiyorum: Bu raporların hangisi başarılı oldu? Bu raporlar sorunu büyütmenin dışında bir işe yaradı mı, ne işlev gördü? Hep birlikte yaşıyoruz ve şahidiz.

Bakın, bu ülkenin hafızasında inkarın dışında çözüm arayışları da var. Bu çözüm arayışlarına sahip çıkmak gerekir. Devlet 93’te Özal üzerinden temasta bulundu. 96’da Başbakan Necmettin Erbakan temas kurdu. 97’de Genel Kurmay doğrudan ilişki kurdu. 99’da Genel Kurmay devlet tarafından yüz yüze temas kurdu. 2000-2005 yılında askeri kanat sürekli görüşme yaptı. 2005’ten sonra da 2010 ağırlıklı olmak üzere yürütme erki görüşmeler yaptı. 2013-15 arasında yaşanan süreç, Dolmabahçe Mutabakatı gibi tarihi bir noktaya geldi. Yani 93’ten bu yana onlarca çözüm şansı doğdu. Bu imkanlar maalesef barışa evrilmedi. Barış imkânı her ıskalandığında, maalesef inkâr devletin resmi dili olmaya devam etti.

Bir tarihsel anekdot aktarayım. 1964 yılında Meclis’te kürsüye çıkan Adalet Partisi Edirne Milletvekili İlhami Ertem “Türkiye’de hiçbir iktidar doğu ve batı ayrımını yapmamıştır” deyince emekli milletvekili Mustafa Remzi Bucak kendisine bir mektup yazar ve şöyle der. “Birkaç safdili aldatabilirsiniz ama tarihi asla” der. Biraz önce çıkıp konuşan arkadaşlar da yine benzer bir ayrımın olmadığını söyledi. Ancak ne bizi ne de tarihi asla aldatamazsınız.

60 yıl önce söylenen sözün aynısını bu kürsülerden halen duyuyoruz. Peki, yok demekle sorun çözüldü mü? Ayrım yok demekle sorun ortadan kalktı mı? Cumhuriyet yüz yıldır Kürt meselesinde patinaj yapıyor. Bütün dünya yüz yıl öncesinden bambaşka bir yere evrildi. Ama bu akıl, yüz yıldır bir arpa boyu yol alamadı. Kürtler yüz yılda çok değişti, çok dönüştü. Peki, siz neden bir milim değişmiyorsunuz? Yine ortada çok basit bir soru var: Kürt sorununun barışçıl ve demokratik bir şekilde çözümünden yana mısınız, değil misiniz? Bunu gerçekten Türkiye hakları merak ediyor.

Meşhur hikayedir. 1950’lerde Kahire Radyosu ilk Kürtçe yayına başlayınca Türkiye Büyükelçisi apar topar devlet erkanına çıkıp Kürtçe yayın yapamazsınız der. Bunun üzerine yetkililerin “Türkiye’de Kürtler var mı?” sorusuna “Yok” deyince. “Madem Kürt yok, o zaman neyi sorun yapıyorsunuz?” cevabını gülerek verir. Bunun üzerine Büyükelçi sessiz sedasız ayrılır konuşmadan.

İşte Kürt sorununu inkâr, Kürtlerin haklarını inkâr bu çağda sizi sadece gülünç duruma düşürür. Dünya halklarının tanıdığı, IŞİD karanlığına karşı aydınlığın sembolü olan ve bin yıldır ortak kader etrafında yaşadığınız bu halkı inkâr etmeniz sizleri tarif edemediğimiz durumlara sokar.

Biz bu mesele demokratik yollardan çözülsün, bu tarihi hatadan dönelim dedikçe, derdest edilmekle tehdit ediliyoruz. Diyalog dedikçe tüm çalışanlarımız tutuklanıyor. Belediye alıyoruz, zoraki el konuluyor. Seçilmişlere saygı diyoruz, kayyım yoluyla milyonların onuruyla oynanıyor. Böylesi bir gerçekle karşı karşıyayız.

Yüz yıllık hafızası olan ve hayatını şiddet, açlık ve göç yollarında harcamış, yakınlarını kaybetmiş bir Kürt düşünün. Çatışmalı süreçte çocuğunu kaybetmiş bir Türk düşünün. Bu Kürt, bu Türk hala barış istiyorsa, yapmanız gereken, bu insanların uzattığı barış eline sopayla vurmak değildir. Yapmanız gereken, bunca acıya rağmen barış istiyor diye önünde bu insanların önünde saygıyla eğilmek ve gerekeni yapmanızdır. Biz tüm yaşamımız, hafızamız, mücadele geleneğimizle buradayız. Biz barıştan yanayız. Zapatista’ların dediği gibi “Ayaklarımız tarihin çamuruna batsa bile başımız aydınlık yarınlara bakıyor!”

1 Ekim’den itibaren Sayın Bahçeli’nin başlattığı tartışmaları olumlu ve önemli gördüğümüzü belirttik. Türkiye’nin barışı için elimiz açık dedik. Biz DEM parti olarak bu konuda üzerimize düşen sorumluluğu yerine getirmeye varız. Muhalefet partilerinin büyük çoğunluğu demokratik çözüm ve barış konusunda çok kararlı bir biçimde irade ortaya koydu. Belki ilk defa büyük bir ortaklaşmaya şahitlik ediyoruz. Bu oldukça kıymetli bir tutumdur, tarihi bir fırsattır. Bu fırsatı heba etmeyelim. Türkiye’nin gerek Filipinler-Moro başta olmak üzere dış dünyadaki deneyimleri gerekse de 1993’ten bu yana içerideki barış arayışları kapsamlı bir barış külliyatı oluşturmuştur.

Yine ana muhalefet partisinin hem 90’lardaki Kürt raporları hem de bugünkü tutumu çok önemlidir. Ana muhalefette de önemli bir çözüm hafızası bulunuyor. Aslında bu birikimle birlikte Kürt meselesinin çözümüyle ilgili külliyat oluşmuştur. Teşhis konulmuş, reçete yazılmıştır, şimdi barış zamanıdır.

Bulunduğumuz bölgede emperyalistlerin halkları birbirine kırdırma politikasına karşı Türk-Kürt ittifakını demokratik bir zemine çekerek barış ve kardeşlik projesini başlatmamız gerekiyor. Bugün tarihi Türk-Kürt ittifakının test alanı Rojava’dır. Rojava’da Kürt’ün kazanımlarını kendisine düşman olarak gören anlayış, bu tarihi ittifaka en büyük zararı verir.

Gelin Qamişlo’dan, Kobanî’den Ankara’ya tarihi birlikteliği eşit ve adil temelde yeniden kuralım. Bu konuda iktidara bir görev düşmektedir. Özellikle Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’a yapıcı bir görev düşüyor. Sayın Erdoğan; Kürt meselesi, Türkiye’nin çözüm bekleyen en tarihsel meselesidir. Bu meseleyi çözerek tarihe geçme fırsatı sizlerin önünde beklemektedir. DEM Parti olarak bu konuda üzerimize düşeni yapacağımızı Meclis huzurunda bir kez daha ifade etmek istiyorum. Meclis bir çözüm ile anılmalı ve yüzünü başka yere çevirmeden “Ankara Çözümünü” sunmalıdır. Şayet Ankara Vizyonu varsa, Ankara Çözümü de olmalıdır. Eğer gerçek ve köklü bir çözüm arayışında samimiysek, bu çözümü dışarıda değil Türkler ile Kürtlerin ortak geçmişinde ve geleceği birlikte inşa kararlılığında bulmalıyız. Başka ülkelerin başkentlerinden güç devşirmekten kaçınılmalı. Bu kritik süreçte fırsatçılık arayışına girmek kimseye kalıcı bir çözüm sunmaz.

11.yüzyılda, 16. yüzyılda ve 20. yüzyılda Türkler ile Kürtler tarihin en kritik kavşaklarında ittifaklar yapmış, birlikte hareket etmişlerdir. Malazgirt Savaşından beri olan bin yıllık tarihsel ittifakı hep beraber yeni yüzyıllara taşıyabiliriz. Gelin, Malazgirt ruhundan Eşme ruhuna uzanan tarihsel ittifakı hep beraber yeni yüzyıllara taşıyalım. Yüz yıldır başkaldırı-bastırma ikileminde acı dolu bir tarih yaşadık. İnsanlar öldü, göç yollarına düşürüldü, köyler yakılıp yıkıldı. Ekonomik kaynaklar şifa getirmek yerine dert getirmeye kullanıldı. Bin yıl boyunca kazandıran “ortak kader” düşüncesi, geçen yüzyılda kaybettiren bir inkarla karşılandı. Yüz yıldır geriye gidiyoruz. Kazandığımız hiçbir şey yok ama kaybettiğimiz canlarımız, ekonomik kaynaklarımız var. Bu yüzyıllık parantezi kapatmak, başkaldırı-bastırma ikileminden kurtulmak için hızlıca adım atmalıyız. Türk-Kürt ittifakında kazan-kazan siyasetini esas alalım, kader ortaklığımızı güçlendirelim. Türkler ile Kürtler arasındaki bin yıllık birliktelik bir tesadüfün değil, ortak bir kader birliğinin sonucudur. Bu birliktelik mecburiyetin değil, gönüllü bir dayanışmanın ve tarihsel bir ittifakın ürünüdür.

Bugün, bu köklü bağların ışığında, dönemsel fırsatçılıkların ve paranoyaların ötesine geçerek, geleceği birlikte kurgulamak zorundayız. Bugün iktidar aklı, hala sınır güvenliği paranoyasını gidermek için sonuç üretmeyen çabalar içerisindedir.

Sizi 500 yıl öncesine götürelim. Kanuni Sultan Süleyman Kürtlerle birlikte yaşamayı hem sınırların hem imparatorluğun güvencesi olarak gördüğünü ifade etmiştir. 500 yüz yıl önce çizilen reçete, bugün hala geçerlidir. Bugün Türk’ün güvenliği Kürt’le eşit ve demokratik bir yaşam kurmasından geçer. Bölgesel karmaşadan korunmanın temeli, eşitlik ve demokrasiyle güncellenmiş bir Türk-Kürt ortaklığıdır. Önemle altını çizmek isterim ki Kürtleri eski Kürt olarak gören, onları yönetme sevdası ile yanıp tutuşanlar bir yanılgı yaşıyor. Bu yanılgı herkes için bir yenilgidir.

Böylesi bir yanılgıda ısrar, tarihi Türk-Kürt ittifakına büyük zararlar verecektir. Türkiye Cumhuriyeti bu ülkede yaşayan bütün vatandaşların olduğu gibi Kürtlerin de kendini ait hissedeceği bir devlet olmalıdır. Devletten beklentimiz, tüm vatandaşları ayrımsız kucaklayan, farklılığını kabul eden demokratik ve kapsayıcı bir kerim devlet olmasıdır. Gerçek ve demokratik Türkiye böyle inşa edilir. Gerçek Türkiyelilik kimliği de bu değerler etrafında oluşturulur.

Geçmişteki hatalardan ders çıkarmak ve bu hatalar üzerinde ısrar etmemek zayıflık değil, gerçek bir olgunluk göstergesidir. Bu yaklaşım, yalnızca tarihsel ittifakımızı derinleştirmekle kalmaz, aynı zamanda barışı güçlendirmek ve kalıcı bir uzlaşıyı inşa etmek için de sağlam bir zemin oluşturur.

İşte bu sağlam zemine sigorta sunan bir açıklama İmralı’dan geldi. Sayın Abdullah Öcalan “Tecrit devam ediyor” dedi ama peşinden de “Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim” dedi. İktidara soruyoruz? Çözüm konusunda teorik ve pratik gücünüz var mı? Bu soruyu günlerdir tüm Türkiye merakla bekliyor.

Madem derdiniz Kürt meselesini çözmek ve bunun adresi olarak Öcalan’ı gösteriyorsunuz. Bu doğru bir tercihtir. O halde neden İmralı’nın kapılarını kapalı tutmaya devam ediyorsunuz? Neden barışa tecrit uyguluyorsunuz? Barışta ısrar etmek, toplumsal dayanışmayı büyütmek ve geleceğimizi kardeşlik temelinde inşa etmek hem bugünü anlamlandırmanın hem de yarınları kurtarmanın en doğru yoludur.

Türkiye’nin bütün vatandaşlarının barış ve kardeşlik içinde yaşayacağı ülkeyi demokratik bir anayasayla kurabiliriz. İkinci yüzyıla herkesi kapsayan bir anayasa ile girebiliriz. Konuşmama son vermeden önce önemli bir çağrıda bulunmak istiyorum: 2025 yılında, Cumhuriyetin 103. yılında yeni bir başlangıç yapabiliriz. Bu Meclis, Demokratik Cumhuriyetin kuruculuğunu üstlenme şansına sahiptir. 85 milyonun kendisini ait hissedeceği bir ülkeyi var etme onuru bu Meclis’e ait olsun. Yüz yıldır bu toprakların hasret kaldığı, yerle göğü dolduran barış sesini duymanın zamanıdır. Ufukta asılı duran barışı bu topraklara indirmenin zamanıdır. Bu duygularla hepinizi selamlıyorum. Ekranları başında bizleri izleyen tüm halklarımıza selam, sevgi ve saygılarımı yolluyorum.”

“İktidarın bütçesinde işçi, emekçi, yoksul, esnaf, çiftçi ve kadın yok; yandaşların, 5’li Çetenin kazancı var”

DEM Parti Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları da 2025 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifi üzerine TBMM Genel Kurulu’nda konuştu. Tülay Hatimoğulları, konuşmasında şu ifadeleri kullandı:

“Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri ve ekranı başında bizleri izleyen değerli halklarımız, hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum. Buradan bir selamı da düşüncelerinden dolayı hapsedilmiş olan değerli arkadaşlarımıza gönderiyorum. Yine buradan bir selamı da bu ülkenin aydınlık yüzü olan, çektiği acılara rağmen barış demekten bir adım bile geri durmayan Barış Annelerine gönderiyorum. Her gün şiddete maruz kalan ama her şeye rağmen hakları için müdahale etmekten geri durmayan sevgili kadınlara binlerce kez selam olsun.

İnsanlığa bir gelecek sunmayan kapitalizmin krizinin bedelini ne yazık ki bütün dünya ölçeğinde halklar, yoksullar, işçiler ve emekçiler ödemektedir. Kendi krizini aşamayan kapitalizm, devlet şiddetiyle bu krizi aşmaya ve insanları susturmaya çalışıyor. Normal koşullarda sürdürülemez olduğunu bildikleri için muhalefetten korkuyorlar. Burada, bu salonda da korktukları gibi. İşçiler ya haklarını isterse, emekçiler ve yoksullar ya örgütlenirse, sendikalar ya grev kararı alırsa, kadınlar ve gençler “bu ülkede demokrasi olsun, karnımız doysun” diyerek sokağa çıkarsa diye bu iktidarın da aklı çıkıyor. Türkiye’de küresel sermayenin ve onu koruyan bütün devlet aklının aklı başından gidiyor. Bundan korkuyorlar. Kürt’ün ve Alevi’nin eşit yurttaşlık talebinden korkuyorlar. Bunun için egemenler her yerde olduğu gibi Türkiye’de de çok tedirginler. Olası bir durumu engellemek için her türlü zorbalığı uygulamaktadırlar.

Kapitalizmin neoliberal politikalarını en iyi uygulayanlardan biri AKP olmuştur. Türkiye’yi küresel sermayenin ihtiyaçlarına göre dizayn etti ve yurttaşını adeta aslanın ağzına attı. Bundan dolayı AKP iktidarına emperyalistler madalya takmalıdır. Türkiye’de en fazla özelleştirme yapan, en fazla kamuya ait malları satan, KİP’leri özelleştiren bu iktidarın ta kendisidir. Yerli ve yabancı sermayeye satmaktan geri adım atmadılar. Sonra çıkıp “Biz yerliyiz milliyiz” gibi yalanları ortaya atıyorlar. Erdoğan, “Ben bu ülkeyi şirket gibi yöneteceğim” dedi ve gerçekten de şirket gibi yönetti. O şirketi de batırdı. İflasın üzerini örtmek için de “açız yoksuluz” diyen insanlara terörist yaftasını yapıştırdılar ve hapishanelere koymaya başladılar.

Konuşmamın başında da belirtmiştim. İnsanlık ve dünyamız bir çağ dönüşümünün eşiğindedir. Şimdi yeni bir dönüşüme daha hazırlanıyor. Geliştirilen yapay zekayla ve 5G teknolojileriyle dijital dünyada dünyanın bütün geleceğini değiştirecek yepyeni bir uygarlığın kapılarını aralayan devrimler sürecinden geçiyoruz. Şayet teknolojinin bu gelişimini dünyadaki susuzluğu, açlığı ve yoksulluğu gidermek için; barışı ve huzuru tesis etmek için kullanacak olsalar büyük insanlık kazanır. Ama ne yazık ki bunu böyle kullanmıyorlar ve yapay zekayı ve 5G teknolojisini bu ülkede ve bütün dünyada insanlığı yok etmek için kullanıyorlar. Silah üretiminde kullanıyorlar, üretim ilişki ve biçimini bozmak için kullanıyorlar.

Küresel sermaye, krizini sadece yurttaşın üzerinde kemer sıkma şeklinde uygulamıyor, aynı zamanda dünya ölçeğinde savaş ve çatışmaları kışkırtarak bu krizden çıkmaya çalışıyor. 11 Eylül’de ikiz kulelerin bombalanması ve akabinde Afganistan’ın işgali, 2010’da Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya yayılan Arap Baharına müdahaleler ki Arap Baharını emperyalist güçler Arap Kışına çevirmiştir. Savaş her yerde. Rusya ve Ukrayna’ya baktığımızda savaşın batıya yayıldığını görüyoruz. Çin-Tayvan denklemine baktığımızda savaşın diğer bölgelere yayıldığını görüyoruz.

Ama savaş bu koşullarda ne şekilde yayılırsa yayılsın, emperyalist güçlerin paylaşım savaşlarının bölgesel suretini en nihayetinde Ortadoğu ve Afrika ülkelerinde görmekteyiz. Çok açıktır ki Suriye’deki gelişmelere de baktığımızda bölge yeniden dizayn ediliyor. Ortadoğu’da süren savaşların nihai amaçları ortadadır: İran’ı etkisizleştirmek ve yapabilirlerse savaşa çekmek, Rusya’yı sınırlamak, Çin’in “Bir Kuşak Yol” projesinin önünü kesmek ve bunun küresel sermayeye karşı başka bir bloktan yükselen bir tehlike olarak açığa çıkmasını engellemek. Tüm bunların sonucunda Asya-Pasifik hattını engellemek ve gerekirse savaşları bu anlamda büyütmek. Bütün hedefleri bu.

Suriye’deki gelişmeleri biz bunlardan bağımsız ele alamayız. Buradan TBMM’ye şunu hatırlatmak istiyorum. Türkiye’nin neden iç barışa ihtiyacı olduğunu hep birlikte daha çok anlayalım diye şunun altını kalın kalın çiziyorum. Henüz yeterince gündeme gelmemiş gibi gözükse de Kuzey hattından daha güneyde Kızıldeniz, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs’a varacak gerilimin dinamiklerinin taşları döşenmektedir. Böylesi bir süreçte İsrail’in Gazze’ye müdahalesini de bundan bağımsız düşünemeyiz.

Bugün Gazze’de Filistinliler katledilirken, başta Türkiye’deki mevcut iktidar olmak üzere ne yazık ki bütün dünya sınıfta kaldı. Gazze’de çocuklar ve siviller katledilirken, bu saldırıları durdurabilecek yeterli adımı ortaya koyamadınız. Koyamadı bütün dünya. Ulus devletlerin bitimsiz çözülmeyen sorun yumağı ile karşı karşıyayız. Ulusçuluk, siyasal İslam, mezhepçilik, erkek egemen ideoloji milyonları yerinden yurdundan etmiş durumdadır. Emperyalist güçlerin müdahaleleri sonucunda uzunca bir zamandır Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da devam eden çatışmalar doğrudan Türkiye’yi de etkilemektedir. İçinde İran’ın da olduğu daha büyük bir savaşın ortamının ve koşullarının yaratıldığının altını çizmek isterim.

Bunun üzerinde özel olarak çalışıldığını belirtmek gerekiyor. Bu planları aklımızdan bir an bile çıkarmadan Suriye’deki son gelişmeleri değerlendirmeliyiz. Daha büyük bir savaşın kapılarının açılacağını bilen bir yerden değerlendirmeliyiz. Emperyalist güçlerin imalatı olan El Kaide, El Nusra ve Suriye’deki uzantıları olan HTŞ dahil olmak üzere çok sayıda irili ufaklı örgütün buradan türediğini biliyoruz. Bu gruplar şimdi bir kez daha sahne almış durumdadır. Daha önce Özgür Suriye Ordusu olarak bilinen ve Suriye Milli Ordusu olarak ismi değişen, Türkiye’de eğitilip donatılan bu çete örgütü şu anda Suriye’de yine faaliyet yürütmektedir. Suriye’de bir vekalet savaşı yürütmektedir. Kimlere saldırmaktır?

Kuzey ve Doğu Suriye’deki Kürtlere ve Suriye haklarına karşı kullanılmaktadır. Bu iktidarın Türkiye’ye ve bölgeye yaptığı en büyük kötülük, Kürt sorununda çözümsüzlüğü sürdürmek, Neo Osmanlıcı hayallere kapılmak ve bunun peşinden giden bir dış siyaset izlemektir. Bunun için Selefi ve cihatçı örgütlerle işbirliği yapmak ve desteklemektir. Bunların ülkemize geri dönütleri nasıl oldu? Türkiye’yi bölge ülkelerinin neredeyse tamamıyla kavgalı hale getirdi. Türkiye’de Ankara Gar Katliamını, Suruç ve Reyhanlı ve Antep katliamlarını ve burada sayamadığım çok sayıda katliamı bu eğitip donattıkları, destekledikleri, sınırı açtıkları örgütler gerçekleştirdi.

Yani bu iktidarın eğitip donattıkları, Türkiye’deki yurttaşların katili oldu. Maaşlarını kıstığınızda, vaktiyle Esad’la görüşme teklifinde bulunduğunuzda Reyhanlı sınırında Türk bayrağını yaktılar, sesinizi çıkaramadınız. Suriye savaşı başladığından bugüne kıyasladığınızda, Türkiye’nin kuruluşundan bugüne kadar Türkiye’nin sınırları hiçbir zaman bu kadar güvensiz olmamıştı. Kuzey ve Doğu Suriye’de yaşayan Kürtler demokratik, farklı haklarla ortak yaşam kültürünü benimsemiş, kadın özgürlükçü bir anlayışa sahiptir. Sekülerdirler aynı zamanda. Biz bu kürsüden defaatle söyledik: Bu özelliklere haiz olan Kürt halkı mı komşumuz olsun, IŞİD ve türevi örgütler mi komşumuz olsun?

Kamuoyunda Rojava diye bilinen Kuzey ve Doğu Suriye’yi ve orada yaşayan insanları bu kürsüye çıkan insanlar biraz önce öyle bir anlattı ki sanki orada yurttaş yok, sivil yok, herkes eli silahlı beklemekte. Milyonlarca insanın yaşadığı kentlerden bahsediyoruz. Ankara’nın göbeğinde siz çocuklarınızı nasıl okula gönderiyorsanız, hastaneye gidiyorsanız, işe gidiyorsanız; işte orada da böyle sivil insanlar yaşıyor. O coğrafyayı iyi bilmek, iyi anlamak gerekiyor. Ortadoğu’nun soykırım kıskacında Suriye ile ilgili tavrımız çok nettir: Çetelerin kimi bölgelerde devam eden müdahaleleri derhal son bulmalıdır, silahlar susmalıdır.

Suriye’nin kaderini Suriye halkları demokratik bir zeminde belirlemelidir. Orada demokratik bir anayasa yapım sürecine katkı verilmelidir. Dış müdahaleler derhal bitmelidir. Bu mesajı bugün burada herkes verdi. Demokratik bir Suriye’den bu kürsüden herkes bahsetti. İktidar ve ortağı da “demokratik Suriye” dedi ama arkasından ne yaptı? Bugün elimize ulaşan haberlere göre Ayn İsa’da çoğu çocuk 12 sivil TSK güçlerinin SİHAlarıyla katledildi. Minbiç günlerdir bombalanıyor. Orada sivillerin olduğu yerler bombalanıyor. Türkiye’de iç barış barış diyeceğiz ama Minbiç, Eyn İsa, Tel Rıfat’ı vuracağız.

Böyle bir dünya yok, olamaz. Buradan çağrımızdır: TSK orada gerçekleştirdiği saldırılara son vermelidir. Suriye’de yaşayan Araplar, Kürtler, Ermeniler, Türkmenler, Dürziler, Arap Aleviler, Nusayriler, İsmailililer, Asuriler, Asurlar ve burada sayamadığım tüm farklı halklar ve inançlar bir arada yaşam kültürüne sahiptir. Herkesin temsil edildiği ortak, kapsayıcı, demokratik bir anayasanın oluşması için katkı vermeliyiz hep beraber. Kürtlerin statüleri mutlaka ve mutlaka tanınmalıdır. Demokratik Suriye, demokratik Ortadoğu diyorsak oradaki Kürt kardeşlerimizden korkmayacağız, çekinmeyeceğiz; oradaki Kürt kardeşlerimizle ortak yaşamın yollarını bulacağız. Onun için de bu parlamento çalışmalıdır.

Ne yazık ki bu baş döndürücü yapısal dönüşümler içinde Türkiye dış siyasette rotasını kaybetmiş bir ülke konumuna gelmiştir. Dış siyasetin iç siyasetle oldukça ilintili ve birbirini çok yoğun etkilediği bir dönemden geçiyoruz. Bu sadece bizim ülkemiz için değil bütün dünya ülkeleri için böyledir. Türkiye’nin dış politikası şu an rasyonel değildir. Batı ile Avrasya arasında sıkışmış durumdadır. Bir sarkaç siyaseti yürüttüler. Aradaki çatlaklardan faydalanmak için çalıştılar ama Türkiye’nin geldiği hal ortadadır. Bölgesel riskleri genel anlamda değerlendirebilmeliyiz.

Bu ülkeyi yönetenler tercihlerini mutlaka ama mutlaka halklardan yana yapmalıdır. Demokrasi karşıtı güçlerle, insanlık karşıtı güçlerle işbirliğine mutlaka son verilmelidir. Tarihin çöplüğünde çürümüş fikirlerle beslenen neoliberal Osmanlıcı ideolojiye eklemlenen hamasi siyasetle yol gidilemeyeceği açıktır. Bu hakikatle barışık olunmalıdır. Ortadoğu’da Kürt halkının kazanımları, Türk halkının ve bütün Türkiye halklarının kaybı değil kazancı olur. Kürtlerin ve Türklerin demokratik zemindeki ittifakı, Ortadoğu halklarına model olacaktır. Çok söyledik. İçeride Kürt sorununu çözmüş bir Türkiye’nin Ortadoğu’da barış rolü üstlenebileceğini ve bunun samimi olabileceğini söyledik.

Yeryüzü ve özellikle coğrafyamız gerçekten savaştan ve kandan çok yoruldu. Bütün dünyaya sesleniyorum: Bakın, dünya nükleer silahların tehdidiyle karşı karşıya. Dünya üçüncü büyük dünya savaşının eşiğinde. Böylesi biz zamanda barışın sesi çok daha gür, çok daha cesur yükselmelidir. Bütün dünyada savaş karşıtı güçlerin bir barış hareketini oluşturması şu an her şeyden çok elzemdir ve acil bir biçimde bunun oluşması gerekiyor. Dünya ve bölgede kaosun derinleştiği bu tabloda Türkiye’nin de üzerine düşeni yapması gerekir.

Bugün bütçeyi konuşuyoruz. Bütçeyi konuşurken, savaşın ve çatışmaların, özel harp politikalarının maliyetini de konuşmalıyız. 40 yılı aşkın süredir devam eden savaş ve çatışmalarda, sadece Kürt sorunu odaklı harcamalara baktığımızda, 3 trilyon dolardan daha fazla para harcanmış. Neye harcanmış bu paralar? Mermiye, tanka topa, İHA’Lara, SİHA’lara harcanmış. Bu kadar büyük bir bütçe halklar, işçiler ve emekçiler için kullanıldığında, Konya’daki ve Trabzon’daki işçi kardeşimizin karnı doyacaktı. Diyarbakır, Batman, Şırnak, Ağrı, Muş ve Siirt ekonomi endeksinde en yoksullar sıralamasında yer almayacaktı. Vakit kaybetmeden hem siyasetin hem de toplumun bu konuda çok büyük görev ve sorumluluk üstlenmesi gerekiyor. DEM Parti olarak, onurlu bir barışın hem içeride hem dışarıda sağlanması için hiçbir fedakarlıktan kaçınmadan çalışacağımızı bir kez daha ilan ediyoruz.

Bütçe soğuk rakamların değil tamamen siyasi tercihlerin planlanması ile ilgilidir. Biz her fırsatta söyledik. Cumhur İttifakının bütçesinde milyonlarca yurttaşımız yok. İşçi, emekçi, yoksul, esnaf, çiftçi yok; kadınlar, çocuklar, engelliler yok. Bir avuç yandaşın kazancı var, 5’li Çetenin kazancı var. Ülke parsel parsel satıldı. Kamuya ait hiçbir şeyi bırakmadılar. Şimşek geldiğinde enflasyon yüzde 38,21 idi. Şimdi düştü dedikleri enflasyon rakamlarına baktığımızda, Saray’da hazırlanan TÜİK verilerine göre enflasyon 47,09 ama gerçek enflasyon yüzde 80. Faiz yüzde 8,5’ti, şimdi yüzde 50 oldu. Dünyadaki en yüksek faizlerden biri. Dolar kuru 21,14 idi, şimdi 35 TL’ye dayanmış durumda bütün baskılamalara rağmen.

Değerli Türkiye halkları, Türkiye’yi bu anlamda ikiye bölmüş bu iktidar. Bir tarafta yüzde çoğunluk, yani toplumun yüzde 81’i; diğer tarafta zengin azınlık. Bu Beytü’l Mal’a yapılan en büyük ihanettir ve bu ihanet tarihe bu şekilde geçecektir.

DEM Parti olarak, yaz boyunca Ekmek ve Adalet Buluşmaları gerçekleştirdik. Aynı zamanda Kadın Meclisimiz ile beraber “Eşit ve Özgür Bir Yaşamda Israrcıyız, Derinleşen Kadın Yoksulluğuna Karşıyız” kampanyasını yaptık. Türkiye’nin çok farklı yerlerine gittik. İşçilerle, emekçilerle, yoksullarla, ev emekçisi kadınlarla buluştuk. Bir dokun bin ah işit. Sebze halinin kapısında çürük sebze ve meyveyi evine götürmeyi bekleyen kadınları gördük. Günde 10 saat çalışıp 600 TL yevmiye alan mevsimlik tarım işçilerini gördük. Merdiven altı atölyelerde güvencesiz ve karın tokluğuna çalışan işçi ve emekçiyi gördük.

Hem maddi hem manevi hiçbir güvencesi olmayan ev emekçisi kadınları gördük. Karadeniz’de topladığı çayın, Urfa ve Antep’te topladığı fıstığın, Antalya ve Manisa’da ekilen domatesin maliyetini çıkaramayan üreticileri gördük. AKP’nin ülkenin bütün varlıklarını peşkeş çektiği 5’li Çeteyi Karun kadar zengin eden, hormonlu ekonomik büyümenin verilerini veren inşaat sektöründe çalışan işçileri gördük. MESEM aracılığıyla sermaye için ucuz işgücü olarak kullanılan çocukların çocukluğunun ve emeğinin nasıl çalındığını gördük. Samanın bile ithal edildiği bir yerde hayvancılığın bitmeye yüz tutan halini gördük. Depremzedeleri gördük. Biraz önce burada Cumhurbaşkanı Yardımcısı sunumunu yaparken, “Bütçe açığı vermemizin temel nedenlerinden biri deprem” dedi.

Pandemi zamanında da pandemiydi. Pandemiden önce de Allah bilir neydi? Hatırlamıyorum, ne demiştiniz? 2 sene geçti depremin üzerinden ve halen depremzedeler aynı yerlerdeler. Hala atılmış doğru düzgün adım yok birkaç yer haricinde. İktidarın sunduğu bir çözüm önerisi yok. Özellikle Hatay’da, her daim 3’üncü insan muamelesi gören Hatay’da hala konutlar yıkılmayı bekliyor ve insanlar konteynerlerde yaşıyor. Rezerv alan tartışmaları ve şimdi de deprem bölgesinde mücbir sebep halinin 30 Kasım’da bitirilmesi. Buradan bir kez daha çağrımızı yineliyoruz: Depremin yaralarını sarmak için bu bütçede en büyük pay zaten buna ayrılmalıdır. Buna ayırdığınız için bütçe açık vermiyor, zenginlerin vergilerini affettiğiniz için bütçe açık veriyor. Bunu buradan hatırlatmak istiyorum.

Bakın, Türk İş 2024 Kasım Raporunda açlık sınırını 21 bin 561.65 TL, yoksulluk sınırını 66 bin 976.07 TL olarak belirlemiş. Asgari ücret 2024’te bir kez arttırıldı ama asgari ücreti artırmaktan imtina edenler bu açlık ve yoksulluk sınırını görmeden, yurttaşın haline bakmadan hareket ediyorlar. 50 milyon yurttaşımız açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır ve bu çok zor bir süreç. Şunu iyi bilelim ki bu bütçede emekli yok. Bu bütçede geçinemediğinden dolayı Konya’da inşaatta çalışmak zorunda kalan ve çatıdan düşüp yaşamını yitiren yaşlı amcamız yok, üniversiteliler yok, moto-kurye işçileri yok. Soma’da kaybettiğimiz 301 işçimiz yok. İliç’te kaybettiğimiz 9 maden işçimiz yok. Canice katledilen, istismara uğrayan çocuklar yok. Narinler, Şirinler yok bu bütçede. Çocuklarını çalışmak zorunda olduğu için barakada bırakan ve 5 çocuğunu yanarak kaybeden kadın ve yanarak giden o çocuklar yok. Engelliler bu bütçede yok. Emeği görünmeyen kadınlar bu bütçede yok. Yok yok yok! Bu bütçede halk yok. Bu bütçede, sermayenin çıkarları, zengin bir avuç sınıfın çıkarları var. 2025 Bütçesinin de hikayesi budur.

Bu bütçede en çok olmayan bizleriz. Bu bütçenin toplumsal cinsiyete duyarlı bir bütçe olması için biz DEM Parti olarak her fırsatta mücadele ettik. Kadınlar her gün şiddete uğruyor, katlediliyor. Ayşenur Halil, İkbal Uzuner ve IŞİD’vari yöntemle canice katledildi. Türkiye’de kadına yönelik şiddetin haddi hesabı yok ama kadınlar bu bütçede yok. Kadına yönelik şiddeti önleyecek caydırıcı yasalar yok. Olan yasaları da mevcut olan erkek yargı, erkeklerin lehine kullanıyor. İstanbul Sözleşmesinden çekildiniz. 6284 Sayılı Kanunu tartışmaya açtınız. Kadınların en önemli kazanımlarından olan nafaka hakkını tartışmaya açtınız. Sığınma evi yok, gündeme bile gelmiyor. Bu bütçe asla kadın bütçesi olamaz.

Kadınların toplumsal ve kamusal alana etkin katılımını oldukça önemsemekteyiz. Bunun için de DEM Parti olarak eş başkanlık ve eşit temsiliyeti önemsiyoruz. Özellikle belediyelerimizde kadın müdürlükleri ve kadın daire başkanlıkları başta olmak üzere kadın destek evleri, sığınma evleri ve burada sayamadığım çok önemli çalışmalar var. Ancak bu iktidar ne yapıyor, biliyor musunuz? Kadının adını belediyeden silmek için, eş başkanlık sistemimizi yok saymak için ne yapıyorlar? Halkın iradesini, Kürt’ün iradesini, seçme ve seçilme hakkını ortadan kaldırmak için kayyım atıyorlar.

Oysa olması gereken bu kadın kurumlarının desteklenmesidir. Atanan kayyımın ilk işi belediyelerimizdeki kadın kurumlarını kapatmak oldu. Ancak bizler enseyi karartmayacağız. Bütçemizi kendimizin yapacağı günler elbette gelecek. Kadın Bakanlığımızı kuracağımız günleri göreceğiz. Bakanlığımızın en önemli faaliyeti kadına yönelik şiddetle etkin mücadele olacaktır. Ulaşılabilir nitelikte anadilinde kreş ve bakım merkezlerini kuracağız. Biz kadınlar bedenimiz, emeğimiz ve kimliğimiz için mücadele etmeye devam edeceğiz. Sizler yasaklasanız da Jin, Jiyan, Azadî demeye devam edeceğiz.

Bu bütçede ne olmalı ya da halktan yana bütçede ne olmalı? “Ekmek ve Adalet İçin Bütçe” şiarıyla hareket etmeliyiz. Geliri olmayan ya da belli gelirin altındaki hanelere insan onuruna yaraşır bir yaşam için temel gelir sağlamalıyız. İhtiyaç sınırına kadar elektriği, suyu, doğalgazı ve interneti ücretsiz kamu hizmeti olarak sağlamalıyız. Acil müdahale olarak temel gıda ürünlerinin üzerindeki  KDV’yi kaldırılmalı ve raflardaki temel gıdaların fiyatları sabitlenmelidir. Vergiler işçinin, esnafın ve küçük ölçekli işletmelerin belini bükmüş durumdadır. Esnaf kepenk kapatıyor. Büyük sermaye sahipleri vergi kaçırıyor. Servet vergisi olmalı. Azdan az, çoktan çok vergi alınan bir sistem inşa edilmelidir. Yoksul ailelere kira desteği sağlamalıyız.

Ataması yapılmayan öğretmenlerin atamasını yapmalıyız. KHK’lıların maddi ve manevi tazminatlarını karşılamalı, görevlerine iade etmeliyiz. Asgari ücret için DEM Parti olarak ifade ettiğimiz rakam 35.000 TL’dir ama bunun da enflasyon karşısında eridiğini biliyoruz. O nedenle 3 ayda bir yükselen enflasyon oranına göre de güncellenmesi gerektiğinin altını özellikle çiziyoruz. Türkiye’de tarım bitirildi. 2002’de AKP iktidara geldiği günden bu yana, uyguladığı tarım politikasıyla Türkiye’yi ihracatçı bir ülkeden ithalatçı bir ülke konumuna getirdi. Eti ithal ediyoruz, buğdayı ithal ediyoruz. Türkiye bu hale mi gelmeliydi? Ama siz getirdiniz ne yazık ki!

Toprağıyla, havasıyla, suyuyla; Çukurovasıyla, Harran ve Konya ovalarıyla, meralarıyla dünyanın en önemli tarım ülkesi olan Türkiye’de bizler söz veriyoruz: Bu ülkenin yönetimine geldiğimizde, radikal bir tarım politikasıyla tekrar eski pozisyonumuzu da aşan bir yere geleceğimiz kesindir. Bunun için kaynak yok demeyin. Vergide adaleti sağlayarak, kamulaştırma yaparak, hayali ekonomik büyüme yerine reel üretimi önemseyerek, savaş ve çatışma politikalarına para ayırmaktan vazgeçerek, kamu özel işbirliği projelerine giden garanti ödemeleri durdurarak, Türkiye Varlık Fonunu kapatarak, Örtülü Ödeneği ortadan kaldırarak ve daha başka birçok çözüm yoluyla elbette bu bütçenin kaynağı yaratılabilir.

Ekmek ve adalet için bütçe yapmak mümkün. Yeter ki bütçe yaparken merkezimize insanı, doğayı, barışı ve adaleti alalım. Bunu yapmak mümkün. Ama Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile bunu yapmak mümkün değil. Dolayısıyla bu sitemin kökten değişmesi gerekir. Bu sistemle hukukun üstünlüğü olacak dediniz, üstünlerin hukukunu yarattınız. Askeri vesayetten kurtulacağız dediniz, Saray’ın vesayeti bütün kurumların üzerinde. Bu sebeple diyoruz ki Türkiye’nin içinde bulunduğu toplu krizi, yani ekonomik, sosyal ve siyasi krizi aşmak elbette mümkün. Ama bunun için radikal, köklü değişikliklere ihtiyaç var. Bu sistem bu haliyle artık daha fazla gidemez, bunu götüremez. Bu çoklu krizlerin çıkış yolu demokratik bir akılla mümkündür. Tekçi değil çoğulculukla mümkündür. Demokratik bir Türkiye’yi inşa etmekle mümkündür.

Türkiye’de yaşayan farklı halkları ve inançları, şu bu kökenli diye ifade etmeden -nasıl ki Türk kökenli demiyorsak- bu ülkenin eşit yurttaşı görmekle mümkün. Türk, Kürt, Arap, Laz, Çerkes herkesin kendi dili ve inancıyla eşit şekilde yaşadığı ve bu eşitliğin demokratik bir anayasa ile garanti altına alındığı bir Türkiye elbette bu sorunları aşabilir. Demokratik bir cumhuriyeti hep beraber inşa edebiliriz. Demokratik cumhuriyeti inşa etmemiz için 85 milyon yurttaşımızı kucaklayan bir politika yürütmek zorundayız. Cesur olmak zorundayız. Sorunlarımızla yüzleşmek zorundayız. Aksi takdirde bunları başarmak mümkün değildir. Bunun için de radikal bir demokrasi mücadelesi vermek zorundayız.

Ekranları başında bizi izleyen değerli yurttaşlarımız, bizler bu sorun yumağına rağmen asla enseyi karartmayacağız. Baskılara rağmen toplum bu gidişata, bu sisteme, bu rejime rızalık vermiyor, vermeyecek. Fabrikalardan, alanlardan ve sokaklardan yoksulların, işçilerin, emekçilerin, kadınların doğa ve insan hakları savunucularının seslerini hep beraber duyuyoruz. Biz onlarla birlikte aktif olarak mücadele yürütüyoruz. Türkiye halkları olarak köklerimizden aldığımız gelenekle, bilinçle, mücadele kültürüyle ve birikimle yolumuza devam edeceğiz.

Umut her gün büyüyorsa, mücadelemize olan sarsılmaz güvenimizdendir. Bize dayatılan değil, hak ettiğimiz özgür ve onurlu bir yaşamı hep birlikte kuracağız. Bunun sözünü de burada bütün Türkiye halklarına, 85 milyon yurttaşımıza veriyoruz. Bizler mücadeleyle kazanacağız. 77 1 Mayıslarında özne olmuş bir toplumuz, 15-16 Haziran işçi direnişlerinde başarmış bir toplumuz. Tekel direnişinde, barış mücadelesinde ve kadın mücadelelerinde başarmışız. Bu köklerimizi ve birikimimizi asla unutmadan demokratik bir Türkiye, demokratik bir cumhuriyet için mücadele etmeye devam edeceğiz.”

Paylaşın

İklim Krizi Derinleşiyor; 2024’ün Kayıtlardaki En Sıcak Yıl Olması “Kesin”

Veriler, 2024 yılının kayıtlardaki en sıcak yıl olma ihtimalinin neredeyse kesin olduğunu gösteriyor. 2024 yılı ayrıca, sanayi öncesi seviyelerin 1,5 derece üzerinde ortalama sıcaklığa sahip olacak ilk yıl olacak.

2024 yılının 11 ayına ait verileri değerlendiren bilim insanları, yılın ortalamasının 1,60 derece olmasının beklendiğini ve 2023 yılında kırılan 1,48 derece rekorunu aştığını söyledi.

AB’nin Copernicus İklim Değişikliği Servisi’nden (C3S) Samantha Burgess, “Yılın sondan bir önceki ayına ait Copernicus verileriyle, 2024’ün kayıtlardaki en sıcak yıl ve 1,5 derecenin üzerindeki ilk takvim yılı olacağını artık kesin olarak teyit edebiliriz” dedi.

Geçtiğimiz kasım ayı kayıtlara geçen en sıcak ikinci kasım olurken, 2024’ün kayıtların tutulmaya başlamasından bu yana en sıcak yıl olacağı beklentileri de doğrulandı.

Avrupa Birliği’ne bağlı İklim Değişikliği Gözlemleme Ajansı’na (Copernicus) göre, küresel sıcaklıklar kasım ayı için 1991-2020 ortalamasının ortalama 14,10 derece – 0,73 derece üzerindeydi.

Genel olarak, Kasım 2024 sanayi öncesi seviyelerin 1,62 derece üzerindeydi. Bu, küresel ortalama sıcaklıkların sanayi öncesi dönemlerin 1,5 derece üzerine çıktığı son 17 ayın 16’ncısı olarak kayıtlara geçti.

Copernicus Direktör Yardımcısı Samantha Burgess, “Yılın sondan bir önceki ayına ait Copernicus verileriyle, 2024’ün kayıtlardaki en sıcak yıl ve 1,5 derecenin üzerindeki ilk takvim yılı olacağını artık kesin olarak teyit edebiliriz,” dedi.

Burgess, “Bu Paris [İklim] Anlaşması’nın ihlal edildiği anlamına gelmiyor, ancak iddialı iklim eylemlerinin her zamankinden daha acil olduğu anlamına geliyor,” diye ekledi.

2024 yılının Ocak ayından Kasım ayına kadar küresel ortalama sıcaklıklar 1991-2020 ortalamasının 0.72 derece daha üzerinde seyretti. Bu derece, bu dönem için kaydedilen en yüksek sıcaklık olurken, 2023’ün aynı dönemine göre de 0,14 derece daha sıcak oldu.

Bu noktada Copernicus, aralık ayındaki sıcaklıklar olmasa bile 2024’ün kayıtlardaki en sıcak yıl olacağına kesin gözüyle bakıyor. Veriler, sanayi öncesi seviyelerden de neredeyse kesinlikle 1.5 dereceden daha yüksek olacağını gösteriyor.

Ekim ayında C3S, 2024’ün en sıcak yıl olmaması için küresel ortalama sıcaklıkların yılın son iki ayında neredeyse sıfır santigrat dereceye düşmesi gerektiğine işaret ettiğinde rekor neredeyse doğrulanmış oldu.

Geçtiğimiz ay Azerbeycan’ın başkenti Bakü’de düzenlenen COP29 zirvesinde, Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) bilim adamlarının hazırladığı bir raporda, dünyanın tehlikeli bir şekilde aşırı ısındığı uyarısında bulunuldu. Küresel sıcaklıkların sanayi öncesi ortalamaya kıyasla şimdiden 1.3 derece arttığı da belirtildi.

Dünya son yıllarda artış gösteren eşi benzeri görülmemiş deniz yüzeyi sıcaklıkları, buzulların erimesi, kuraklıklar, ölümcül fırtınalar ve şiddetli seller ile karşılaşıyor.

WMO Genel Sekreteri Celeste Saulo BM iklim konferansında, “Bu bir sürpriz değil. Bilim insanlarının bunu uzun yıllardır – aslında 30 yıldan fazla bir süredir – işaretlediğini ve sürpriz olanın tepki vermekteki yavaşlık olduğunu kabul etmeliyiz,” dedi.

(Kaynak: Euronews Türkçe)

Paylaşın

Erdoğan’dan “Suriye” Açıklaması: Aydınlık Dönem Başladı

Suriye’deki gelişmelere ilişkin konuşan Erdoğan, “Suriye’de aydınlık dönem başlamıştır. Türkiye billurlaşan devlet aklıyla hadiseleri okumakta, Suriye’deki duruma çok geniş perspektiften bakmaktadır. Türkiye’nin başka bir ülkenin toprağında ve egemenliğinde gözü yoktur” dedi ve ekledi:

“Sınır ötesi harekatlarımızın yegane amacı vatanımızı ve vatandaşlarımızı terör saldırılarından korumaktır. Ne PKK ve Suriye’deki uzantıları ne DEAŞ ülkemizin muhatabı değildir. Suriye dini, mezhebi kimlikleriyle Suriyelilerindir. Suriye’de karar verecek olan Suriye halkıdır. Bize düşen ülkelerini yeniden toparlama, ayağa kaldırma çabalarına güçlü şekilde destek olmaktır.”

Erdoğan, konuşmasının devamında, “Arap, Türkmen, Kürt, Sünni, Alevi, Nusayri, Hristiyan fark etmeksizin Suriyelilerin tamamının sulh içinde yaşadığı Suriye Türkiye’nin en büyük özlemi, hayali ve hedefidir” ifadelerini kullandı.

AK Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, kabine toplantısının ardından açıklamalarda bulundu. Erdoğan’ın açıklamalarından öne çıkan bölümler şöyle: “Bu sabah Isparta Keçiborlu’da eğitim uçuşu esnasında kaza kırıma uğrayan şehit olan 6 kahramanımıza Allah’tan rahmet niyaz ediyorum. Milletimizin başa sağolsun.

Türkiye Yüzyılı’nı içeride ve dışarıda attığımız adımlarla gün be gün gerçekleştiriyoruz. Hem bugün halkımızın hem de yarın ruzi mahşerde Hakk’ın huzuruna görevini layıkıyla yerini getirmiş, eserler bırakmış olarak çıkmanın derdindeyiz, bunun peşindeyiz. İnsanımızın şöyle içinden gelerek söylediği bir ‘Allah ondan razı olsun’ cümlesi bizim için en büyük payedir, şereftir, gurur ve mutluluk kaynağıdır.

Diplomatik temaslarla, iyi hesaplanmış stratejik hamlelerle açılışını yaptığımız hizmet ve eserlerle Türkiye’yi her alanda yüceltmenin gayretindeyiz. Türkiye ayağına ve iradesine vurulan zincirleri tek tek parçalamaktadır. Özgüvenli, kararlı ve sabırlı bir şekilde hedeflerini gerçekleştirmektedir. Güçlü demokrasisi, büyüyen ekonomisi, köklü kurumlarıyla dünya meselelerinin seyrini değiştiren barışçı ve aktif politikalarıyla tarihe yön vermekte hem kendi hem insanlık tarihini yeniden yazmaktadır.

Bugün dünden daha güçlü, özgür, itibalı, daha özgüvenliyiz. İnşallah yarın her alanda çok daha iyi yerlerde olacağız. Milletimizi sığ sulara hapsetmek isteyen vizyonsuzlara inat umudu büyütmeye devam edeceğiz. Aziz milletimize mahçup olmayacak, milletimizi sukutu hayale biiznillah uğratmayacağız. Son 22 yıl olduğu gibi Türkiye’yi başarıdan başarıya koşturak, yeni rekorları, yeni sevinçleri yeni heyecanları yaşatacağız.

85 milyon olarak biz muazzam ve muhteşem bir aileyiz. Hepimiz daha mutlu daha müreffeh daha kudretli bir Türkiye hayal ediyoruz. Gerçekleştirdiğimiz her hedefi daha büyük hedeflerin mihenk taşı, başlangıç noktası olarak görüyoruz. Her eser yeni hizmet ve projeler için azmimizi kamçılıyor heyecanımızı artırıyor.

Kalbimizdeki vatan ve millet aşkı gökte bir şimal yıldızı gibi parlıyor. Büyük ve güçlü Türkiye davasında yolumuzu aydınlatıyor. Allah’ın izniyle bu millet her engeli aşacak millete ziyadesiyle sahiptir. Kardeşliğimize sıkıca sarıldığımız, istikrar ve güven ortamını koruduğumuz iç cephemizi aşılmak bir kale gibi sağlam tuttuğumuz müddetçe çok daha güzel günler göreceğimizden asla şüphe duymuyoruz.

Son kabine toplantımızdan bu yana iç siyasette ve dış politikada yoğun bir gündemle çalışmalarımızı sürdürdük. Diyanet İşleri Başkanlığımızın her 5 yılda bir düzenlediği din şuralarının 7’incisinde hocalarımız ve kanaat önderlerimizle bir araya geldik. Dijitalleşen dünyada Diyanet İşleri başlığıyla gerçekleştiren dünyada yapay din tehdidi ile mücadelede bir uyanışa vesile olmasını umut ediyoruz.

28 Kasım’da Umman’dan ülkemize devlet başkanı seviyesinde ilk resmi ziyareti gerçekleştiren Umman Sultanı Heysem bin Tarık’ı Türkiye’ye misafir etmekten özellikle bahtiyar olduğumu söyleyebilirim. Bu farklı ziyareti farklı alanda gerçekleştirdiğimiz 10 anlaşma ile taçlandırdık.

30 Kasım Cumartesi günü Kahramanmaraş’taydık. Maraş’ta hem il kongremizi yaptık hem de deprem konutların kura ve anahtar teslimini icra ettik. Toplamda 24 bin 559 yuvamızı daha hak sahibi kardeşlerimize teslim ettik. 2024 sonuna kadar 11 ilimizde toplam 201 bin 688 bağımsız bölümü afetzede kardeşlerimize teslim edeceğiz. Bir depremzedenin elinden tutmak yerine kimi zaman hakaret ederek kimi zaman afaki sözler vererek bu sürece köstek olanları tarih affetmeyecektir. ‘Erdoğan bu enkazın altında kalır’ diyerek tüm umudunu milletin sıkıntılarının çoğalmasına bağlayan kifayetsizleri hayal kırıklığına uğratmaya devam ediyoruz.

Bu sene Japonya ile diplomatik ilişkilerimizin tesisisin 100. yıldönümünü kutluyoruz. Bu anlamlı yıldönümü münasebetiyle Japonya Veliaht Prensi Akishinove refikasını ülkemizde misafir ettik. 6 Şubat deprem felaketinin ardından Japon hükümeti ve halkının milletimizle sergilediği dayanışmayı her zaman şükranla yâdediyoruz.

Gaziantep’te 5 bin 113 konutun anahtar ve tapu teslim törenini yaptık. Ardından partimizin 8. olağan il kongresini büyük bir coşkuyla gerçekleştirdik. Türkiye’nin ikinci büyük kütüphanesi olan Şahinbey Millet Kütüphanesi’ni açarak gençlerimizle hasbıhal ettik.

2024-2025 akademik yılında üniversite öğrencilerine verilen burs ve kredi oranında yüzde 50 oranında artışa gittiğimizin müjdesini paylaştık. Yeni burs miktarlarının üniversiteli öğrencilerimize ve ailelerine hayırlı olmasını temenni ediyorum.

“Baas diktarörlüğü tamamen çöktü”

Bölgemiz ancak demokrasi ve bunun için de bir dönüm noktası ifadesiyle tarif ve tahlil edilebilecek evsafta kritik gelişmelere sahne oluyor. Suriye’de 13 yıldır devam eden iç savaş dün itibarıyla yeni bir boyut kazandı. Halep, Hama, Humus ve son olarak Şam, asıl sahiplerinin kontrolüne geçerken, Baas diktarörlüğü tamamen çöktü.

Yıllardır bölücü örgütün işgali altında bulunan Tel Rifat ve Münbiç’in teröristlerden arındırılmasını memnuniyetle karşılıyoruz. Eski rejimin kimi şehirleri bölücü terör örgütünün Suriye uzantılarına bırakması aralarındaki kirli ittifakı bir kez daha teyid etmiştir. Ülkemizdeki ana muhalefetin son ana kadar umudunu kesmediği Esed rejimi son ana kadar umudunu terk etmemiştir. Çağrılarımız eski rejim tarafından küstahça reddedilmiş, değeri bilinmemiş, manası anlaşılmamıştır.

Esed birçok şehri enkaza dönmüş bir Suriye bırakarak kaçmıştır. Zulüm ile abad olunamayacağı hakikati Suriye’de bir kez daha tecelli etmiştir.

Türkiye Suriye ihtilafının başından beri komşuluk hukukunu ve büyük devlet olmanın icaplarını harfiyyen yerine getirmiştir. Barış, özgürlük, diyalog, adaletten, Suriye’nin bir an önce huzura kavuşmasından yana olduk. Devrik rejimin hasmane tutumuna rağmen her şart altında Suriye’nin toprak bütünlüğünü ve üniter yapısını savunduk. Haksız, hukuksuz, baskıya, zulme karşı sesimizi yükseltmekten hiçbir zaman çekinmedik.

Türkiye Suriye ihtilafının başından beri komşuluk hukukunu ve büyük devlet olmanın icaplarını harfiyyen yerine getirmiştir. Barış, özgürlük, diyalog, adaletten, Suriye’nin bir an önce huzura kavuşmasından yana olduk. Devrik rejimin hasmane tutumuna rağmen her şart altında Suriye’nin toprak bütünlüğünü ve üniter yapısını savunduk. Haksız, hukuksuz, baskıya, zulme karşı sesimizi yükseltmekten hiçbir zaman çekinmedik.

Bunu açık bir düşmanlığa, kör husumete dönüştürmedik. Suriye’deki hadiselerin 13 yıllık serencamını bilen herkes Türkiye’nin verdiği hasbi mücadelenin en yakın şahididir. Suriye ile ilgili hassasiyetimiz hiçbir zaman menfaat eksenli olmamıştır. Bu konuya hep vicdan penceresinden baktık, merhamet nazarından yaklaştık. Bugün de aynı yerde sapasağlam duruyoruz. Suriye halkı bizim kardeşimizdir. Tüm kesimleriyle tüm inanç gruplarıyla can dostumuzdur. Bir uçtan diğer uca Suriye’yi karış karış süsleyen türbeler, köprüler, çeşmeler, hanlar, camiler bizim ezelden ebede uzanan kardeşliğimizin nişaneleridir.

Sınırlar ülkeleri fiziken birbirinden ayırabilir ama kalplere hangi güç sınır çizebilir? Asırlardır birlikte yaşadığımız aramızdaki sınır uzunluğu 910 kilometre. 910 kilometrelik sınırı paylaştığımız komşularımıza sırtımızı dönmemizi bizden kim bekleyebilir. Kalbimizin bir yarısı Antep, Hatay, Şanlıurfa ise diğer yarası Afrin, Hama, Humus, Şam’dır.

Tarihin ve coğrafyanın bize hatırlattığı bu gerçekleri son 13 yıldır ülke ve millet olarak bizzat yaşadık, bilfiil tecrübe ettik. Komşumuzun evinde yangın çıktığında ilk koştuğu yer biz olduk. Devrik rejimden kaçan Suriyeli kardeşlerimiz canlarını kurtarmak için ilk önce bizim kapımızı çaldı. Az değil, 4,5 milyon Suriyeli bizim evimizde misafir oldu. Bir dönem nüfusu 3 milyon 700 bine ulaşan ancak şimdi sayıları 2,9 milyona düşen Suriyeli muhacirlere 13 yıl boyunca ensarlık yaptık.

İnancımızın ve komşuluk hukukumuzun gereği olarak memnuniyetle yerine getirdik. Biz muhalefetle bu konuda ne kavgalar verdik. Onlar iktidar olur olmaz ‘sizi kovacağız’ derken biz tam aksine ‘Biz ensarız onlar muhacirdir’ demek suretiyle onları evimizde misafir etmenin erdemine ulaştık. Bu ülke Allah’a hamdolsun Suriyeli mazlumlara da güvenli, korunaklı, müşfik bir liman oldu. Bu misafirperverlik insanlık tarihine altın harflerle yazılacaktır.

Türk milleti kara günlerinde Suriyeli mazlumlara kucak açmasının izzetini şeref payesi olarak ebediyyen taşıyacaktır. Bugün bir kez daha muhalefetin kışkırtmalarına aldırmadan mazluma kol kanat geren necip milletimin her birine şahsım ve milletim adına teşekür ediyorum. Birlikte yol yürüdüğümüz ortaklarıma merhametli duruş için şükranlarımı sunuyorum. Oy hesabıyla nefret söylemlerine başvuran ırkçı lümpenleri, vicdan fukaralarını, sırf Meclis’te 3-5 koltuk kapabilmek uğruna faşizmin en pespaye biçimine haftalarca sessiz kalanları önce Allah’a sonra haklarına girdikleri Suriyeli mazlumlara ve elbette maşeri vicdana havale ediyorum.

Ülkemizde mülteci düşmanlığını körükleyen necis zihniyet de kaybetmiştir. Suriye’yi etkisi altına alan kuvvetli değişim rüzgarının başta muhacirler olmak üzere tüm Suriye halkı için hayırlı sonuçlara vesile olacağına inanıyorum. Onurlu, güvenli geri dönüşler de artacaktır. Suriyeli kardeşlerimizin 13 yılan vatan hasreti artık yavaş yavaş son bulacaktır. Yığılmaları önlemek, trafiği kolaylaştırmak amacıyla Yayladağı hudut kapısını geçişlere açıyoruz. Muhacirlerin gönüllü geri dönüş sürecini tarihimize, kültürümüze, ev sahipliğimize yaraşır şekilde yöneteceğiz.

Hiç kimsenin bu insani sürece leke bulaştırmasına müsaade etmeyeceğiz. Suriye krizi ile politikası dün itibarıyla iflas eden ana muhalefet kendilerini hesaba çekmek, hatalarıyla yüzleşmek yerine çirkin ve ırkçı dille yeni istismar alanları oluşturmaya çalışıyor. Ana muhalefetin eski ve yeni yönetimine devrik Şam rejiminden vazgeçip, Suriye halkının sevincine ortak olmalarını tavsiye ediyorum. Cam faunustan çıksınlar, dünyada olanlara kubak kabartsınlar. Bir kez olsun hadiseleri Ankara merkezli okumaları denesinler. Yoksa partilerini traji komik duruma düşürmeye devam ederler.

Dün itibariyle artık Suriye’de aydınlık dönem başlamıştır. Türkiye billurlaşan devlet aklıyla hadiseleri okumakta, Suriye’deki duruma çok geniş perspektiften bakmaktadır. Türkiye’nin başka bir ülkenin toprağında ve egemenliğinde gözü yoktur. Sınır ötesi harekatlarımızın yegane amacı vatanımızı ve vatandaşlarımızı terör saldırılarından korumaktır. Ne PKK ve Suriye’deki uzantıları ne DEAŞ ülkemizin muhatabı değildir. Suriye dini, mezhebi kimlikleriyle Suriyelilerindir. Suriye’de karar verecek olan Suriye halkıdır. Bize düşen ülkelerini yeniden toparlama, ayağa kaldırma çabalarına güçlü şekilde destek olmaktır.

Arap, Türkmen, Kürt, Sünni, Alevi, Nusayri, Hristiyan fark etmeksizin Suriyelilerin tamamının sulh içinde yaşadığı Suriye Türkiye’nin en büyük özlemi, hayali ve hedefidir.

İstikrara kavuşmuş bir Suriye hem kendi vatandaşları hem de bölgedeki diğer ülkeler için güven kaynağı olacaktır. Bölücü örgütün Suriye uzantısının kargaşayı fırsata çevirmeye dönük aşırı heveskâr tutumunu dikkatle takip ediyoruz. Atalarımız güzel söylemiş, çakal ne kadar hile bilirse kurt da o kadar yol bilir. Türkiye sınırlarının ötesinde yeni terör çıban başlarının ortaya çıkmasına göz yummayacaktır.

13 yıldır her türlü zulme maruz kalan Suriyeli kardeşlerimize yeni acılar yaşatmaya kimsenin hakkı yoktur. Aziz Suriyeli kardeşlerim, Türkiye ve Türk milleti dün olduğu gibi bugün de yarın da yanınızdadır. Siz tüm imkansızlıklara rağmen kanınızla, canınızla, dişiniz, tırnağınızla destan yazdınız. Zulme ve zalime asla boyun eğmediniz. En zor zamanlarda dahi yeise kapılmadınız. İlk günden itibaren hep Allah büyüktür dediniz. O rahman ve rahim olandır dediniz. O alemlerin Rabbidir dediniz. Yalnız ona güvendiniz ondan yardım dilenidiz. Düştüğünüz yerden çok daha güçlü şekilde ayağa kalktınız.

Yenilgi yenilgi büyüyen bu şanlı zaferin asıl sahibi sizlersiniz. Sizleri ülkem ve milletim adına saygıyla selamlıyorum, zaferiniz hayırlı mubarek olsun diyorum, inşallah kalkınma mücadelenizde de tüm imkanlarınızla sizi destekleyeceğiz, gönül gönüle verecek, zorlukların sıkıntıların üstesinden birlikte geleceğiz. Hama katliamından beri Suriye’nin özgürlüğü yolunda can veren şehitleri bugün bir kez daha rahmetle yadediyorum. Esaretten kurtulan şehirlerinde dua eden, şükür secdesine kapanan, yıllar sonra evlerine, yuvalarına, ailelerine, sevdiklerine kavuşan mutluluğunu yaşayan tüm kardeşlerime selam ediyorum.

Bugün enerjiden, eğitime ve sağlığa çeşitli konuları da ele aldık. Eğitimin altyapısına yaptığımız devasa yatırımların eğitimin kalitesine olumlu yansıdığını görüyoruz. Matematik ve fen bilimlerinde 4. ve 8. sınıf öğrencilerimizin sürekli yükseliyor. Eğitim modelimiz özellikle süratle gelişiyor. Bu iyileşme inşallah hızlanacaktır. Koronavirüs döneminde güçlü sağlık altyapımızın önemini tecrübe etmiştik. Koruyan, geliştiren ve üreten sağlık modeli ile sağlıklı Türkiye Yüzyılı programını hayata geçiriyoruz. Üçlü sarmal modelimiz ile TÜSEB öncülüğünde üniversite ve özel sektörümüzü buluşturuyoruz. Kritik ilaç, aşı, kit ve tıbbi cihaz ürünlerimizi belirledik.

Yeni modelimizin şimdiden hayırlı uğurlu olmasını diliyorum, yarından itibaren Asgari Ücret Tespit Komisyonu görüşmelerine bağlıyor. Çalışanlarımızın beklentisini gözetecek ülkemiz ekonomisine taşınması ağır gelecek anlayışının geliştireceğine şiddetle inanıyorum.

Muhalefetin de SGK’ya olan borçlarını ödemeye davet ediyorum. Sayın Bakan kendilerini bu konuda çok daha silkelemede fayda var. Tip 1 diyabet hastalığı ile mücadele eden evlatlarımız ve ailelerine yönelik olarak glikoz takibi için gerekli cihazlar geri ödeme kapsamındaydı. Buna ilave olarak artık 15 yaş altındaki Tip 1 diyabet hastası evlatlarımız için sensörlü cilt altı glikoz izleme cihazlarını geri ödeme kapsamına alıyoruz.”

Paylaşın

Hüseyin Çelik: AK Parti’nin Kürt Meselesini Çözmek Gibi Bir Derdi Yok

AK Parti kurucularından Prof. Dr. Hüseyin Çelik, “AK Parti’nin samimi şekilde Kürt meselesini çözmek gibi bir derdinin olduğunu düşünmüyorum. AK Partililer de meseleye pragmatik bir şekilde bakıyor” dedi ve ekledi:

“Yani örnek olarak, ‘Bundan sonraki Cumhurbaşkanlığı seçimi için anayasa değişikliği yapılırsa biz nasıl DEM Parti’nin desteğini nasıl alırız, Güneydoğu’da kaybolan oyları nasıl toparlarız, burada hangi taktikleri uygulayabiliriz’ gibi bir eğilimler var.”

AK Parti kurucularından, eski Kültür ve Milli Eğitim Bakanı Prof. Dr. Hüseyin Çelik, Karar TV’de Yıldıray Oğur’un ‘Bi’ Karar Ver’ programında gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Suriye’de yaşanan gelişmeleri değerlendiren Hüseyin Çelik, insanlık adına sevindirici olayların geliştiğini söyledi, Esad’ın yargılanmasını gerektiğine dikkat çekti, “Bütün diktatörlerin akıbeti bu şekilde olmuştur. Diktatörler gelir zulmederler, kendilerine oluşan muhalefeti yok etmeye çalışırlar. Gerekirse askeri silah gücü kullanırlar. Ama eninde sonunda yıkılmaya mahkumdurlar. Bu açından baktığımızda başta Suriye halkı ve insanlık adına sevindirici bir olay olmuştur. 61 yıllık BAAS rejimi ve 53 yıllık Esad saltanatı sona ermiştir. Keşke bu yapılanların hesabı verilebilse, elinde yüzbinlerce insanın kanı bulunan Esad’ın Rusya’da hayatını sürdürmesi adil değil. Mutlaka adil ve uluslararası bir mahkemede yargılanmalı.” dedi.

Suriye’de muhaliflerin tutumuna ihtiyatlı yaklaşılmasının önemini vurgulayan Çelik, kısa vadede büyük beklentiler içerisine girilmemesini söyledi, “Şimdiden çok sevindirici olmanın ve romantik iyimserliğe kapılmanın anlamı yok. Bu tür meselelerde realist iyimserlik daha tutarlı olur. ‘Esad gitti her şey güzel olacak, Türkiye’deki Suriyeliler gidecek’ söylemlerinin çok doğru olmadığını düşünüyorum. İran devrimi olduğu zaman da herkes çok sevinmişti. Tabi İran Şahı çok acımasız politikalar uygulamıştı ama günün sonunda mollalar geldi ve o rejim de çok zulümler uyguladı. Özellikle düşman müşterek olunca farklılıklar bir süre rafa kalkar. Abdülhamit dönemi büyük bir istibdat yarattı ve karşısında tüm kuvvetler birleşti. Sonra ne oldu, İttihat ve Terakki işleri tamamen eline alınca Ermeni Taşnak komiteleri ile İttihatçılar düşman haline geldiler. Bu açıdan bakınca Suriye’de her şey ‘süt liman’ olacak gibi bir beklenti içerisine girilmemesi gerekir. Muhalifler şu an farklılıklarını problem etmiyor gibi görünüyor. Ama Suriye’de şu an 36 tane silahlı örgüt var. HTŞ dediğimiz örgütte El Nusra’nın isim değiştirmiş halidir. El Nusra’da El Kaide ile çok yakındır.” diye konuştu.

‘Kısa vadede Suriye’nin istikrarlı hale gelmesini beklemiyorum’ ifadelerini kullanan Hüseyin Çelik, yaşanılan sürecin İsrail’e fayda sağlayacağını kayda geçirdi, “Bence burada en çok endişe etmemiz gereken durum, İsrail’in konumu ve tutumudur. İsrail, Golan Tepelerini uzun yıllardır işgal altında tutuyor. Şimdi Dürzi bölgelerini de içerisine alacak yeni bir yayılmacılık planına girmiş durumda. Biz Suriye’yi konuşurken Gazze unutuldu gitti. İsrail bundan yararlanmak isteyecektir. Esad’ın devrilmesini ben de çok sevinçle karşılıyorum ama şu an yaşananlar İsrail’e hizmet ediyor. Suriye’nin paramparça olması günün sonunda İsrail’e yarayacaktır. Bunun sebebi ise, İsrail’e en büyük engellerden birisi Saddam’dı. Saddam’da çok zalim bir insandı ama Irak, İsrail’e karşı bir tehdit unsuruydu. Amerikalılar Irak’ı kendi kuklaları haline getirdi ve İsrail için tehdit olmaktan çıkardı. Ardından Suriye, Türkiye’nin de yanlış politikalarıyla istikrarsız hale geldi ve İsrail’e tehdit olmaktan çıktı. Mısır’da da ABD destekli Sisi darbe yapıp yönetimi devraldı. İsrail’e yönelik herhangi bir yaptırımı olmayacak hale geldi. Lübnan’a girdiler ve Hizbullah’ı çökerttiler. Kaddafi’de İsrail için caydırıcı kişilerden biriydi, ortadan kaldırırdı. Suudi Arabistan prensi ‘Filistin meselesi için benim için problem değil, halkım ilgileniyor’ dedi. Ürdün ise hep ABD güdümünde olan bir ülkeydi. Yani uzun sözün kısası bölgede İsrail için caydırıcı olacak İran var. Ama onlarda bu konularda hiçbir zaman samimi olamadı. Eğer İsrail, Suriye’nin içlerine doğru ilerlerse bu en büyük sıkıntılardan birisi olur. Umarım muhalif gruplar bir araya gelip demokratik bir yönetim kurar. En azından bütün etnik unsurların varlığını kabul eden bir tarz olur. Suriye’de muhalifler iç savaşa girerse ve orada büyük devletlerin güç savaşı devam ederse, ki devam edecek gibi duruyor. Rusya, Lazkiye’de denize açılma imkanlarını bırakmak istemeyecektir. ABD, YPG üzerinden varlığını sürdürmeye devam edecektir. Trump’da Pentagon’a uyum sağlayacaktır. Türkiye’nin SMO üzerinde bir emeği ve iddiası var. Yani ben açıkçası kısa vadede Suriye’nin istikrarlı hale gelmesini beklemiyorum.” diye belirtti.

Hüseyin Çelik, ‘Türkiye’de yaşanan Suriyeliler memleketlerine geri döner mi?’ sorusunu da yanıtladı. Çelik, “Bu olaylar gelişince iyimserliğe kapılıp Suriyelilerin tek taraflı gönderileceği söylemleri başlatıldı. CHP’li Belediyelerin yaptıkları açıklamalar komik ve ironik şeyler, onların ayıplanması gerekiyor. Bu insanlar uzun yıllardır burada. Zaman içerisinde aşama aşama tabi ki gitmeleri gerekiyor. Ben de gitmelerini istiyorum ama bu şekilde rencide edici şekilde olmaması gerekiyor. Birde onların gitmesini ekonomik yansıması ne olacak? Bu durum konuşulmuyor. Birkaç sınıfta değerlendirmek gerekiyor bunu. Birincisi, gelip Türkiye’de yatırım yapan Suriyeliler var. Ben Gaziantep’i biliyorum, burada ciddi sayıda üretim atölyeleri ve işletmeler kuran Suriyeliler var. Türkiye’nin birçok tarafında bu tarz örnekler var. Suriye, ‘süt liman’ olmadan bu insanlar yaptıkları yatırımı Suriye’ye götürmezler. Vatandaşlık almak adına gayrimenkul satın alan Suriyelilerin de hepsi geri dönmeyecektir. Onlar da Suriye’deki yeni yönetimin faaliyetlerini izleyecektir. Diğer yandan yüzbinlerce Suriyeli bir anda çıkarsa şu anda Suriyelileri ‘ucuz iş gücü’ olarak gören birçok iş verenin durumu çok zorlaşacaktır. Maliyetler artacaktır, çünkü yerliler Suriyelilerin çalıştıkları maliyetlere çalışmayacaktır. Tabi Türkiye, Suriyelilere yaptığı harcamalardan kar edecektir. Ama diğer taraftan Suriyelilerin ekonomiye olan etkisini de göz ardı etmemek gerekir.” ifadelerini kullandı.

Çelik, MHP lideri Bahçeli’nin çözüm söylemleri ile Suriye’deki gelişmelerin ilişki olmadığını söyledi, Cumhurbaşkanlığı seçimlerini işaret etti, “Ben Suriye’de olacak olaylar sebebiyle bu söylemlere girişildiğini düşünmüyorum. Cumhur İttifakının kurulması sonrasında AK Parti, MHP’lileşti. Küçük parti, büyük partiyi kendisine benzetti. Ben AK Parti’nin samimi şekilde Kürt meselesini çözmek gibi bir derdinin olduğunu düşünmüyorum. AK Partililer de meseleye pragmatik bir şekilde bakıyor. Yani örnek olarak, ‘Bundan sonraki Cumhurbaşkanlığı seçimi için anayasa değişikliği yapılırsa biz nasıl DEM Parti’nin desteğini nasıl alırız, Güneydoğu’da kaybolan oyları nasıl toparlarız, burada hangi taktikleri uygulayabiliriz’ gibi bir eğilimler var. Yoksa Kürt meselesinin çözümü son derece basittir. Türkiye’de gerçek manada bir demokratikleşme yapılırsa tüm problemler çözülür. Kuzey Irak için federasyon bir çözüm oldu. Ama Türkiye için federatif yapı da derde deva değil. Çünkü Türkiye’deki Kürt nüfusunun 3/2’si batı illerinde yaşıyor, sadece 3/1’i Güneydoğu illerinde yaşıyor. Doğu da 13-14 ile ‘Kürdistan’ adını verip federatif yapıya dönüştürdüğünüz zaman bu durum Türkiye’nin derdini çözmez. Yapılması gereken tepeden tırnağa batı standartlarında bir demokratikleşmedir.” dedi.

Paylaşın